Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

12 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Trakya Köy Öğretmen Okulu

 

 

10  KASIM  1938

Gerçekten kenardan yürüyerek okulun kapısına kolayca vardım. Büyük bir bina önünde durdum. Kapı kapalı ama üst kat ışıkları yanıyor. Öbür taraflarda kapı aramak üzere hazırlanırken önünde durduğum kapının bitişiğindeki odanın ışığı yandı, birisi odaya girdi. Tam da pencere önünde durmuştum. Odaya giren beni gördü, geldi kapıyı açtı, kısa bir sorgulamadan geçirdi. Oraya geldiğimi söyleyince beni içeriye aldı. İçeriye girince de bir kez daha, bu kez ayrıntılı olarak sorguladı. Nereden geldiğimi, adımı, gireceğim sınıfı, yanımda birinin gelip gelmediğini, gelmişse şimdi nerede kaldığını, aç olup olmadığımı ilgiyle öğrenmek istedi. Niçin sorduğunu sanırım tam anlayamadım, ya da yanlış anladım. Ben dilimin döndüğünce, Lüleburgaz’a, Kırklareli’ne, Babaeski’ye, Alpullu’ya yalnız gidip döndüğümü söyledim. Özellikle Kırklareli’de amcalarım olduğunu, bu nedenle oraya her yıl gittiğimi anlattım. Aklımca, kendime güvenim vardı, cesur bir delikanlıda bulunması gerekli gücüm de cesaretim de vardı, bunu hemen kanıtlamalıydım. Beni sorgulayan kişi anlattıklarımı ilgiyle, gülümseyerek dinledi. Kalktı yanıma geldi, sevecen bir tavırla yüzüme bakarak “Sen kaç yaşındasın?” diye sordu. “On yedi” yanıtını verince bir kahkaha attı, ardından da “Ben bir asker kaçağıyım desen a” dedi. Bir kahkaha daha attıktan sonra başımdaki kasketi çıkardı. Kasket elinde, ilk okulu ne zaman bitirdiğimi sordu. Söyleyince de ”O, çok ara vermişsin, alışman biraz zor olacak, açıkçası işin kolay olmayacak” Bu kez elindeki kasketi göstererek “Bunu bir daha giymeyeceğini umarım” dedikten sonra üstümdeki ceketin kumaşını parmaklarıyla sıkarak ya da sürterek yokladı. ”Bunu kendiniz mi dokursunuz?” diye sordu. Anlattım, “Kendi koyunlarımız var, ağabeylerim yünlerini kırpıyor, ablalarım yünleri eğip dokuyor, dolaptan geçirilerek bu duruma getiriliyor” dedim. Bir kahkaha daha attı, arkasından “Kaç ağabeyin, kaç ablan var? diye sordu. ”Üç ağabeyim, iki ablam var” deyince, gülerek ”Maşallah” derken yüzüme dik dik baktı. Bu kez daha sakin bir gülüşle “Bana bak, sen şunlardan bize de birer takım yaptır” Bu sıra birisi daha kapıdan girdi. Konuşan, gelene “Ahmet dinle bak, şu sırtındakileri kendi köylerinde hatta kendi evlerinde ailece, iş bölümü yaparak üretiyorlarmış. Koyunlar zaten kendilerinin. Ben Anadolu’da çok gezdim bu tür dokumalar çok gördüm. Doğrusu dolaştığım yerlerde bu denli incesine hiç rastlamadım” Bana dönerek “Bize yaptır demem şakaydı. Sen şimdi öteki çocukların yanına gideceksin. Onlar da geleli birkaç gün oldu, arkadaş olacaksınız, yabancı sayılmazlar. Bu gece bizim misafirimizsin. Getirdiğin belgeleri, varsa paranı Ahmet Beye ver, sabah biz seni çağıracağız. Sıran gelince de kaydını yapacağız”

Ahmet Bey, dediği çok genç, nerdeyse benim yaşımda. Çok konuşana Ahmet Bey “Hocam“ diyor. İçimden “Nasıl hoca bu ki?”diyerek Ahmet Beyle öteki çocukların yanına gittim. On beş kadar çocuk gelmiş. Gelenler arasında İsmet de var. İsmet’in ortaokula gittiğini biliyordum ama burada olacağını hiç ummuyordum. Birden irkildim. Zühre Teyzeme mi bir şey oldu acaba? diye duraksadım. Çünkü o İsmet’in uzak ayrılığına kesinlikle razı olmuyordu. İsmet’le ben iki kız kardeşin çocuklarıyız. Ben İsmet’in büyüğüyüm. Sanırım aramızda üç yaş kadar fark var. Bu nedenle İsmet bana “Dayı” der. İlk karşılaşmada bu özelliğimiz ortaya çıktı. İsmet beni görünce “Aaaa , dayı” diye bağırdı. Öteki çocuklar bu durumu biraz yadırgadılar. İsmet yaş olarak küçük ama boy olarak benimle bir. Aralarına girdiğim arkadaşların çoğu bize yakın köylerden. İsmet, Mehmet, Recep, Abdullah, bir başka Mehmet. İsmet, Kızılcıkdere, Recep Pınarhisar, öteki Mehmet Karağlı, Abdullah İnece, Uzun boylu Mehmet Mandirisa’lı (Ceylan Köy) Bu köy bize en yakınıdır. Değirmen ya da şayak dolabı için o taraflara gidildiğinde kaç kez oradan geçtim.

Arkadaşlar ben gelmeden az önce yemek yemişlermiş. “Aç mısın?” diye sordular. Aç değildim. Zaten yanımda yeterince yiyeceğim vardı. Boş yataklardan birini gösterdiler. Bir süre etrafıma bakındım. Herkes neler yapıyor, ben nasıl yatıp uyuyacağım? Baktım, birilerinin renkli gecelikleri var. Bunlar ortaokullara gidip buraya dönenler olmalı, diyorum içimden. Benim gibi beyaz giysililer az. Azıcık duraksadım, bu farklı giyimler beni olumsuz etkiledi. Giysi konusunda Mustafa Ağabeyin önerisi vardı. “Paran varsa okula kaydını yaptırınca arkadaşlarının durumuna göre giyimini ayarlarsın. Okul bir çok gereksinimleri zaten verecek. Böylece paranı korumuş olursun” Bu öneriye uyarak bir süre sabretmeliyim deyip kendi kendimi teselliye çalıştım. Kendimle içimden tartışırken İsmet geldi. İsmet’i görünce başkaları da katıldı. Gelenlerin ikisi Manikalı imiş. Şu benim Atatürk için iki gün koşturduğum Manika ovasının çocukları. Oraya gittiğimi uzun uzun onlara da anlattım. Manikalı İsmail hemen sordu “Sigara içiyor musun?” O içiyormuş. İçmediğimi söyleyince üzüldü. ”İçseydin arkadaş olacaktık” dedi. İnanmamış olacak, ellerime, parmaklarıma baktı. Öteki Manikalı çok küçük, ilkokulu bu yıl bitirmiş arkasından ortaokula devam etmiş Burası açılınca da ayrılıp gelmiş.

Biz konuşurken ışıklar söndü, karanlıkta kaldık. Bu yatma işareti imiş. Herkes yerine gitti. Ben yerimde olduğum için hemen örtündüm. Kimileri bir süre daha fısıldaştı. “Acaba neler konuşuyorlar?” diye dikkatle dinlerken uyumuşum. Uyandığımda ışıklar yanıyordu ama herkes uyuyordu. Tekrar uyumak için bir hayli zorlandım. Kendi kendime kimi olasılıkları ön plana alıp umutsuzlaştım. Kaydını yaptıranlar hep sevinçli. Gelenlerin hepsi ya okuldan ayrılmış ya da okulu bu yıl bitirmiş. Benim gibi uzun ara veren hiç yok. Kayıt yapanın dediği gibi işim zor. Kayıt yapan bana neden asker kaçağı mısın diye sordu? Uyumuşum, hem de derinliğine uyumuşum

11 Kasım 1938 Cuma

İsmet dürtükleyerek zor uyandırdı. Uyanınca da bir süre alık alık etrafa bakındım. Beyazlar içinde koca bir salon. Akşam buraya geldiğime inanamadım, sordum, İsmet güldü. Hazırlanıp birlikte kahvaltıya indik. Kahvaltıda 50 dolayında çocuk var. İki küçük sınıf olacakmış, ilkokul 4. , 5. sınıflar. Kahvaltıya öğretmenler de geldi. Akşam beni içeriye alıp uzun uzun konuşan da öğretmenmiş. Adı Fikret’miş, Fikret Madaralı. O kahvaltıda yok. Evrakları, parayı alan memurmuş, Ahmet Gökay, derse girmiyormuş. İsmet yavaş yavaş anlatıyor.

Kahvaltıdan sonra konuşa konuşa giderken Fikret Madaralı karşıdan çıktı, İsmet’e “Ne haber, arkadaş mı çıktı?” dedi. İsmet durdu “Akrabayız efendim, benim dayım” deyince yine kahkaha ile güldü, yakınımıza geldi. Akrabalık derecemizi sordu. İsmet anlatmaya başlarken onun sözünü kestirdi, beni göstererek, “Bırak o anlatsın” dedi. İki öz kardeşin çocukları olduğumuzu söyleyince “Başka nasıl kardeş olunur ki?” diye sordu. “Anneleri ya da babaları başka başka olan kardeşler de olur” deyince gülerek kolumdan tutup beni kayıt odasına çekti. İsmet’e de “Sen biraz dayısız dolaş ya da bekle” dedi. İçeri girince de bana kapı arkasındaki boşluğu gösterip, “orada biraz bekleyeceksin, ben çağırınca gelirsin” dedi.

Uzunca bir süre getirdiğim kağıtlara baktı, tekrar tekrar okudu. “Sen çok ara vermişsin, okumak senin için çok zor olacak. Senin yaşında bir iki kişi kaydettik, seni de kaydederiz ama senin evrakların çok eksik. Nüfuz cüzdanın yenilenmemiş, eski yazı ile duruyor, bunu bugün kim okuyup değerlendirebilir? İlkokul diploma suretinde soyadın yok. Bak, pencereye asılmış ilanda bu belgelerin asılları isteniyor.” Daha önce gülerek konuşan kişinin bu kez beni kapının önüne itmeye çalıştığını anladım. Ya da ben öyle yorumladım. Bir süre sustuktan sonra kayıt için yanımda birinin gelip gelmediğini sordu. Bu sorusuna ayrıca üzüldüm. Oysa ben yalnız geldiğimi uzun uzun anlatmıştım. Besbelli ki beni dinlememiş. Dinlemiş olsa tekrar neden sorsun? Biraz yüksek sesle “Yalnız geldim” dedim.  “Bu gün günlerden nedir?” diye sordu. Daha yüksek bir sesle “Cuma” yanıtını verince “Aferin” dedi. Ancak “Aferin” benim ses tonuma uymayacak yumuşaklıkta oldu. Arkasından da “Bugün de kal, yarın gider pazartesi işini bitirip dönersin” dedi. Şaşırdım. Hem yumuşak tavırlar gösteriliyor, hem de kayıt yapılmıyor. Uzun süre beklemiş olacağım, bu kez “Ne duruyorsun, bir diyeceğin mi var?” diye yavaş bir sesle sordu.

 

Fikret Madaralı

 

 

Vahit Lütfü Salcı

 

Hiç bir şey düşünemiyordum. Akşamdan beri iyimser olarak ısındığım okul birden bana yabancı oldu. “Paramı verin, ben geri gideceğim” dedim. Bu kez “ Ne o okumaktan vazgeçtin mi?” diye sordu. Boynum bükük bir süre daha durdum. “Ahmet Bey şu anda okulda değil, gelince paranı alıp, yarın gündüz gözü ile gidersin”diye tekrarladı. Boynumu büktüm, ben kapıdan çıkarken iki yaşlıca bey kapının önünde girmek üzere yönelmiş durumdaydı. Birini çok iyi tanıyordum, Vahit Lütfü Salcı, öteki de gördüğüm biri idi ama birden algılayamadım. Vahit Dede (Vahit Lütfü Salcı) “Fikret Beyi sevgiyle selamlarım” diyerek içeri girerken beni de sorusuz sorgusuz kolumdan tutup içeriye çekti Soru sual etmeden “Seni burada gördüğüm için çok sevinçliyim, bu okul tam senin gibi gençler için açılıyor. Aferin Mustafa’ya, akıllı çocuktur” diye kendi kendine konuştu. Mustafa dediği de benim çok sevdiğim eğitmen Mustafa Güvener’di. Fikret Bey güleç bir yüzle bir süre Vahit Dedeyi gözleriyle izledi sonra da öteki beyle konuşmaya daldı. Ben durumumu kısaca Vahit Dedeye anlatmaya başlarken Fikret Bey sözü aldı, kendi açısından anlattı. Vahit Dede Fikret Beyle yakın tanışıkmış. Sanırım bu cesaretle “Bu çocuk benim en sevdiğim insanın, benim çile arkadaşımın torunudur” dedi. Fikret Bey “Nüfus cüzdanı” deyince Vahit Dede “Ben o aileyi tanırım, sık sık gider gelirim, onlarda yasaklı ya da eksiklik iş olmaz, belki ihmal vardır. Lüleburgaz kaymakamını da nüfus müdürünü de yakından tanırım, kısa zamanda tamamlatacağım. Ben buradan çıkınca jandarma aracılığıyla babasına telefon ederim, ağabeylerinden biri iki gün içinde kesinlikle gelecektir.” Vahit Dedenin yanındaki bey, önce Vahit Dedeye sordu sonra da bana “Sizin köye bu yıl bir eğitmen verilmişti değil mi ?” Vahit Dedenin anlattığı Mustafa Ağabeyi anımsattım. Bu kez ilkokul öğretmenimi sordu “Ahmet Korkut” deyince de “Ahmet Korkut çok iyi bir öğretmendir. Şimdi Pedagoji öğretimi yapıyor, seneye müfettiş olacak, belki de buraya gelir” dedi.

Kendi aralarında konuşurken Fikret Bey “İlhan Bey” deyince iyice anımsadım. İlhan Bey müfettişti, bizim köye bir kaç kez gelmişti. Geldikçe bizim güvercinlerle çok ilgileniyordu. Ayrıca Mustafa Ağabey ondan övgüyle söz ediyordu. Sanırım onların Eğitmen Kursu’nda yöneticilik yapmış. Babamla bir konuşmasını anımsadım. Babama “Ağa, bizim kentlerdeki güvercinler siyah, gri ya da bu renklerin karışımı bir renge bürünüyorlar. Tıpkı kargalar gibi. Senin güvercinler ise beyaz, beyaz karışımı öteki güzel renklerde. Bakıyorum, o kargaya dönüşmüş renkte hiç güvercinin yok. Bunun sırrı nedir?” Babamın yanıtı “Buranın havası, suyu temiz. Ayrıca yemleri çok çeşitli. Kırlarda her türlü gıdayı bulabiliyorlar.” İlhan Bey bu yanıttan sonra babama “İyi ama o dediklerin insanlar için de geçerli, onlar neden sağlıksız?” Ben bunları belleğimden çağrıştırırken İlhan Bey bana “Yanılmıyorsam sizin güvercinleriniz vardı, duruyorlar mı?” dedi. Ben “var, giderek daha da çoğaldılar” dedim. Bu kez Fikret Beye dönerek güvercinleri, köyün öteki güzelliklerini, özellikle de karpuzculuğunu öve öve bitiremedi. Bu arada benim bilmediğim, babamın ona anlattığı bir olayı da ekledi. Güvercinler sayılamayacak denli çok. İlhan Bey “Bunları nasıl çoğalttın?” diye sormuş. Babam “Başlangıçta iki güvercin alıştırdım. Bunlar bir iki yıl içinde 10-15 kadar oldu. Ondan sonra kahveye gelen yabancılar güvercinlerle yakından ilgilenince onlarla “Madem güvercin seversiniz bir daha buraya yolunuz düşerse bir güvercin de siz getirin” demiş. Onlarca insan bu dileği unutmamış, güvercin getirmiş. Hatta yumurta getirenler bile olmuş. İlhan Bey “Bu kural devam ediyor mu?” dediğinde babam, “Hayır, şimdi isteyenlere biz veriyoruz ” demiş. Meğer Fikret Bey de bir güvercin severmiş, uzun uzun dinledikten sonra “Köylülerin tavrı nedir? Avlamıyorlar mı?” diye sordu. Bu kez Vahit Dede “O köyün insanları melektir melek” diyerek köy halkından, halkın uysallığından söz etti. Fikret Beyin ilgiyle dinlemesinden olacak İlhan Bey babamın müzik tutkusundan söz etti. “Ağanın kahvesi müzik salonu gibidir” diyerek, özellikle plakların çokluğundan, müziklerin çeşidinden söz etti. “Üsküdar Musiki Cemiyeti söz, saz eserlerinden Chopin Mazurkalarına, Ege Zeybeklerinden Dede Efendilere dek her türlü müziği dinletmektedir. Zeki-Hamiyet çiftinin son, hem de imzalı plaklarını görünce şaşırdığımı söyleyebilirim. Ben Trakya’yı köşe bucak dolaştım, böylesi bir kahve görmedim. Köylerden geçtik, kentlerimizde bile örneği azdır.”

Onlar konuşurken Fikret Öğretmen bana: “Sen çık yeğenini bul, seni revire-hemşireye götürsün” dedi. Çıktım. İsmet kapı önünde bekliyormuş. Kapı önünde başka bekleyenler de var. Benim okuduğum Hamitabat ilkokulunu bitirenlerden Kadir gelmiş. Ağabeyi Hüseyin arkadaşımdı. Kadir’i babası getirmiş. Biz konuşurken Fikret Bey gene kapıya çıktı. İsmet’e bir şeyler söyledi. Bana dönerek “Kaydını yaptık, unutma numaran 66” dedi. Ben cesaret bularak Kadir’in babasıyla haber göndereceğimi ekledim. Yüzüme gülümseyerek baktı “İyi” dedi. İsmet kıkır kıkır gülüyor. Sandım ki kaydımın yapıldığına seviniyor. Meğer o benim numarama daha doğrusu ikimizin numaralarına gülüyormuş. Benim numaram 66, çift sayı. Ben bilmiyordum, onunki de 44 imiş. İsmet bunları uğurlu sayı olarak bellemiş, sevinci bundanmış. Sevincine ben de katıldım.

Revire gittik. İsmet çok girgin, hemşire ile arkadaş gibi konuşuyor. Oysa onun da buradaki günleri henüz haftayı bugün doldurmuş. Hemşire çok genç, belki benim yaşımda. Konuşurken İsmet bana “Dayı” dedi. Hemşire gülerek “Ne dedin, ne dedin?” diyerek takıldı. Öğrenciler birbirine “Dayı” diyemezmiş. Bu kez ben sordum: “Gerçekten dayısı ise niçin demesin? Belki buna alışmıştır.” Hemşire bana “Sen ciddi, akıllı birine benziyorsun, seninle rahat konuşulamaz” deyip beni susturdu. İsmet’e döndü, benim yaşımı sordu. İsmet “17 ”deyince bu kez iyice şaşırdı. “6 yıl sonra buradan çıkacaksın, yaşın olacak 23. Benim ağabeyim de 23 yaşında, evli iki de çocuğu var.” İsmet’le bu konuda hiç konuşmamıştık, bir rastlantı ikimiz birden””Biz de öğrenciyken evleniriz!” Başka çocuklar geldi, konuşmalarımız yarım kaldı. Hemşire benim boyumu, kilomu ölçüp tarttı. Arkasında bir çığlık attı. ”Aaaaa” diye önce bağırdı, arkasından da “Ne güzel, ne güzel” diyerek yanıma geldi. Boyum 166 cm. kilom 66 kg . Hemşire nedense “İdeal bir uyum” dedi. Bu kez ben hemşireye “Yok canım, ideal olan o değil asıl budur” deyip numaramın da 66 olduğunu ekledim. Az önce “Seninle konuşulmaz”, diyen hemşire birden bire bana yakınlaştı, boy kilo uyumunun sağlık belirtisi olduğunu, bu dengeyi korursam hastalıklardan da kurtulacağımı anlattı. Bu kez İsmet telaşlandı. İsmet’in boy kilo farkı çok, 7 kilo. Hemşire nedense bizimle şakalaşmayı sürdürdü. İsmet’e gülerek “Üzülme dayın sana sağlık konusunda yardımcı olur” dedi.

Revirden sonra bahçeye indik, tüm öğrenciler toplanmış sıra yapılıyor. Bir öğretmen uzunca bir uğraştan sonra boy sırasını tamamladı, öylece yemeğe girdik. İsmet’i herkes tanımış. Öğrencilerin çoğu “İsmet, İsmet” diye bağırıp duruyor. O da onlara karşılık verip gönüllerini alıyor. Masamızın başında hazırlanmış tabaklar var, oraya öğretmen oturacakmış. Az sonra bir öğretmen geldi oturdu. Ben kayıt yapan Fikret Öğretmeni beklerken gelen bir başkasıydı. Çok temiz giyinmiş, daha genç bir öğretmen. Oturur oturmaz yanındaki öğrenciyi uyardı: “Yavaş yavaş yemelisin, lokmaları iyi çiğneyip sindirimi kolaylaştırmalısın. Bak sen biraz zayıfsın, burada öğrendiklerini uygularsan çabucak güçlenirsin” Göz ucuyla bana baktı, bir şey demedi ama ben hemşirenin dediklerini anımsadım. Sanırım beni sağlıklı gördü. Bu kez yanımdaki İsmet’e “Seni takıma alacağım ama dikkatli oynamalısın. Açık verirsen hemen çıkarırım” dedi. Meğer spor öğretmeniymiş.

Yemekten sonra büyük bir salona gittik. Hava yağmurlu, biraz da serinledi. Küçük çocuklar kümeleşmiş durumda. Herkesin yakınlık duyduğu gruplar oluşmuş. Kadir’le yanındaki Hüseyin yanımıza geldi. Hüseyin de Lüleburgaz köylerinden. Kamber Amcamın köyü, Yeni Bedir’in az ilerisindeki Ahmetbey köyünden. İsmet kaynaştırıcı. Tekirdağ ilinden gelenleri çağırdı. Akşam ikisi ile tanışmıştık. Manikalılar. Yusuf ile İsmail. Manika yakınına gittiğimi anlatmıştım. Meğer bu konuda bilgim eksikmiş. Manika bir değil ikiymiş, Büyük Manika, Küçük Manika. Ben gene de 1936 yılında ağabeyimin peşine takılarak iki günde oralara Atatürk için gittiğimi anlattım. Çok büyük bir alanda duran askerleri, askerlere yaklaştırılmayan halkı hiç unutmuyordum. Atatürk sanırım karşılarda bir yerden geçmiş ama ben göremedim. Benim sık sık Manika deyişim şakalaşmalara neden oldu. Yusuf’a Küçük Manika, İsmail’e de Büyük Manika demeye başladılar. Manikalıların ikisi de orta okula gitmiş. Okul kasketlerini başlarına takıp takıp çıkarıyorlar. Yusuf’ yaşımı sordu ben söyleyince  aramızda 6 yaş fark olduğunu  hemen arkadaşilara duyurdu.

Kadir’in babası köye dönüyormuş, okula uğramış, hazırladığım mektubu ona vermek için yanına gittim. Mektubu verirken Fikret Öğretmen, yanımızdan geçerek odasına girdi. Kadir’in babası hafızdır. Kara Hafız olarak ün yapmıştır. Aynı zamanda bizim köyün de imamıdır. Biz kapıda beklerken Hafız Amca Fikret Öğretmenin yanına girdi, oğlunu emanet etmiş, teşekkür etmiş. O çıkarken Fikret Öğretmen kapı önüne geldi. Hafız Amca beni Fikret Öğretmene göstererek “Bir oğlum da budur, babasıyla iyi tanışırız, akşam sabah beraberiz” deyince Fikret Öğretmen bana bakarak “Eh yani, bu kadar olur, bir kayıt için dünyayı velveleye verdin” diyerek kahkaha ile güldü. Arkasından da “Daha gelecek var mı?” diye sordu. Bu kez de İsmet “Yarın babam gelecek” deyiverdi. Fikret Öğretmen biraz ciddileşerek “Gelsin gelsin, biz onun kaydını yaptık, şimdi dosyasındaki eksikleri tamamlamasını bekliyoruz. O bizim öğrencimiz oldu , numarasını aldı ” dedi. Bana “Numaranı öğrendin mi?” diye sordu. ”Öğrendim” deyince de ”Tamam işte, bundan sonra çalışmana bak, Kayıt sırasında beni çok yordun, bundan böyle gözlerim hep üstünde olacak. Zaten Salcı Deden de burada kalacak beraber çalışacağız” dedi.“Sağolun „ diyerek ayrıldık. Derecesiz sevindim. İsmet benden daha çok sevindi. Bir başka sevincim de öteki arkadaşların benim sevincime katılmalarıydı. Hiç konuşmayanlar bile gelip beni kutladılar.

Biz kendi aramızda konuşup tanışırken uzun uzun zil çaldı “Salonda toplanın” sesleri duyuldu. Daha önce toplandığımız salona gene girip oturduk. Okul Müdürü gelip konuşacakmış. Öğretmenler geldi, karşı masalara oturdular. Öğrencilerden çıt çıkmıyor. Öğrenciler gibi öğretmenler de çoğalmış. Öğretmenler bizim tarafa bakıp bakıp gülüşüyorlar. Kayıtları yapan Fikret Öğretmen yok. Fikret Öğretmen yemeklere de pek katılmıyor. Okul Müdürü kapıdan girince öğretmenler ayağa kalktı. Onları gören öğrenciler de ayağa kalktılar. Okul Müdürünü ilk kez görüyorum. Esmer, uzun boylu, uzun saçlı, kravatlı. Öğretmenler oturunca biz de oturduk. Okul Müdürü öğretmenlerin oturduğu masaların birinin ucuna arkasını dayayarak bir süre bize baktı. “Daha tam olmadınız ama sizinle bugün konuşmak istedim” diyerek söze başladı. Kendisi de yatılı öğrenci olarak okumuş. Sık sık “Çocuklar” diyerek ilgimizi çekti. Yatılı okumaya başlayınca önceleri çok sıkılmış, hatta kaçmayı bile düşünmüş ama bu düşüncesinden vazgeçmiş. “İyi ki vazgeçmişim, okulu bıraksaydım kesin kes bu kadar mutlu olmayacaktım. İnsanın yaşamı o kadar uzun değil, boş geçecek zamanlar hep zararımıza oluyor. Bu nedenle burada zamanınızı dolu dolu geçirmenizi isteyeceğim, bu uğurda da ben, öğretmen arkadaşlarım, hepimiz size yardımcı olacağız.”

Okulun durumundan söz etti. Şimdilerde eksiklikler varmış ama yakın zamanda bu eksiklikler giderilecekmiş. Elbiselerimiz, kitaplarımız öteki ders araç gereklerimiz tamamlanmak üzere imiş. Okulun özelliğinden söz etti. “Burası bir iş okuludur” dedi. Edirne’de bulunan iki okulu örnek gösterdi. Edirne Öğretmen Okulu, Edirne Sanat Okulu. Bu iki okulun karışımı bir okulmuş bizim okul. Öğretmen okulunun dersleri okuyacakmışız, Sanat okulunun öğrettiği gibi sanat öğrenecekmişiz. Açıkçası biz bu okulların öğrencilerinden daha çok çalışacakmışız. En kısa zamanda tekrar açıklamalar yapacağını söyleyerek Müdür Bey sözlerini bitirince bir öğretmen kalktı kendi adını söyledi: Namık Ergin. 6. sınıfa kayıt yaptıranları ayağa kaldırdı. 20 kadar öğrenci ayağa kalktı. “Sizin bir sorununuz olursa, bana haber vereceksiniz, sorununuzu çözmede size ben yardımcı olacağım” dedi. Arkasından bir başka öğretmen kalktı, Adem Gürçağlayan. 5. sınıfları kaldırdı. Ondan sonra Ömer Tunalı 4. sınıfları kaldırdı, Namık Öğretmenin söylediklerine benzer sözleri söyleyip oturttular. Namık Öğretmen tekrar kalktı, hepimizin uyması gereken kuralları sıraladı. Yemekhanede, yatakhanede, dershanede koridorlarda, bahçede nelerin yapılacağını nelerin yapılamayacağını bildiren yazıların olduğunu, bu yazıların hemen okunup ona göre davranılmasını, bunlara uymamanın suç olacağını duyurdu.

 

Namık Ergin

Öğretmenler topluca çıkınca öğrenciler birden konuşmaya başladılar. Kimin ne dediği pek anlaşılmıyordu. Kimileri Müdür Bey’in “Çok çalışma” sözüne takıldı, kimileri “İş derslerine” bozuldu. Ben kendi payıma belirli kuralların olmasına, bu kurallara daha kolay uyacağıma inanarak susmayı yeğledim . Müdür Beyin konuşması ise sanki benim için söylenmiş sözlerdi. Beş yıllık ilköğretim sürecimde ben tam beş yıl kaybetmiştim. İlkokulu üç sınıf olan köyümüzün okulunu bitirince iki yıl bekledim. Yakın köy Hamitabat beş sınıflı olunca oraya gittim, bitirdim. Bu kez de üç yıl gidecek okul bulamadım. Bu nedenle kimi arkadaşların konuşmalarını istemeyerek dinleyince şaşıyorum. Sigara içemediği için üzülenden, iş dersinde nasıl çalışacağını düşünenden, yemeklerin iyi olmadığını söyleyenden geçilmiyor. Benim böyle bir sorunum yok. Ben okumak istiyorum. Üç ağabeyim, iki ablam okuyamamış nerede ise ben de onlar gibi okumadan kalacağım. Ağabeylerim, ablalarım, savaşların kurbanı, uzun savaş yıllarında doğmuşlar, okuma çağlarını savaş kıtlıkları içinde geçirmişler. Onların ellerin de olmayan nedenlerle okumaktan yoksun kalmışlar. Bende böyle bir şanssızlık yok, benimki biraz da olaya deneyimsizlik etkeni yön veriyor ya da yön veremiyor. Üstelik benim okumam için tüm ailece bir genel dilek var. Annem daha doğumumda karar vermiş, okumam için birikime başlamış. Babam elinden geleni yaptı. Örneğin iki yıl önce komşu köyden tanıdığımız olan (Kumrular Köyü) Küçük Ali Ağa adlı kimse ile anlaşıp Kırklareli’de bir ev tuttular. Oğlu Mehmet’le birlikte kalacağız. Tüm yaz boyu hazırlık yaptık, hayal kurduk. Okullar açılmak üzereyken komşu köylü anlaşmayı bozdu, oğlu Mehmet’i Edirne’de bir yere yerleştirdi. Babamın ya da ailemin çabaları yeterli mi yetersiz mi, bunları irdeleyip yorumlamak bana bir şey kazandırmaz. Şimdi bir okuma olanağı sağlanmış, bunu sürdürmek bana bırakılmış, bunu benden başkası yürütmeyecek. O nedenle kendimi tutmam, kendimi başarılı yola sokmam benim elimde. Babamın, Mustafa ağabeyin, onlardan habersiz olan Okul müdürünün verdiği yaşamsal öğütleri birleşiyor, ”Çalışırsan kazanacaksın.”

Gün boyu bunları düşündüm. Derslikte birileri sürekli yakındılar, hep aynı sözler, ”Burası okul mu, iş yeri mi? Öğretmen olacağımıza göre sanata ne gerek var? Bu sanat sözüne de akıl erdiremiyorum, ne sanatı? Mustafa Ağabey burada çok değil on ay kaldı, köye döndüğünde en usta aşıcı idi. Kırk yıllık aşıcılara yeni aşı kolaylıkları öğretti. Köyde sayısız ahlat ağacını armuda çevirdi. Mustafa Ağabey komşu köylere bile çağırılır oldu.

Sabahleyin daha sevinçli idim, yatarken biraz buruk olarak bunları düşündüm. Uyumak üzere iken İsmet duyabileceğim yükseklikte bir sesle “Dayı uyudun mu?” diye sordu. Dayı sözü arkadaşların hoşuna mı gitti yoksa şakaları için bir bahane mi oldu, “dayı, dayı ” sesleri tekrarlanmaya başladı. Bu arada kapıdan yüksek bir ses yankılandı: “Uyku zamanı dayı, amca olmaz, buna kendinizi hazırlayın, içinizde uyuyanlar var, hepinize iyi uykular!” Konuşanı tanıdım, bizim öğretmen Namık Ergin’di. Başımı örttüm, öylece bekledim. Bir iki tıs pıstan sonra sessizlik başladı. Herkesin uyumasına karşın benim uykum açıldı. Köyü düşündüm, ayrılalı daha iki gün oldu. Köydeyken aklımdan hayalimden geçirmediğim insanlar, yanlarına sokulmayı düşünemeyeceğim ölçüde sevimsiz çocuklar gördüm. Atatürk’ün ölümü, trendeki insanlar, Yunanistan istasyonundaki fesliler, adını bile sormadığım, buna karşın benim okulu rahatça bulmamı sağlayan asker ağabey, öteki iyi insanlar, okula girişim, ilk karşılayan kimse (Sonradan öğrendiğim Fikret Madaralı Öğretmen) Ahmet Gürsel Öğretmen, Namık Ergin Öğretmen, Hemşire. Hemşire nedense birden ilgimi çekti. Yüzünü gözlerimin önüne getirdim, güzel bir kız. Onunla da C ile konuştuğum gibi konuşabilir miyim? diye düşlerken uyumuşum.

 

12 Kasım 1938 Cumartesi

 

Yüksek sesli konuşmalar arasında uyanınca herkesin kalktığını gördüm. İsmet çoktan giyinip, aşağıya inmiş beni göremeyince tekrar geri dönmüş, geldi. Kahvaltıya beraber indik. Kayıtlı öğrenci olarak okulda ilk günüm. Çevreme dikkatlice bakarak içinde bulunduğum duruma uymaya çalışıyorum. İsmet yanımdan ayrılmıyor. Buna karşın bireysel olarak da yetkinliğimi gösterme tavırları içindeyim.

Kahvaltıdan sonra da yine İsmet’le birlikte dersliğe gittik. Arkadaşların bir çoğu ellerindeki kitapları okuyorlar. Ne okuduklarını merak edip ayrı ayrı soruyorum. Tekirdağ-Dedecikli Hasan “Fazla kitap var, okursan vereyim” dedi. Sevindim, aldım: Bulgar Sadık. Hasan kitap hakkında açıklama yaparken Mustafa adlı arkadaş geldi, bizim konuşmamızı bölerek Hasan’a çattı. Hasan Mustafa’ya gücenmiş, onunla konuşmuyormuş. Mustafa ise Hasan’ın kendisiyle konuşması için bir bakıma zorluyor. Bir süre tartışmalarını dinledim. Hasan Tekirdağ-Dedecik köyünden. Hasan, daha önce köyünde olan bir olayı anlatmış. Olay aynı zamanda bir başka köyle de ilgiliymiş. O köyün adı ise İnecik’miş. Mustafa bu İnecik sözüne takılmış. Önce İnecik, küçük inek, inekçeğiz, zavallı inek gibilerde söz türetmiş. Sonra da Hasan’a bu sözleri yakıştırmış. ”Merhaba inecik, merhaba inekceğiz” demeye başlamış. Hasan, içimizde en küçük, yaşça olduğu gibi bedence de en zayıf. Bu nedenle adı hemen Küçük Hasan oluvermiş. Mustafa “Benimle konuşacaksın” gibilerde Hasan’a kabadayıca çıkışınca söze karışmak gereğini duydum. Mustafa’ya “Konuşmak istemiyorsa, neden zorluyorsun? Zorla güzellik olmazmış. Tartışacağına gönlünü al da barışın” diyecek oldum, Mustafa bu kez bana “Sen karışma, bu bizim aramızda” diye sertleşti. Ben, “Bu ne biçim sizin aranız oluyor? Sen geldin biz konuşurken sözümüzü kesip kabadayılık gösterdin. Ben bir şeyler öğrenmek için arkadaşı dinliyordum, sen sözümüzü böldün, benim öğreneceklerim yarım kaldı. Sen benim işimi aksatacaksın, bu senin aranda olacak, bana baksana sen” deyip sıradan çıktım, kolundan tutup itekledim. Mustafa bunu beklemiyordu, afalladı, “Beni dövecek misin?” diyebildi. “Hayır seni bu defa dövmeyeceğim ama tekrar edersen, başına geleceği sen düşün” dedim. Mustafa “Sen de düşün” diye karşılık verdi. Bu kez ben “Ben neyi düşüneyim? Gidip arkadaşları tehdit etmiyorum, kimseyi zorla konuşturmaya kalkmıyorum. Ben arkadaşımla konuşurken gelip rahatsız edenden kurtulmak için kavgayı göze alıyorum. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorsan öğren. Seni şimdi dövsem beni kimse kınamaz. Bak hala rahatsız ediciliğin sürüyor.” Mustafa iyice afalladı, bu kez de “Ben ne yaptım?” diye sordu. Sabırsızlıkla söze karışmaya hazırlanan Hasan’ın sıra arkadaşı Hilmi söze karıştı: “Daha ne yapacaksın? Arkadaşa bir köyün adını bahane edip “İnek dedin. Bu yetmedi, inecik, inekçeğiz, zavallı inek gibi küçültücü sözler söyledin” Hilmi konuşunca Mustafa iyice bozuldu. Bu kez ben “Senin köyünü bahane edip takılsalar üzülmez misin?” diye sordum. Arkasından da köyünün adını söylemesini istedim. Mustafa’dan önce bir başka öğrenci “Çöp Köyü” diye bağırdı. ”Anlayamadım?” dedim. Daha doğrusu yakıştıramadım, “Hadi sen söyle köyünün adını da biraz da biz sana takılalım” dedim. Mustafa benim duyabileceğim bir sesle “Çöp Köyü” diyebildi. Mustafa iyice sinmişti. Ben “Bak, köyün pek güzel bir ad taşımıyor, sana isterse herkes bir kulp uydurabilir. Ama bu bir marifet değildir. Aklı başında olan bunları kurcalamaz.” Mustafa sinirli ama suskun, yutkundu, ne yapacağını kestiremiyordu. İki arkadaşı alıp dışarıya çıkarmak istediler. Mustafa onlara da diretmeye kalktı. Ben “Hasan arkadaşa sataşmayı bırakırsan seninle barışırım, yoksa kavgamız sürecek, bunu unutma” dedim. Yüzüme baktı, kapıya döndü, “Bunları sen de unutma” dedi, yürüdü.

O gidince bir grup derslikten topluca çıktı. Çıkanların Mustafa’yı tutan takım olduğu söylendi. Belli ki ilk haftada gruplar oluşmuş. Hiç aldırmadım. “Ben haklı olduğum sürece kimseden korkmam, yeter ki haksızlığı ben yapmayayım” deyip kitabı karıştırmaya başladım. Kitabın sayfalarını okumadan çevirdiğimi birkaç sayfa sonra anladım. Okumadan, sayfalara bakıp bakıp geçiyorum. Az önce tartışırken takındığım cesur durumumdan sıyrılmış kendimi sorgulayan bir tavra girmiştim. Hiç istemediğim bir çıkış yaptığımın ayırdına vardıkça üzüntüm arttı. İlk günümde kavgaya kalkışmam aklımdan geçirmediğim bir davranıştı. En çekindiğim tarafımın etraflıca düşünmeden kavgaya kalkışmam olduğunu biliyordum. Bunu, en yakınlarım da zaman zaman bana söylemişlerdi. Böyleyken ilk günümde daha kendimi tutamamıştım. Bir süre olayı kendi içimde irdeledim. İkisi ile de arkadaşlık yapacağım. Hangisi korunmaya değer, iyice bilmeden birini tutup ötekiyle kavga etmek doğru mu? Gerçi Mustafa’nın öteki arkadaşlarıyla da tatsız şakalarına tanık olmuştum ama gene de bana sataşıncaya dek sabretmeliydim. Kimseye belli etmeden kendimi için için kınadım. Bir taraftan da kitabın sayfalarını ileri geri çeviriyorum. Okuyanların kimileri eldeki kitapları okumuş, arada birbirlerine soruyorlar. Benim kitabı da okuyan vardır, soru sorarlar diye kaygıya kapıldım. Etrafıma bir kez daha baktıktan sonra gene baştan başlamaya karar verdim.

Kitapta İstranca Dağları geçiyor. Dağlar, dağ eteklerindeki köylerin adı var. Özellikle Karaman Bayırının bulunuşu... Istranca Dağları bana aynı zamanda Çete Hasan'ı çağrıştırıyor. Çete Hasan bir suç işlemiş adaletten kaçıp bir süre Istranca ormanlarında gizlenmiş İlk zamanlarda zararsız bir “Dağdagezer “(soyguncu) izlenimini yaratmış. Arada sırada büyük soygunlara adı karışmışsa da bunlar pek yankı yapmamış. Ancak zaman geçtikçe suçlar birbirini izlemiş, suç karşılığı cezaları da katmerleşerek artmış. Hakkında yapılan şikayetler arttıkça güvenlik güçlerince aranır olmuş. Giderek dağ köylerinde oturanlarda bir Çete Hasan korkusu oluşmuş. Öte yandan kimi köylerden dostlar edinen Çete, onlar aracılığıyla kolay gizlenip baskınlardan ucuz kurtuluyormuş. Zaman zaman ova köylerine de inermiş. Bizim köye gelişi üstüne komik bir olay anlatırlar. Çete Hasan sözü çok yaygın. Kimi şakacılar karşısındakine "Çete Hasan gibisin" bile derlermiş. Bizim köye geldiğinde, evinde kaldığı kişi ile kahveye gelmiş oturmuş, köylülerle sohbet bile etmiş. Öyle ki  tüm kahvedekilere dinletmiş kendini. Köyün komiklerinden Kara Hüseyin lakaplı kişi, söz konusu kahvede Çete Hasan’ın karşı bölmede oturuyormuş. Bir ara yanındakilere, fısıltı halinde , karşıda çok konuşan adamı sormuş. Ancak sorusu ilginçmiş. "Kim bu Çete Hasan kılıklı adam?" demiş. Tam o sıra konuşan susmuş, ötekiler de onun yeni sözünü beklerken Kara Hüseyin'in sesi kahvedekilerce duyulmuş. İnsanlar Kara Hüseyin'in komikliklerini bildiği için gülüp geçmişler. Ancak Çete Hasan'ı konuk eden kişi telaşlanmış, Çete Hasan'a, bir konuğa yapılmayacak tavırlarla "Kalk gidelim, yeter bu kadar konuşmak, yolun çok uzun, unutma" gibi sözlerle kaldırmış götürmüş. Kalanlar Kara Hüseyin'den başka takılmalar beklerken Çete Hasan'ın konuk kaldığı evin komşusu bu kez kuşkular içinde kahveye gelmiş, kuşkularını kahvedekilere anlatmış. Komşunun kuşkusu, kız kaçırma ya da benzeri gizli işler üzerine imiş. Bu kez bir başka komşu Çete Hasan sözünden kuşkulanıp yakın köydeki Jandarma Karakoluna ihbarda bulunmuş. Karakol bir saatlik uzaklıkta (Kırık köy)  jandarmalar, kahve dağılmadan yetişmiş. İlk olarak Kara Hüseyin'i gözaltına almışlar. Kara Hüseyin günlerce Çete Hasan'ı tanımadığını kanıtlamaya çalışmış. Çete Hasan'a ise günler önce çok geniş çaplı bir tuzak kurulmuşmuş. Bu tuzakta her köyden insanlar görevlendirilmiş. Çete Hasan sonunda kıstırılıp öldürülmüş. Kara Hüseyin'e öteki şakacılar adlar takmış, “Çete Hasan'ın Arkadaşı, Çete Hasan’ın ihbarcısı, Çete Hasan’ı yakalatan” vb. gibi. Çete Hasan'ın öyküsü Demirköy dolaylarında geçer. Bulgar Sadık'ta da Demirköy var. Babam Demirköy üstüne çok öyküler anlatırdı. Demirköy adı orada bulunan demir madeninden gelirmiş. Oranın demiri eşsizmiş. Eski adı ise Samakof imiş. Plevne Savaşından sonra Rusya, Balkan Savaşından sonra da Bulgaristan buradan demir üretmemizi yasaklamışlar. Bu yasaklar yüzünden demir ocakları kapatılmış.

İki yıl önce Lüleburgaz yakınındaki Yeni Bedir köyünü kuran Kamber Amcamın eski köyü de kitapta geçiyor. Geçen yıl Ali Ağabeyim oraya gitti. Beni de götürmek istemişti ama ben gitmemiştim. Şimdi çok pişmanım. Gördüğüm yerleri kitaptan bir daha okumak sanırım daha güzel olacaktı. İsmet geldi, o da bir kitap almış: Mavi Yıldırım. Karıştırdım, hiç sevmedim, bir yığın isim var, sıra ile konuşuyorlar. Ben derslikte uzunca kaldım, küçük sınıflardan hemşerileri olanlara gelenler oluyor. Kimileri çok küçük. Biri ile konuştum, adı Hikmet. Okula ilk gelenmiş, bu nedenle ona 1. numarayı vermişler. Bundan çok mutlu olmuş. Sormadan "Benim numaram bir" diyor. Bir öğretmen çocuğu imiş. Hamitabat Okulu başöğretmeni Nuri Beyin oğlu da Hikmet'ti. Sanırım o Hikmet okumadı.

Zil çaldı, herkes bahçeye çıkıyor. Üç sınıfı bir arada ilk kez görüyorum. Boy sırası olduk,  ben en arkadayım. Beşinci sınıfların başında duran öğretmen öne geçti, İstiklal Marşı'nı söyletti. Beğenmedi, tekrar ettirdi. Ben hep sustum. Çünkü İstiklal Marşı olduğunu bile unutmuştum. Şimdi anımsadım ama, başka bir olayı da anımsamadan edemedim. Ben okula başka bir köyden geliyordum. Ben gelmeden önce tören bitiyordu. Cumartesi günleri de bir an önce gitmek için Mestan’ların bahçesinden kaçıveriyordum. Mestan Nazike Hanımın oğludur. Evleri okulun bitişiğinde. Nazike Hanım bir bakıma benim koruyucumdur. Bizim köyle ilişkisi vardır. Öğretmenler de benim yol durumumu bildiği için sanırım görmezden gelirdiler. Pazartesi günleri erken gelsem bile Şakir İsmail'in bahçesinde bekler arkadan okula girerdim. Bu nedenle İstiklal Marşı yabancısı kaldım. Buna karşın Onuncu Yıl Marşını iyi söyleyenlerden biriydim. Şimdi, İstiklal Marşı söylenirken susuyorum. Sustuğumu görecekler diye de tir tir titriyorum…

Törenden sonra öğle yemeğine indik. Öğretmen masaları dolu. Fikret Madaralı, Hamdi Bağ, Namık Ergin, Ömer Tunalı, Cihat Üstün, Sabit Soysal’dan başka iki yeni genç var. Biri Fikret Madaralı diğeri de Namık Ergin öğretmenlerin kardeşleriymiş: Fehmi-Kenan. Bu kez bizim masa başına Hamdi Bağ Öğretmen oturdu. Hamdi Öğretmen çok konuşuyor ama bu yemekte hiç konuşmadı. Yemekten kalkarken de “Edirne'ye gidecekler erken gitsin, erken dönsün" dedi. Herkeste bir telaş başladı; gidecekler hemen çıktılar. Ben kaldım. Yalnız kalınca İsmet'in burada varlığına seviniyorum. O olmasa çok sıkıntı çekecekmişim diyorum. Kitap da elimde. Derslikte bıraksam, kaybolabilir. Kaybolursa nasıl bulurum? Bahçede oynayan çocuklar var. Ben de çıktım, gezdim. İzinli çıkanlar gruplar oluşturup gidiyorlar. Kapıdan çıkanlar bir süre bahçedekilere baka baka yürüyorlar. Bu bakışlar sırasında tanıdıklar bir birine el sallıyor. Benim el sallayacak bir gidenim yok, öyle dolaşıyorum. Gene bir grup çıktı aynı "Hoşça kal”lar,  aynı "Güle güle”ler. Bu kez içimden geldi, yanımdakilere uydum, ben de el salladım. Ancak biraz geç davrandım, elim sallanırken fark ettim, el sallayan bir ben kalmışım. Gidenlerin arkasından öylece bakarken giden taraftan bir el bana yanıt verdi. Etrafıma baktım kimse el sallamıyor. Bir daha el salladım, yine yanıt geldi. Merak ettim, uzanıp dikkatle baktım, el sallayan Mustafa idi. Bu kez daha bilinçli salladım o da yanıt verdi. Kendi kendime "Mustafa Hasan'a haksızlık ettiğini anladı, bana da hak verdi” diye düşünüp, sevindim. Benim amacım Mustafa ile kavga etmek değil, onların kavgasını önlemekti. İyimserlik içinde dersliğe döndüm. Tam kapıdan girerken İsmet, voleybol takımı ile bahçeye çıkıyordu, beni de çağırdı. Gittim, bir süre baktım. Küçük sınıflar her top atışta bağırıyorlar. Acayibime gitti, ayrıldım. Koridora girince Büyük Kapı'nın açık olduğunu gördüm. İki gün önce oradan girmiştim. Meğer o kapı çok seyrek açılıyormuş. Gece girdiğim için etrafı görememiştim. Merak edip dışarı çıktım.

 

 

Edirne Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okulu 1938

Koskoca bir bina önündeyim. Demek ben geçen akşam bu binaya girmişim. Yüksek yüksek üç kat. Birbirine yaslanmış üç bina gibi. Ortası yüksek, yandakiler az alçak ama onlar da uzayıp gidiyor. Lüleburgaz’da da Kırklareli’de de böyle bina yok. Kırklareli ortaokulu da büyük ama, bunun yanında minicik kalır. Burası, Alpullu Şeker Fabrikası gibi bir şey. Bakınırken biri seslendi. Baktım büyük ağaçların altında yaşlı bir amca durmuş bana bakıyor. Ben yaklaşınca "Öğrenci misin?" diye sordu. Biraz gururlanarak "Evet" dedim. Aferin ya da ne iyi filan gibi bir söz beklerken amca kuşkulu bir sesle "Buraya çıkamazsın, bu kapı öğrencilere yasak, görürlerse cezalanırsın" dedi. Böyle dedi ama ardından, hemen nereden geldiğimi sordu. Besbelli konuşmak istiyordu. Benim de aradığım buydu. Nereden geldiğimi, geldiğim yörenin özelliklerini fazla fazla anlattım. Ben anlattıkça sözlerim arasından sorular çıkarak sözün uzamasına neden oldu. Babamın öğütlerini andıran öğütler verdi, iyi dileklerde bulundu. Okulun arabacısı imiş yılardır burada çalışıyormuş. Okul onun çalıştığı süre içinde dört kez şekil değiştirmiş. Küçük Zabit okulu olmuş, Kız okulu olmuş, Eğitmen okulu olmuş şimdi de öğretmen okulu olmuş. Fakir köy çocuklarını okutup öğretmen yapacaklarmış. Arabacı Amca, Hanife Halamın kocası Salim Enişteme çok benziyor. Belki ondan biraz daha yaşlı. Biz konuşurken memur Ahmet Bey geldi. Arabacıya adıyla sordu "Ne o, tanıdık mı çıktı?" dedi. Nedense arabacı "Evet tanıdık çıktı, tanıdıktan da öte diyebilirsin" dedi. Arabacı bana "Hoşça kal, ben seni arayacağım, ben hep buradayım, hiç merak etme" diyerek arabasına bindi. Arabacının bu yakınlığından mı olacak ne, Ahmet Bey de "Hoşça kal 66” dedi. Arkasından da “iki adlısın biliyorum ama şu anda çıkaramadım" diyerek adımı anımsayamamanın özrünü belirtti. Kapıdan tam girmiştim mutfakta çalışanlardan biri, herkesin “Baki gel, Baki git" dediği genç bana "Buradan çıkılmadığını bilmiyor musun?"diyerek çıkıştı. Ben de ona sinirlenerek "Ne var yani amcamı uğurlamak da mı suç?"dedim. Baki gülerek "Aaa Musa Amca şimdi de senin amcan mı oldu?" dedi. Baki devamla "O herkesin amcasıdır, iyi insandır, Allah ömürler versin" deyip gitti.

Gene dersliğe gittim. Kadir'le Hüseyin'den başka kimse yoktu. Herkes maça gitmiş, biz de çıktık. İki voleybol sahası var birinde öğretmenler, ötekinde öğrenciler oynuyor. İkisinin de izleyicisi var. Öğrencilerinkiler çılgınca bağırışlar. Öğretmenlerin ise daha derli toplu bağırmalar, alkışlar. Bir tarafta Namık Ergin, Ömer Tunalı, Fikret Öğretmeninin kardeşi Fehmi, öbür tarafta Cihat Öğretmen, Hamdi Öğretmen, Namık Öğretmenin kardeşi (Adı Kenan) öğrenciler ise İsmet, İsmail, Kemal bir tarafta, Mürefteli, Hüseyin, Mehmet öbür tarafta. Öğrenciler içinde Mürefteli güzel oynuyor. Mürefteli topa vurunca özellikle Tekirdağlı öğrenciler alkışlıyor. Mürefteli çok hareketli, kaçan toplara hep o gidiyor. Ancak son kez çok uzağa giden topa ayakla vurdu. Top oldukça yükseldi, geldi öğretmenlerin önüne düştü. Hiç kimse düşen topa dokunmadı. Mürefteli gelinceye dek beklediler. İzleyiciler Mürefteliye bravolarını, alkışlarını sürdürdü. Mürefteli sahaya girince Cihat Öğretmen Mürefteliye bakarak "Sen futbol oynuyorsun, biz voleybol, biz futbolu futbol sahasında oynarız. Sen bunları karıştırıyorsun. Sana bunu kaç kez söyledim, ya futbol oynarsın ya da voleybol." Mürefteli böyle bir uyarı beklemiyordu, oldukça bozuldu, ne yapacağını kestiremedi, üzgün bir sesle "Peki" deyip yerine geçti. Alkışçılar birden sustu, izleyenler birer ikişer dağılmaya başladı. Oyun durdu, öğretmenler öğretmen odasına doğru topluca yürüdüler. Öğrenciler az ilerde halka olup ortada topla oynayan birini izlemeye başlamıştı. Topla numara yapanın dışındaki çember birden büyüdü. Ortada topla oynayan gene Mürefteli Mustafa idi. Çevresindekiler alkışlıyor o da topla gösterisini sürdürüyordu. İsmet "Dayı Mürefteli hiç söz dinlemiyor" dedi demedi, Cihat Öğretmen yanımızdan hızla geçti, Mürefteli 'nin elinden topu aldı öğretmenlere doğru yöneldi. Biz, tam Cihat Öğretmenin geçtiği yerde duruyorduk. Cihat Öğretmen İsmet'e topu attı, "Bunu yerine götürüver" dedi. Bir an durdu bana "Sen sporu seviyorsan, biraz çalış”, İsmet’i göstererek, “beraber çalışın, hemen takıma alayım" dedi. Sonra da "Spor spordur, takımlar, maçlar bu işin ayrıntılarıdır, genç insanların, özellikle öğretmen olacakların spor yapması zorunludur. Tüm gençler spor yapmalı. Ancak spor devamlılık ister. Başlarsan bırakmamak üzere başlamalısın.” Başımla onaylayarak Cihat Öğretmeni dinledim, teşekkür ettim. Sanırım okulda ilk sevdiğim öğretmen Cihat Üstün Öğretmen oldu.

Sevinerek dersliğe girdim. Kadir'le arkadaşı Hüseyin gene karşılıklı oturmuş konuşuyorlardı. Ben gelince sustular. Ben onların susuşlarına aldırmadan Hüseyin'e sordum. “Sadık,  Bulgar adı olur mu?” Daha önce de konuştuğumuz için Hüseyin olayı biliyordu. Bulgar adı olarak İvan, Boris, Todor, Ferdinand , Dimitri örnekleri verdi. Kadir söze karıştı "Bizim köyün muhtarı Sadık amcadır, unuttun mu?” diye sordu. "Unutur muyum, ben sizin köye okula giderken her gün kapılarının önünden geçerdim. Çok kez de oğlu Rifat ile okula birlikte girerdik. Kaç kez beni öğle yemeğine alıkoydular. Rifat'ı çok severdim. Sadık amcanın çok güzel sesi vardı. Önemli toplantılarda şarkı söylerdi. Şarkıları bizim köyde bile dillere destan olmuştu. Ama asıl becerisini ezan okumakta gösterirmiş. Bir kez de İstanbul-Yeni Cami'de ezan okumuş, o denli beğenilmiş ki orada kalması için uzun zaman çağrıda bulunmuşlar, ardına düşenler olmuş. "Kurulmuş düzenimi bozamam" diyerek çağrılara uymamış. İstanbul yaşamını özlemle ananlar, sık sık bunu anımsatarak "Sadık ağabey ne fırsat kaçırmışsın" deyip sözüm ona üzülürlerdi. Onunsa değişmeyen bir yanıtı vardı "Allah bana bir ses vermiş ama bu sesi illa büyük bir camide kullanacaksın demedi, deseydi Hamitabat'ta değil İstanbul, Edirne ya da Bursa'da doğardım. Rızkım burada, Hamitabat köyünde bunu niçin zorlayayım?" der, gülerdi. Arkasından da "Kimseye etmem şikayet" şarkısına başlardı.” Ben bunları anlatınca Kadir, gülerek bana "Ağabey, sen bizim köyü benden iyi biliyorsun" dedikten sonra Hüseyin'e benim ağabeyi Hüseyin'in arkadaşı olduğumu anlattı.

Biz konuşurken Dedecikli Hasan yanımıza geldi. Ben bu kez Hasan’a, Mustafa'nın el sallama olayını anlattım. "Bundan sonra sana Mustafa'dan bir zarar gelemeyecektir" dedim. Ben teşekkür beklerken Hasan "O bana ne yapabilir ki?" deyip kestirdi attı. Anlamazdan geldim, Hüseyin’in okuduğu kitaba baktım. Pol ve Virjini. Kitapları bitirince değişeceğiz. O Bulgar Sadık'ı, ben de Pol ve Virjini'yi okuyacağım. Küçük sınıflardan gelenler oldu. Küçük Hikmet aralarında. Çocuğun adı Küçük Hikmet. O "Benim numaram bir" deyip duruyor ama çağıranlar "Küçük Hikmet" olarak adlandırmışlar. Küçük Hikmet Kadir'le bende ortak bir çağrışım yaptı. Hamitabat okulunun Başöğretmeni Nuri Beyin oğlu vardı, Hikmet. Çok iyi bir çocuktu. "Nerede okuyor?" diye soruyorum Kadir'den. Yanıt "Okumadı." Nuri Bey adına üzülüyorum. Oğlunun okumasını çok istediğini biliyordum. Bizim köye sık sık gelir, babamla bağları, bostanları gezerler, uzun uzun konuşurlardı. Benim Hamitabat okulunda okumamı sağlayanların başında Nuri beyin önemli katkısı olmuştur. Olumsuzluk gibi başlayan olay sonradan çok iyi sonuç vermiştir. 4. sınıfa başladığımda hem yol yürümek hem de yabancı köy çocukları arasında bulunmak bana zor gelmişti. Okuldan kaçmayı denedim. Oysa Nuri Bey beni gözetiyormuş. Babama haber vermiş. “Bugün okul yok "deyip dolaşırken, babam beni kahveye çağırtmış. Çok olağan bir durum, gittim. Büyük ağabeyim atları hazırlatmış, araba yolcu durumunda. Küçük ağabeyim, pehlivanlar gibi ortalıkta. Köy muhtarı bu sıralarda kahvede olmaz ama bugün gelmiş. İçime bir kuşku düştü ama okul durumu aklımın kenarından bile geçmiyor. Hepsi birbiri ile bakışıp konuşuyor. Aralarından geçtim, babama "Geldim" dedim. Babam, Muhtar sana bir yazı okutmak istiyor, bin arabaya da beraber gidin" dedi. Ben telaşla "Yok baba ben arabaya binmeden de giderim" Babam "Canım, hazır araba giderken sen de biniver, hep beraber gidersiniz." Çaresiz arabaya bindim. Muhtar, Ali, Mahmut, Bektaş ağabeylerim arabaya atladılar. Ali Ağabey neşeli bir tavırla atlara seslendi. Olayı bir türlü kavrayamadım. Okul kesinlikle aklıma gelmiyor. Aleyhime bir durum var ama, babam, ağabeylerim, muhtar amca bana kötülük yapmaz inancımı bir türlü aşamıyorum. Köy Muhtarlığı önüne gelince durumu çakabildim. Muhtarlıkta durulmak üzere iken birbirine bakışıp "Devam" dediler. En güçlü aynı zamanda bana çok yakınlığı olan küçük Bektaş ağabeyim "Korkma, canını yakmam, ama sen de uslu dur, kalkıp kaçmaya çalışırsan boşuna uğraşmış olursun, üstelik beni de üzersin" dedi, iki kolumu tutarak bana sarıldı. Araba kalktı, atlar iyi koşan cinsindendi, hiç duraksamadan Hamitabat okulu önüne girildi, kapının önünde duruldu. Okul giysilerim hazırlanmışmış, ceket giydim. Nuri Bey bekliyormuş, geldi hiçbir şey yokmuş gibi bana "Hoş geldin" dedi, okşadı. “Arkadaşların dersleri çok ilerletti" dedi. Ağabeylerime teşekkür etti. Muhtar amcaya da "Şimdilik cezalık bir durum yok, tekrar ederse size duyururuz, siz de jandarmaya bildirirsiniz" dedi. Nuri Bey eli omuzumda beni okul kapısına döndürürken eli belimde gizli bıçağa çarptı. Ağabeylerimde görüp özendiğim bıçaklardan birini okula gitmediğim günlerde hep takardım. Bugün de takmıştım. Omuzumdan tuttu, Ali ağabeyime el etti. O gelince de daha önce tuttuğu bıçağı belimden çıkardı. Ali Ağabeyime sordu "Buna siz izin verdiniz mi?" Yanıt "Hayır". Ötekilere baktı, başlarıyla "Hayır" işaretleri yapıldı. Bana döndü "Bak okuldan kaçtın, evdekilere yalan söyledin, evi, köyü ayağa kaldırdın, gene de seni sakin sakin karşıladım, kolumun altında okul bahçesine aldım. Burada üç yüz öğrenci var hiç birisinde böyle bıçak yoktur. Sen okumak mı istiyorsun haydutluk mu yapacaksın?" dedi. Tekrar sorunca "Okumak" diyebildim. Uzunca saçım vardı, saçımdan tuttu bir sağımdan bir solumdan vurabildiğince iki şamar vurdu. Ağabeylerime eliyle işaret etti: "Güle güle" Onlar hiç arkalarına bakmadan dönüp gittiler. Nuri Bey beni odasına götürdü. Ders arasında sınıf öğretmenim geldi hatırımı sordu. Sıra arkadaşım L geldi, hasta olup olmadığımı sordu. Bir ders sonra gittim yerime oturdum. Ders sonunda öğretmen L ile ikimizi çağırdı, geçen dersleri vermesi için L' den rica etti. L aynı sınıfta iki kardeşti "Ben kardeşimle çalışırım" deyip defterini bana verdi. Akşam üstü köye yönelince kendimi çok mutlu sayıyordum. Tokatları yiyen ben değilmişim gibi eve rahat döndüm. Nasıl bir söz birliği ise hiç kimse bana "Ne oldu?" demedi. Aile dışına taşmadığı için de kimse dedikoduya da dökemedi. Bir kaç gün sonra büyük ablam "Keşke o bıçağı almasaydın" diyebildi. Konu öylece kapandı ama ondan sonraki zamanda hiç devamsızlık yapmadım. Ertesi yıl da devamsızlığı olmayan dört öğrenciden biri bendim. Nuri Beyin tokatları bende nasıl bir etki yaptı bilmiyorum ama Nuri Bey deneyimli bir öğretmenmiş, çevresine bu deneyimini yansıtıyormuş ki benim ailem ona inanmış, beni onun güvenine bırakmış. Bıçak taşımanın anlamsızlığını ben de biliyordum. Bu nedenle tokatları o anlamsız davranışın karşılığı olarak sayıp Nuri Bey üstünde bırakamadım.

Meğer Kadir de Nuri Beyi çok seviyormuş o da güzel olaylar anlattı, halkın yıllardır onun sevgisi üstüne övgüler derlediğini, onun da bu özel ilgi karşısında köye yerleştiğini, köyün bir bireyi olarak kaldığını anlattı. Kadir'e kitaptan Karaman Bayırı'nı gösteriyorum. Karaman Bayırı bizim köyden olduğu gibi, Hamitabat'tan da çok net görülmektedir. Istrancaların en görkemli tepesidir. Bulutlanmaya başlayınca köylüler konuşurlar, "Bayır gene kaynamaya başladı" derler. Böyle olunca ya yağmur gelir ya da fırtına kopar. Fırtına olursa bizim oraları etkilenmez ama yağmur olursa dereler kesinlikler taşar ürünlere zarar gelir. Özellikle derelerin taşması, suya yakın pancar, bostan, sebze vb türünde ekim yerlerine zarar verir. Ancak. gereken önlemler alınırsa zarar azalır. Bu nedenle bizim köylüler Karaman Bayırı adı geçince çok duyarlı davranırlar, onu iyi-kötü bir dost gibi algılar, yaşamlarının bir doğa parçası olarak benimsediklerini söylerler. Ancak konuşmalarda kesinlikle bir giz kokusu da vardır. Bu belki de çok eskilere varan bir inanç: "Karaman Bayırı tekin değildir"

Biz kendi aramızda konuşurken Edirne'ye gidenlerden dönenler oldu. Sinemaya gidenler gördüklerini hemen anlatmaya başladılar. İçlerinde sinemaya çok gitmiş olanlar var, sanıyorum. Bunlar gördüklerini ayrıntılı anlatabiliyorlar. Ben sinemaya iki kez gittim. Kırklareli'de Pehlivan lakaplı amcamın sineması vardır. Sinema da Pehlivan'ın Sineması olarak anılır. Kırklareli'ne babamla gidince iki kez amcam bizi götürdü. Filmin birini hiç anlamadım. Kadınlar girdi, erkekler geldi, el kol hareketleri, zıpır zıpır oynadılar. Arabalar geçti, kalabalık toplandı, dağıldı. Anladığım bu kadar. İkinci film bir savaşı anlatıyordu. Külahlı askerlerle şapkalı askerler savaş yapıyordu. Külahlılar Rus askeri imiş, ötekiler de Avusturya askeri. Babam kılıklarından kolay ayırdı, olayları bana da aktardı. Babam Rusları sevmediği için öbür tarafı tuttu. Filmin sonunda kimin yendiği açık açık anlaşılmadı. Film bittiğinde oldukça sevinmiştim. Film anlatanlara bakıyorum, hoşnut kalmışlar, seve seve anlatıyorlar. Zil çaldı, yemeğe gittik. Yemekte yeni bir öğretmen gösterdiler. Yanında öğretmen kardeşleri, onlarla yüksek sesle konuşuyor. Namık Öğretmenin kardeşi Kenan, Fikret Öğretmenin Fehmi. Bir duyuru yapıldı: Yat ziline dek kimse dışarıda olmayacak. Neden?. İsmet, Yusuf, İsmail birlikte dersliğe gittik. Öteki öğrenci olan öğretmen kardeşleri de geldi. İbrahim, Hüseyin. Önce sessiz otururken giderek konuşmalar gürültüye dönüştü. Kapı açıldı içeriye nöbetçi öğretmen girdi. Hepimiz "Susun, nedir bu gürültü?" demesini beklerken öğretmen "A, çocuklar, ben sizin dersliğinize hiç mi gelmedim?" diye sordu. Arkasından "Hayırlı olsun" dedi. Tahtaya gidip düzgün bir yazıyla adını yazdı: Salih Zeki Büyükaksoy-Tarım Dersleri Öğretmeni. Yakında derslerde daha iyi tanışacakmışız. Okulun bahçesi varmış ama biz işi genişletip Büyük Fidanlık’tan yararlanacakmışız. Edirne fidanlığı yurdun ünlü fidanlıklarından biriymiş. Bu bakımdan biz çok şanslıymışız. Hem konuştu hem de yakınımıza dek gelip sorular sordu. Mehmet Yücel'e, Çeneli Kemal'e, Mürefteliye, İsmail'e hangi okullardan geldiğini, banaysa çiftçilikte çalışıp çalışmadığımı sordu. "Çalıştım" deyince yakınıma geldi, neler ekip biçtiğimizi öğrenmek istedi. Ben de "Arpa, buğday, yulaf, çavdar, mısır, bostan, susam, tütün, darı, pancar" deyince öğretmen "Dur, dur" deyip sözümü kesti. "Ne o sen numune çiftçisi misin?" diyerek güldü. "Peki, şimdi bize pancar ekimini anlat" dedi. Pancar ekimini iyi bildiğim için rahatça anlattım. "Aferin" dedi. Sınıfa döndü, "Bakın arkadaşınızla hemen anlaştık. Çoğunuz bu bilgilerden habersizsiniz, biliyorum. Ama burada haberiniz olacak. İşte benim dersimin konusu bunlar. Sakın gözünüzde büyütmeyin, bunlar yaparak çok kalay öğrenilir. Bir başka nöbetimde arkadaşınızdan pancarları fabrikaya nasıl taşıdığını, şekere nasıl dönüştüğünü öğrenelim. Bakalım çok sevdiğimiz şekerin öyküsü nasılmış görelim. Böylece işe şekerle başlayıp işlerimizi şeker gibi tatlı tatlı sürdürüp yıllarımızı değerlendireceğiz. Tekrar ediyorum, bunlar, zaman içinde yaparak öğrenilecek bilgilerdir. Yeter ki siz bunları almaya hazır olun."

Dışarıda sesler oldu, öğretmen iyi dileklerini bildirdi, çıktı. Hepimiz dikkatle dinledik ancak algılamalarımız başka başka oldu her halde. İlk yorum-tepki 43 İsmail'den geldi. "Vallahi bu çok yaman bir öğretmen." Sınıfta kımıldanmalar oldu, giderek sesler yükseldi. Mürefteli "Ben çiftçilik yapacak olduktan sonra neden burada durayım?" Mürefteli böyle dedi ama öğretmeni çok beğendiğini de ekledi. Ben konuşmalara hiç katılmadım. Ancak öğretmenin bana verdiği ödevi düşündüm. Pancar taşımak kolay da şekere dönüşme nasıl olur? İsmet yardım koştu, "Sen taşıtırsın öğretmen de şekere dönüştürür." Yatınca geçmiş günleri anımsadım. Köyden Alpullu'ya araba ile gidip gelmek, beklemek, boşaltmak. Pancar alıcıların (görevli kişilerin) yaptığı zulüm. Her gün bir araba pancar isterler, arabaları boşaltmak için 4-5 saat bekletirler. Tartılar kesinlikle hilelidir. Kaç kez denedik, öğle paydosunda boş kantardan arabayı geçiririz , bir ton 200 kg. gelir. Yarım saat sonra görevli tartar 800 ya da 900 kg. çıkar. Bu hep böyledir. En sonunda da genel bir indirme yaparlar. Hele kış başlayınca pancarın Alpullu'ya değil de Kavaklıya taşınması, bizim köylüler için tam bir işkencedir. Bir kez yol 4 saat uzar. Ayrıca büyük bir sudan iki kez geçme zorunluluğu doğar. İki yıl ikişer ay bu zorlukları çektim. Bunları anlatmak bile acı veriyor. Bunları nasıl anlatırım? Acaba bunları mı soracak yoksa öğretmen şekerin yapılmasını mı isteyecek? derken uyumuşum.

 

13 Kasım 1938 Pazar

 

İsmet ”Dayı kalk” diyerek uyandırdı. Zili gene duymamışım. Hazırlanıp kahvaltıya yetiştik. Kahvaltıda iki öğretmen var. Biri Sabit Bey, öteki Hamdi Bey. Hamdi Bey, bizim sınıfın banyo yapacağını söyledi. İsmet ikinci banyosuna girecek. Ben İsmet'e uyacağım için rahatım. Uzun süre bekledikten sonra sıramız geldi, girdik çıktık. Benim için çok yeni bir olay. Bizim evin de banyosu vardı ama buradaki çok farklı. Öğleden sonra da Karaağaç'a, Edirne'ye çıkanlar oldu. Öğle yemeğinde tulumba tatlısı var. Dün tanıdığım Baki yanımdan geçerken baktı, "Tatlı ister misin?" dedi. Biraz utanarak "isterim" dedim. Güldü, “seviyorsan istediğin kadar getiririm" dedi. Az sonra bir tabak dolusu getirdi. Etrafımda beni gözeten var mı? kaygısı içinde tıka basa tatlı yedim. Etrafıma baktım kimse kalmamıştı. Dersliğe gittim, arkadaşların çoğu derslikte konuşuyorlar, tartışıyorlar. Nedense kimileri benimle pek konuşmak istemiyorlar. Belki de ben öyle yorumluyorum. Hemen hemen tüm çocuklar birer ikişer arkadaş tutmuş durumda. Ben İsmet'le yetindiğim için pek umursamıyorum. Kadir var, Yusuf var, yeni yeni Hilmi ile konuşuyorum. Adı halam oğlu Hilmi'yi anımsattığı için onunla konuşmak istiyorum. Kitabımı açtım okumaya başladım.

Derslik kapısından bir grup yabancı girdi. Kadınlar, erkekler çocuklar. Erkeklerden biri bizim matematik öğretmenimizmiş. Öndeki arkadaşlara sorular sordular. Kimilerinin adlarını, nereden geldiklerini bile sordular. Arkalarda olduğum için olacak benimle kimse ilgilenmedi. . İçimden buna sevinirken çocukların en büyüğü olan kız yanıma geldi, kitabıma baktı "Bu kitabı hiç görmemiştim" dedi. Yüzüme bakınca "Ben de görmemiştim ama şimdi elime aldım okuyorum" dedim. Kız bu kez "Sen kaçıncı sınıftasın?" diye sordu. Ben hiç çekinmeden "Altıncı sınıftayım" yanıtını verdim. Kız üzülür gibi yaparak "Ben daha üçüncü sınıfım" diyebildi. Konuklar kapıya yönelmişti, kız da "Allahaısmarladık" deyip ayrıldı. Onlar çıkınca dersliktekiler birden güldüler "Bravo" çektiler, biri ikisi yerinden kimileri gelip oturduğum yerde beni kutladı. Niçin kutladıklarını anlayamadım ama bir olağanüstülük vardı durumlarında. Sonunda biri açıkladı. Daha doğrusu benim onlardan sakladığımı sandıkları yanıtımı (kendince) açıkladığını söyledi. Anladım. Kız benden sınıfımı sormuş ben de söylemiştim. Sözde ben kasıtlı olarak "Altıncı sınıftayım" demişim. Kız ortaokul üçüncü sınıftaymış, bense henüz ortaokul birinci sınıftaymışım. Eğer orta bir deseymişim o zaman kız "Ben orta üçteyim” deyip böbürlenecekmiş. Ben bunu zekamla önlemişim, çok zekiymişim ama belli etmiyormuşum. Kurnaz, zeki, içinden pazarlıklı, türünden sıfatlar sıralandı. Bu iyimser hava içinde sıkılmadan kitaptan atlayarak da olsa bir hayli okudum. Edirne'ye çıkanlar döndü, yeni haberler getirdiler. Çarşı pazar gezmişler, okul hakkında yeni bilgiler toplamışlar.

Bunlar üzerinde konuşulurken kapı açıldı, bir öğretmenle okul müdürü girdi. Müdür Bey ağır ağır sıraların önüne geldi, önde bir sıraya dayanır gibi yaklaştı, "Çocuklar" diyerek söze başladı. Az durakladıktan sonra tane tane sözler seçerek okulun özelliklerini anlattı. "Burada iş yapacaksınız" diye bastıra bastıra tekrarladı. "Kendi işinizi kendiniz göreceksiniz" dedi, bunu birkaç kez tekrarladı. Arkasını dönüp kapıya yöneldi. Biz gidecek sanıp ayağa kalkarken geri döndü "Bakın bugün akşam yemeği için ekmek gelmemiş, bu akşam yemeklerinizi ekmeksiz yiyeceksiniz. Benim bundan haberim çok geç oldu. Yoksa ben içinizden birilerini gönderip aldırırdım. Bu gibi durumlara kendinizi hazırlayın, bunu iyi bilerek burada kalın. Buna ayak uyduramayacaklar yol yakınken evlerine dönsün Bakın bugün bir arkadaşınız, ayak uyduramayacağını söyledi biz de ona ‘Uğurlar olsun’ dedik.” Müdür Bey sözlerini tam bitiriyor muydu bilmem, bir arkadaş "Biz gider ekmek alırız" diye bağırdı. Müdür Bey bağıran öğrencinin yakınına kadar gitti, dikkatlice baktı "Aferin" dedi. Arkasından "Çok geç oldu, karanlık bastı, yolu bulamazsınız. Ayrıca bizim bağlantımız olan fırına gidilmesi gerekir, burasını bulmak için yolları iyi bilinmelidir" deyince bu kez ben "Fırını ben biliyorum" dedim. Müdür Bey bana baktı, gülümsedi "Peki, yanına arkadaş al git bakalım" dedi. Benim seçmeme gerek kalmadan üç kişi ayağa kalktı, ortaya çıktık. Müdür Bey “aşçıya uğrayın kaç ekmek alınacağını söylesin" dedi. Denileni yapıp yola çıktık. Gerçekten hava kararmıştı. Üç gün önce geldiğim yolu anımsadım, yanımdakiler de benim kadar biliyormuş, üstelik bir yolcu bize katıldı, o tarafa gidiyormuş, "Sizin fırın yakındaki” deyip tarif etti, kolayca bulduk. Fırıncı özür diledi, ekmekler ayrılmış, hazırmış. Sevinerek alıp döndük. Arkadaşlar yeni oturmuş, biz gelince alkışladılar. Bir sevinç gösterisine dönüştü.

 

 

Müdür Nejat İdil

Yemekten kalkarken öğretmen masalarının yanından bir öğrenci geldi, "Müdür Bey seni çağırdı" dedi. Neden çağırıldığımı biliyordum. ama, söylenecek sözlere nasıl yanıt vereceğimi kestiremiyordum, titreyerek gittim. Müdür Beyin uzağında durmuşum, eliyle yaklaşmamı işaret etti, yaklaştım. Yüzüme baktı, "Aferin Sarıoğlan" dedi. Arkasından da "Seninle inşallah güzel işler başaracağız." Toparlandım, oldukça usturuplu bir "sağ ol" diyebildim. Orada bulunan Namık, Hamdi, Cihat, Sabit, Ömer öğretmenler arkamdan gülümseyerek, sevecen yüzlerle baktılar, sanırım iyi şeyler de söylediler. Heyecanlandım, kendi içimden de öğrenciliğe yavaş yavaş yaklaşıyorum diye sevindim. İsmet benden daha çok sevinmiş. Yanıma gelince sormadan edemedi: “Dayı sahiden sen fırını biliyor muydun?" "Karaağaç küçük bir yer, kime sorsan söyler, gittik sorduk bulduk" dedim. Dersliğe dönünce benim kahramanlığım konuşulacak sanıyordum. Bu olmadı, konu Mürefteli’nin ayrılışıydı. Kendisi mi gitti, kovuldu mu? Kendisi "Ben ayrılıyorum" demiş. Öğretmen kardeşleri İbrahim’le Hüseyin, "Mürefteli kovuldu” demişler. Ben bu tür konuşmalara karışmıyorum. Ancak Çeneli 39 Kemal bana, “Ben de bu okulda durmam" gibilerde konuştu, onu dinleyince üzüldüm. Kemal, iyi arkadaştı, dilerim bir daha düşünür, gitmekten vazgeçer. Yatağa girince düşündüm. Mustafa Ağabey "Dersler insanı oyalar ama tatiller oldukça sıkıcı olur, kendine bir uğraş seç, boş kalma" demişti. İlk pazarımın iyi geçtiğini ona yazacağım. Unutmazsam Musa Amcayı da soracağım, tanıştılar mı acaba?. Bunları kuruntularken uyumuşum.

 

14 Kasım 1938 Pazartesi

 

Gözlerimi açınca herkesin yattığını gördüm. Erken uyandığıma sevindim. Az sonra zil çaldı, gürültü başladı. İlk kalkanlardan biri 39 Kemal'di. Lacivert giysilerini giymiş, kravatını takmış ama üzgün olduğu besbelliydi. "Günaydın" dedi. Her zamanki neşesi yok. Konuşmadan aşağıya birlikte indik. Tekirdağ grubundan kimi arkadaşları ardından yetiştiler. Kahvaltıda on dolayında öğretmen var. İçlerinden ikisini yeni, görüyorum. Öğretmenler giderek çoğalıyor. Bayrak törenini gene Adem Gürçağlayan yönetti. Söylenen marşı beğenmiş olacak, tekrarlatmadı. Sabit Soysal Öğretmen çok yakınımda durdu. Marşı söylemediğimi anladı. Bundan utanç duydum, hemen ezberlemeye karar verdim. Namık Öğretmen bizim sınıfı on adım ileriye aldı. Hamdi Öğretmenle konuşarak sınıfı ikiye böldüler. Birinci Grup 4 Mehmet, 7 Fettah, 15 Hüseyin, 18 Sami, 26 Mehmet, 39 Kemal, 43 İsmail, 45 ayrılmış, 49 Harun, 51 Bekir, 60 Salih, 63 Hilmi, 70 Halil, 73 Kadir, 75 Yakup İkinci Grup:6 Ali, 11 Recep, 16 Sefer, 24 İbrahim, 28 İdris, 42 Mustafa, 44 İsmet, 48 Yusuf, 50 Abdullah 53 Ali, 60 Salih, 66 Halil İbrahim, 72 Hüseyin, 74 Mehmet, 76 Arif.

Birinci grubu Hamdi Öğretmen Marangozluk Atölyesine götürdü. Biz Yapıcılık Atölyesine yöneldik. Tam kapının önünde durunca, kapı içerden açıldı. Uzunca boylu, esmer yüzlü bir kişi güleç yüzle "Buyurun çocuklar" diyerek bizi karşıladı. Arkasından da "Burada hep birlikte yapacağımızı umduğun güzel çalışmaların hepimize hayırlı olmasını dilerim" dedi. Adını söyledi: Hasan Çevik, Yapıcılık Dersleri öğretmeni. Bu sıra Namık Öğretmen de geldi. İkisi kol kola girip, fotoğraf çektirir gibi bize döndüler. Birbirinin sözlerini tamamlayarak "Burada siz bir şeyler öğrenmek isteyince biz iki arkadaş size yardımcı olacağız. Çalışmalar zaman zaman yorucu olabilecek ama gördüğümüz işler hiç bir zaman insan gücünün üstüne çıkmayacaktır. Biz bu işleri severek göze aldık, dilerseniz siz de bizim gibi seçiminizi bu yolda yapar bizimle başladığınız çalışmalarınızı yaşam boyu sürdürebilirsiniz. Olur, ya da olmaz demek tamamen sizin seçiminize kalmıştır. İçinizde iş sevmeyenlerin bulunması çok doğaldır. Bu tür düşünenler için söylenecek fazla sözümüz yok. Biz iş severlerle çalışmalarımızı dostluk ölçüleri içinde sonuna dek sürdüreceğiz" Öğretmenler bu sözlerden sonra kendi aralarında işbölümü yaptılar. Hasan Çevik Öğretmen iki arkadaşı yanına alıp bir yerlere gitti. Namık Bey, oldukça geniş atölyenin içindeki araç-gereçleri göstererek, "Bunlar buradan taşınacak, taşınmazsa biz burada rahat çalışamayız" dedi. Gösterdiği araç-gereç daha önce burada etkinlikler yapan Eğitmen Kurslarından kalma, yapıcılık için önemli, kullanılır durumda gereçlerdi. Namık Öğretmen "Şimdi sayımız az, gelecekte çoğalınca bunlar işimize yarayacaktır" diyerek yaptığımız işi önemsetiyordu. Kimimiz tek tek kimimiz ikişer ikişer, ağırlıklarına göre atölyenin içindekileri gösterilen yere taşıdık. İş dedikleri bu taşıma olayına bakınca ben kendi kendime söylendim. "Benim bildiğim işler böyle oyuncak değildir. İnsanı kıvrandıran, örneğin yüklü arabayı taşıyamayan hayvanlara destek olmak, kaldırılması zor yükleri kaldırmak zorunda kalınca taşla, toprakla cebelleşmek. Örneğin arabaya pancar yüklenmiş gidiliyor. Karşılaşılan kumlu yerde hayvanlar arabayı çekemiyor. Bırakıp gidemezsin, yardımına gelen de yok. Çaresiz soyunup bir şeyler yapacaksın. İnsanı ürküten işler bunlardır. Pancar çekimi zamanlarında ben böylesi çaresiz kalmış insanları çok gördüm. Ağlayanları gördüğümde ne denli üzüldüğümü ben bilirim. Hastalanıp yatağa düşenler bile olur.” Ben böyle düşünüp dört küreği birden kucaklarken kimi arkadaşların bir küreği bile iki kişi tuttuğunu, üstelik kaldırma zorluğu çektiklerini görünce şaşırdım. Öğretmenler bunları görse ne derler? Daha doğrusu bunlar "Öğretmenler bizi böyle görse ne derler?" diye düşünmüyorlar mı? Soruları düşüncelerimde sıraladım.

Öğretmenle giden arkadaşlarımız geldi. Bir tuğla ocağına gitmişler, yeni tuğlalar gelecekmiş. Giden arkadaşlarımıza,  öğretmen, "Belli olmaz, bir gün gelir burada siz de çalışırsınız" demiş. Bu söz hemen yayıldı, Biz tuğla ocaklarında çalışacakmışız. Fısıltılar, yorumlar… Birileri konuşurken söze karıştım, “öğretmenler söyledi, sanat öğrenecekmişiz, sanat çalışmadan öğrenilir mi?” diyecek oldum . 6 Ali arkadaş bana "Sana fikrini soran oldu mu" diye dikeldi. Susacağımı umuyormuş herhalde, ben "Terbiyesiz, sormadan konuşmanın sadece senin hakkın olduğunu mu sanıyorsun? Biz burada okula alışmaya çalışırken senin gibilerin yalanlarını mı dinleyeceğiz? Bildiğin bir şey varsa açık açık söyle, neden fiskos yapıyorsun?” deyince afalladı, etrafına bakındı, karşımda yalnız kalmıştı. Onu dinleyenler birden toz oldu. Birden sesi değişti, yalvarırca sordu, "Beni şikayet edecek misin?" "Ben seni şikayet etmeyeceğim ama söylediklerinin doğru olup olmadığını da öğretmenlerden soracağım." Bu dolaylı olarak şikayetti ama Ali bunu anlayamadı. Arkadaşımsın, ağabeyimsin, gibi sözlerle kendini avutmaya çalıştı. Biz atölye önünde cebelleşirken zil çaldı, dersliğe gittim. Marangozluk Atölyesine gidenler geldi, onlar bize biz onlara yaptıklarımızı anlattık. Dikkat ettim hiç kimse benim Ali'ye söylediklerimden söz etmedi. Akşam yemeğine gittiğimizde Ali en arka masada oturuyordu. Ben hiç ilgilenmedim. İsmet arada Ali sana bakıyor diye uyarıda bulundu. Ali'nin suçlu olduğunu biliyordum. Bu nedenle hiçbir kaygım yoktu. Yemekten sonra çıkarken Ali yanımıza geldi, boynuma sarıldı "Beni şikayet etmediğin için teşekkür ederim" dedi. Ben, "Seni şikayet etmedim ama bundan sonra benim yanımda okuldan şikayet istemem. Okuldan şikayetler benim hevesimi kırıyor. Ben buraya severek geldim, burada kaldığım sürece de böyle kalmak istiyorum. Okula söz atanlar, bildikleri varsa sorumlulara iletsinler." Ali sevindi, aslında o da okuldan şikayetçi değilmiş ama arkadaşlara uymuşmuş. Ali'nin ailesi fakirmiş, buraya giriş parasını bile borç alarak ödemişler. Buradan atılsa gidecek yeri yokmuş. İsmet arabuluculuk yaptı, Ali ile arkadaş olduk, Ali apaçık sevinçten ağladı. Ali ayrılınca İsmet ""Dayı, Ali neden korktu biliyor musun? O da Tekirdağlı, Mürefteli ile arkadaştı. Bir haftadır birlikte idiler. Bir şikayet, Ali için fena olacaktı. Özellikle Müreftelinin okul tarafından çıkarılması haberi Ali'yi ürkütmüştü. Önce ben "olsun" dedim. İsmet gülerek tekrarladı: "Olsun" Ben bir kahramanlık yapmış gibi böbürlenir durumda iken İsmet hiç ummadığım şekilde dertlendi. Babası gelecekmiş, gecikmiş. Bunun önemli bir nedeni olabilirmiş. Hastalık gibi. Üzüldüm. Kaç gündür İsmet'i şen şakrak görmüş, bu durumuna alışmıştım. Şimdi ansızın bir yeni durum çıktı. İsmet üzgün. Başka arkadaşlar da ilgilendi, "Olağan" dediler. Onların da bekledikleri varmış, gününde gelememişler. Değişik kaygılarla sahici olup olmadığını bilmediğimiz kimi haberlerle oyalanıp uykuya yattık. Dün akşama göre biraz kederliyim…Okul müdürü “Seninle güzel işler yapacağız” dedi. Umarım Mürefteliye de aynı sözleri söylememiştir. Belki de yorgunluktan böyle düşünüyorum…

 

15 Kasım 1938 Salı

 

Kalk zilini duymadım, İsmet bıktı galiba, beni uyandırmadı, kendiliğimden kalkmış oldum. Kahvaltıya indiğimde arkadaşların bir çoğu kahvaltısını bitirip kalkmış. Öğretmenler neşeli bir hava içinde kahvaltılarını sürdürüyor. Biraz sıkılarak oturup lokmaları çiğnemeden yutup kalktım. Benden önce gelenlerin beni gözlediği sanısına kapıldım. Çalışma zili çalınca belli yerimizde toplandık. Bugün biz marangozluğa öteki grup da yapıcılığa gideceğiz.

Bizi Hamdi Bey aldı, "Bugün başka bir işe gidiyoruz" dedi. Derslikle yemek salonu arasında dört beş kadar kapalı kapı görüyorduk. Bunlardan birinin önünde durduk. Çift kanat olan bir büyük kapı. Az bekledik. Elinde bir tomar anahtarla bir görevli geldi, kapıyı açtı. Oldukça büyük bir salona girdik. Pencereler oldukça yüksek. Sinema salonu gibi bir yer. Giriş solunda, biraz uzakta perdeli sahne var. Arkadaşlar hemen ad verdiler. "Tiyatro Salonu" Ben tiyatro olarak panayırlarda çadır tiyatroları görmüştüm ama böylesi kapalı salon görmemiştim. Hamdi Bey açıklama yaptı. Bugün yapacağımız işler çok önemliymiş. yerlerinden kaldıracağımız eşyalar baha biçilmez cinsinden pahalı imiş. Padişah salonlarından gelmiş. Bunların içinden gerekli olanları seçip kullanacakmışız. Kimileri kıymetli eşya olarak müzede korunacakmış. Biz bugün kaldırabildiklerimizi yan yana koyup bir düzene sokacakmışız. Sıkı sıkı uyardı, "Kimse kendiliğinden bir şeyler karıştırmasın."

Önce salonun sağ tarafını, ortalığa bırakılmış dolapları sıraladık. Bunlar bizim yukarda kullandığımız türden küçük dolaplardı. Bir bölümünü dış koridora taşıdık. Boşalan yerlere Hamdi öğretmenin gösterdiklerini yerleştirdik. Üstü kapalı bir yığını açınca şaşırdık, sayısı kestirilemeyecek ölçüde tabaklar üst üste. Süslü, büyüklü küçüklü tabaklar. Kimileri yaldızlı büyük. Şakacı arkadaşlar kıkırdamaya başladı, bir büyük bir tabak gösteriyor "Bu padişahın" diyor. Birisi küçük bir tabak alıp "Bu da Padişahın küçük oğlunun" diyor. Hamdi Bey bunları duyunca açıklama yaptı. Bu eşyalar saraylardan gelmiş ama Padişah sarayından değil, Padişahlığa yakın kimselerin oturduğu küçük saraylardan gelmiştir. Gene de değerli eşyalardır. Her biri sağlam kaydedilmiştir. Kırılan olursa sayısız tutanaklar tutulur, parçaları saklanır. Bu sözler bizi etkiledi, elimize alırken daha dikkatli olmaya başladık.

Küçük dolapları çekince arkadaşların “yatık dolap” dediği piyanoları gördüm. İki arkadaş birisinin başında kaldırmak için tutacak yer arıyordu. Koştum, kapağını açtım, dokundum. Bir çoğu piyanoyu görmemiş. Ben görmüşlüğün verdiği bencillikle gene bir iki tıngırtı yaptım. Hamdi Bey geldi. "Kaldırmadan yürütün" dedi. Asıldım, çektim. Ötekini de rahatlıkla gösterilen yerlere yerleştirdik. Bende bir heyecan, "Biz bunları ne zaman çalacağız?" Hamdi Öğretmen sabırla açıklama yaptı, müzik öğretmeni ihtiyaç gösterince çıkarılacakmış, istekli öğrenciler öğretmen gözetiminde çalışacakmış. Ben kendi kendimi aday gösterdim. Öteki arkadaşların suspus olmasına karşın benim bu denli piyano ilgimi Hamdi Bey yadırgar gibi oldu, sordu "Sen piyanoya neden böyle gönül bağladın, geldiğin köyde piyano mu vardı ki?" dedi. Anlattım, "Hasan Amcam Darülmusiki'de okumuş klarnet çalmaktadır. Kırklareli Ortaokulu Müzik öğretmeni Selahattin Yücesoy’la sık sık bir araya gelip çalışırlar. Selahattin Yücesoy çok iyi piyano çalar, onlara gittikçe dinledim, sevdim." Hamdi Öğretmen güldü, "Bak sen, ben seni kuzu çobanı olarak görürdüm, meğer neler biliyormuşsun, haydi bakalım, çalış, sen de güzel piyano çal" Hamdi Öğretmenin bu ilgisi öteki arkadaşların da hoşuna gitti. Ayrılınca Hamdi Öğretmenin arkasından "Ne iyi öğretmen" diyenler oldu.

Öğle yemeğine çıktığımızda arkadaşlara anlata anlata bitiremedik. Resimli, çiçekli tabaklar, bardaklar, dolaplar bir kat daha abartılarak anlatıldı. Yemekten sonra da devam ettik. Bu kez kemanları, mandolinleri bulup çıkardık. 20 keman bir o kadar mandolin toz pas içinde kalmış. Bir başka gün silmek üzere ayrı yerlere koyduk. Biz kemanların sağlamını kırığını seçerken okul müdürü ile iki yabancı geldi. Gelenlerin biri benim kayıt yaptırdığım gün de gelmişti. İlhan Bey. Onu görünce dikkatlice baktım, gördü, gülümsedi. "Ne haber, iyi misin alıştın mı, köyden gelen oldu mu?” dedi. Köyden ağabeyimin geleceğini söylemiştim, unutmamış. Müdür Beyle konuştular. Müdür Bey "A, tanıdım onu, Sarıoğlan'ı çok beğendim" dedi. Herhalde fırına gitme olayını anlattı. İlhan Beyin benimle konuşması, Müdür Beyin ilgilenmesi öteki arkadaşlar üzerinde olumlu etkiler yaptı. Az konuşan hatta hiç konuşmayan ya da konuşmayacak gibi tavır takınanların bile tavırları değişti. Meğer İlhan Bey, bizim elden geçirdiğimiz, işe yaramayacak duruma gelmiş döküntüleri bile okul yönetimine imza karşılığı devrediyormuş. Daha önce sorumlu yöneticilerden biriymiş, şimdi bunları bizim okul müdürümüz devralıyormuş. Onlar bir süre kaldı çıktı.

Sahneye yakın bir yerde fotoğrafçı sehpaları vardı. Ancak bunlar çok yüksekti. Hem yüksek hem de çok büyüktü, öğretmenden sorduk  “Projeksiyon" dedi. Hiç birimiz görmemişiz. Öğretmen açıklama yaptı. Ayrıca pazar akşamı "Çalıştırırız" dedi. Sinema gibi bir şeymiş. Dolaplarda elbise, yatak takımları var. Bunları hiç ellemedik. Öğretmen bana takıldı, "Bunu giyer misin?" dedi. Kenarları sırmalı yeşil bir giysi. Sünnet için kullanılırmış. Öğretmenin bu şaka için beni seçmesini pek anlayamadım ama üzerinde de durmadım. Paydos ederken öğretmen hepimize teşekkür etti, iyi çalışmışız. Bana da “unutma bize piyano çalacaksın, söz verdin" dedi. Sevindim. Dersliğe gidince tekrar tekrar anlattık. Ancak bir arkadaşımızın fısıltı halinde Mehmet Yücel'den Kırklareli Ortaokulu müzik öğretmenini sorması acayibime gitti. Demek doğru söylemediğim kuşkusuna kapılmış. Oysa anlattıklarım gerçekti. Mehmet doğruladı. Konuşurken yanlarına gittim, amcamın Kırklareli Memleket hastanesinde yöneticilik yaptığını, onun, herkesin tanıdığı biri olduğunu tekrarladım. Arkadaş utandı, ben rahatladım.

Yavaş yavaş arkadaşları tartıp tanımaya başladım. Ali gerçekten çok iyi davranıyor. Mustafa ile konuşuyoruz. Edirne -Meriçli iki arkadaşı tanıdım. Yakın sıra arkadaşımız, hiç bir tartışmaya katılmıyorlar. 16 Sefer benim grubumda, ağır dolapları, piyanoları onunla çektik. Akşam yemeğinden sonra derslikte çok gürültü olmuş, ben farkında değilim. Nöbetçi öğretmeni Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Azıcık sinirlendi ya da öyle göründü. Her birimizin ne yaptığını gözetledi. Benim elimdeki kitaba baktı, gülümsedi. Sami arkadaşımız öğretmen kardeşi Hüseyin'le çalışıyordu. Öğretmen onlarla ilgilendi. Zil çalınca bir haber, 39 Kemal ayrılmış. Sabahleyin günaydınlaştık, iyi idi. Demek niyetini bozmuş ya da kararını vermiş, sessizce ayrılmış. Güle güle Kemal, Çeneli kardeşim. Nedense üzüldüm. Benimle iyi arkadaş olacağını hiç ummadım. Nedense kötü bir arkadaş olacağını da düşünmedim. Bence seçtikleriyle iyi arkadaşlık yapacak biriydi. Seçtiklerinden biri de pekala ben olmayabilirdim, kısmet değilmiş. Ama ayrılık, Kemal’in iyiliğini değiştirmeyecektir. Üzüldüm ama bu konuda kimse ile konuşmadım. Bunlar benim kişisel kanım. Zaten öteki arkadaşların çoğu benim Kemal'le konuşmadığımı sanıyor. Varsın öyle bilsinler.

Yatınca bir hafta öncelere gittim. C için nasıl üzülmüştüm. C gözümün önündeydi, konuşuyordum. Acı çeksem, çırpınsam bile görüyordum, sesini duyuyordum. Ya A için kuruntularım? Kemal'e üzülünce içim burkuldu. İnsan üzüntülerini önleyemez mi? Giderse gitsin deyip geçemez mi? İsmet aklıma geldi. Babası gelmediği için üzülüyor ama belli de etmemeye çalışıyor. Karmaşık düşünceler içinde uyumuşum….

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ