Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

19 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Öğretmenlik Bilgisi Üstüne Bilinçli Çalışmalar- Araştırmalar

 

6 Ocak 1943 Çarşamba.

 

Uyanmıştım ama Orhan lafa tuttuğu için aşağıya inmemiştim. İsmet geldi: “Dayı, ben sana anımsatmayı unuttum, biliyorsun ödevi Müdür Bey ikimize verdi. Sen özeti yazmamı bana söyledin ama sonradan aklıma geldi, ya Müdür Bey, sana “oku!”  derse ne olacak? ” Benden önce Orhan yanıtladı, “Oku derse, o okur! ne demek istiyorsun? Ağzındaki baklayı çıkar! ” İsmet biraz bozuldu ama gene de önerisinden geçmedi:

-Benim yazımı sen okuyamazsın, biliyorsun biraz karışık yazarım. Özeti sen yazarsan, hangimize okutsa rahatça okuruz! Konuşmaları duyan Hilmi Altınsoy, Hasan Üner, Kadir Pekgöz İsmet’e bağırdılar, “Vay açıkgöz vay, dayısına yardım edeceği yerde angarye yüklüyor! ”Özeti ben daha önce yazdığım için üstünde durmadım ama yazdığımı söylemedim. Yusud Asıl İsmet’e takılmak için her zaman bahane arar, duyar duymaz geldi. Konuyu bile tam anlamadan İsmet’in tilkiliğinden, zaten adının da kurnazlık anmamına geldiğini söyledi. İsmet, adının “Temiz! ” demek olduğunu söyledi. Yusuf'a katılan bir grup bu kez de, “Senin neren temiz? elini yüzünü bile yıkamıyorsun! ”türü takılmalarla İsmet’i bunalttılar. Sami Akıncı İsmet’e rahatlattı, “Bugün Müdür Bey derse gelemeyecek! ”bu haber herkesi ilgilendirdi, “Nereden biliyorsun? “Sami Akıncı, Müdür Beyin küçük kızının rahatsız olduğunu dün öğleden sonra İstanbul’a gittiklerini söyleyince, sevinenler oldu. Kimseye bir şey demedim ama ben üzüldüm. Üzüntümün doğrudan benimle ilgisi yok ama böyle durumlarda kimi zaman kederleniyorum. Arkadaşlar neden böyle kaçamak davranıyorlar? Altı yedi ay sonra öğretmen olacaklar, çocuyklara ne öğretecekler? Bizim köy okulunda Eğitmen Mustafa Ağabeyin yaptıklarını anımsayarak bizim, şimdiki durumda çocuklara öğreteceğimiz en ufak bir bilgimiz yok; çocuklarla ne konuşacağımızı bile bilmiyoruz. Geçen yılki derslerimizde giden müdürümüz bize, “ Size birer Müfredat Proğramı alalım! ”demişti. Onu neden söylemişti, o bile utuldu gitti. Yeni müdürümüz de, “ Uygulama derslerine girmeden önce, “Müfrerdat Programlaerını inceleyeceğiz! ”demişti. Bakıyorum da arkadaşlar bunları duymamış gibi davranıp gidiyorlar. Üstelik derslerin boş geçmesine seviniyorlar. “Ders yılı sonuna dek ders yok! ” dense, sevinçten oynayacaklar. Birden ortalığa, “ Müfredat Programı nedir? ” diye sormayı düşündüm. Vaz geçtim; “ Varsın zamanlarını istedikleri gibi boş boş geçirsinler! ”deyip kendim bir müfredat Programı edinmeyi düşündüm. Sonra da kitaplıkta olabileceğini, önce oradan alıp gözden geçirmeyi, gerekirse sonra kendim edinmeyi yeğledim.

Kahvaltıda, çoğu kez yapılan tatsız tartışmalardan biri başlayınca konuyu değştirmek için; “Müdür Bey İstanbul’a gittiğine göre, bize Müfredat Proğramı getirir sanırım! ”dedim. Önce Hilmi Altınsoy sordu:

O da ne ki?

Hasan Üner açıkladı, “Öğretmen olunca çocuklara dersleri nasıl anlatacağımızı öğreten kitap! Salih Baydemir güldü:

-Yok öyle bir şey, ben bizim öğretmenlerde öyle bir kitap hiç görmedim! Mehmet Aygün’le Yusuf Asıl iki müdürün de öyle bir kitaptan söz ettiğini anımsadılar. Konu dersliklere girip ders vermeye döndü. Bu kez herkes hangi dersi daha severek vereceğini anlatmaya başladı. Hilmi Altınsoy, Salih Baydemir, Mehmet Aygün tarih derslerini severek veremeyeceklerini söylediler. Bu kez de ilkokulda tarih dersi var mı? ”sorusu ortaya geldi. Ben, “İşte bunları o kitaptan öğreneceğiz! ”deyip konuyu kapatmak istedim. Öyle de olduAncak dersliğe dönünce konu bu kez tüm arladaşların ilgisini çekecek ölçüde gene açıldı. Onlar tartışırken kitapğlığa uğrayıp Müfredat Proğramı aramayı düşündüm. Biliyorum Sami Akıncı, hemen gider alır. Yazık ki düşündüğümü uygulayamadım. Tüm derslerimiz boş olduğu için atölye çalışmalarına çağırıldık. Halis Öğretmenle yeni öğretmen birlikte geldi. Yeni Öğretmen: Fahri Tosili. Öğretmenin soyadı herkesin ilgisi çekti. Öğretmen ne düşündüyse bize döndü, “Soyadım sizi şaşırtmasın, Tosi bir yerin adıdır, Kafkasya’da bir yer. Oralı olduğumuz için ailemiz bu soyadını almış. Güldü: “Sakın toz silen falan gibi anlam çıkarmayın; hoş, çalışan insanlarız, arada toz da sileriz ama soyadımın anlamı o değil! ”dedi. Fahri Öğretmen konuşurken Talat Ayhan Öğretmen geldi, bir süre öğretmenlerle konuştu. . Halis Öğremen benimle üç arkadaşı Talat Ayhan Öğretmen gösterdi. Talat Öğrtmenin yanına gittik. Talat Öğretmen tezgah üstünde ölçüler verdi. Harun Özçelik, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan dördümüz Taölat Öğretemeni dikkatle dinledik. Bir metre uzunluğunda, 1x1, 1x2, 2x2, 2x3-3x3, 3x4, 4x4, 4x5, çıtalar kesilecek. Çıtalar budaksız, çırasız tahtalardan seçilecek. Çıtaları hazırlamak sorun değil ama bunların ne işe yarayacağı ilgimizi çektı. Halis Öğretmen gülerek: - Yaptıran gelecek ondan sorun, doğrusu ben bilmiyorum. Bizim karşılıklı sözümüz var; öğretmenlerin dersleri için önemli gördüklerini bizden isterlerse biz yaparız! dedi. Bir yığın çıta hazırlandı. Az sonra Talat Ayhan Öğretmen geldi, çıtaları gözden geçirdi, Halis Öğretmene teşekkür etti. Bu arada Halis Öğretmene gülerek:

- Tutkalınızdan da yararlanabilecek miyiz öğretmenim! dedi. Halis Öğretmen beni göstererek, “Size yardımcı olur, bana sormasına gerek yok! ”dedi. Çıtaları bölüşerek Resim Odasına götürdük. Çıtaları bırakıp çıkarken Talat Ayhan Öğretmen gülerek:

- Eee, bunlarla ne yapacağımı sormayacak mısınız? Harun Özçelik, “Soracaktık öğretmenim ama, çekindik! ”deyince Talat Öğretmen bunlardan ders aracı yapacağız. Sizin atölyenizde bunlar yapılabilir ama önemli olan bunların yapılması değil, bunları öğretmen adaylarının kendi yapmasıdır. Benim dersimin tam adı “Resim-Elişi dersidir. İşte elişi çalışmalarında bunlardan yararlanacağız. Elişlerini her öğretmenin yapabileceği düzeye indirip yapabilmesine örnekler vereceğiz. Bunları sizler, sizin sınıf arkadaşlarınız kullanacak. Elişi dersinde sanat ayırımı gözetmeden tüm arkadaşlarınız bunlardan yararlanacak! Konu açıklık kazandı ama bunu duyunca bizim arkadaşların tepkisini merak ettik:

-Biz yapıcıyız! deyip kendini salt duvar ustası sananlar şimdi ne diyecek? Aramızda karar aldık, bunu arkadaşlara duyurmayacağız. Derse girince Talat Ayhan Öğretmenden kendileri duyup tepkilerini göstersinler.

Öğle yemeğinde konumuz bugünkü çalışma değişikliği oldu: “Sabah çalışıp öğleden sonra dinlenmek daha iyi! ”derken duyuru yapıldı: “Son sınıflar, yemekten sonra derslikte toplanıp Talat Tarkan Öğretmeni bekleyecekler! ”Birden varsayımlar öne sürüldü: Giysi verilecek-Ayakkabı verilecek gibi kendi isteklerimizden başlanıp, su taşımaya, kar kürümeye hendek kazmaya dek sayısız varsayım öne sürüldü. Dersliğe dönünce de varsayımlar tekrarlandığı gibi, çoğaltıldı da. Talat Tarkan Öğretmen gülerek geldi. Gene: “Sizden yardım istemek bana daha kolay geliyor. Çünkü sizden istediğim yardımlara hep gönülden katıldığınızı gördüm. Bu kez isteyeceğim yardım sahiden benim için önemli; kiler depomuzu kar suyu basmış. Bunu ancak siiznle önleyebilirdim. Uzun sürmez, siz bunu kısa zamanda bitirirsiniz! ”dedi. Yüzlerimize bakıp:

-Pek memnun olmuşa benzemiyorsunuz ama bunu bugün yapmak zorundayız! deyip sınıfı iki gruba ayırdı. 1. Grubba Sami Akıncıyı gösterip; Sami ile alt kata inin, beni bekleyin! ”dedi. Bizim gruba dönerek: Tarım barakasından kürek, su kovası, süpürge almamızı söyledi. Kapıdan çıkarken en arkada kalan Hüseyin Serin’e gülerek:

-En isteksiz sensin, hadi sen de bizim eve uğra bir sepet içinde çaput verecekler onu al, gel! dedi. Al gel dediği yer okulun kuzey alt katı köşe odası. Daha ilk yıl orası kiler-depo olarak ayrılmış, mutfak tarafından da daha bina yapılırken bir dar kapı bırakılmıştı. Binanın o tarafı bir insan boyu kadar toprak içine gömülür. . Dar kapıya mutfak tarafından dar-dik bir merdivenle girilir. Kuyuyu andıran çukurluk esintili havalarda orasını kar doldurur. Dolan kar, don sürdüğü sürece zarar vermez ama rüzgar değişip erimeye yüz tutunca eriyen kar suları içeriye geçer. Buna benzer bir olay ilk yıl olmuştu. Kapıyı açınca durumu gördük. Çukurluğa dolan kar henüz tam erimediği için fazla bir zarar oluşmamış. Dışarının karını kolayca atınca zaten akıntı da durduruldu. Gerçekten Talat Tarkan Öğretmenin dediği gibi bu işi bizim yapmamızda yara oldu; ne de olsa söz anlayan yaştayız. Depo tarafında çalışanlar, çevreyi koruyarak temizlediler. Kapının hemen girişinde üst üste duran un tortbalarıyla yanındai şeker torbalarının alt sıradakiler ıslanmış. Başka bir zarar olmamış. Hüseyin Serin’in getirdiği sepetten kurulayıcı bezler arasından asker giysileri çıktı. Arkadaşlar bu eski giysilere bir süre akıllarını taktı. Talat Tarkan Öğretmen uzaklaşınca:

-- Askerliğini er olarak yapmış, bunlar subay giysisi değil! ”diyen oldu. Bir başkası, ailesinden er olarak askerlik yapan vardır! ”dedi. Ben söze karıştım: “Hasanoğlan’da hep gördük, tüm Köy Enstitüsü giysileri asker giysisi. Talat Tarkan Öğretmen de Arifiye Köy Enstitüsü’ünden ’ geldiğine göre! ”deyince. Varsayımlar kesildi. Bu arada benim başka bir olay aklıma geldi. Biz, Lüleburgaz’dan buraya taşınınca uzun süne 30 kişi olarak burada çalıştık. O zaman buraları çok tenhaydı. Yoldan geçenler de sık sık gelip: “Burası ne oluyor? ” gibi sorular soruyordu. Bunları hep anımsıyoruz. Bu günlerin birinde bu kapı önünde birisinin yattığını gören bir arkadaş haber verdi. Yeni Bedir köylülerle sık sık konuştuğumu gören arkadaşlar

Yatan kişinin o köyden olduğunu varsayarak bana haber verdiler. Geldim baktım, adam benim tanıdığım yüzlerden değil. Burada güldüm. O zaman benim yanımda bulunan Mehmet Yücel arkadaşa sözü bıraktım. Olayı sık sık konuştuğumuz için Mehmet Yücel gülmeden anlattı:

-Adamı dürtükleyip uyandırdık. Adam önce şaşırdı, sendeleyerek kalktı, merdivenlerden emekler gibi yukarı çıktı. Bize bakarak konuştu:

- Şişede durduğu gibi kafada durmuyor bu zıkkım, be aganin! ”(Aganin, bir Trakya halk söylemi, erkekler bunu arkadaş, kardeş anlamında kullanır. )dedi. Parmağını başına koyup düşünür gibi yaptıktan sonra toparlandı. Bize dönerek benim kim olduğumu mu soruyorsunuz? Kaybeyli’den Kaykıoğlu, kaydı gitti köpoğlu! ”deyip koşarca adımlarla gitti. Meğer adam, zil zurna sarhoşmuş, yürüyemez duruma delince gelip buraya sığınmış. Biz, onun ayıktığı zamana rastlamışız. O sözü herkes anımsadı: “Kaybeyli’den Kaykıoğlu, kaydı gitti köpoğlu! ”

Kar yumaşamaya başlamış. Zaten alttan erime olduğu için sızıntı da ondan olmuş. Arkadaşlar bu kez tüm okulun duvar dipleri açmaya yöneldi. Merdiven çevresini, tören alanını temizledik. Okulun önü asfalta dek kardan arındı. Talat Tarkan Öğretmen teşekkür etti. Tarım Barakasından aldıklarımızı teslim edip dersliğe döndük. Paydosa bir saatten çok zaman var. Hemen Resim Odasına koştum, Talat Ayhan Öğretmen oradaydı. Beni görünce:   “Ben şimdi çıkıyorum, gel çalış! ”dedi ama çalışmayacağımı söyledim: “Anahtarı kapı üstünde görünce geldim! ”dedim. Oysa anahtarı önce görmemiştim. Öğretmen bana inandığı için : “Hemen çıkacağımı düşünerek öyle bırakmıştım, aferin, bak ne iyi dikkat ediyorsun! ”dedi. Bu kez Asım Öğretmenin odasına gidip piyano çalıştım. Birden kapı açıldı, baktım Talat Ayhan Öğretmen, gülerek: “Ne güzel çalıyorsun, Asım, diye geldim; devam devam! ”deyip gitti. . “Seni Asım, sanıp geldim! ”demesi hoşuma gitti. Asım Öğretmen gelene dek çalıştım. Asım Öğretmen gelince önce Schubert valsi sonra Beethoven şarkısını çaldım. Asım Öğretmen Schubert’in valsini çok beğendi, Beethoven’in olgunlaştırmamı söyledi. Bir sözü de ekledi. Ancak sözü tam anlayamadım, sordum: “Anlayamadım öğretmenim! ” deyince Asım Öğretmen gülerek: “Köstebek tam olarak ortaya çıksın, mırıltı olmasın! ” diye tekrarlayınca sanırım biraz bön bön baktım. Öğretmen bu kez: “Sizin yabancı diliniz Almanca değil miydi? ”diye sordu. Almaca, yanıtını verince: “Demek Almanca’an zayıf, parçanın üstündeki yazıyı okuyup anlamamışsın. İnsan merak eder sorar; bundan sonraki parçaların önce adını öğrenmeni istiyorum! ”dedi. Oldukça utanarak ayrıldım. Parçanın üstündeki sözü pekala Almanca lügattan bakabilirdim. Dersliğe inince önce Almanca Büyük Lügata baktım. Gerçekten Murmentier’in karşısında dağsıçanı yazıyor. Fareye sıçan dendiğini biliyorum ama dağ sıçanı diye ayrı bir hayvam olduğunu duymamıştım. Arkadaşlara olayı anlattım. Meğer herkesin bildiği köstebeğin bir adı da dağ sıçanı ya da dağ faresiymiş. Arkadaşlar güldüler, içlerinden birileri: “Sen bunu nasıl bilmezsin? ” gibi soru da sordu. Bir süre düşündükten sonra bu kez bunda bir yanılgı olabileceğini öne sürdüm: “Benim bildiğim köstebek sulak yerlerde, nemli, yumuşak topraklarda yaşar. Dağlarda, sert topraklarda ya da kayalık yerlerde kötebek yaşamaz. Bu nedenle dağ faresi denilen hayvan köstebekten başka bir hayvan olmalı! ”deyince herkes sustu. Sonunda Hikmet Özmen Öğretmene sormaya karar verdik. Mehmet Yücel gülerek: “Nerden çıktı bu köstebek sözü? ”diye sordu. Piyano metodundaki bir şarkının adını söyleyince bu kez arkadaşlar gene aynı konuya döndü: “Aslanlar için şarkı var mı? ”Mustafa Saatçı’nın bunu sormasına karşın(Onu kastederek)Tilkiler için var mı? ”diyenler, arkasından da çakal, araya Almanca adlar takılarak, Der Esel, das Pferd, Hund, Löwe, Luchs(eşek-at-köpek-aslan-vaşak) adları sıralandı. . Tartışmalar uzadıkça karşılıklı olarak sesli atışmalara dönüştü. Bilinen türkü ya da şarkıların sözlerinden yararlanıp karşılarındakilere sataşmalar oldu. ”Aslanım Hafızım, korkmuş kaçıyor…(Aslanım Kazımım yerde yatıyor, yerine). Eşeği saldım çayıra…. (Bir şiirin başlangıcı)Kurt kocamış kötrüm olmuş…(Bir şiirden alınma)

Akşam yemeğinde yarınki Resim dersinden, hazırladığımız çıtaların neler yapılacağından söz ederken Hasan Üner birden: “Tarınki Türkçe dersinde içimizden birileri üzülebilir! ”diye bir fit attı. “O üzülecekler içinde hamgimiz olabiliriz? ”sorusu, başka soruları getirdi. Bu arada ben de kendi kaygılarımdan söz ettim. Arkadaşlar bana katılmadılar: “Sen her konuda kendini kurtarıyorsun! ”dendi. Buna içimden katılmakla birlikte gene de olumsuz olasılıklardan söz edince Salih Baydemir: “Sahi Abi, o kadın sana düpedüz piyeste rol vermedi, yapamayacağından değil, seni sevmediğinden. Bunu sürekli gözlüyorum; Türkçe dersinde sen konuşurken yüzü değişiyor. Fikret Madaralı Öğretmeni anımsıyorum; sen konuşurken gülümseyerek, başıyla onaylayarak dinliyordu. Sabahat Öğretmende hiçbir kıpırdanma göremiyorum. Sorulan soruya bir başkası yanlış yanıt verdiği zaman takındığı tavırla senin doğru yanıtını dinlerken gösterdiği tepki farksız. O nedenle, bana kalırsa senin de tetikte durman yararına olur! ”Arkadaşln söylediğini duyumsamaktayım ama gene de korkmuş görüntüsü vermemek için, “Yok canım, o kadar da değil; bana ne düşmanlığı olsun? Çalıştığımı görünce memnun olduğundan fazla söze gerek duymamış olabilir! ”deyip konuyu kapatmak istedim. Ancak bu kez Hasan Üner, beni ortaya konuştu:

-Bence Abi, takındığı tavırlarla “Ben biliyorum, görüntüsü veriyor. Öğretmense konuları kendisi öğretmek istiyor, sorun bu. Bu, öğretmene ters geldiğinden hoşlanmayabilir. Bunu kin tutar gibi düşünmek yanlış olur. Bu kez de Redcep Kocaman sordu:

-Peki, piyeste neden rol vermedi? İşin iyice uzayacağını, özellikle derslikte söz konusu edilerek öğretmenin kulağına dek gideceğini düşünerek, piyeste rol almak istemediğimi, isteseydim İstemi Han’ı isteyeceğimi, oysa şimdi onu alan arkadaşın benden daha başarılı oynayacağını bildiğimi, söyleyerek, konuyu kapatma yolunu seçtim. Arkasından da: “Bu konu daha önce de konuşukmuştu, bu tür konuşmalar rol almış arkadaşlar için üzüntü yaratabilir. Lütfen bunları aramızda gene gene konuşacağımıza, onların başarıları için yardımcı olalım! ”deyip konuyu burada kapatmayı önerdim.

Dersliğe dönünce, az önce kapatalım, dediğim konuyu kapatamadığımı anladım. Salih Baydemir’in gözlemlerika patılacak türden değil. Ben bunun çoktandır ayırdındayım. Niçinlerini bulmaya çalıştım. İlk karşılaştığımız günden bu yana anımsadığım tüm olayları bir daha irdeledim. Yarınki derste okuduğumuz roman konuşulabilir, diye düşündüm. Sabahat Öğretmen neler soruyor? Bundan önce kime ne sorular sordu, onları anımsamaya çalıştım. Öncelikle romanda geçen önemli kişileri soruyor. Yakup Tanrıkulu arkadaşımıza Damyanos’u, Ahmet Güner’e Tosun Beyi, Ali Önol’a Küçük Hüseyin’i sormuştu. Aliye Öğretmenle Çalı Kuşu romanındaki Feride’yi kendisi karşılaştırmış; benzeyen, ayrışan taraflarını kısaca belirtmişti. Sanırım yarın sorarsa daha çok olayları soracaktır. Damyanos’la Aliye Öğretmen ilişkisini, Damyanos’un çevirdiği dalaveraları, Küçük Hüseyin başta olmak üzere öteki işbirlikçi köylülerin yaptıklarını sorabilir. Tosun Beyi bana sorarsa sözü azıcık saptırıp Ömer Seyfettin’in Ferman öyküsündeki Tosun Bey’le karşılaştırıp ikisinin de cesur olduklarından söz edip sözü uzatacağım. Böyle diyorum ama içimden bir ses: “Ya kes, uzatma! derse? ”Öğretmenin böyle demesi bana dokunmaz ama kimi arkadaşların bunu , benim başarısızlığıma sayacaklarını düşünerek çekiniyorum. Gerçekte ise bildiğimi anlatırken öğretmenin sözümü kestirmesi zararıma olan bir durum değil. Yeter ki: “Yanlış söylüyorsun, onun doğrusu budur! ”diyecek bir duruma düşmayeyim. Şimdiye dek bu tür bir olay başımdan geçmedi. Geçen dört yıllık öğrenciliğimde bir kez, o da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından, o da şaka ederce; doğru yanıtımı önemsemez, görünek. “Başka kim kaldı ki? ”diye sormuştu. Onun da sonunda gene ben kazandım. Çünkü Hasan Ali Yücel, kendi yazmış olduğu Mantık kitabını kaldırarak: “Bu kitabı okumaya hak kazandın! ”demişti. Oysa önce bu, Lise 2. sınıflar için yazılmıştır. Sizin şimdilerde okumanız fazla bir yarar sağlamaz, demişti. İşte ben onu, bu sözünden döndürmüştüm. Onun sorduğu bir soruya dört beş arkadaş hep yanlış yanıt vermişti. Sonunda ben parmak kaldırıp doğruyu söyleyince: “Başka kim kaldı ki? diye gülmüştü. Başka kim kaldı ki? diye sorduğunda da haklı değildi. Ancak ben çekindiğim için sözü uzatamamıştım. Çünkü bize sorduğu soru İsaag Newton'un hangi ulustan olduğu sorusuydu. Arkadaşlar; Fransız, Alman, İspanyol, Rus, İsveç yanıtı vermişti. Ben de İngiliz! dedim. Ben hiç değilse bir aferin beklerken, Hasan Ali Yücel, gülerek “Başka kim kaldı ki? dedi. Oysa başka daha onlarca ulus vardı: İtalyan, Portgekiz, Belçika, Holanda, Danimarka, Norveç, Finlandiya, Romanya, Çekoslavakya; Polonya, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan vardı. O bunları yok mu sayıyordu? Pekala ben bunu ondan sorabilirdim. Neyse ben gene susmadım:

-Sorulan bir soruya, “İvedi verinlen yanlış yanıt yerine, gecikerek verilen doğru yanıtını yeğlerim! ”deyivermiştim. Hasan Ali Yücel bu kez yüzüme dik dik bakarak:

-Ne dedin , ne dedin? diyerek sözümü tekrarlatmış, arkasından yukarda söylediğim sözü söylemişti. (Tarih : 7/6/1941. Yer: Hasanoğlan, Çadır-Derslik, Ders: Coğrafya, Öğretmen: Reşat Tekinay )

 

7 Ocak 1943 Perşembe

 

Türkçe dersinde, herkes benim gibi Vurun Kahpeye romanının sorulacağını düşünmüyor. Sami Akıncı Halil Basutçu’ya: “İstemi Han, bugün öğretmen bize soracaktır. Ne yaptığımızı söyleyeceğiz? ”Halil üzgün:

-Benim yazım çokmuş, yazdım yazdım bitmedi. Öğretmen sorarsa böylece söyleyeceğim! dedi. Onlar yanımızda öyle konuşunca Orhan da bana:

- Resim dersinde o sopalarla ne yapacağız? diye sordu. Kadir Pekgöz heyecanlanarak araya girdi:

-Ne sopası onlar? Kim nereden getirmiş? Kadir duyduğu bir yeni haberi durup dinlemeden hemen kendine göre yorumlayan bir arkadaş; gene öyle yaptı. Yavaş bir sesle:

-Bana bakın, o sopaları oraya birisi saklamıştır, herhalde oradan alıp birini dövecektir! Orhan güldü:

- Arkadaşım onlar öyle sopa değil, ayrıca bir tane değil, bunlar Marangozluk atölyesinde yapılmış ölçülü çıtalar. Adam dövmek için değil, köşeli çam çıtaları! Kadir sinirlenip gitti.

Önce Resim Odasına uğrayıp soba durumuna baktım. Herşey hazırdı biliyorum ama gene de bir gözden geçirmekte yarar gördüm. Hazır diye düşünmeme karşın hazır olmadığını gördüm; marangozluk atölyesinden tutuşturma çırası alacaktım, unutmuşum koşup bir kucak çıtayı bıraktığım gibi buldum, alıp getirdim.

Kahvaltıda dersleri konuşurken: “ Müdür Beyin dersi boş geçecek! ”diyen oldum. Arka masadan uyardılar: “Müdür Bey geldi, az önce odasına girerken gördük! ”Ben üzerinde durmadım ama arkadaşlar önemsediler: “Geçen derste ne konuşmuştuk? ”İsmet’le ortak ödevimiz vardı, ancak dersimiz boş geçtiği için konumuzu anlatamadık! ”deyince sevindiler: “Öyleyse bugün onunla atlatacağız! ”Konunun çok kısa olduğunu, özetin bir sayfa bile tutmadığını söyledim. Sevinenler, üzüldüğünü söyleyenler oldu. Hilmi Altınsoy ise, “Abi sen azıcık uzatıverirsin onu! ”diyerek kaytarmak istediğini apaçık belirtti.

Boş geçen Fizik dersinde hep fizik sözü edildi, “Bu derste ne okunuyor. ? ”Sami Akıncı Lise 1. Sınıf, 2. sınıf kitaplarını karıştırmış. Kaldıraçlardan söz etti. Kaldıraç sözü geçince Harun Özçelik, Bekir Temuçin daha başka arkadaşlar, kaldıraçları ilkokul beşinci sınıfta okuduklarını anlattılar. Anlattılar ama neler öğrendiklerini açıklayamadıkları için uzun uzun tartışıldı. Sami Akıncı bildik bildik açıklamalar yaptı: “İşte arkadaşlar, söylediğiniz gibi İlkokullarda çalışacağımıza göre fizik bilgisinden yoksun olarak o konuları anlatmaya gidiyoruz. Bu salt Fizik dersi için değil, öteki dersler de böyle. Türkçe dersinden de çok eksikliklerimiz var, matematik dersinden de. O nedenle gelin söz birliği edip hiç olmazsa önemli eksikliklerimizi birlikte çalışıp kapatalım! ”herkes hoşnut oldu. Ancak, nasıl çalışılacağı, nerede, ne zaman çalışılacağı karara bağlanamadan ders zili çaldı. Az sonra da Sabahat Öğretmen kitapları kolunun altında kapıdan girdi. . Sabahat Öğretmenin kapıdan girişi öteki öğretmenlere benzemiyor. Kapıdan girince sanki üstümüzde bir yere bakıyormuş gibi başını yukarıya kaldırarak” Günaydın! ”diyor. Günaydın sözünü de biraz uzatıyor. Günaydın sözünün dın hecesini söylerken başını masaya döndürüp kitaplarını bırakıyor. Sonra öğretmen masasına arkasını dayayarak hepimize bakıyor. Ya da bakar gibi yapıyor. Gene öyle yaptıktan sonra Halil Basutçu’ya gülümseyerek: “Nasıl? Bitti mi demiyeceğim ama barı azaldı, de! ”diyerek güldü. Halil kalktı, “Bitti öğretmenim! ” deyince Sabahat Öğretmen gülümsedi, “Öyleyse biz de işe başlayabiliriz! ”dedi. Halil’den kitabı istedi. Kitabın sayfalarına baktı: “Romanımızı bitiremedik ama onu sonra bitirelim, bugün Akın üstüne çalışmamızı başlatalım! ”deyip. Faruk Nafiz Çamlıbel üstün e övücü sözler söyledi. Fazla söze şimdilik gerek yok, yeri geldikçe şiirlerini okuyacağız!” deyip Akın piyesini okudu. Çok hızlı okudu. İki yerde durdu. Birisinde Sami Akıncı’ya takıldı:

, -Sami biliyor musun sen Demir Han olarak babanı ortadan kaldıracaksın! Piyesi oynadığımızda babanı çağıracaksan, bunu da düşün”dedi. Sami, önce babasının gelemeyeceğini söyledi. Arkasından da oldukça sevinçli:

-Rolümün gereği olarak elimden geleni yapacağım öğretmenim! ”deyince bu kez öğretmen: - Neyse sahnede bir şey yapmayacaksın, yaptığını söyleyeceksin! ”deyip okumasını sürdürdü. Suna’nın sözleri gelince öğretmen duraksadı: Suna seçimini doğru yaptık mı? Yoksa daha başlamadan Olcay’la yer mi değiştirelim? ”dedi. Kimseden ses çıkmadı. Halil’e bakarak: “Siz de kızları pek yakından tanımıyorsunuz galiba! ”deyince Halil bana bakarak: “Tanıyanlar var. deyince Öğretmen bu kez bana baktı. Bir şey sormadan ben: “Suna olduğuna kendisi çok seviniyor, bence başarılı olur! ”dedim. Sabahat Öğretmen biraz alaylı gibi başını sallayarak: “Eh bir tane destekleyen çıktığına göre biz de deneriz! ”deyip okumasını sürdürdü. Demir’in babasıyla birlikte öteki karşıt hanları ortadan kaldırdığı yerde zil çaldı. Öğretmen hızlı birkaç sözle kalanını özetleyip çıktı. Öğretmenden sonra arkadaşlar yorumlar yapmaya başladılar. Onlara katılmadım, derslikten Resim Odasına girerken Harun Özçelik yetişti, birlikte sobayı yakarken Talat Ayhan Öğretmen geldi. Talat Ayhan Öğretmen önce Harun’un sağlık durumunu sordu. Harun iyi olduğunu söyledi. Arkadaşlar geldiler. Arkadaşlar yüksek sesle konuşarak geldikleri için Talat Öğretmen elindeki cetvelin ucuyla çat, çat, çat üç kez masaya vurdu. Yüzünün rengi de çok değişti. Anladığım kadarıyla Talat Öğretmen bizim sınıfı sevmiyor. Bugün bu duygusunu daha belirginleştirdi. Kesilmiş çitalardan birini alıp arkadaşlara gösterdi, “Görüyorsunuz bu bir çam tahtasıdır. Düzgün kesilip temizlenmiş. Bunu elinize alıp değerlendirin deseler, ne yaparsınız? ”dedi. Arkadaşların yarıya yakını hiç yanıt vermedi. Onlar yanıt vermeyince Talat Öğretmen de inadına gözlerinin içine bakarak aralıklarla gene onlara sordu. Çok ilginç, marangozluk atölyesinde çalışanlara sormadı. Elindeki deftere bakıp numara okuyor gibi yaptı ama kesinlikle defterden okumadı. Okusaydı bu denli seçemezdi. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen önce görmezden geldi, az sonra Sami’ye: “Az sonra sana soracağım, sabret dedi. Başını uzaktaki arkadaşlara çevirdi. Ne düşündüyse gene Sami’ye: Bu çitayı aklından çıkar, bunu bir doğru olarak düşün, bu doğrudan neler yaparsın? ”diye sordu. Sami önce, “Bütün geometri şekillerini yaparım öğretmenim! ”deyince Talat Ayhan Öğretmen güldü: “Ya işte böyle; şimdi de bu çıtadan neler yaparsın söyle! ”deyince Sami gene geometrı şekillerini sıraladı. Cedvel, , açı, kare, küp, üçgen diye sıralarken kestirdi. Hepimize bakarak: “Aynı sıralarda oturuyor, aynı yemeklere aynı kaşıkları çalıyorsunuz ama bir birin izden o kadar uzaksınız ki, ileride sizden birilerini ayrı yerlerde tanıyanlara arkadaşış dediğinizde inandıramayacaksınız: “Olamaz, aynı sınıfta okuyanlar bu denli farklı olmaz yanıtını alacaksınız! ”dedi. Bir süre Sami Akıncı’ya baktı: “Sami Akıncı bugün bile çoğunuzun arasından sıyrılıp çıkmış! ”dedi. Hüseyin Orhan’a sordu: “Bunları hazırlayanlar arasında sen de vardın, arkadaşlarına anlat, bunlardan neler yapılacak, niçin yapılacak? ”dedi. Hüseyin Orhan, Talat Ayhan Öğretmenin dün anlattıklarını arkadaşlara tekrarladı. Recep Kocaman’a da neden bunları atölyede yaptırmadığını açıklattı. Öğretmen kendi dolabından kutular çıkarıp, içlerinden küçük küçük kutuları, tahta işleri çıkardı. İçlerinde benim tanıdığım ağaçtan yapılma işler vardı; ellik, çoban gegesi, kaşık, su kabı, üstü yazılı yassı tahtalar, mum yakılmak üzere yapılmış işlemeli oturaklar(Şamdan)Öğretmen birer birer eline alıp gösterdi; “Bunlar hep tahtadan(ya da ağaçtan) hep el emeğiyle yapılmıştır. Hem de marangoz atölyelerindeki araçlarla değil, birer keskin çakı ya da biçakla kotarılmıştır. Bunların bir bölümü eskidir ama onları yeni yeni yapanlar, giderek daha güzelini üretenler vardır, işin ilginci bunlar hep köylerdedir. İşte sizler bu ustaların bulunduğu köylere gidip öğretmenlik yapacaksınız. Buna hazır olmanız gerekir. Bunları yapmasanız bile yapılması üstüne bir fikriniz olmalıdır. Bir söz vardır; biri hiç bilmediği bir konuda yeni bir nesneyle kasrşılaşınca acayip bakar. Böylelerini anlatmak için söylene sözü bilirsiniz: “Ne bakıyorsun öyle, koyun kavala bakar gibi! ”derler. “Koyun kavala bakar gibi bakmak! ” duydunuz mu bu sözü? ”Hep birlikte; “Duyduk! ”deyince öğretmen güldü: “ Yoksa size de söylediler mi? ”Mehmet Yücel arkadaşımız parmak kaldırdı: “Bize söylemediler, öğretmenin biz bunu kendi kendimize hep söylüyoruz. Örneğin Alpullu Şeker Fabrikasını gezdiğimiz gün topraklı pancardan bembeyaz kesme şekeri çıktığını görünce şaşırıp kaldık. İşte o zaman bu sözü hepimiz anımsadıkBaşka zamanlar da böyle durumlarla karşılaştık. Şimdi de siz bu güzel el yapması işleri gösterince bir bakıma öyle baktık. Köylerde böyle ustaların olduğunu da hep biliyoruz! ”Öğretmen Mehmet Yücel’e teşekkür ettikten sonra açıkladı: “Ben zaten tümden umutsuz değilim, sezinlediğim kadarıyla içinizde birileri bu tür sözleri anımsatıyor, onu belirtmek istedim. Hani bir başka söz de vardır: “Dost acı söyler! ”Biz öğretmenler dostluk sınırları içinde olabildiğince acı sonuçlar verecek olaylar için acı uyarıcılık yapmak zorundayız. Bu da onlardan biri oldu! ”dedi. Ders zili çaldı. Harun’la ikimiz öğretmenin çıkardığı el işlerini toplayıp yerlerine koyduk. Talat Ayhan Öğretmen bana dolabından aldığı bir kitabı verdi: “Bak bu kitabı karıştır, özellikle Resim-Elişi bölümünü isteyen arkadaşlarına oku. Görsünler, gelecek yıl nelerle karşılaşacaklar! ”Kitabı aldım. İlkokul Müfredat Programı…Sevinçten uçacak gibi oldum. Öğretmen çıkınca Harun’un boynuna sarıldım. Arkadaş şaşırdı, neden sevindiğimi sordu. Anlattım. Birlikte bir çok sayfasını çevirip baktık. Bizim okuduğumuz tüm dersler burada da var. Fazladan ki asıl önemli olanı, o derslerin nasıl verileceği de açıklanıyor. İki saat önce Sami Akıncının anlattığı konuya gözüm takıldı ama zil çalınca koşarak Müdür Beye göründüm. Beni görünce Müdür Bey: “Geliyorum! ”dedi, geri döndüm. Az sonra Müdür Bey geldi, gelir gelmez gülümseyertek, “ Nerede kalmıştık diye sordu. İsmet ödevini anımsattı. . Müdür Bey İsmet’e anlatmasını söyledi. Özet kağını elinde olmasına karşın İsmet kağıda bakmadan konuştu. Müdür Bey dinlemez gibi durdu ama sonunda Pestalozzi ile Herbart’ı karşılaştırmamızı söyledi. Sami Akıncı kendi mantığına göre usta çırak ilişkisi açısından değerlendirdi. Ben de Pestalozzi’nin daha çok yeni fikirlere dayanan okul açmasını, Herbart’ın ise açılan bu yeni okullarda yeni bilimlerden yararlanan öğretim-eğitim etkinliklerini anlattım. Bu kez de, amacımı açıklamak, anlattıklarımı doğrulamak için az önce aldığım kitabı gösterdim. Müdür Bey dikkatle baktı: “Sen çok yaşa emi! ”deyip kitabı istedi. Kitabı verince yüzüme baktı: “Böyle bir sözümüz vardır, daha önce hiç duydun mu? ”diye sordu. Çok duyduğumu söyleyince: “Demek çok işe yarayan işler başarmışsın, bu da onlardan biri; kaç zamandır bu kitabı alıp gelmek istiyordum. Bizim bu yılkı çerçek çalışmamız bu kitap üstüne olacak. Pestalozzi’ler Herbart’lar da gerekli ama asıl uygulama bunlar. Bize de uygulama çok gerekli. “Çünkü köye atanır atanmaz okul açılınca bununla karşılaşacaksınız! ”dedikten sonra kitabı karıştırdı. Kitabı masaya koyup kendi köylerimizdeki okul durumlarını sordu. 29 rakadaş içinde tek benim köyüm 3. sınıfa kadar(Eğitmenli olarak) çıktı. Ötekiler hep 5 sınıflıymış. Müdür Bey bu kez: “Kendi köylerinize verileceğinizi kesin bilsek, işimiz kolaylaşacak ama, belli olmaz yakın köylere de atanabilirsiniz; o nedenle biz, tüm olasılıkları düşünerek hazırlığımızı yapacağız. Bu da işimizi hem zorlaştıracak hem de biraz yoracak! ”deyip yüzümüze baktı. Müdür Bey ne düşündüyse, gülerek: “Ben neden söz ediyorum, siz bu konuda henüz bilgi sahibi değilsiniz; derslerimiz ilerledikçe öğreneceksiniz. Okulların ders düzenleri büyük bir titizlikle kurulur. Bu konuda deneyimi olmayanlar bu titizliği gösteremez! ”deyip bana baktı: “Köyünde eğitmen varmış, hiç ilgilendin mi işleri nasıl yürütüyor! ”dedi. Ben, İlşköğretimMüfettişi Hamit Gürsel’le Gezici Başöğretmen Mehmet Turan’ın sık sık geldiklerini anlatttım. Gelenlerin adlarını söylediğim için Müdür Bey: “Sana inanıyoruz canım, adlarını söylemeye gerek yok! ”deyip güldükden sonra kendisi Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığını, İlköretim Müfettişlerinin, Gezici Başöğretmenlerin yardımlarının da sınırlı olduğunu; sakın sakın onlara güvenerek işinizi savsaklamayın, bunu yaparsanız yardımını beklediğiniz makamlar sizi suçlayıp karşılarına alırlar. Bu kez işler iyice çıkmaza girer! ”dedikten sonra Milli Eğitim Müdürlüğü sırasında ençok bu tür olaylarla uğraştığını, işlerin sen-ben şekline döküldüğünü, haklı- haksız yer değiştirmelere gidildiğini anlattı. Bana dönerek: “Yakın bir zamanda okulumuz bölgesindeki İlköğretim Müfettişleri ile Gezici Başöğretmenler toplantısı yapıp tanışacağız. Onlarla işbirliğimiz sürecek. Geliş gidiş zorluğu nedeniyle toplantıyı baharda yapmayı tasarlıyoruz. O toplantı sizin için de yararlı olacak. Yacvaş yavaş öğretmenliğe yaklaştığınızı duyumsayacaksınız! ”Müdür Bey kitabı alıp bana verirken arkadaşlar sordular: “O kitaptan almak istesek nereden alırız? ”Müdür Bey kitabın satılmadığını, Milli Eğitim Bakanlığı onu ilgililere gönderdiğini, ancak İstanbul, Ankara gibi büyük illerde aranınca bulunabilineceğini anlattı. Sonra da: “Köylerinizdeki okullarda vardır, izinli gittiğinizde bir yoklayın; hiç değilse ödünç alıp baştan sona bir okuyun. Önemli bölümlerini zaten biz burada okuyacağız! ”deyip ayrıldı.

Müdür Bey ayrılınca arkadaşların bir bölümü bir birine bakarak öyle durdular. Mustafa Saatçı İsmet’e seslendi: “İsmet Öğretmen, o kitaptan senin okulda var mı? ”İsmet duraksamadan: “Var ama ben onu Ceylan Köy Öğretmeni Mehmet Yücel’e vermiştim! ”deyince Mehmet Yücel bu kez İsmet’e çıkıştı: “Hey, Kızılcıkdere köyü öğretmeni, “Ceylan Köy Okulu Başöğretmenine! Dem eye dilin var mıyor galiba, buna kendini alıştır! ”Öğretmen-Başöğretmen şakalaşmaları bir süre gitti.

Hilmi Altınsoy bir süre konuşmadı. Mehmet Aygün kendine göre bir yol düşünmüş: “Müdür Beyin söyledikleri umurumda bile değil, benim köyümde kendi öğretmenim, o beni sever; eksikliklerimi tamamlamaya yardım eder! ”dedi. Yusuf da o görüşe katıldı ama onun kendi köyüne verileceğinden kuşkusu varmış, köy büyük olduğundan öğretmen çok olşuyormuş. “Oraya verilmezsem! ”deyip yutkundu. Hilmi Altınsoy birden: “Bu eğitmenler nasıl yapıyor bu işleri, onlar ne kadar okuyorlar ki? ”deyip yüzlerimize baktı. Ben, bizim köydeki Mustafa Ağabeyin başarısından söz ettim. Bu arada özelliklerini sayarken güzel şarkı söylediğini de ekledim. Hilmi birden sinirlendi: “Siz adamı deli edersiniz, bunun şarkıyla ne ilgisi var, elaleyim minicik çocuklarına okulda şarkı mı söylüyor yanı? Ben şimdi öğretmen olunca şarkı mı söyleyeceğim? ”diyerek yüzüme baktı. Hiç yanıt vermedim. Sustuğumdan da huylandı: “Kızma abi, soruyorum, sen biliyorsun bu işleri! ”dedi ben gene sustum. Bu kez arkadaşlar ortaya konuştular. Sözleri Hilmi içindi ama onlar kenki kendilerineymiş gibi geçmiş yaşamlarını anımsattılar: “Okuldaki durumlarımızı tümden unutmadık, bize yapılanları gidince biz de başkalarına yapacağız. Öğrenince neden yapmayalık? ”Bu kez de ben: “Zaten sorun bu;

çalışıp gereken bilgileri kazanmak. Ama bu çalışmayı gerektiriyor; çalışmak da bir alışkanlık işidir; buna alışmamışlar şimdi birden buna uyabilecekler midir? ”diye sordum. Hilmi sustu.

Hikmet Özmen Öğretmen duyuru yaptı: “Son sınıflar Tarım binasında toplanacak! ”Gözler, öğretmenler masasına döndü; Besim İyitanır Öğretmen var mı? Nedense Besim İyitanır Öğretmen birden ilgi konusu oldu: “Adam yeni evli, her gün okula mı gelir? ” sorusuna kimse yanıt vermedi ama birkaç arkadaş birden sordu: “Niçin gelmesin? ” Arkasından kıkırtılar…. .

Tarım barakasında toplandık. Kar eriyor, ancak öbek öbek kar birikintileri var. Ayrıca gölcukler oluşmuş. Karları dağıtıp su birikintilerine kürek ucuyla yol açıp akıntı sağlayacağız. Hikmet Öğretmen yapacaklarımızı anlatırken Besim Öğretmen geldi, gülümseyerek Hasan Üner’in elinden küreği aldı: “Az laf çok iş! ”dedikten sonra kar kümelerini dağıtıp iki üç gölcüğü çiziklerle akıttı: “İşte böyle arkadaşlar, benim yaptığımı siz de yapın! ”dedi. İki gruba ayrılıp çalışmaya başladık. Bizim grup arılık arkasına düştü. Öğretmenler binaya girmişti. Rahat kaldık, diye konuşmaya başladık. İdris Destan: “Ne derseniz deyin kaba adam, Hikmet Öğretmeni susturdu! ”derken Besim Öğretmen yanımıza geldi. Kesinlikle İdris’in söylediğini duymamıştı. Ancak İdris çok vesveseli bir arkadaşımız, kuşkular içinde, tavırlarını doğallıktan çıkardı. Besim Öğretmen: “Karlara küreğin arkasıyla vurun, ezilsin! ”demişti. . Tam İdris'in yanından geçerken arkadaş küreğin arkasını su birikintisine vurdu. Vurunca su sıçrantıları yakın arkadaşlara olduğu gibi Besim öğretmenin yakınına dek sıçradı. Besim Öğretmen durdu, dikkatle İdris’e baktı: “İşte bu affedilmez! ”deyip başka bir söz söylemeden gitti. Olan oldu, arkadaşlar bir süre İdris’e yandın, o senin söylediğini duydu, o nedenle senin yanına gitti. Sen su siçratmasaydın da sana bir kulp takacaktı. Sen dikkatsizlik ettin, kendini kendin yakalattın! ”dediler. Az sonra Hikmet Öğretmen geldi, her zamanki gibi takılmalar yaptı, güldürdü. Bu arada: Besim Öğretmene çamur sıçratan kim? diye sordu. İdris kül gibi oldu: “Benim Öğretmenim vallahi, bilerek yapmadım, benim Besim Öğretmene saygım sonsuzdur, kötü amaçla söylemedim! ”deyince Hikmet Öğretmen şaşırdı: “Ne söylemesi, o içeri gelince eğildi paçalarına baktı. Sandığı gibi bir sıçrakma olmamış: “Yazık, çocuğu üzdüm! ”diye söylendi. Sen ona bir şey mi söylemiştin? ”diye sordu. İdris şaşkın şaşkın baktı: “Evetli hayırlı anlaşılmayan sözler söyledi. İsmet olayın çamur bölümünü anlattı, İdris’i de susturdular, konu şimdilik kapandı. Hikmet Öğretmen gülerek : “Evet, evet öğrencilikte olur böyle şeyler! ”deyip sözü kesti ama: “Öğrencilikte olur böyle şeyler! ”sözü ile ne demek istemişti? ” Bu kez de o anlaşılmadı.

Paydostan çok önce dersliğe döndük. Asım Öğretmenin odasına gidip uzun süre piyano çalıştım. Beethoven’in köstebek ya da dağsıçanı parçasını oldukça düzgün çalmaya başladım. Zil çalmadan dersliğe indim. İdris’in korkusu henüz geçmemiş. Takılanlar oluyor: “Sen de öyle tehlike yaratacak sözleri ne söylersin! ”İdris çok üzgün: “Ben ne bileyim adamın o anda çıkıp geleceğini? ”Sürekli bu tür şakaların konuşulmasından sıkıldığım için sıramda ters oturup programın ilk sayfasından başlayarak açıklamaları okudum. Tam anlayamadığım bir çok görevden söz ediliyor. Bir yerde oyunlardan söz edildi. Durup dikkatle okudum. Gerçi burada söz konusu oyunlar bizim zeybek ouyunları değil ama ben gene de işime yarayacağını düşünüp dikkatlice okudum. Çocuklardaki oyun gereksinimlerinden söz ediliyordu. B urasını arkadaşlara opkumak istedim. Salt “Öğretmen de oyunlara katılmalı ! ”tümcesini okudum. Bir yayagara koptu: “Bizim öğretmenler katılmıyordu! ”Sami Akıncı: “Ama arkadaşlar bizim okulumuz, yeni bir anlayış getirmek üzere kurulmuş bir okul. Eskiden Gezici Başöğretmenlik de yoktu. Ayrıca eskiden okul bahçeleri yoktu. Bahçesi olan okulların bahçeleriyse işlenmiyordu! ”deyince arkadaşlar bana döndüler: “Boş derslerde topluca okuyalım mı? ”Herkes dinleyecekse, niçin olmasın? ”dedim. Karşılıklı sözler verildi.

Açıklaıyıcı bölümümün kimi yerlerini gene gene okuyarak toparlamaya çalıştım. Öncelikle anladığım şu oldu: “Biz şimdi bir çok ders okuyoruz. Bu derslerde konular ortaya getirilip öğretiliyor. İlkokularda da benzer konular geliyor ama burada öğretmene bu konuların çocuğa kolay öğretilmesi görevi yükleniyor. Yani konuyu bilmek gerektiğinden başka bu konunun çacuğa kolay öğretilmesi de yüklenmiş oluyor. Kendi kendime güldüm. Sonra da İsmet’e takıldım: “İşimiz çok zor, yeğenim! ”dedim. Amacım bazılarını uyarmaktı. İsmet sordu: “Neden dayı? ”5. Sınıf matematik dersi konularından Roma rakamlarının öğrenilmesi, basit, bayağı, bileşik kesir hesapları, faiz hesapları, ar, hektar, ölçüleri yanında; makbuz, çek, fatura işlerini öğretmek var! ”dedim. İsmet gülerek: “Dayı, biliyorsun biz bunları babalarımızdan öğrendik, bilmeyenler düşünsün! ”dedi. Biz böyle bir konu ortaya getirdik ama hiç kimse duymamış gibi etkisiz kaldı. Ya da ben öyle sandım.

Yemekte Hilmi Altınsoy: “Abi o söylediklerin şakaydı değil mi? ”diye sordu. Anlamazdan geldim: “Hangisi? Oyunlar mı? ”Hilmi yok yok: “O fatura, çek, Roma rakamı falan dediğin şeyler! ”deyince ötekiler de kulak kesildi. Yusuf onları okuduğunu anımsadı, Roma rakamlarında bir kaçını, X-X1-X11-X111-X! V-XV diye de sıraladı. . Harun Özçelik de Yusuf’a katılınca konu önemsendi. “Bunları biz nasıl öğreneceğiz? ” Ben: “Roma rakamları, tarih kitabında geçiyor, onları bilmemiz gerekiyor! ”diyecek oldum. Sorun salt Roma rakamları değil, tüm derslerin bilinmesi gerekiyor.

Dersliğe dönünce Hilmi’yi yanıma çağırdım salt daha önceki tartışmaları anımsatmak: “Bize müzik ne gerek, biz çalgıcı mıyız, biz oyuncu muyuz? ”gibi aptalca konuşma yapanları utandırmak amacıyla İlkokullarda Müzik Dersiinin Amaçları bölşümünü okudum:

-Çocukta müzik zevkini ve ritm duygusunu heliştirmek.

-Her çocuğu, ilgi ve yeteneğine göre şarkı söylemeye, bir müzik aleti çalmaya, bir müzik parçasını dinlemeye, ritmik çalışmalara ve yaratıcı etkinliklere katılmaya özendirmek.

-Çocuğun, toplum içinde etkin yaşayabilmesi için gerekli müzik beceri ve bilgilerini elde etmesine yardımcı olmak.

-Okulda, evde ve çevredeki müzik etkinliklerine çocuğun katılmasına yardımcı olmak, çocuğun toplumsallaşmasında bir araç durumuna getirmek.

-Müzik çalışmaları yoluyla milli birliğin gelişmesine yardım etmek.

Hilmi birden elimden kitabı aldı, kalktı: “Beni dinleyin arkadaşlar, beni dinleyin, dinleyin ki bizim çoğumuzun şimdiden daha hapı yuttuğumuz öğrenelim. Bakın biz öğretmen olunca salt müzik derslerinde neler yapacakmışız! ”dedi maddeleri ağır ağır okudu. Bir kaç kişi dışınsda herkesin yüzü asıldı: Ali Önol, homurtulu bir sesle: “Bize öğrettiler mi ki isteyecekler? ”dedi. Dedi, az da gülümser gibi çevresine baktı. Aklınca gülün bir nokta yakaladığını sanmış olmalı. Bir : “Çüş! ”sesi geldi. Arkasında bağıra çağıra uyarılar geldi: “Sen, hala durumu kavrayamadın. Sana biz bunun için Baba Ali dedik. Sen bu baba sözünü yanlış anladın. Sen öyle yetişkin insan olan babardan değil, deniz kıyılarındaki İskele babalarındansın, yani teknelerin bağlandığı direk! ”Gülüşmeler bir süre gitti. Sami Akıncı: “Daha önümüzde 5-6 ay var, düzenli çalışınca eksikliklerimizi tamamlarız, bize öğretmediler diyecek durumda değiliz. Şaka mı bu? böyle dersek bizi köyden kovarlar. Gelin karşılıklı anlaşıp, birlikte çalışalım. Her hafta bir dersin konularını gözden geçirsek; çözemediğimiz sorunlarımızı da derslerde öğretmenlere sorsak o kitabın bizden istediklerinin çoğuna hazırlanmış oluruz! ”Arkadaşların büyük bir bölümü Sami’nin önerisini olumlu buldu: Halil Basutçu, Bekir Temuçin, Arif Kalkan arkadaşlar: “Ne susuyoruz? Karşılıklı söz verelim! ”dediler. Söz verenlerin yanında büyükçe bir gruptan ses çıkmayınca Bekir Temuçin elinde kağıt kalemle kalkıp sırayla herkese sorup yazdı. Katılacaklar, adlarının yanına imza attı

Yat zili çalınca sıvışır gibi derslikten çıkanlar oldu. Katılma taraftarı olduğum için üzerinde durmadım ancak Bekir Termuçin’e katılacağımı uzaktan söyledim.

Yatınca bu kez Hilmi Altınsoy’un okuduğu Müzik Dersinin Amaçları bölümünün ilerisindeki bölümleri düşündüm. Örneğin 5. Sınıflarda tek sesli şarkılar yanında 2 sesli şarkılar öğretilecek, deniyor. Ayrıca 2/4, 3/4, 4/4 tempolar yanında p-pp-mf-f-ff nüans işaretleri yanında Allegro-Andante-largo gibi hareket işarertleri de öğretilir deniyor. Bunları öğretecek kadar birikecek bilgi öyle birkaç saatte öğrenilebilir mi? Yıllalardır çalışmama karşın solfej, fono mimi, tünek terimlerini tam bilmiyorum. Gene de sevinçliyim; çok çalıştım ama çalışmayanların giderek düştükleri korkunun dışındayım. Bakalım öteki derslerden neler çıkacak? Oldukça rahat gözlerimi kapadım.

 

8 Ocak 1943 Cuma

 

Dün 9. sınıflara yeni bir üsteğmen gelmş. Geçen sabah İbrahim Ertur’uın ağabeyinden söz edenlerin bu sabah başka türlü konuştuğunu duyunca sordum: “Hani Aga Ertur gelecekti? ”O daha kıtasına gelmemiş! ”. Bu kez de: : “ Yani kıtasına gelince bu geri gidecek yerine o mu gelecek? ”diye sordum. İbrahim Ertur araya girip açıkladı: “Ağabeyimin buraya gelmesi söz konuu değil. Çünkü o daha teğmenlik kıta sürecini tamamlamadı. Önümüzdeki ağustosta üsteğmen olacak. Ondan sonraki zamanlarda belki olabilir! ”Bu kez de Sami Akıncı kendi açısından olasılıkları sıraladı: “Bize gelen üsteğmenler oldukça yaşlı oluyor. Sanırım onlar birkaç yıl kıtada çalışmadan okullara gönderilmiyorlar! ”Halil Barutçu da söze karıştı: “Rahat bırakın çocuğu ağabeyini beklesin, o umut ediyorsa umudunu kırmaya hakkınız var mı? Subay olan bir ağabeyi var, onu beğendiği yerde görmek istemesi suç mu? Hemen olur-olmaz yorumu yapıyorsunuz? ”Sami karşılık vermek için Hali’in yanına dönerken İbrahim Ertur yüksek sesle Halil’e açıkladı: “Ağabeyimin buraya derse geleceğini ben söylemedim. Benim söylediğim ağabeyimin birliğinin Kırklareli il sınırları içindeki bir birliğe geleceğiydi. Arkadaşlar o haberi Lüleburgaz’a yakıştırdılar! ”Sami Akıncı tamamladı: Sonra da bizim derslere getirdiler! ”Gülüşerek dersliğe gittik. Soğuk yok, karşılarda kara parçaları büyümüş. . Ancak hava çok kapalı. Dersliğimizin pencereleri, eski dersliğimiz gibi ıstrancalara bakmıyor. Yarım olarak Ergene tarafını görüyoruz. Hüsnü Yalçın bana sordu: “Sen bilirsin, bu havada kar yağar mı? ”Hüsnü’ye yanıt verdim: “Ben ıIstrancalara bakarak olasılıklar öne sürebilirim. Çünkü dinlediklerim, sorup öğrendiklerim, gözlemlerim hep Istırancalarla ilgilidir. Ergene dolayısıyla Meriç tarafları hakkında hiçbir fikrim yok! ”Sözümü tamamlamamıştım, Fettah Biricik ne düşündüyse oturduğu yerden ortalığa: “Yok, onun için de konuşacaktın! ”deyiverdi. Baktım: “Konuşmadım ama; dikkat ederesen susmasını beceriyorum. Senin gibi yerli yersiz ortalığa atılmıyorum. Bak ben yeri gelince sustum. Oysa sen hiç gereği yokken ortaya atıldın. Bu ortaya atılmak isteğin nereden kaynaklanıyor, hiç düşündün mü? ”Ayırdında değilsin ama galiba arkadaşların takıldığı tarafın seni oraya doğru itekliyor galiba! ”Bir an derslik boşalmış gibi sessizlik oldu. Arif Kalkan sordu: “Bu bir Atasözü müdür? “Arayan bulur, inleyen ölür! ”Bekir Temuçin yanıtladı: “Atasözü! ”Sami Akıncı düzeltme yaptı: “O öyle söylenmez, doğrusu böyledir: “Arayan Mevlasını da bulur, belasını da! ”Hilmi Altınsoy sordu: “Fettah şimdi hangisini buldu? ”Mehmet Yücel söze karıştı: Arkadaş, birincisini unutmuş durumda, ikinciye doğru dörtnal koşuyor! ”dedi. : “Arkadaşı at mı sandın? ” şakaları arasında kahvaltıya gittik. Kahvaltıda aynı konu açılmak istedi. Önledim: “Arkadaş aramızda olmadığına göre tek taraflı konuşma yapmamamız gerektiğini, hakkında söylenenleri kendisinin de duymasını onsuz yapılan konuşmaların dedikodu sayılacağını söyledim. : “Ben haklıyım, yüzüne harşı söylediklerimi, benim sözlediği bilir. Oysa arkadan söylenen sözler değişmiş olabilir. Değişen sözler benim zararıma da dönüştürülebilir. Bu kez ben haksız duruma düşerim. Benim ona söylediklerim, onun da kabul edeceği suç sınırları içinde kalıyor. Oysa başkası bunları, onu tümden çileden çıkaracak biçime çıkarabilir. Böyle olunca arkadaş haksızlıpa uğradığına inanır canı yanacağını da bilse tepki gösterir. Ben bunu istemem. O nedenle sözlerim kişilerin kendi yüzlerinedir! ”Arkadaşlar beni haklı buldular sözü Askerlik Dersimize getirdik; şöyle böyle üç haftadır boş geçen Askerlik Dersimize nereden başlayacağız? Alman-Rus savaşından sorular sormaya karar verdik. Ortak sorumuz: “Almanya neden doğrudan tüm gücüyle başkent Moskova’ya saldırmıyor da biri bir yanda öteki biryanda olan iki kente Leningrad’la Stalingrad’a saldırıyor? Özellikle Leningrad kentini daha önce Almanların aldığı söylenmişti; bu söylenti mi yanlıştı, yoksa Ruslar orasını Almanlardan geri mi aldı? Şaka maka derken kararalaştırdığımız soruları kendimiz de beğendik. Soru sorma görevini bana verdiler. Önce kabul ettim ama ben de öneride bulundum. Bu kez soruyu Recep Kocaman sorsun. Gerekçem de bu: “Üsteğmen eski derslerin durumunu öğrenmek isterse ben çaresiz kalkıp konuşacağım. Arkadaşlar kuşkusuz benim çavuşluğumu öne sürecekler. Böylece ben konuşmuş olacağım; bir de soru sormaya kalkarsam üsteğmen hoşlanmayabilir. Bu nedenle bir başka arkadaş sorarsa daha etkili olur! ”Recep razı oldu. Soruyu bir daha tekraraladık; dersliğe gidince bir kağıda yazıp dersten önce arkadaşlara da duyuracak. Sevinerek dersliğe döndük. Derslikte başka arkadaşlar da soru düşünmüşler: Onların sorusu Japonya-A. B. D arasındaki savaşlar. Japonya bu denli güçlü mü? A. B. D. Büyük Okyanusu nasıl geçip oralarda savaş yapıyor? Onların sorucusu da Bekir Temuçin. Mehmet Yücel konuştu: “Üsteğmen bunu yutarsa, iki saat konuşur. Biz de dersi atlatmış oluruz! ”Bunların da birer ders olduğu öne sürüldü: Japonya hakkında hiç bilgimiz yok. A. B. D güçleri oralara nasıl gidiyor? Koskoca ordu nasıl besleniyor? Biz savaşa girmediğimiz halde “Savaş var”sözleri arasında neredeyse karnımızı doyuramıyoruz. onlar bu kadar gücü nereden buluyor? ”Arkadaşlar zil çalınca beni uyardılar; kalkıp kapı önüne çıktım. Üsteğmen Asım Öğretmenle el sıkışmış, ellerini bırakmadan konuşuyorlardı. Asım Öğretmen anladı; bana: “Geliyor işareti yaptı. Geri döndüm ama konuşmalarını duydum: Üsteğmen Asım Öğretmene, burada oluşuna sevindiğini söyledi. Dersliğe girince kapı içinde dimdik durdum. Arkadaşlar oturuyor ama tetikteler. Azıcık uzadı. Kıpırdanmalar oldu. Ben duruşumu bozmadım. Konuşma başladı: “Bizi kandırıyor! ”derken üsteğmen geldi: “Dikkat, 5. sınıf derse hazırdır komutanım! ”dedim. Üsteğmen gülümsedi: “Günaydın! ”dedi. Oturmamızı söyledi. İlk sözü: “Kamp yaptığınız belli. Ama şimdi kampta değiliz. Ben de biraz sivilleşmek istiyorum. Öteki derslerinizde olduğu gibi Günaydınlarla karılaşılaşalım! ”dedi. Oturmamı söyledi. Oturdum. Önce gelen subay öğretmenleriniz kimlerdi? ”diye sordu. Arkadaşlar bir süre bakıştılar. İsmet kalktı: “Son geleni biz tam tanıyamadan ayrıldı. Daha önce arka arkaya üç üsteğmen geldi. İlk öğretmenimiz Yaşar Binbaşıydı. ! ” Deyip kesti. Üsteğmen hemen söze başladı: “Bir gün bir başka arkadaş gelir aynı soruyu sorunca siz de sayıyı değiştirip dört üsteğmen diyeceksiniz. Bizim meslek böyle, biz sürekli seyyarız. Seyyar nedir bilirsiniz, sürekli yer değiştiririz! ”dedi. Sınıfının süvari olduğıunu ancak birliğinin motorlu sınıfa dönüşmekte olduğunu, bu nedenle beni at üstünde göremiyeceksiniz! ”deyip güldü. Birliği Lüleburgaz’a yeni gelmiş. Lüleburgaz hakkında fazla bir bilgisi yokmuş. Ancak kendisi de Trakyalı sayıldığından Lüleburgaz halkını pek yadırgamamış. Bize derse gelişini de tüm Trakya insanını tanıma bakımından yararlı sayıyormuş. Amacı Kurmay Okuluna gitmek olduğundan yurdun genel durumu hakkında bilgili olmak istiyormuş. Her Türk subayı gibi Atatürk’ü kendine rehber almış. Atatürk de bu düşüncede olduğu için daha küçük rütbelerdeyken Selanik’ten Şam’a daha sonraları da doğu bölgelerini gezerek gerçek yurt haritasını beyninde çizdiğinden Kurtuluş Savaşına başlayınca gerçek cepheleri kolayca saptamış. Üsteğmen çok güzel konuştu. Tamamını belki kavrayamadık ama sesini çok dengeli kullandığı için vurguladığı sözleri anladık. Üsteğmen de anlattıklarına içtenlikle dalmış olacak ders zili çalınca kaşlarını çatarak: “Bu ne zili şimdi? ”diye sordu. Birinci dersin bittiği duıyunca gülerek: “E, iyi, ben kendimi bir derste anlattım. (Sınıf kaç kişi? diye sordu) sizler de birer saat kendinizi tanıtırsanız 30 saati böylece geçiririz! ”deyip çıktı. Arkadaşlar sıkılmış olmalarına karşın üsteğmeni çok iyi bulduklarını söylediler. “Herkes kendini bir saatte tanıtırsa 30 saat eder! ”Sözü ciddiye alındı. Mayıs sonuna dek askerlik dersleri sayılılırken Üsteğmen geldi. Gelir gelmez, ders durumumuzu sordu. Ders durumu sorulunca her zaman bir süre susulur. Gene öyle oldu. Üsteğmen bana baktı. Ben toparlanırken Sami Akıncı parmak kaldırdı: Çok sakin bir sesle: “Hemen hemen bu yıl ders yapmadık gibi efendim! ”dedi. Üsteğmen düzelme yaptı: “Komutanım! ”dedikten sonra açıkladı: “Tavırlarda asker disiplini beklemiyorum ama diller katiyen sivilleşemez. Askeri ayakta tutak kulak eğitimidir. Kulağını asker sözlerine alıştıramayan o kesinlik isteyen disiplini kavrayamaz. ! ”dedikten sonra Sami’nin konuşmasına izin verdi. İzin verdi ama Sami sözünü kısa kesti. Ben aklımı hazırladığımız soruya takmışım: “Soracağınız var mı? deyimnce hemen soracak gibi pusuda duruyordum. Beklediğim oldu. Şansıma, Üsteğmen bizim tarafa sanki bana soruyormuş gibi beklediğim soruyu sordu. : “ Kitabımızı açmadan konuşalım, benden ivedi olarak soracağınız var mı? ”Ben parmak kaldırdım. Haberleri izleyemediğimizi, gazete de alamadığımızı, oysa hepimizin ailesinden bir yada iki yakınımızın silah altında olduğunu. Savaşa girmediğimizi bilmemize karşın yurdumuz yakındaki savaşların ne durumda olduğunu merak ediyoruz. Önceki komutanlarımız bize bilgi verirdi ayrıca soru sormamıza da izin verirlerdi. Ancak 3 haftadır bu tür sağlıklı bilgilerden yoksun kaldık! ”Üsteğmen anladım, ancak bu sorduğun savaş olayı çok geniş bir konu, bunu sınırlamadan konuşmamız olanaksız. Çünkü bu durumda savaşın gerçek seyrini anlatmak olanaksız. Bunu ne Churchill (Çorçil), Ne Hitler, ne Stalin ya da Roosevelt(Ruzvelt) bile bilmemektedir. Ordular karşılıklı olarak mekik dokur gibi bir biri üstüne gidip çekiliyorlar. Ben size hangisini anlatayım? Benim bu konudaki bilgilerim de sınırlıdır! ”deyip yüzüme bakınca Leningrad ile Stalingrad savaşlarını sordum. Leningrad’la Stalingrad kentlerine neden saldırılıyor? Bu iki kente saldıracaklarına doğrudan Moskova’ya! ”deyince Üsteğmen güldü. : “Sen benim söyleyeceğim bilgiden daha fazlasını soruna tıkıştırmışsın! ”dedikten sonra Rus Çarlığı ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olgusunu anlattı. O iki kentin de adlarının sonradan değiştirilip ihtilal liderlerinin adları verildiğini. Rusya’da bundan memnun olanlar belki de daha fazla insanın bu değişikliklerden hoşnut olmadığını düşünen Hitler, o karşıt görüşlerde olan halktan yardım göreceğini ummuş olabilir. Bu bir varsayımdır. Ancak Moskova’ya saldırınca tüm Rus halkı ölüm bahasına direnecekti. Bence bu tür olasılıklar öne sürülebilir. Bunun bir denemesi vaktiyle yapılmış. Tarih derslerinde okumuşsunuzdur. Napolyon Bonapart doğrudan Moskova’ya saldırdı, zor da olsa Moskova’yı aldı. Ancak tüm Rus halkı bunu onur sorunu yapıp Napolyon ordusuna saldırdı. Sonunda Napolyon çekilmek zorunda kaldı. Bunları doğru olarak bilmek olası değil. Ama bu iki kent için ad değiştirme olayının önemli etken olduğu gerçeğe daha yakın. Çünkü Hitler, Sovyet yönetiminin ortadan kalkması için savaştığını bağıra çağıra dünyaya duyuruyor. Bu Stalini yok etmek anlamı taşımaktadır. Öyleyse onun adını taşıyan kenti neden yıkmasın? ”Üsteğmen bu kez arakadaşlara baktı. Recep Kocaman cesaretlendi sorusunu sordu. Üsteğmen gene gülümsedi: “Bak işte bu soru hoşuma gitti. Bunda, okuyup öğrendiklerimi rahatça size nakledebilirim. Bunu ben de bir çok insan gibi çok düşündüm. Yurdumuzun yarısından az toprağı var ama üç katı nüfüs besliyor. 1902 yılından beri de savaşıyor. 1905 yılında Rusya’yı yendi, duraksamadan Mançurya’ya girdi, aldı. Kore Yarımadasını topraklarına kattı. Durmadı, Çin topraklarının 1/3’ünü aldı. Bu yetmiyormuış gibi tek başına A. B. D’ye savaş açtı. Oysa A. B. D. her biri Japonya kadar toprağı olan 44 devlettir. Nüfüsları da Japonya’nın üç katı. Bunlara bakmadan savaşı açtı. Şimdiki durumda da başarısını sürdürüyor. Tüm Güney Doğu asya’ya egemen oldu, gözü Avustralya kıtasında. Aldığı yerlerin toplam toprağı Avrupa kıtasından daha büyük. İşte bu başarı için tek güç; Japon insanın yurdunu sevmesi, disiplinli çalışması, ordusuna güvenmesinden ileri gelmektedir. Gene de yaptıkları bence yanlıştır: Başka ülkeleri top-tüfek zoruyla almak, uzun süre sahiplenmek için yeterli değildir. Bizim atalarımızın vaktiyle yaptığı yanlışı onlar şimdi yapmaktadırlar. Bize nasıl kalmadıysa aldıkları yerler onlara da kalmayacaktır. Çünkü insanlar eskiye göre daha uyanıktır. Bir çok sömürge ülke bağımsızlık için kıpırdanmaya başlamıştır. Biz, başka ülkeleri almakta nasıl örnek olmuşsak, bağımsızlık kazanmada da örnek olmaktayız. Büyük devletler sömürge kavgası yaparken sömürgeler de bağımsızlık savaşlarına hazırlanmaktadır. Nitekim Afganistan, İran gibi ülkeler, İngilizleri yurtlarından kovmuştur. Şimdi de Hindistan başta olmak üzere bir çok sömürge ülke bizi örnek alıp bağımsızlık istemektedir! ”Üsteğmen gülümseyerek: “Durun bakayım; ben de sizin coğrafya bilginizi ölçeyim! ”deyip dünya kara parçalarını yüzölçümünü sordu. Asya 44, Amerika 43, Afrika 30, Avrupa 10, Avustralya 10 km2 olarak sıralandı. Üsteğmen: “44+43+30+10+10 sayılarını toplayarak önce 123 sonra da : “Hadi bunu yuvarlak olarak 125 km2 yapayım! ”dedikten sonra: Bunun, 30 Afrika, 10 Avustralya, 10 Kanada 10 da Hindistan ile Arap Yarım adası olmak üzere 60 km2’si İngiltere’nindir. Kalan 33 km2 Amerika karaları da A. B. D ile ortaktır. Bu, dünya kara parçalarının yarısı demektir. Dünya sularının ise hemen hemen hepsi bu iki devletin, İngiltere ile A. B. D’nin elindedir. Buna öteki ülkelerin baş kaldırması bundandır. Japonya kendi ülkesi yakınında onların karargah kurmasını istememektedir. Almanya da öyle! ”deyince Üsteğmen as duraksadı. Sami Akıncı parmak kaldırdı: “Ama komutanım, Almanya İngiltereden çok küçük devletleri aldı. Avrupa da bulunan tüm küçük devletleri kendi ülkesine kattı. ! ”deyince Üsteğmen gülerek: “Dur dur, o görünüşte öyle. İngilizler o küüük devletleri de yapay olarak kurup korumaktadır. Sözgelimi, Portekiz, Holanda, Belçika, Danimarka, Norveç Devletleri İngiltere’nin koruması altındadır. Dikkat ederseniz hepsi krallıkla yönetilmektedir. Hepsinin başında bir İngiliz kökenli ya da İngiltere hayranı uydu kral ailesi vardır. Bunlar oldum olası İngiltere için çalışır. Bunu bilen Almanya, İngiltere için casusluk yapacak bu ülkeleri ortadan kaldırmıştır! ”Zil çaldı. Üsteğmen gülerek: “Beni iki saat konuşturdunuz. Bunlar bizim, ekmek-su gibi gereksinim duyduğumuz konular, yaşamımızın bir parçası; sorulunca susamayız. Ancak lütfen bu soruları sık sormayın, gerçek konularımız eksik kalabilir. Arada bir olursa, ben de severek yanıt veririm! ”deyip selam vererek ayrıldı. Arkasından bir süre susuldu. İsmet sessizliği bozdu: “Ne derse desin madem süvariymiş gelecek derste Arap atları hakkında bilgi isteyeceğim. ! ”Hikmet Öğretmen elinde kitaplarla dersliğe girdi. İsmet’in ortaya attığı At, Arap atı sözlerini duymuş, gülerek: “Ben de size bugün atlardan söz etmek istiyordum; bu ne güzel rastlantı? ”diye baktı. İsmet, kendi sözünü duydu sandığı için özür diledi. Ancak at merakını da tekraraladı. Hikmet Öğretmen İsmet’e takıldı: “İki atımız var, renklerini söyleyebilir misin? ” diye sordu. İsmet doğru olarak söyledi. Ancak, okulun atlarına yaklaşmadığını da sözüne ekledi. Öğretmen nedenini sorunca benim başıma gelen olayı anlattı. Hikmet Öğretmen olayı benden sordu. Besim Öğretmenin adı geçince bu kez öğretmen şaştığını söyledi. Besim İyitanır Öğretmenin beni çok sevdiğini anlattı: “Kesinlikle bunun başka bir nedeni vardır, onu düşünün! ”dedi. Daha sonra getirdiği kitaplar arasından bir tanesini seçip başlığını gösterdi. Trakya Umumi Müfettişliği tarafından çıkarılmı büyükçe harflerle üstünde Trakya yazılı bir kitap gösterdi “Bakın Türk halkı için çalışan yalnız biz değiliz, başka çalışanlar da var. Örneğin Genel Müfettişliğimiz, yaptığı işlerin bir bölümünü burada anlatmaktadırBir Genel Müfettişlik olduğunu biliyorsunuzdur! ”deyince düzeltmeye kalkışan oldu: “Trakya Genel Valiliği! ”Öğretmen: “Her ikisi de söylenmektedir, ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Sizin bu konuda bilginizi merak ediyorum! ”deyince bir çok arkadaş parmak kaldırdı. Ali Önol öğretmene en yakın parmak kaldırandı, öğretmen ona sordu. Ali Genel Vali ya da Müfettişliği bir yana bırakıp bizim Edirne’den uzaklaşma olayımızı anlatmaya başlayınca öğretmen Ali’yi durdurdu: “Benim sorumla bunun bir ilgisi yok! ”deyince birkaç kişi birden : “Bizi, Edirne’den kovan Genel Vali Kazım Dirik! ”diyen oldu. . Öğretmen biraz kuşkulu olarak konuşmayanlara baktı. Sami Akıncı kalktı: “Arkadaşlar yanlış biliyorlar; bizi GenelVali ya da Müfettiş olan Kazım Dirik çıkartmadı, tersine(O bilakis, dedi)General Kazım Dirik, o zamanın Genel Valisi, deyince öğretmen: “Öyle ya, o öldü, Tanrıdan rahmet dileyelim! ”dedi. Sami sözünü sürdürerek, bizim okul binasını bizzat Edirne Bölgesi komutanı Salih Omurtag’ın aldığını, Kazım Dirik paşanın bile ona engel olamadığını anlattı. Öğretmen: “Neyse bunu daha sonra konuşuruz. Kazım Dirik Paşanın başlattığı yararlı çalışmalar arasında Trakya bölgesinde yetişen atların da aşılı üretimine geçildiği burada yazılıyor. Siz bu konuda neler biliyorsunuz? ”dedi. Bizim atlarımız olmasına karşın bu konuda bir bilgim yoktu. Salih Baydemir, Muratlı yakınlarında bir At Yetiştirme Çiftliği olduğunu ancak fazla bilgisi olmadığını amnlattı. Öğretmen sordu: “İnanlı mı? ” Salih İnanlı olduğunu söyleyince öğretmen elindeki kitaptaki yerin de İnanlı oduğunu söyleyip yazıları okudu. Yazıdan, at cinslerinin düzeltilmesi için Tarım Bakanlığının cins damızlık atlar(Aygır) gönderdiğini, baş vuranlara parasız yardımda bulunulduğunu, İnanlı’ya bağlı olarak öteki illerde de benzer birimlerin belediyelerce geliştirdiğini öğrendik. Öğretmen bana takıldı: “Atlarınız var, siz bu konuda bilgili değilmisiniz? ”deyince ben: “Bizim atlar koşumda kullanıldığı için erkek seçiliyor. Bu nedenle konu ilgimi çekmemiş! ”dedim. Çok bireysel biraz da bencil bir tavır, siz öğretmen olarak halkı aydınlatacaksınız. O nedenle devletin bütün görevlerini yüklenip yürüteceksiniz, kendinizi buna hazırlayın! ”dedi. Öğretmen çıkınca önce İsmet’e çıkışanlar oldu: “Senin Arap Atı merakından bize ne? Nerden çıkarıyorsun böyle b…. . işleri. İsmet güldü, arkasından yeni bir sorusu olduğunu gelecek derste onu soracağını söyledi. Ne olduğu sorulunca İsmet söylmedi. Çevrezini saranlar üsteleyinceİsm et benim üstüme attı: “Bana dayım söyledi, o biliyor, o söylesin! ”Böyle bir şey yoktu ama İsmet öyle dediğine göre salt onu rahatlatmak için : “Tembel insanları azaltmak için önemler alınıyor mu? Bizim bu konuda bilgimiz yok! ”dedim derslikten çıktım. Müdür Beye gittiğimi bildikleri için arkamdan kimse konuşmamış. Müdür Bey hazırmış, benden önde yürüdü, dersliğe birlikte girdik. Dersliğe girince de elinde yuvarlatıp tuttu kitabı göstererekYıllardır bu işin içindeyim. Önce dersliklerde çocuk okuttum, sonra bir süre daha okuyarak Müfettişliğe geçtim daha sonra da Milli Eğtim Müdürü olarak bu işleri düzenleyip yürüttüm. Bir çok deneyimim var. Gene de eksikliğim olduğunu zaman zaman görüyorum! ”dedikten sonra elindeki kitabı göstererekAkşam rastgele birkaç yeri çizdim. Çizdiğim yerleri öncelikle size okuyacağım. Okuyacağım ki neleri yapmak zorundasınız, sizden neleri isteyecekler. Öğretmenlik özellikle köylerde öğretmenlik salt çocuk okutmak değil, çocuğu okutabilmek için yapılacak hazırlıklardır. Önemsiz görülen bir çok araç-gereç çocuğun öğrenmesini kolaylaştırmaktadır. Bu konuda sizden zorunlu beceri beklenecektir. İyi, başarılı bir öğretmen olacaksanız, buna hazırsanız; bu kitabı iyi belleyeceksiniz (Hıfsedeceksiniz) dedi. Açtığı bir sayfayı okudu.

İlkokul öğrencilerine kazandırılacak bilgi ve becerilerimn sağlam ve köklü olabilmesi için çocuklara çalışma yeri hazırlanmalı, buraları çalışma araçlarıyla donatılmalıdır. İlkokulda çalışma yerleri Derslik, İşlik, Uygulama Bahçesi, Mutfak, Arılık v. b. olabilir

Derslik: Salt kitap okumaya, ders dinlemeye yetecek yer olmaktan çıkarılıp, gerektiğinde ikiden çok çocuğun bir arada çalışmasına elverişli biçime sokmalıdır. Böyle bir çalışmaya eski sıra düzeni elverişli değildir. Bu tür sıraları kaldırıp masa-sandalye düzenine dönüştürülmelidir. Ayrıca derslik, ayrıca salt üstüne tebeşirle yazı yazılan bir kara tahta ile bırakılmamalı, bunun yanında metre, terazi, termometre, barometre, saat, pergel, gönye, kompas gibi ölçü araçları, yazısız haritalar, kabartma harita örnekleri, ders levhaları sanat değeri bulunan resimlerle donatılmalıdır. Ayrıca dersliğin bir yanında büyük bir levhada çocukların yaptığı işler-resimler sergilenmelidir.

Derslik, Çocukların rahatlık ve sağlıkları düşünülecek, estetik zevklerini okşayacak şekilde düzenlenecektir.

İşlik: İlkokul öğretim programlarında yer alan ders konularıyla ilgili iş ve deneylerin hepsini derslikte yapmaya olanak yoktur. Okulda öğrencilerin bu bakımdan gereksinimlerini karşılayacak genişlikte işlik bulunması zorunludur. İşliğin yararlı vr erimli olabilmewsi, amaçlarını gerçekleştirebilmesi için buranın yeter sayıda iş masası, kum sandığı ya da masası, tezgah, mengene, çekiç, testere, burgu, rende, cam kavanoz, tüp gibi iş ve deney gereçleriyle donatılmalıdır. İşlik yapılmaya elverişli yeri bulunmayan okullarda dersliklerin bir köşesinde ya da koridorların bir köşesinde iş tezgahlarıyla yukarda sayılan gereçlerin korunacağı bir dolap ya da dolaplarla bu gereksinim karşılanmalıdır. Havaların elverişli olduğu günlerde bahçenin bir köşesinde de çalışma yolları aranabilir.

Müdür Bey gülerek: “Önce burasını neden okuduğumu bilmem düşündünüz mü? İçinizde birileri hala gerçek durumunuzu, önünüzde sizi nasıl sorunlar beklediğini anlamış durumda değil. Öğretmen olacak ya, bildiği öğretmenler gibi çalışıp gideceğini sanıyor: “Yapıcılar, yapı yapar, marangozlar çatı çakar! ”deyip geçiyor. Bir eliyle tuttuğu açık kitaba, öteki elinin ucuyla vurarak: “İşte duydunuz, daha sonra gene okuyacağız. Bunun marangozu, duvarcısı yok hepiniz bu kitabın buyruklarını yapacaksınız. Yapmazsanız sizden isteyecekler. İstedikleri zaman da yapmazsanız; ona bir diyeceğim yok. O sizin bileceğiniz bir iş, benden söylemesi. Disiplin cezası aldıktan sonra pişman olup ağlayan öğretmenler gördüm. Çok üzüldüm ama dertlerine çare bulamadım. Duygusuz bir insanmışım gibi : “Adaletin kestiği parmak acımaz! ”deyip geçtim! ”Mudür Bey bu kez okuduğu yeri açıp termometre’yi, barometreyi, kompası sordu. Emrullah Öztürk kompas yerine baskülü anlatınca Müdür Bey güldü. : “Sonuç olarak(O Netice iitibariyle dedi) ikisi de ölçüde kullanılıyor! ”dedikten sonra: “Aman aman birini alıp öteki yerinde sakın kullanmaya kalkmayalım! ”dedikten sonra 2. Çizdiği yere geçtiğini söyledi. Okul, çocuklarda güzel şeylere karşı sevgi ve bağlılık uyndırmalı; onlara kendi yaşlarına göre her şeyde ve her yerde güzeli, iyiyi, doğruyu arayıp bulma ve değerlendirme alışkanlık ve gücünü kazandırmalıdır! ”deyip yüzümüze bakarken zil çaldı: “Devam edeceğiz deyip ayrıldı. Sınıftaki arkadaşların tavırlarına bakınca iki grup oluşturduğu hemen anlaşılmaya başladı. Çok memnun olanlar, konuşmalardan giderek sıkılanlar. Neyse ki sıkılanların sayısı fazla değil. Üstelik sıkılanlar Sami Akıncı çevresinde toplananlar. Sami Akıncı ise tüm derslere ayırmaksızın çalıştığı için çok mutlu. Müdür Bey çıkınca: “Ah şöyle, öğretmemnliği biraz olsun öğrenelim deyişi sıkılanları iyice küstürdü: “Fettah duramadı, duyulur duyulmaz bir sesle: “Çok lazımdı! ”dedi. İsmet duydu: “Bana çok lazım! ”diye bağırdı. Bu kez de Bekir Temuçin İsmet’e çıkışırca: “Neyeymiş o, salt sana mı lazım? Hepimize, hepimize! ”diyerek dersliği çınlattı.

Yemekte bizim masada Hilmi Altınsoy gene yalnız kaldı. Kendisinin dışındakilerin memnun olmasını ise marangozluk grubunda oluşlarına bağladı. Sözde okuldaki işlikte salt marangoz takımları varmış. Müdür Bey yapıcı takımlarından hiçbir şey okumamış. Bir süre güldük. Yusuf hemen yanıtları: “Emrullah’ın kompasını yapıcık için sayalım! ”Bu kez de Hilmi kompasın nemene bir şey olduğunu sordu. Hasan Üner parmaklarıyla tarif edince Hilmi iyice kızdı: “Ulan oğlum yapıcılıkta ne işe yarar o? ”Bu kez de Mehmet Aygün: “Siz büyüğünü yaparsınız. Alın bir iki kalas, istediğiniz ölçüde yaparsınız! ”Hilmi : “Artık iyice sıkılıyorum bu sizin şakalarınızdan! ”deyip sustu.

Yusuf Asıl konuyu değiştirmek için: “Aaa, Fahri Öğretmen gelmiş! ”dedi. Gerçekte Fahri Öğretmeni bir yere gittiği falan yoktu. Biz de ya, sahiden gelmiş, diyerek Fahri Öğretmenin şakalarından söz ettik. Recep, Fahri Öğretmeni Hasanoğlan’da kalan Ali Yılaz Demirbilek Öğretmene benzetti. Bu kez Hilmi : “Öyle biri varmıydı? ”diye sordu. Bir kaç kez anımsatmaya kalkıştık anımsayamadı, gidip gidip Reşat Tekinay Öğretmene takıldı.

Duyuru yapıldı: “Son sınıflar zil çalınca derslikte toplanacaklar! ”Kar kürüme olmadığına göre ne olabilir? ”Yusuf Asıl yanıt buldu: “Çamur kürüme olabilir. Gerçekten yemekhane yolu dışındaki yollar, traktörle sürülmüş tarlalar gibi kabarmış durumda. Varsayımlar ürterek dersliğe gittik. O muydu, bu muydu derken revirden haber geldi. Genel sağlık kontrolu varmış. Ayşe Hemşire Harun Özçelik’i görevlendirmiş, onar onar revire gidcekmişiz. İlk on arkadaş gitti. İlk girip çıkacak 4 Mehmet Aygün, nler yapıldığını ondan öğreneceğiz. Biz Mehmet’i beklerken 15 Hüseyin Serin geldi. Ondan öncekilerin hep bir özrü çıkmış. arkadaşlar telaşlandılar: “Bir salgın hastalık mı var yoksa? ”Bizim grup çağırıldı. İsmetle aynı gruptayız. İsmet dalgınlıkla sordu: “Dayı, böyle bölünmelerde bir araya gelmiyorduk! ”Yusuf Asıl İsmet uyardı: “Eskiden Ali Aga vardı, diziyi o değiştiriyordu. ! ”deyince İsmet kendine göre hesapladığı için gene anlamadı. Yusuf’a: “Küçük Ali Aga’nın numarası 6’tıydı, dayımla ne ilgisi var? ”Yusuf parmak sayarak bir numara artınca benim numaramın 3. gruba kaydığını kanıtladı. İsmet’i bu kez de Halıl Basutçu uyardı: “Bu çocuğa küçük deme, onun boyu kısa ama beyni senden büyük, baksana yanlışlarını düzeltiyor.

Revirde bu kez iki erkek sağlık görevlisiyle karşılaştık. Biri koltuk altlarımıca derece koyup baktı. Öteki kilolarımızı ölçtü. Ayşe Hemşire de yazdı. İlk sırada İsmet olduğu için dikkatle izledim. Dr. Asezai Bey İsmet’in burnuna , boğazına baktı. Kalın çorap giymesini soğuk havalarda kasketsiz gezmemesini tembihledi. Yusuf rahat geçti. Harun’a bakmadılar. O gelince gözetim altında tutulduğu söylendi. Abdullah Erçetin de rahat geçti. Bekir Temuçin iç odaya gönderildi. Orada ilk gruptan arkadaşlar varmış. Konuşmaları geliyordu. Ali Önol’a da İsmet’e yapılan işlemler yapıldı. Ayrıca: “Geniz etlerini büyütmüşsün! ”deyip içeri gönderdi. Dr. Sezai Bey, Salih Baydemir’e ellerini ileriye uzattırdı. Salih’in eli titremiş. Doktor Bey sordu: “Ellerin neden titriyor? ”Salih yanıt verdi: “Sinirden titriyor! ”deyince doktor bu kez de: “Sinir neden? ” diye sordu. Doktor, öteki görevlilerin tuttuğu listeye baktı. Gülümseyerek, Salih’e geçmesini söyledi. Hasan rahat geçti. Arkasından Hilmi Aktınsoy bir süre bekletildi. Ayşe Hermşire içerden siyah kaplı bir defter getirdi. Sayfalar açılıp kapandı. Sonunda Hilmi de içeri gönderildi. Sıra bana gelince Dr. Sezai Bey sordu: “Nasılsın? ”Ne diyeceğimi kestiremedim, duraksadım. Ayşe Hemşiye uyardı: “Doktor Bey sana soruyor, anlayamadın galiba! ”deyin: “Sağolun! ”diyebildim. Doktor ölçülerime baktı: “Kilo rekorun sürüyor ama boy rekorunu kaptırdın. Hem de bir değil iki rakibin var! ”deyim elimi tuttu. Önce anlamasmış gibi baktım. Orta parmağımın ujçunu ovuşturur gibi yapınca anladım; Ağrı kesildi! dedim. Doktor biraz sesini yükselterek: “Kesilecek tabii. O ne ki? Daha niceleri geliyor bu işlerde çalışanların başına! Deyip Ayşe Hemşireye baktı. Ayşe Hemşire eliyle kapıyı gösterdi. Koşarak dersliğe döndüm. Başka gelenler oldu. Orada bekletilenlerin neden bekletildiğini merak ettikTürlü olasılıklar öne sürüp bir süre oyalandık. Arkadaşlar birer ikişer geldi Gelenlerden inandırıcı bilgiler alamadık. . “Neden ayırıp bekletildiler? ”Kimimiz ayrılanların rahatsızlığı olduğunu savlarken, kimimiz olaya ciddiyek havası vermek için dikkatimizin çekildiği savlandı. Sonunda Harun Özçelik geldi, o açıkladı. Ayrılan arkadaşların çok duyarlı tarafları varmış. Onlar, yazılarak zaman zaman kontrol sedilecekmiş. İlerleme olacaksa önlem alınacak azalmış ya da geçmişse kayıttan silinecekmiş. Kayda geçen 18 arkadaş olmuş. Benimle birlikte öteki 10 arkadaşın şimdilik kaydı gerektirecek bir sağlık sorunumuz yokmuş. 7 Fettah Biricik-15 Hüseyin Serin-16 Sefer Tunca-42 Mustafa Saatçı-48 Yusuf Asıl-50 Abdullah Erçetin-60 Salih Baydemir-61 Hasan Üner-70 Halil Basutçu-76 Arif Kalkan. Sağlıksızlar arasına katılmasına en çok üzülenlerden biri yeğenim İsmet. Bir süre yakındı: “Geçen dört yılda bir gün bile revirde yatmadım, derslerden geri kalmadım; nedir benim kusurum? ”diye sordu. . Gece uyurken horladığı söylendi. İsmet buna da kızdı: “Gece horluyorsam doktoru ya da hemşireyi uykudn mı uyandırıyorum? ”diye sordu. Bu kez Yusuf Asıl: “Olmaz İsmet ağabeyciğim, horlarsan yengemi uyandırırsın, kadıncağız uykusuz kalır! ”deyince bir kahkaha koptu. Yuusuf’a soranlar oldu: “Sen İsmet’in alacağı kızı bilmiş gibi konuşuyorsun, yoksa bildiğin birşeyler mi var? ”gibi sorular ortaya geldi. Dikkat kesildim. Yusuf’u susturmak için onun en çok kızdığı konuyu ortaya getirdim: ”Yusuf hemşerisinin adı geçince neden çok kızdığını anladınız mı şimdi? ”Onu İsmet Ağabeyine(Yusuf şaka da olsa İsmet’e abi der) ayırıyordu. Yusuf benden bunu beklemiyordu, döndü bir süre baktı, Başını sallayıp döndü. İsmet sustu. Gülüşmeler giderek azaldı. Bu kez de Sami Akıncı, kendisini savundu, o da hiç hasta yatmamışmış. Sami’n in sözü üzerinde hiç durulmadı. İdris Destan çıkıştı: “İsteyerek mi hasta oluyoruz? Neden bu iş üstünde bu kadar duruyorsunuz? Siz hastalığı sevmediğiniz için mi hasta olmadığınızı sanıyorsuz? ” diye sordu. Mustafa Saatçı İdris Destan’a yanılıyorsun arkadaşım; bazı insanlar isteyerek hasta olur. Örneğin ben isteyerek SS’ye gönül kaptırdım böylece isteyerek aşk hastası oldum! ”Gülüşmeler, yalancı İmam, sahtekar Hafız, Kız mız sevdiğin yok senin! sataşmaları bir süre gitti.

Resim Odasına inip bir süre akordiyon çalıştım.

Yemekte Yusuf bir süre b enim le konuşmadı. Sonunda dayanamadı sordu: “Neden bana öyle dedin? ” Niçin dediğimi biraz kapalı olarak gerçeğe uygun açıkladım: “İsmet’in benim de yakından tanıdığım sözlüsü var. Şakalaşırken, bunu bilmeyenler İsmet’e şaka olarak da olsa kötü söz söyleyebilirler. Tanığım insanlar orada yok ama ben varım, onlara söylenecek sözleri ben içime sindiremem; yarın onlarla karşılaşınca söylenen bu sözler beni utandırır. Sevdiğim insanlarla aramda acı bir olay olsun istemiyorum. Bu nedenle konuşmanızı kesmek istedim. Düşündüm: “Susun! ”desem hiçbir anlamı olmayacak. Yalnız sana sataşsam, bu kez İsmet anlamayacak. En kestirme yol olarak bunu buldum. Beklediğim gibi konuşma kesildi. Yusuf bir süre gene sustu ama Hilmi Altınsoy beni öven sözler söyledi. Mehmet Aygün’le Orhan da ona katılınca Yusuf yumuşadı. Dersliğ dönünce de yanıma oturdu. Müfredat kitabındaki Müzik Dersleri bölümlerini birlikte okuduk. Yusuf Asıl da benim gibi okuduklarımıza şaşırdı: “Bunları biz biliyor muyuz? ”diye sordu. : “Bilmiyoruz ama bilmemiz gerekiyor; müzik derslerinde öğretmene sorup öğreneceğiz! ”dedim. Yusuf bir “hııı! ” çektikten sonra kitabı alıp bir süre kendi karıştırdı. Bir süre sonra da öğretmene sormak üzere dört soru hazırladığını söyledi. İlginç sorulardı, alıp ben de not ettim: 1. Sol anahtarını neden ikinci çizgiye koymuşlar? 2. İstiklal Marşı’nın sözleri yedi kıta olduğu halde neden ikisi söyleniyor? 3 Müfredat kitabında Müzik; Ulusu bir bütün olarak tutan, sosyal bağlardan biridir. Bu ndenle ilkokulda Ulusal marş, şarkı ve türkülere gereken yer verilmelidir! ”deniyor. Biz şarkıların, türkülerin ulusal olup olmadığını nasıl seçeceğiz? 4. “Müzik seslerini tanıtmak için; sabit perdeli, körüklü ve yaylı sazlardan birinin kullanılması tavsiye edilir! ” deniyor. Oysa bize burada mandolin çalınması öneriliyor. Mandolin körüklü ya da yaylı saz olarak sayılır mı? ”Önce şaka ediyor diye güldüm. Oysa Yusuf şaka falan etmiyormuş; bunları yarın öğretmene soracağım! ”deyip ayrıdı. Yusuf gidince bir süre düşündüm. Arkadaşlar bir birini oyalamadan sürekli çalışsa sanırım içlerinden çok sayıda bilgili insanlar çıkacak. Benim başarılı görünmem zeki oluğumdan değil çalışmamdan. Yusuf benim kadar çalışsa kuşkusuz benim gösterdiğim başarının iki katını aşar. Şimdi de başarılı ama zamanının çoğunu konuşmakla, şakalaşmakla geçirdiğinden doğru dürüst ödev bile yapmıyor. Anımsıyorum, Fikret Madaralı Öğretmen bir gün: “Be çocuk, konuşman, kayrayışın çok güzel, gel şu yazını da biraz düzelt, istesen kısa zamanda güzel bir el yazın olur! ”demişti. Yusuf o güzel övüdü es geçti. Çok dikkatli olduğunu oyunlarda izlemiştim. Öğreticimiz Mustafa Atavcı(Eskişehir/Çiftelerli arkadaşımız) benimle birlikte Yusuf’la Ahmet Güner’e kapalı bir yerde öğretirken ben en az dört tekrar, Ahmet üç tekrarda kavrarken Yusuf ilk görüşte onuyun figürlerini kapıyordu. Kapıyordu ama onları hiç tekrarlamadığı için tümünü oynarken figür sıralamalarında bize uymak zorunda kalıyordu.

Yatınca gene Yusuf’un sorularını anımsadım. Asım Öğretmen pek soru sorulmasını sevmiyor: “Müzikte laf olmaz, müzik müziktir. Ya çalarsın ya da söylersin. İkisi de yoksa o zaman zorunlu susup dinlersin! ”deyip kahkahayı basıyor. Derste ise o zaman da, arkasından akorları basarak akordiyonla bir şeyler çalıyor. Bakalım Yusuf nasıl karşılık görecek?

Ocak ayı içinde 15 günlük tatilden söz ediliyor. Doğru çıkarsa sevineceğim. Nedense sıkılmaya başladım. Geçen yaz uzun bir tatil yapmıştık, bence kışın vermezler! dedim Mehmet Yücel olayı değişik açıdan değerlendiriyor: 15 gün ayrılışımız yiyecek tüketimi bakımından önemli, onlar onu düşünürler. Geçen kış iki ay nasıl bıraktılar! ”diyerek inandırıyor. Bu konuda Mehmet Yücel’in dedikleri çok kez doğru çıkıyor.

 

9 Ocak 1943 Cumartesi

 

Beden Eğitimi dersine Asım Öğretmeni çağırmak isteyenler soruluyor: “Kim isterse adını söylesin? Asım Öğretmen bir zaman boş dersime rastlarsa Beden gelirim! ”demişti. Arif Kalkan sordu: “Kim bu Beden Eğitimi dersi isteyenler? ”Ses çıkmadı. Mustafa Saatçı ekledi: “Dün revirde pısırdayanlar bugün koşmak istiyor. Kimseden ses çıkmadı. . İsmet bağırdı:  Sahi arkadaşlar, benim boğazım rahatsız, müzik dersi de yapmayalım! ”Revire yat! ”diyenler oldu. İsmet karşı durdu: “O zaman siz ders yapar, ilerlersiniz, ben geri kalırım! ”Mehmet Yücel İsmet’e: “Açıkgöz, senin nene gerek Arap atı falan, sen doğrudan Jandarma olacak adamsın. Biliyorsun, anadan doğma: açıkgözleri jandarma yazıyorlar! “Jandarma İsmet! ” sözü bir süre söylendi. İsmet alınmadı tersine: “Benim babam sahiden askerliğini jandarma olarak yapmış. Yaşlılar ona zaman zaman: “Jandarma Muhittin derler. Annemi de o jandarmalığık döneminde kandırmış! ”deyince şakalar iyice yayıldı. Muhittin Eniştemin jandarmalığının Yunan İşgali sırasında olduğunu, o nedenle onun Jandarmalığı bildiğiniz jandarmalık değil, daha çok çapulcu azınlıklara karşı olduğunu. O nedenle Yunanlılar kovulunca Muhittin Eniştemin Köyde kahraman sayıldığını anlattım. Çevrede bugünkü saygınlığının o günlere dayandığını söyleyince bu kez de İsmet’e: “Senin jandarmalığın zor, aklın varsa kendi köyüne gitme! ”diye övütler verildi.

Kahvaltıda da bana sordular: “Neden Jandarmalar için böyle bir söz söylenmiş. Kahve konuşmalarından belleğimde kalanları, kendi ölçülerim içinde yorumlayarak anlattım. Jandarmalar, öteki askerler gibi sıkı disiplin altında değiller. Köylere görevli gittiklerinde, verilen görevin durumuna göre rahat davranıyorlar. Örneğin bir suç izindeyseler gösterilen zanlıları, öldürmemek koşuluyla yerinden kalkamayacak duruma sokuncaya dek dövebiliyorlar. 6 lira yol parasını veren bir köylü, tahsildara geldiğinde makbusunu gösteremezse verilen para bir daha isteniyor. İstenen para verilmezse tahsildar onu bağlı olduğu kurum aracılığıyla karakola bildiriyor. Karakol komutanlığı benzer olayları biriktirip kendi görevlerine uygun bir zamanda jandarla aracılıyla kovuşturma yapıyor. Söz konusu köylü ödediği paranın belgesini bu ara bulmuşsa belli bir zamanda, gider gösteririm rahatlığı içinde işini sürerken söz gelimi jandarma soruşturmaya gelmişse, kendini haklı sayan kişiyi jandarma sorguya çektiğinde makbusu görünce izlemekten vazgeçmiyor. Dersdest adamı, gözetim altında en yakın jandarma karakoluna gönderiyor. O karakol ilçede değilse, gözetim altında getirileni ilçe karakoluna gönderiyor. Bu göndermeler, karakolların günlük işlerine uyularak yapılıyor. Bizim köy ilçeye 15 km. yaya yürüyüşüyle 3 saat. Oysa böyle bir tutuklu yakın karakol diye gösterilen Kırıkköy’e götürülüyor. Benzer suç zanlısı yakın köy Hamitabat’ta da varsa o da alınacağı için saatlerce bekleme, hatta günlerce de olabiliyor. Böylece bizim köylü var olan makbusunu ilk sorulunca gösterememenin cezasını3 saatlik yol yerine 1-2-3 gün karakollarda sürünerek ödüyor. Makbusu gösterince özgür oluyor ama, canı da burnundan geliyor. Bu acımasız uygulamalar halkın gözünü çok yıldırdığından korku kaynağı olarak jandarmayı görüyor. Görüyor ama gene de Jandarmayı doğrudan suçlamıyor. Çünkü onların da kendileri gibi, belli bir yaşta Vatan borcu ödeyen birileri olduğunu biliyor. ”Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal! ”sözüyle anlattıkları bu durumu halkımız jandarmayı hoş tutma yollarını araştırıp kendilerince bir kurtuluş buluyor. Köye jandarma gelince ne yapıp yapıp onları hoş tutma yollarını deniyor. Giderek jandarma da bu hoş tutulmayı bir hak sayıp daha fazlasını bekliyor. Zaman içinde bu durum jandarma sınıfını öteki asker sınıflarından farklı bir konuma döndürmüş oluyor. Bu kez de jandarmanın uzun uzun anlatmaya çalıştığımız tarafını görmezden gelip, sanki bu acıklı durumu jandarma görevini yapan Mehmetçikler yapıyormuşça onlara bir sıfat yakıştırılıyor. Jandarmalar açıkgöz olur. ya da açıkgöz olanlar jandarma olur. Ben anlatınca Hilmi Altınsoy yüzüme baktı. Bir şey söyleceği besbelliydi, nedense sustu, yutkundu. Ben ondan söz beklerken Recep Kocaman: “Söylediklerinin tümüne katıloyorum. Benim dayım yakın yıllarda askerliğini jandarma olarak yaptı. Öyle gülünç olaylarla karşılaşmışlar ki anlata anlata bitiremiyor. Anlattıklarının birsi de budur! Jandarma bölgesi telefon direklerini kontral için gittikleri bir köyde bir gece kalmışlar. Üç arkadaşmışlar. Köy odasında otururlarken iki bayan gelmiş. Sıkıla sıkıla yaklaşmışlarBirisi kocasından şikayetçiymiş. Ağlamışlar sızlamışlarBayanların durumlarında acınmışlar. Bir şey söylemiş olmak için ayrılmasını salık vermişler. Bayanın biri kocasından gerçekte memnunmuş, ama kocası onu çok dövüyormuş: “Konuşursanız, sizden korkar bir daha dövmez! ”demiş. Dayımlar, akşam kahvede çevrelerini sarıp onları dinleyenlere, ad vermeden bu olayı anlatmışlar. Orada bulunanlardan kimse böyle bir sorumluluğu üstene almadığı gibi, olayı tersine döndürüp sabaha dek topluca karılarından yakınmışlar. Kadınlar giderek kendilerine karşı geliyormuş, babaların çocukları dövmelerini engelliyorlarmış, açılan kurslara gidip giyim derdine düşüyorlarmış v. b. Üstelik bu köy, Trakya’da hem de İstanbul’a yakın bir yöredeymiş. Recep Kocaman’ın anlattığı benim hiç de yabancı olduğum bir olay değil bizim kahvede, bu tür olaylar sürekli konuşuluyor. Arkadaşlar henüz kahvelere gidecek yaşta olmadıkları için anlatılanları olmazmış gibi karşılayıp gülüşüyorlar. Mehmet Aygün: “Vay canına, biz bu tür olayları yaşam boyu dinleyecek miyiz? ”diye sordu. Salih Baydemir sorunu çözecekmiş gibi gülerek: “Kahveye çıkmazsak konuşulanları da duymayız, olur biter! ”deyince güldüm: “Buradan ötesini de ben duymak istemiyorum; oldu bitti ! ”deyip kalktım.

Beden Eğitimi dersimizde ilkokullardaki müzik derslerini anımsayanlar anılarını anlattılar. Okutan öğretmeni erkek olanlar hemen hemen doğru dürüst bir şey söyleyemedi. Bayan öğretmenlerde okuyanlar şarkılardan, rontlardan söz ettiler. Ancak Abdullah Erçetin’le Bekir Timuçin dışında kimse bir şarkının tümünü söyleyemedi. Hiç şarkı öğrenmediğini söyleyen de oldu ama bunu kimse inandırıcı bulmadı. Arkadaşların tamamına yakını Dağbaşını, Dumlupınar’ı, Yalancı’yı, Yaslı Gittim’i öğrendiğini söyledi. .

Deres zili vurunca Asım Öğretmenin odasından akordiyonu getirdim. Kapıda durdum yeni öğrendiğim Altın Başaklar şarkısını çaldım. Bir sessizlik oldu. Son müzik dersimizin bitiminde Asım Öğretmen onu çalmıştı. Çalışlarımız arasında kesinlikle fark var bunu ben biliyorum ama arkadaşların onu ayıracak duyarlığı olmadığını çok iyi bildiğimden kasıtlı olarak tekrarladım. Az sonra Asım Öğretmen geldi. Benim çaldığımı duyduğunu biliyorum. Çünkü ben dersliğe girerken Eğitimbaşının kapısı önünde konuşuyorlardı. O ise duymamış gibi akordiyonu alıp aynı parçayı çaldı. Bir kez de kendi söyledi. İstiklal Marşı’nı tekrarlattı. Tahtaya Dağlar diye bir marş yazdı. Duyan varmış ama tüm olarak bilen çıkmadı. İki kez çaldı. Önümüzdeki derslerde öğreneceğiz! ”deyip geçti. İnici, çıkıcı gam yaptık. Sınıf iki gruba ayrıldı, inici çıkıcı gamları birlikte yaptık. 1. Grup do sesinden, 2. grup sol sesinden başlayarak gam tekrarladık. Karma karışık oldu. Öğretmen Kanon sordu. Herkes susunca öğretmen anlattı. Benimle kanon yapmak istedi ama ben başartamadım. Abdullah Erçetin, Halil Basutçu başarılı oldu. Abdullah’a mandolin çalışıp çalışmadığını sordu. Abdullah biraz kısık sesle konuşunca arkadaşlar Abdullah’ın yeteneğinden söz ettiler. Öğretmen güldü: “Adam çalışmıyorsa bana ne onun yeteneğinden! ”deyip arkasını döndü. Ne düşündüyse babamdan çok duyduğum bir sözü tekrarladı. Adamın biri, çevresindekilere ikide bir: “Ben Halep’teyken 10 metre atlardım! ”dermiş. Bir, iki, üç, beş kez bunu söylemiş. Sonunda adama demişler: “Halep orada ise metre burada, gel burada da atla! ”Sizinki de o hesap. Abdullah yapar, diyorsunuz, görelim bakalım ne yapıyor? Abdullah’ın sesi, daha doğrusu kulağı müzik kulağı. Ancak bu işler salt kulakla olmuyor. İşin ucunda biraz gayret, çok çok da ter dökmek var! ”dedi. Öğretmen akordiyonu masa üzerine koydu yüzünü bize dönerken Yusuf parmak kaldırdı. Öğretmen gülerek Yusuf’a: “Söyle bakalım küçük ne söyleyeceksin! ”dedi. Küçük sözüne az bozulur gibi oldu ama Yusuf çabuk toparlandı, sorularını sordu. Öğretmen soruları önce başını sallayarak dinledi: “Güzel, güzel dedikten sonra Yusuf’a : “Sen şu önem verdiğin soruları bir daha sırayla sor! ”dedi. Yusuf sol anahtarını neden içinci çizgide olduğunu sordu. Öğretmen gülerek: “Sen onu düşünemedin mi? Onu belki en üste koymuşlardır ama o sallanıp düşmüş, ikinci çizgiye takılmış olabilir! ”dedi. Yusuf! ? ’a baktı. Yusuf’un yüzü renklenince öğretmen, “Hani sen şakacıydın? hemen kırılmak yok. Müzik sanatının büyük bilginleri yetişmiş, yüz yıllarca denemeden sonra en uygun kuralları koymuşlar. O beş çizgi bile geçmiş dönemlerde başka sayılardan bu şekle girmiş. O beş çizgi üstüne yazılan başka anahtarlar da var. Onlarla uyumlu ses çıkarması için sol sesinin o çizgide olması zorunlu olduğundan sol anahtarını oraya koyuyoruz. Piyano çalsanız hemen karşınıza bir başka anahtar çıkacak. Bakın arkadaşınız İbrahim akşam sabah o anahtarla uğraşıyor. Nefesli sazlar çalınca bir başka anahtarla da karşılaşacaksınız. Büyük kentlere gittiğinizde orkestra konserleri dinleyince göreceksiniz 15-20 türlü çalgı var. O çalgıların notaları değişik anahtarlarla gösterilir. O anahtarlar hep bu porte dediğimiz beş çizgi üstüne yazılır. Kısacası müzik yazımı kuralları bunu gerektirdiği için sol anahtarının yeri ikinci çizgidir. Sol anahtarının 1. çizgiye yazıldığ da olur. O zaman da birinci çizgideki notaların adı sol olacaktır! ”Yusuf biraz çekinerek 2. soruyu sordu. Öğretmen ona kısa yanıt verdi: “Çok uzun söylenirse esas durumunda durulamaz. Küçük çocukların törenlerinde iki değil bir kıtası söylenmektedir. Bestecisi de zaten iki kıtasını bestelemiştir. Siz isterseniz öteki kıtaları da deneyebilirsiniz! ”3. soru için öğretmen: “Gelin bunu önümüzdeki derslere bırakalım. Sizinle ilkokul çalışmalarınıza yardımcı olacak çalışmalar yapacağız. Bu sorunun yanıtı o sıralarda sık sık verilecek! ”dedi. Dördüncü soru için güldü: “Mandolin telli sazlardandır, akordu her an bozulabilir. Yaylı sazlarda oyledir. Kim yazmışsa onu yanlış yazmıştır. Sabit ses için aslında diyapozon gerekir. Piyano, akordiyon, armonika, ağız mızıkası ötekilere göre daha sabit ses verir. Siz öğretmen olunca ses düdükleri vardır, onlardan edinir sorununuzu çözersiniz! ”dedi. Yusuf’a yanıtların yeterli olup olmadığını sorarken ders bitti. Öğretmen gidince akordiyonu alıp çaldım. Akordiyon sesine gelenler olacağını biliyordum. Kapının önüne bir yığın insan geldi. Gelenler arasında bu kez SS’de vardı. Hem de öyle kapının dışında durmadı gelenlerin en önlerinde durdu. Derse gir zili çalarken akordiyonu kestim. Bir süre susan arkadaşlar birden boşandılar: “İmam Mustafa şimdi ne olacak? Mustafa Saatçı yanıt ararken Asım Öğretmen geri geldi. Gerekli olduğu için değil genel bilgimiz olsun düşüncesiyle bir örnek yazalım! ”deyip beni kaldırdı. Tahtaya bir porte çizdim bir fa anahtarı yazıp inici çıkıcı gam yazdım, ad olarak okudum. Öğretmen sesli okumamı istedi, sesli okudum. Arkadaşlar şaşkın şaşkın baktılar. Oysa ortada yeni bir durum yok, olay karışık gibi geliyor ama bilen için çok kolay. . Salt donun yerini bulup doğru başlayınca notalara bakmaya bile gerek yok, do major gamını bilen herkes okuyabilir. Ne var ki, Sami Akıncı da aralarında olan 20’den fazla arkadaş durumu bir türlü kavrayamadı. Benim yapmama da şaştılar. Öğretmen bir süre akordiyon çaldı. Yusuf bu kez zeybek havalarını istedi. Asım Öğretmen harmandalı ile Sarı Zeybek dışında zeybeklerin melodilerini bilmiyor: “Arkadaşınız onları size çalar! ”deyip Konyalı’yı , Trakya Horasını çaldı. Öğretmen bana sordu: “Sen söyle ne çalayım! ”dedi. İzmir Marşını söyledim. Öğretmenin çaldığını biliyordum. Anımsattığım için öğretmen teşekkür etti. İzmir Marşı’nı tekraralayarak çaldı. . Bu kez de kendisi: “Alın bir de Schubert marşı deyip: “Marşı Militer diye adlandırdığı bir parça çaldı. (Asker marşıymış)

4/4’lükten 6’ık sıraya dek nota değerli 10 ölçülü birer porte yazma ödevi verdi. . Yazdıklarımızı hem değer hem de ad olarak yanıtlayacağız. 4’lük, 2’lik, 1’lik, 8’lik, 16’lık notalar kullanılacak! Öğretmen çıkınca akordiyonu götürüp Müdür Beyin odasına uğradım. Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni Selahattin Yücesoy gelmiş. . Ben çekinerek girince Müdür Beyden önce bana söz etti, Hasan Amcamdan söz etti. Müdür Bey de dinledi. Bana, Ne çok tanıdığın var senin böyle? dedi, arkasından da : “Burası senin muhitin tabii! ”diye ekledi. Arkamdan Asım Öğretmen geldi. Müdür Bey onları odasında bırakıp benimle dersliğe geldi. Dersliğe girince de arkadaşlara takıldı: “Benim böyle arka arkaya derslere geleceğimi beklemiyordunuz değil mi? deyip güldü. Önce Mehmet Yücel’e sonra da İsmet’e sordu: “Siz açık yürekle konuşuyorsunuz, ne söylerseniz inanacağım! ”dedi. İkisi de beklediklerini, gelemediği zamansa üzüldüklerini söylediler. Müdür Bey gülümseyerek: “Ben baştan açık verdim, şimdi de ne söyleseniz inanacağım. Ancak ben de öğrencilik yaptım, öğrenciliğimin tatlı anıları arasında boş geçen derslerin ayrı bir yeri vardır. Boş geçen derslerin kendileri için bilgi kayıbı olduğunu bile bile sevinirler! ”deyince Sami Akıncı: “Biz biraz değişik anlayışlı öğrenciyiz efendim; boş geçen dersleri hep bizden kayıp olarak düşünüp üzülüyoruz. ! ”deyince Müdür Bey bu kez: “Bakın Sami, işi kendi daha geniş kapsamkı düşünüyor. Onun dileği öğretmeni olmayan derslerin de doldurulması. Bakın bu daha önemli. Bunu hep dilemekteyiz ama bu işi yönetenler bizim başvurularımıza ellerindeki olanakları gösterip sabır öneriyorlar. Hiç değilse bir fizik öğretmeni ile bir Spor öğretmeni için yaptığımız başvuruya, yakındaki askeri birlikle ilişki kurmamızı önerdiler. Bu da bizim şansımız olacak, yakın çevremizdeki koskoca iki tümende her meslekten insan varken bizim istediklerimiz yok. Sanat derslerinin açıklarını şimdi Ustaöğreticilerle kapatabiliyoruz ama kültür derslerine gireceklerin yasal koşulları var. Onlara uygun diploması olmayanları alamıyoruz! ”Dedikten sonra dersimizin bundan sonraki uygulanması için düşüncelerini söyledi: “Şubat ayı sonuna dek, şimdiki ders dağıtım çizelgesi uygulanacak. Mart-nisan aylarında tüm saatler bir güne alınıp uygulama gezilerine çıkılacak. Daha önce bildirilmiş uygulama okulları gezilecek, 1-2-3-4-5- öğretmenli okullar görülecek. Daha sonra da bir okulda bir hafta derslere girilip öğretmenlik denemesi yapılacak! ”Müdür Bey gülümseyerek: “Yavaş yavaş ayaklarınız suya değmeye başlasın. Önce ayaklarınız ıslanacak, sonra su paçalarınıza çıkacak. Bir de bakacaksınız ki tümden suya girmişsiniz, ayaklarınız yerden kesilmiş. Ne yapacaksınız? Yüzmeyi daha önce öğrenmişseniz yüzerek yolunuza gideceksiniz. Ya yüzmeyi öğrenmemişseniz? Bekir Temuçin: “İmdat! ”dedi. Müdür Bey baktı: “Yok bu iş imdatla falan olacak iş değil, siz yalnızsınız kendinizi kutarmaya çalışacaksınız. Çevrenizdekiler sizin çırpınışlarınıza bir süre bakacaklar. Kurtuluşu başarırsanız, işinizi sürdüreceksiniz. Sürdüremezseniz işte o zaman sizin çırpınışınızı izleyenler karşınıza çıkıp, sizin bu işi kıvıramadığınızı söyleyip işinize son verecekler. Bu çok acı bir olay. Onu bugün konuşmayalım. Önümüzdeki zamanı iyi değerlendirip yüzmeyi öğreneceğiz. ! ”Müdür Bey elindeki kitabı göstererk: “ Bu kitabı zorunlu olarak gözden geçireceğiz. Bu sizin işinizin içeriğini öğretecektir. Deminki sözünü ettimiz yüzme eylemi bu kitabı hıfzetmekle(Bellemekle) olacakrır! ”dedikten sonra konuları paylaşımı açıkladı. Matematik, Hayat Bilgisi, Matematik Türkçe derslerini 4’er , Yurttaşlık, Aile Bilgisi derslerini1’er teki dersleri ikişer kişi olmak üzere paylaşılacak. Kalan bir kişi de ders dağıtım cedvel örneklerini çizecek. Müdür Bey bu ödev bölümünü bize bıraktı: “Birlikte çalışacağınız arkadaşlarınızı siz seçin. Ancak iş uzamasın; bunu pazartesi gününe yetiştirirseniz iyi olur! ”deyip ayrıldı. Müdür Bey çıkar çıkmaz yüksek sesle bağırıp çağırmalar başladı. Harun Özçelik, çizelgeler seçiğini söyledi. Gerekçe olarak da revire yatabilirim, ortak çalışmalara katılamam. Çizelgeleri revirde de çizebilirim! ”dedi. Ben de Müzik konusunu seçtim, isteyen bir arkadaş kendisi bana katılabilir! ”derdemez Hasan Üner, katılacağını duyurdu. Duyurdu ama bunlar hep sözde kaldı. Birinin ödev üslenip yazması gerekiyor. Yalvar yakar bu ödevi Sami Akıncıya yıktılar. Sami Akıncı önce Hasan Üner’le beni yazdı. Böylece benim görevim saptanmış oldu.

Tören zili çalınca toparlanıp dışarı çıktık. Bir süredir alt salonda yapılan tören bugün yerine çıktı. . Hava bulutlu ama soğuk değil serince. Asım Öğretmen yüksek sesle bağıra çağıra konuşup toparladı. Arkadaşlar onun hareketlerine gülüyorlar. Oysa bana göre bu titizliği bir tür gösteri. Çünkü konuğu deneyimli bir müzik öğretmeni Selahattin Yücesoy. Onun yanında mahcup olmk istemiyor. Marş gerçekten güzel söylendi. Asım Öğretmenin yüzü gülüyor. Yemek gecikecekmiş gene dersliğe çıktık. İsmet bana soruyor: “Dayı, tek kişiliklerden alayım, bana yardım et! ”Tek kişilik Yurttaşlık Bilgisi ile Aile Bilgisi var, birini al, birlikte hazırlayalaım! ”dedim sevindi. Son gittiğimde Kamber Amcamlar yoktu, hastaları varmış, gidip görmem gerekiyor. İsmet gelmeyeceğini söyledi. İçimden sevindim; gideceğimiz yerin durumunu bilmiyorum, belki rahatsızlıklar sürüyordur. Bunu İsmet’e duyurmadım.

Yemekte Hasan’a takıldılar, kurnaz, gene yamanacak yer buldun. Hasan gereken yanıtları verdi. : “Gideceğiniz yere istendiğinizi bilerek gideceğinize inanıyorsanız hemen yerimi veririm! ”Arkasından da: “İstenmeyen yere kim girermiş? ” sorusunu sordu. Salih Baydemir yanıtladı: “Çörekçilerle börekçiler! ”Arkasından Hilmi Altınsoy hemşerisine çıkıştı: “Bizim yörede yok öyle bir söz! ”Salih yanıt verecek gibi baktı ama nedene sustu Bu kez de Mehmet Aygün: “Salih’in karnı acıkmış, hem çörek hem de börek istiyor. Yusuf Asıl sordu: “Nerede bu bolluk; hem çörek hem börek. Biz birisine razıyız! ”Ötekiler: “Biz razı değiliz. : “Biz razı değiliz, yanında bir de tatlı olmalı! ”Tatlılar sıralandı: Revani, Tulumba tatlısı, kadayıf, baklava, krema, aşure giderek haşaflara da razı olunduğu anlaşldı. Bu ara Recep Kocaman: “Kabak tatlısını unuttunuz’” deyince onlar sözü iyice şakaya döktüler ama benim aklım kabak tatlısına takıldı, Kamber Amcama gitmeyi düşünüyorum, yengem kabak tatlısından söz ederse bu kez kem küm etmeden isteyeceğim. Yusuf bana bakıyormuş: “Ne düşündün, içinden bize mi gülüyorsun yoksa? ”İzinli gidince bol bol kabak tatlısı yiyeceğimi söyleyerek sözü ileriye attım. Bu kez de arkadaşlar: “O izin sözü, laft kalır! ”dediler. Bu kez de ben söylenen söze takıldım: “Laf nedir, söz nedir? Söz lafta kalır mı? Kimse kesin konuşmadı ama böyle bir söylem olduğunu herkes duymuş.

Yemekten sonra derslikte hemen bu konu ortaya getirildi. Doğal olarak son sözü Sami Akıncı söyleyecek. Sami Akıncı’yı Eğitimbaşının odasına girerken görenler olmuş. Konu anlaşıldı. Piyeste olanları Sabahat Öğretmen çağırtmış, okuma çalışmalarına başlayacaklarmış. Arkadaşlar yeni yorumlar yapmaya başladılar. Bir süre onları dinledim ama içime bir değil iki kuşku düştü. gerçekleşirse ikisine de üzüleceğim. Öncelikle çalışmalarını Resim Odasına alırlarsa akordiyon çalışmam aksayacak. ikinci ise Röslein‘le ilgili. Şimdiye dek bizim sınıftan benden başka kimseye yaklaşmıyordu. Bana yaklaşmasını da hemşerilik görüntüsü altında sürüyordu. Arkadaşlarıyla yaptığım konuşmalarda bunu anlıyordum. Onlara öyle tanıttığını anlıyordum. Şimdi başka arkadaşlarla yakın ilgi kuracak. Bu ilgi kurduğumuz hemşerilik ilişkisini etkiler mi? ”Biraz kuşkulu sırama oturup kitap okudum. Kulaklarım kapıda. Düşündüğüm gibi bir karar verilmişse gelip benden Resim Odasının anahtarını isteyecekler. Uzunca bir zaman sonra Halil Basutçu geldi, kalem defter aldı. Rolünde yapması gereken hareketleri not edecekmiş. Çalışmaya başladınız mı? ”diye sordum. Başlamışlar. Dilimin ucuna geldi ama sormadım. Sorarsam bir ilgi kurum anımsar korkusuyla: “Aaa, ne iyi, haydı hayırlısı, başarılar, alkışlamaya hazırlanıyoruz falan gibi bir yığınn şamata ederek kapıya kadar uğurladım. Arkasından ağır adımlarla asfalta çıkıp artezyene doğru ağır ağır yürüdüm. Geçide inince Yeni Bedir koyüne yöneldim.

Amcamlar evdeydi. Geçen hafta gelip dönüşüme üzülmüşler. Kamber Amcam bacanağı için söylendi: “Sıcak kanlıdır ama anlayışı kıttır. Sen gittikten sonra neden bıraktım deyip dizini dövmüştür! ”

Haskalıkları önemli değilmiş. Ancak komşulara önemli olarak sunuyorlarmış. Olur olmaz yorumlarla insanların davranışlarını dedikodu konusu yapıyorlarmış. Örneğin diş dolgusunu lüks bir olay sayıp bunun için dişçiye gitmeyi, kentlileşle olarak yorumlayıp: “Kestana kabuğundan çıktı, kabuğunu beğenmiyor! ”türü söylemler sürüp gidiyormuş. Kamber Amcam: -Ne diyeceksin yeğenim, sorunlar salt sizde değil asıl katmerlisi bizde. Zaten bizdeki sorunların çözümsüzlüğü hükümet kapılarını sarktığı için sizler de ortalığa döküldünüz. Kusura bakmayın ama ben sizlerden de fazla umutlu değilim. Nejat İdil’in acımasızca, sorusuz sualsiz gönderilmesi beni kuşkuya düşürdü. Adamcağız dört yıl burada bir işçi gibi çalıştı. Birinci artezyenden su çıkmadığıgünlerdeki durumunu anımsıyorum da hala ürperiyorum. Öyleyken ikinci artezyene başladı:

-Bundan da çıkmazsa bir üçüncüye başlayacağım. Bakanlığım “Yeter! ”derse size geleceğim, işimden çıkarırlarsa sizinle birlik olup köyünüze çalışacağım. Sözüm söz buradan su çıkaracağım! ”deyişini hiç unutmuyorum. Ama o da rahmetli Paşaya, Kazım Dirik Paşaya güveniyordu. Onun ölümü, başta Nejat İdil olmak üzere hepimiz için iyi olmadı. Su çıktığı zaman kaymakamların, valilerin gelip gelip kutladıkları nasıl unutulur. Milli Eğitim Bakanlığı sağır mıdır? Bunları Trakya gazeterini günlerce yazdığı gibi İstanbul gazeteleride yazdı, gelenler yakın köy olduğumuz için beni de bulup konuştular. Ankara'dakiler bu gazeteleri okumuyorlar mı? ”Amcam konuştukça konuştu. Bu kez yengem çıkıştı: “Amcan böyledir, sinirlenir gelir bana dinletir. Bunları bana en az on kez anlatmıştır! ”dedikten sonra gülerek. :

- Bak o sana okul yaptıracağım, okulun atölyelerini buraya nakledip köyünün modern bir Avrupa köyü olduğunu göreceksin. Köylülerin elektriği, suyu parasız alacak. Höyüğü göstererek: “Buraya bir durak hazırlayıp gelen geçen yolcuları dinlen direceğiz. Bir kaç yıl içince okul ile köyün bütünleşecek! ”diyen vardı, o kimdi, onu neden söylemiyorsun? ”Amcam bu kez bana sordu: “Sahi bunu sana söylemedim mi? ”Aramızda böyle bir konuşma geçmediğini söyleyince amcam, bunları söyleyenin İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç olduğunu, kendisinin de göçmen olduğunu söylediğini anlattı. Zamanını sordum, Okulun temeli atıldığı günlerde Milli Eğitim Bakanıyla geldiğinde, İstanbul’a dönerken özel olarak durmuş, konuşmuş. Amcam: “Ya işte bu adam, o kırlığa altı ay içinde koca binayı konduran, bidonla eşekle su taşıtarak artezyen çıkaran adamı aldı attı. Yerine gönderdiği şimdi ne yapıyor. Adam gelir gelmez yaylı taligayı hazırlattı, kendi çocuklarını tıngırmıngır kasabada okutuyor. Öğretmenlerinizi görüyoruz, istanbul’a biri gidiyor biri dönüyor. İşte bunlar beni üzüyor. O nedenle biraz kötümser konuştum. Kusura bakma yeğen, senin az kaldı, çok çalıştın ama bence iyi zamanda ayrılıp gideceksin. Eski müdür zamanında senin burada kalmanı düşünüyordum. Kaç kez konuşurken konu edeyim dedim içimden. Sonra da; yeğenim işini bilir, iyi çalıştığını söylüyorlar, , o kendi yerini bulur, deyip vazgeçtim! ”Yengem amcama gene sataştı: “Yeter, gelecek sefere de lafın kalsın! ”deyip bana aç olup olmadığımı sordu. Aç olmadığımı söyleyince bilirmiş gibi kabak tatlısı dedi. Aklımdan geçtiği gibi rahat söyledim: “Kabak tatlısını özlemiştim! ”dedim. Ben tatlımı yerken amcam evdekileri sordu. Bir aydan bu yana gelen giden olmadığını, Hamitabatlı hemşerilerden bilgi edindiğimi, yakında izinli gideceğimi anlattım. Kendisi de kıştan yakındı, Lüleburgaz’a sık gidemediğini, gittiğinde de soğuk nedeniyle rahat dolaşamadığını, bu nedenle çarşı pazarda karşılaşma olmadığını anlattı:

-Bizim köylü kısmının kentliler ya da memurlar gibi belli bir yerimiz yok. Kasabaya inince heybe sırtımızda dükkan dolaşır, işimizi görünce köyümüze döneriz. Çok ender de bir kahveye uğrayıp bir kahve(Şimdi kahve yok, onun yerine çay) içer yolumuza düşeriz. Oysa Lüleburgaz’in 33 köyü var. Bu köylerden Allah’ın günü insan geliyorBir birlik kurup, orasını işletsek, Memur ya da tüccarların kuluplerinden daha iyi işler. Böylece köyler arasında bağlantıyı da kendi insanımızla kurmuş oluruz. Bunu giden kaymakamlarımızdan biri fikir olarak ortaya attı ama çok kısa kaldığı için düşüncesini uygulayamadı. Kaymakamın bu önerisine Kamber Amcamın aklı iyice yatmış olacak, bir süre böyle bir birliğin kuracağı salt kahve değil, otel bölümü de olacak, kalan köylüler rahatça yatabilecekler. Önemli olan pahalıya kaçmadan insanların barınabilmesi deyip eski hanları örnek gösterdi. Amcam han deyince benim bir handa kalma anım var onu anlattım. Amcam güldü:

-O dediğin han da, Enver Beyin hanında ben de yattım, işte onu unutamadığım için bunu düşünüp duruorum! ”dedi. Dört yıl önce Ali Ağabeyimle Lüleburgaz’a gelmiştik. At arabasıyla geldiğimiz için geç de olsa dönmeyi düşünüyorduk. Ama işimiz zamanında olmadı, sonra da çok şiddetli yağmur yağdı. Lüleburgaz’da kaldık. Yaz olduğu için giyimli de değildim. Arabayı Enver Beyin hanına çektik. Atların yeri rahattı. Bizim için de bir küçükk oda gösterdiler. Odada hasır örgülü bir masa ile iki sandalye vardı. . Ali Ağabeyim öyle olduğunu biliyormuş. Benim de bildiğimi varsayıp neşe içinde sinemaya gittik. Sinemadan sonra Hana varana dek bir daha ıslandım. Odamıza gitiğimde gene iki sandalye ile karşılaştım. . Ali Ağabeyimin başında kasketi vardı. Kasketini arkasına koyup duvara dayandı, uyumaya başladı. Bana da sandalyeyi gösterdi: “Otur, başını masaya daya ama sakın uyuma. Uyursan üşür, hastalanırsın! ”Ben birden : “Ama ben şimdi de üşüyorum! ”Ali Ağabeyim, gözlerini açmadan: “Şimdi üşüyorsun ama hiç değilse titriyorsun üşüyünce tireyen insan kolay kolay hastalanmaz. Uyurken titreme olmaz o nedenle uykudaki üşüme insanı hasta eder. Bu kez ağabeyim açıklama yaptı. Handa belli sayıda yatak, örtü varmış. Yağmur yağınca beklnmedik bir kalabalık hana sığınmış. Çocuklu ailelere eldeki örtüleri vermişler, ötekilerden de özür dilemişler. Ali Ağabeyim de hava açılır sinemadan sonra gideriz diye düşündüğünden başka bir çare aramamışş. Ancak biz sinemada iken yağan yağmur planını iyice bozmuş. Böylece ben sabaha dek titredim ama uyumadım. Arada başım masaya düştü, elimle tutup kaldırdım! ”Amcam gülerek:

-Tıpkı benim de böyle oldu. İşin ilginci benim de senin handa, Enver Beyin hanında. Bu köye henüz gelmemiştik. Ben bir ön gezi yapmıştım. İlkbahardı. Kalın, şayak paltom vardı. Giyince terlediğim oluyordu. Nisan ayı başlarıydı. Önce güzel giden hava birden bozdu. Kar mar yoktu ama sulu sepken yağmur günlerce sürdü. Otele geçmek istedim. Ötel bana hiç güvenli gelmedi. Giren çıkan belli değil, her odada dört beş kişi var. Kişiler her akşam değişiyor. Kemerimde para var. Yer bulup anlaşma yaparsak peşin vereceğim için üstümde taşıyorum. Gene hana döndüm. Döndüğüm gece tıpkı senin gibi sabaha dek uıyumadım. Sabahleyin yorgancıya gidip kalınca bir yorgan aldım. Han benim için daha güvenliydi, tek odada aklıp kapısını içerden kilitliyordum. Şimdi pazara gittikçe ya da çarşıdan pazara giderken uzaktan hanı görünce bazan bedenim ürperiyor. Ali’nin söylediği doğrudur. Uykuda üşüme insanı çabuk vuruyor. Bizim Balkan köylerinde de hep bunu söylerlerdi: “Karda ya da donda, kırda kışta tutulursanız, sakın bir kuytuya çekilince uyumayın! ”derler. Amcamla güzel güzel konuştuk. Ben kolumu uzatıp yan gözle saatime bakınca amcam, kalmamı söyledi. Gene geleceğimi söyleyerek ayrıldım. Yola çıkınca Höyük gözüme takıldı. Höyüğün çevresinde ne yapılmak istenmişti acaba? Umurca höyüklerini çevresi yılan dolu demişlerdi. Yılanla höyüğün içlerine mi giriyorlar? Höyükler hep kazılmış, belki de o kazılmış yerleri yılanlar yuva yapıyordu. Söylendiğine göre bu köylüler de höyüğün yakınına yaklaşmıyormuş. Yaklaşmayı uğursuzluk sayıyorlarmış. Kamber Amcam: “Ben inanmam o safsatalara diyor ama öteki köylüler inanınca o yalnız ne yapabilir ki! Okula yöneldim. Yoda düşündüm: Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç okulumuz Köy Öğretmen Okuluyken düşündüklerini enstitüye dönüştürülünce neden uygulamadı. . Belki de savaş tehlikesi yüzündendir. Savaş olursa buraları yakılıp yıkılacak diye düşünüyorlardır. Öyleyse bile bile neden masraf etsinler. Geçen yıl okula öğrenci bile alınmadı. Sahi biz bu konu üzerinde hiç yorum yapmadık. Biz Hasanoğlan’da kalırken buraya öğrenci alınmadı. Belki de Kepirtepe iyiden iyiye kapatılmak istenmişti. Edirne Öğretmen okulu kapatıldığına göre burası neden açık tutulsun? Kendi kendimle konuşarak okula ulaştım. Eskiden dersliğimiz yola bakarken arkadaşlar geldiğimi pencrelerden görüp takılırlardı. Şimdiki derslik yola ters düştüğü için gören olmuyor. Dersliğe girince Akın piyesi sözleriyle karşılaştım. İstemi Han’a takıldım. Sami Akıncı’ya babasını nasıl öldüreceğini sordum. Sami gülerek: “Ben babamı seviyorum, öldürür müyüm hiç. Oyunda da öldürmek yok, onları ortadan kaldırmak var. Ben onları ortalıktan uzaklaştırıyorum. Halil Sami’ye takıldığımı görünce Mehmet Başaran bana: “Bana bir diyeceğin yok mu? ”deyince: “Sana ne diyeyim ki? Sahnede babanın ortadan kaldırıldığını dunce sevinenlere ne söylenir? ”Mehmet Başaran:

- Rol icabı! dedi. O zaman da ben güldüm:

- Be kardeşim zaten konuşmalarımız da rol icabı, gerçekte babalarımıza hangimiz söz söyler ya da söyletir! Konuştuk ama benim merakım giderilmedi, piyes çalışmaları nerede yapılıyor? Soramadım. Soramadım ama konuyu uzatarak öğrenebileceğimi düşünerek Halil’e tüm rol sözlerini söyleyecek misin, yoksa öğretmen kısaltma yapacak mı? ”Sami söze karıştı:

- Kısaltma yapılırsa öteki arkadaşların da sözleri eksilecek, o nedenle öğretmen kısaltma taraftarı değil! dedi. Bu yöntemle bir şey öğrenemeyeceğimi anlayınca sustum. Nasıl olsa bir başka yöntemle öğreneceğim! demeye kalmadı Tevfik Uğurlu geldi Sami Akıncı’ya. “Abi, anahtarı verirsen, kitaplığı açacağım, kitap isteyenler var! ”deyince durum kendiliğinden anlaşıldı. Piyes çalışmaları kitaplıkta yapılacakmış. Tevfik, Sami Akıncı’ya sordu: “Çalışmalarınız her gün mü? ”Sami yalnız cumartesi günleri öğleden sonra kitaplıkta, Mart ayından sonra da bir başka yerde sürekli çalışmaya başlayacağız! ”dedi. Sevindim. Marta dek Resim Odasında çalışacağım. Sabahat Öğretmen Eğitimbaşının eşi olduğu için dilediğini rahatça yaptırıyor. Aklına gelse Rasim Odasını alır. Aklına getirmemek için akordiyonu fazla körüklememem gerekecek. Böyle diyorum ama Eğitimbaşının odası heman bitişiği, Sabahat Öğretmen de sık sık oraya geliyor. Böylece tehlike tam savuşturulmuş değil. Tevfik Uğurlu çok kitap okuyanlardan biri, aklı fikri kitapta. Kitap konusunda benimle konuşmaktan da hoşlanıyor. İkide bir bana:

-- Vallahi abi, senin gibi kitap okuyan görmedim, okuduğun her kitabın kişilerini, olaylarını belleyip aylardan sonra bile söyleyebiliyorsun. İnan ki ben bir çok arkadaşa merak edip sordum; onda biri ancak kitabın yazarını anımsıyor. Oysa sen en önemsiz kişileri bile anımsıyorsun. Bunu hep merak ediyorum, nasıl unutmuyorsun? der.

Çok önce okumam için önerdiği Cinayet ve Ceza kitabı bir öğretmende olduğu için o zaman alamamıştım. Kitap gelince Tevfik kendine alıp saklamış. Birlikte kitaplığa gittik. Tevfik’in benim için söylediklerini kanıtlamak için yeni bir durum kendiliğinden ortaya çıktı. kitabı alınca önce bir duraksadım. Piyes olarak yazılan kitapları da okuyorum ama onları romanlar kadar tanıyamıyorum, dedim. Sanırım bundan olacak bu tür kitapları pek sevmiyorum. Yazarın okuduğum öteki kitaplarından söz ettim. Karamazof Kardeşler, Beyaz Geceler. Özellikle Beyaz Geceler’i çok sevdiğimi, kendimi oradaki kişiye benzettiğimi anlattım. Tevfik okumuş ama olayı büsbütün unutmuş. Ben, bir sarhoş bir kıza sarkıntılık eder; bir delikanlı da kızı kurtarır! ”deyince anımsadı: “A, onu çok sevmiştim. Bu kez de o, Karamazof Kardeşlerdeki kardeşleri özellikle Aleksi ya da Alyoşa’yı anımsattım. Tevfik: “Ooooo! O unutulmaz abi! Dedikten onra da: “ Gerçekten öyle insanlar var mıdır? ” diye sordu.

Bekleyenler varmış, onlar çevremizi sarınca ben geri çekildim.

Kitabı azıcık karıştırdım. Kitabı okuduğumu daha önce Tevfik'e neden söylemediğime üzüldüm. Sonunda karar verdim. “Dalgınlık ettim, ben bu kitabı daha yeni okudum, Yazarın bir kitabı daha var, Budala aklıma o takıldı, bu kez onu okuyacağım! ”dedim. Tevfik , buna sevindiğini döyledi. Bu kez de “Abi, yeni okuduğuna göre sen henüz unutmamışsındır. Ben o kitabı çok sevdim ama çok yerini anladığımı sanmıyorum. Gene de o kitap üstüne konuşmak istiyorum, dünyada öyle insanlar bulunur mu? Örneğin Raskolnikov gibi düşünen insan olur mu? ”diye sordu. Tevfik salt Raskolnikov'u sordu ama ben, biraz da belleğimi tümüyle kitaba berebilmek için (Düşünme zamanı kazanmak amacıyla) önce kitabın adına takıldım, cinayetin anlamını biliyorum ama gene de az duraksadım; benim bildiğimden başka bir anlamı mı var olabilir? Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzuna baktığımı söyledim. Kıya, crime yazıyor. Bu kez de bunların a nlamın ı bilmemek beni daha da şaşırdım. Kıya ile kıymak arasında bağlantı kurdum. Canına kıymak. İlk kez kendini asmış biri için konuşulurken duymuştum:

-Genç yaşında kendi canına kıydı! denmişti. Okuduğum öykülerde, romanlarda da çok geçti. Birinin bir başkasını öldürme olayı. . Yasalar bunu önlemektedir. Gene de birisi bu eylemi yaparsa bu kez yasalara göre suç işlemiş olur. O zaman da bu suçu işleren tutuklanıp hapse atılır. Bu işleme de ceza denmektedir. Söylem olarak:

-Cezam neyse çekerim ya da cezasını çekersin! türü konuşmalar olmaktadır. Yazarın bir de Mahpus Kartal öyküsünü okumuştum. Bizim yazarlarımızdan Süleyman Nazif’in Esir Aslan öyküsüyle benzerlik bulmuştum. Fikret Madaralı Öğretmense o denli benzerliğin her zaman her yerde, her konuda bulunabileceğini söylemişti. Konu üzerinde durmuş iki yazının yazı türleri irdeletmişti. Kitabın girişini de irkiltici bulduğumu söyledim. Genç Raskolnikov fakir bir genç. Kaldığı evin kirasını bile veremiyor. Daha ucuz bir yere gitmeyi neden düşünmüyor ya da para getirecek bir aramıyor da kazancını çoğaltma yollarını düşlüyor? Daha doğrusu kötü yollardan kazanmayı kuruyor. Sanırım uzun boylu olarak araştırma da yapmamış, ilk gördüğü varlıklı tefeci kadını öldürmeyi aklına takmış. Günlerce bunu düşünüp duruyor. Düşündüğü korkunç olaydan vazgeçmeyi aklına getirmiyor da bu işi nasıl kotaracağının planları ile günlerce uğraşıyor. Korkulu bir iş yapacağının ayırdında ama o bunu sanki bir görevmiş gibi düşünmek için kendini zorluyor. İşin ilginci, cinayeti işlemeden önce bile kendini ele verecek beceriksizlikler yapmasıdır. Anlaşıldığına göre düşüncesindeki olayı uygulama becerisi yok. Bir bakıma acemi bir katil adayı durumunda. Üniversitede okurken, özel derslere gidip az da olsa bir gelir sağlamaktadır. Annsi de sürekli yardım eder. Ancak annesi uzun bir mektup yazıp bir süre para gönderemeyeceğini özellikle de kız kardeşinin başına gelenleri anlatınca Raskolnikov’un dürüstlük umutları kaybolur bunun yerine ivedi varsıl olma isteği egemen olur. Zaman zaman değerlice bir nesneyi verip para aldığı tefeci kadını kestirmiştir. Bunun için düşüncelerinde yaptığı planlar vardır. Zaman zaman yaptığını varsayarak olayı saklama saplantılarına kapıldığı gibi, zaman zaman da yapılmamış bir olayın açıklayacak türü davranışlara girer. Ben, kendi düşünceme göre böyle bir giriş yaparak Raskolnikov anlatmaya çalıştım. Sözü yazara da getirip, bundan sonra Dostoyevsky'nin bu konudaki düşüncelerini irdelemek niyetimi açıklarken zil çaldı. Sanırım Tevfik benim ayrıntılı anlatışımdan hoşlanmadı, kitabı göstererek. “En iyisi bunu ben bir daha karıştırayım, en kısa zamandsa gene konuşalım! ” önerisinde bulundu.

Yatarken de kendime söz verdim, kitap ya da anlattıklarım üstüne varsayımlar üretip uykumu kaçırmayacağım. İyi ama alışmış durumdayım, ele aldığım konuyu bir yana itersem başka düşünceler başıma üşüşüyor. Bu kez de Kamber Amcamı düşündüm: “Nejat İdil iyi insandı. Onun şanssızlığı General Kazım Dirik’in ölümüyle başladı. O yaşasaydı onu buradan kimse alamazdı! ”demesi ilgimi çekti. Hele: Arteziyen suyu çıkmadan buradan gitmem, görevden alsalar bile sizinle işbirliği yapıp burasını suya kavuşturacağım! ”dediğini Kamber Amcam heyecanlanarak anlattı. Olanak buldam da Kamber Amcamı arkadaşların yanında konuşturabilsem. Bir süre kış tatili öylentisini düşündüm. Söylenenler doğru olabilir mi? Yazın çok uzun bir tatil yaptık. Belki önümüzdeki yaz tatil yapamayacağımız için izin verirler: ”İyi olur! ”derken esnedim.

 

10 Ocak 1943 Pazar.

 

Demir, Bumin, İstemi Han sözleri arasında uyandık. Arkadaşlar rol adlarını sevmiş olacaklar, bir birlerine takılıyorlar. İsmet sanırım hoşlanmadı Mehmet Yücel’e seslendi: “Hey Kömür, ne haber? Hangi odundan oldun sen? ”Mehmet Yücel altında kalır mı? ”yanıtladı: “Senin yaşadığın ormandan geldim, öz be öz meşe! ”deyince gülenler oldu. Abdullah Erçetin konuyu değiştirmek için “Meşeler gövermiş varsın göversin-Söyleyin Ayşe’me durmasın gelsin! ”diye bir şarkıya başladı. Mustafa Saatçı hemen sordu: “Ayşe’miydi o? ”Mehmet Yücel: “Şarkıyı sen söylersen senin istediğin olur! ”Mustafa Saatçı güldü. “Benim söylediğim şarkıda onun adının geçmesi istemem! ”Nedenini sordular. Yanıt: “O yalnız nefreti makamında şarkı söylüyormuş. Mehmet Yücel izin istedi: : “İzin ver, ben söyleyeyim! ”Mustafa Saatçı kestirip attı; kendisi, Mehmet Yücel, İsmet Yanar bir de Emrullah Öztürk’ün söylediği şarkılarda geçemezmiş. Bunlar hep Nefreti makamını söylüyormuş. Bu arada Baba Ali’yi unuttuğu anımsatıldı. Mustafa Saatçı’dan önce Baba Ali ortaya atıldı. Bekir Temuçin’le ağız kavgasına tutuştular. Sefer Tunca Baba Ali’yi, Halil Basutçu da Bekir Temuçin’i alıp götürdüler.

Derslikte yeni bir konu. “Kırklareli Ortaokulu müzik Öğretmeni dün buradaydı bugün neden yok? Bana sordular. Görmediğimi, bilmediğimi söyledim. Oysa Selahattin Yücesoy Öğretmenin geldiğini görmüştüm. . Niçin sorulduğunu anladığımdan bilmezden geldim. Arkadaşlar düpedüz öğretmenler için dedikodu yapıp gönül eğliyorlar sonra da kendi konuştuklarını hiç duymamış gibi ortalıktan çekiliyorlar. Giden müdürümüze beni böyle bir durum için şikayet ettiler. Kimin yaptığını bilir gibiyim ama kesin değil. Gene öyle bir duruma düşmemek için öğretmenler için sözlenen hiçbir söze katılmayacağım. Selahattin Yücesoy Öğretmen Rezzan Öğretmenle evlenmek istiyormuş. Asım Öğretmen bunu bana : “Söz aramızda kalsın! ”tembihiyle söyledi. Biliyorum onlar dün akşam otobüsüyle İstanbul’a gitti. Bunu etrafa yaymanın hiçbir anlamı yok bence. Öğrenciler bilmese bile Okul Müdürü başta olmak üzere bunu biliyordur. Öyleyse üstünde durup dedikoduya ne gerek var?

Kahvaltıda Hilmi aynı konuyu açınca azıcık payladım:

-Öğrenci olarak bile bu tür sözlerin bizi incittiğini her gün görüyoruz. Oysa bizim konuşmalarımızın hiçbir ciddi tarafı yok. Düşünelim ki, bu konuşmalar öğretmenler için oluyor. Öğretmenler, kendi yaşamlarını yoluna koymuşlar, yasal haklarını istediği gibi kullanabilir. Bize mi soracaklar? Gerek gördüklerinde bize de duyururlar. O zaman gerçeği öğreniriz. Şimdiki durumda bize söz düşmez, hiç değilse benim yanımda bu tür konuşmaları yapmayın. Siz kendinizi çocuk yerine rahatça koyabilirsiniz ama ben ağabey durumdayım. Asım Öğretmenle aramızda bir yaş fark varmış. Bu tür konuşmalar için öğretmenlerin karşısına çıkarsam utanırım! ”Bunları doğrudan Hilmi’ye söylemiştim. Öteki arkadaşlarla birlikte Hilmi’de beni haklı gördü, özür diledi. Bir daha onlar da benim gibi bu tür konuşmalara katılmayacaklar. Onların böyle söylemeleri beni rahatlattı. Şimdi hiç değilse böyle düşündüğümü bilen arkadaşlarım var.

Dersliğe dönünce bir sinema önerisiyle karşılaştık. Bir grup karar vermiş, öğle yemeğinden sonra gidecekler. İsmet bana da söyledi. Dün köye gittiğimi, bugünü ise çalışmaya ayırdığımı söyleyerek savuşturdum. Zaten o da pek istekli değilmiş vazgeçti. Oturdum bir süre kitap okudum. Öğleden sonra banyo sıram var. Bir yandan da Asım Öğretmeni kolluyorum. Havalar açık olunca o genellikle Pazar günleri Lüleburgaz’a gidiyor. O gidince odasına dalıp piyano çalışıyorum. Beethoven’in Köstebek’ini bir türlü ezberleyemedim. Şimdi bir de Röslein’i çalışmaya başladım. Daha önce akordiyonla çaldığım için sağ elim kolay alıştı ama bunun sol eli oldukça zor. Ne olursa olsun bir olanak yaratıp bunu Röslein’e dinleteceğim: “Önce şiirini, sonra akordiyonla şarkısını, şimdi de piyano ile çok sesli çalarsam ne denli önemsediğimi anlar! ”diye düşünüyorum. Durup dururken Tevfik aklıma geldi, neden öyle söyledi? Anlattıklarımı anlamadı mı yoksa yetersiz mi buldu? Belki de yuazar için söylediklerimi beğenmemiştir. Karamazof Kardeşlerde de baba Karamozof için böyle bir duyguya önceden kapılmıştım: “Bu adam sonunda büyük bir bela ile karşılaşacak! ”demiştim. Çünnkü yazar, adamı baştan daha ölümüne kötülüyordu. Bunda da öyle olacağı besbelli. Karamozof Kardeşlerde yalnız Grunişka ile Dimitri değişik bir yaşama dönüyorlar. Cürüm ve Ceza'da sonucu ben sonucu daha çok Basübadelmevt’e benzettim. Tek ayrılık oradaki sürgünlerden birleşme beklerken ayrıldıkları görülür. Burada ise ayrı bir sürerlilik varken birleşme ile sonlanır.

Asım Öğretmenin kapısı önünden geçip köşedeki sınıfa gider gibi yaptım. Kamil Varlık kat nöbetçisiymiş. Konuştuk; ben sormadan o söyledi: “Müzik Öğretmeni Lüleburgaz’a gitti! ”dedi. Hemen dönüp piyano başına oturdum. Öğretmenin her oturduğunda çaldığı Menuett(Menuet) var, onu denedim. Sağ el çok kolay geldi. Sol ele hiç dikkat etmemiştim. Meğer sol el de sol anahtarına göreymiş. Çok kolar çıkardım. Bilmediğim işaretler var ama sanırım onlar hafif ya da kuvvetli sesleri bildiriyor. Ben öyle orta seslerle çalıştım. O dendi kolay öğrendim ki, ben de şaştım. Duport diye bir bestecininmiş. Duport, gerçekten insan adı mı? Banyo için ayrıldım ama aklım piyanoda kaldı. Bundan sonraki parçaları hep böyle kolay çalacağımı düşleyerek banyoya gittim. Aklım fikrim piyanoda. Niçin böyle oluyor? Kimi zaman da buna şaşıyorum; saatlerce çalışıyorum, hiçbir iyi sonuç alamıyorum. Kimi zaman ise birden bire büyük başarı kazanmışlık duygusuna kapılıp kendi kendimi şımartıyorum. Öğiretmen gelmeden bir hamle daha yapmak umuduyla koşarca banyo yapıp çıktım. Dersliğe çıkarken piyano sesi kulağıma geldi. Öğretmen Duport çalıyordu. Durup dinledim. Öğretmen çok güzel çalıyor, biliyorum ama benim çalışım da dışardan güzel duyulur: “Beni de bir gün dinleyecek bulunur! ”deyip dersliğe döndüm

Ben üzgün üzgün dururken zil çaldı. Bayrak Töreni. Asım Öğretmenin gür sesi geldi. “Çabuk olalım, sallanmayalım! ”Sallanmadan çıktık, dışarsı oldukça serinmiş. Hıtıtı mıtıtı yapanlar oldu. İstiklal Marşı canlı söylendi.

Derslikte Sabahat Öğretmenden söz edildi. Piyeste rolü olanlar bu sıra Sabahat Öğretmene toz kondurmuyorlar. Aldırmamaya çalışıyorum ama gene de rahat değilim. Kendimi bir ara Raskolnikov’a benzettim. Onun da içi bi türlü rahat etmiyordu. Günlerce : “Söylesem mi, söylemesem mi? ” açmazı içinde kıvrandı. Ben de öyle: “Şu piyes işine önem veriyor muyum yoksa vermiyor muyum? Veriyorsam, iç rahatlığım için bir çare bulmalıyım. Vermiyorsam, hiç üzerinde durmamalıyım. Benim ilgim düpedüz Röslein’in orada olmasından ileri geliyor. Onu oradan çıkaramayacağıma göre, olayı olduğu gibi benimsemem gerekir. O, nasıl bir başka derslikte ders görüyor 50 kadar öğrenciyle ders çalışıyorsa; burada da böyle bir çalışma yapacaktır. Bunu, böyle benimseyip huızurumu bozmamam gerekir. Sabahat Öğretmene vereceğim şiirleri bir daha gözden geçirip defterimin arasına koydum. Derste şiir sözü edilirse hemen vereceğim. Duramadım, bir daha okudum

Kar şiirimi hiç beğenmedim. Halil uzaktan şiirle uğraştığımı görmüş geldi: “Sen bunu( Akın Piyesi için)biliyorsun. Bana yardım edeceğine de söz vermiştin, bak bir az ezberledim okuyayım. Duraklayınca azıcık anımsatırsın! ”dedi. Arkadaşın gelişi hoşuma gitti. Uzun bir süre çalıştık. Yüksek sesle konuşmalart oluyor, zaman zaman duraksadık. Bu kez ben öneride bulundum: “Başka çalışmamıza ben tenha bir yer bulacağım ama, buraya başkasını kesinlikle alamayız, kimseye de söylemeyelim! ”dedim arkadaş çok sevindi. Neresi olduğunu o sormadı ben de söylemedim. Söylemedim ama ben kesin söz verdim. Oysa orada çalışılabileceğini Sabahat Öğretmene anımsatırlar diye korkuyordum. Bu kez kendim, kendime ters düştüm. Halil gidince uzun süre düşündüm. Resim Odası dışında bir yer bulmaya karar verdim. Okulun köşe bucağını birer birer yokladım, dediğim gibi bir yer bulamadım. Marangozluk atölyesi olabilir ama Halis Öğretmenden uzak duruyorum, anahtar istemem olası değil. Bu kez koşuıllu olarak Asım Öğretmen Pazar günü Lüleburgaz’a giderse piyano çalışmaktan vazgeçip sözümü yerine getirmeyi uygun buldum. O da koşula bağlıİhem Pazar günü hem de Asım Öğretmenin Lüleburgaz’a gidişine bağlı. Gene de rahatladım. Düpedüz yalancı çıkmayacağım. Piyestekilerle ilgi kurmam olursa gene Halil arkadaşla olacak. Ötekilerle anlaşmam olası değil.

Akşam yemeğinde konu gene yemekler oldu. Hilmi söylendi: “Hani bir tonlarca patates çıkarmıştık. Kaç kez patates yedik? ” deyip pataters yediği günleri saymaya kalkıştı. Hilmi’nin anımsamaları öteki arkadaşlara eğlence oldu. Hilmi: “Pazartesi patates! ”deyince ötekiler : “O gün mercimekti! ”yanıtını verince Hilmi saymayı bıraktı. Bu kez de benden çıkardığımız öteki ürünleri sordu. Mercimek, sarımsak, soğan, mısır diye birkaç kez tekrarladım: Mısır, mercimek sarımsak, soğan, mısır, mercimek, soğan, mısır! ”deyince Hilmi anladı, sinirlendi: “Hani ballar, arılar, kabaklar, Fasulyeler? ”deyip kalktı. Mehmet Aygün Hilmi’nin ceketinden tuttu: “Fasulyeleri senin hemşerin aşırmış! ”diye takıldı. Hilmi bukez: “O arkadaşın günahını almayın. Fazulyeleri o aşırdıysa ötekileri kim aşırdı? Hani ortalıkta yiyecek bir şey yok! ”deyip eteğini çekip gitti.

Derslikte aynı konu açıldı. Böylece Ali Güleren olayı gene dile geldi. Arkadaşların hiç birisi arkadaşın hırsızlık yapacağını düşünemiyorlar: Kaz Ali, Ali Aga gibi adlar taktık ama onun, başkasının hakkına el uzattığını görmedik! ”dediler. Böyle konuşmalara hiç katılmayan Sami Akıncı bile, neredeyse titreyerek ayağa kalkıp konuştu. : “Ben kendi kendime bunu çok düşündüm. Ali bunu yapmaz dedim ama ortada hiçbir sorun yokken son sınıfa gelmiş bir öğrenciyi de tutup okuldan atmazlar. O Lüleburgazlı ihbarcı ile arasında ne geçtiyse Ali onun kapanına yakalandı. Okul anbarından fasulye götürdüğü belgelenmiş. Fasulyeler karşılaştırılmış. Karşılaştırmayı bizim öğretmenler yapmış. Ben bunu düşünüp şöyle bir sonuca vardım. Bu adam çok kurnaz, Ali’yi suçlu duruma sokmak için belki de örnek istedi: “Yetiştirdiğiniz fasulye nemene bir fasulye, getir birkaç havuç karşılaştıralım! ”dediyse Ali de buna inanıp götürmüştür! ”Sami çok inanmış olarak konuştu ama arkadaşlardan katılmayanlar oldu: “Böyle olsa Ali kendini savunur. Oysa o hiç savunma yapmamış, paraya gereksinimim vardı, başka çare bulamadım! ”demiş, dediler. Yapıcı arkadaşlara Namık Ergin Öğretmen böyle anlatmış. Okul Müdürü eski öğretmeni olarak özellikle Namık Öğretmeni dinlemiş. Bu kez ben de Edirne/Karaağaç günlerimizde geçen bir olayı anımsattım. Ali Güleren’in hemşerisi 45 Mustafa Mürefteli’nin olayında hemşeri olarak Mustafa’nın yanında durmuştu. Sanırım bu davranışı için Fikret Madaralı Öğretmenden bir zılgıt yemişti. Tam bu sıralarda benimle de tartışmıştı. Ne düşündüyse bir süre sonra benden özür diledi, bu arada kendisinin de okuldan kovulacağı korkusuna kapıldığını söylemişti. Ben bunu o zaman yazmıştım. Sonraki zamanlarda ara sıra sorardım: “Şimdi rahat mısın? ”Bu soruşum hep şaka idi. Ne var ki Ali, bunun şaka olduğunu bile bile bana: “O korku hep içimde var, artık kovulmayı düşümnmüyorum ama kendime soruyorum; o zaman kovulsaydım ne yapardım? Evime dönemezdim, her halde kaçıp başka yerlere gidecektim. Bunu düşündükçe o olay aklımda o korkuyla birlikte yaşıyor! ”diyordu. O zaman : “Evime dönemem, demişti, şimdi nasıl döndü, döndü mü, yoksa gene söylediği gibi çekip bir yerlere mi gitti? ”Şimdiki durumda kimse sağlıklı bir bilgiye ulaşamamış. Söylendiği gibi tatil verilirse Hilmi Altınsoy’la Hasan Üner Mürefte’ye gidip durumu öğrenecekler. Ali Güleren’in arkadaşlarca sevildini okuldayken bana sorsalardı, kesinlikle olumsuz yanıt verirdim. Kovulmasını isteyecek kadar olmasa bile herkes ondan kaçar gibiydi. Zaten o da bunu bildiği için kimseye yaklaşmıyordu. Bu akşamki konuşmaları duysa ya da birisi ona yazsa sanırım inanmaz. Konuşmaları dinlemeseydim de birisi bana da anlatsaydı kesinlikle inanmazdım. Özellikle Sami Akıncı’dan böylesi hayıflanma beklemiyordum. Ben böyle düşünürken yat zili çaldı. Bekir Termuçin sıradan kalkarken olayı değerlendirdi: “Kör ölünce badem gözlü olur! ”demişler. Hasan Üner bu sözü beğenmedi; biraz da çıkışarak: “Daha uygun bir söz bulamadın mı? ”Bekir hazır cevap: “Onu da sen bul! ”deyip yürüdü.

Yatınca daha uygun atasözü düşündüm. Daha doğrusu arkadaş bir tuzağa düşürülmüşse kuşkusuna üzüldüm. Bu nedenle “Kör ölür badem gözlü olur! ” sözü yerine daha uygununu düşündüm. ”Araba devrilince yol gösteren çok olur. -Bayram geçince yağı başına çal! -Ne ekersen onu biçersin! -Kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır! -Emanete hıyanet ( ihanet )olmaz! ” Anımsadığım Atasözlerinin hiç biri benim düşünceme uymadı. Durdum: “Yarın Müdür Bey ödev bölüşümüzü soracak. Benim ödevim Müzik öğretimi. Bna göre kolay ama gene de bir plana göre anlatmam gerekecek. Önemli olan bu planı nasıl yapacağım?

 

11 Ocak 1943 Pazartesi

 

Uyanınca akşamki sorum gene aklıma geldi. Müdür Bey, beni kaldırıp: “Senden başlayalım” derse; ne yapacağım. Asım Öğretmenin yaptığını anımsadım; akordiyonu aldı, bir iki nota bastıktan sonra bildiğimiz şarkıları sordu. Arkadaşlar ayrı ayrı bildiği şarkıların adlarını söylediler. Asım Öğretmen bunlardan seçtiği şarkıları seçti, birkaç kez çaldı. Sonra da bunlardan birini seçip öğretymeye başladı. Aynı yöntemi ben de denenersem sanırım başarırım. Ya da ben böyle yapacağımı anlatırım. İlk deneme olacağı için sanırım Müdür Bey fazla eleştirmez. Öyle düşünürken herkesin çıktığını gördüm, toparlanıp ben de arkalarına takıldım. Çoktandır bizim yatatkhaneye nöbetçi öğretmenleri gelmiyor. Arada duruyoruz öteki yatakhanelerin kapıları vuruluyor; koşuşmalar oluyor.

Önce Resim Odasının sobasına baktım, odun azalmış; alt kat merdiven altından bir kucak odun alıp sobayı yakılacak duruma getirdim. Dersliğe gittiğimde arkadaşların bir bölümü benim akşamdann beri düştüğüm tasayı yeni yeni duyumsamışlar. Beni görünce Mehmet Yücel sordu: “İsmet’in dayısı, sen bilirsin. biz önce ne yapacaktık? ”Sami akıncı deminden beri susmuş, nedene Mehmet Bana sorunca söze karıştı: “Bugün Müdür Bey istese istese bizden konuların bölümünü ister. Bundan sonra bir sıraya koyup, bizlerden ödeveri ister! ”dedi. Arkadaşlar da bunu bekliyormuş. Sami’ye çıkışırca: “Deminden beri neden sustun? ”diye sordular. Sami onları duymamış gibi yerine oturup kitabını açtı. Sami’nin kimi zaman tavıtları izliyorum. Konuşunca kendisini herkesin dinlemesini sağlıyor. Ya da arkadaşlar ona güvendiği, sözünün bir anlamı olacağını bildikleri için susuyorlar. Ancak Sami sözünü söyledikten sonra, sözlerinin etkisini hiç hiç düşünmüyor ya da görünüyor. Sözüü bitirince yerine oturup kitap açıyor; arkadaşların deyimiyle hafızlamaya başlıyor. Sami önüne açtığı kitabı okurken çoğu kez gözlerini yumuyor ya da yumar gibi gözlerini kırpıştırıyor. Üstelik kimi zaman da ileri geri sallanıyor. Onun bu durumuna bakıp ardaşlar: “Sami gene hafızlıyor! ”diyorlar. Sami bunları bile duymuyor ya da duymazdan geliyor. Gene öyle oldu. İsmet, ortalığa(Bunu daha önce de söylemişti) söyledi: “Sami buraya gelmeden önce hafızların yanında çalışmış, Mustafa Saatçı ile arkadaş olması da, sallanarak okuması da bundan! ”dedi. Sami’nin dönüp tepki göstereceğini beklediğim için dikkatle izledim; Sami duymazdan geldi. Ancak kahvaltı zili çalınca okumasını bırakıp İsmet’e yanıt verdi. Demek okuduğu konuyu bölmemek için susabiliyor. Sonra da İsmet’in koluna girip yürüdü. . Verdiği yanıt ise her zamanki yanıt: “Köyde boş otursaydımya da kahvede kağıt oyunu oynasaydım daha mı iyi olacaktı? ”dedikten sonra kesinlikle öyle bir şey yapmadığını, babasına yardım ettiğini söyledi. Oysa ben Sami’nin ortaokula gittiğini, nedense bunu gizlediğini biliyorum. Bir gün kendisiinin söylemesini bekliyorum. Bu güne dek bunu söylemedi. O söylemeyince karşısına çıkıp: “Sen şunu şunu yapmışsın! ”demeyi gereksiz buluyorum.

Kahvaltıda Asım Öğretmen duyuru yaptı. Ziller, öğrencilerin işlerini düzgün yapmaları, işlere, drsliklere, yemeklere yataklara zamanında girmeleri için çalar. Zil çalınca öğrenciler üstündeki gevşekliği atıp koşar adımla gideceği yere gider! ”dedi.

Çay yerine pekmezli su içtik. Hilmi bana takıldı: “Abi bak artık sormuyorum, bunun pancar suyu olduğunu ben de öğrendim! ”dedi. Pancardan neler yapıldığı söz konusu oldu. Arkadaşlar önce şekeri anımsadıklarından pekmeze bile inanamıyorlar. Oysa ben ispirtoyu anlatınca bu kez şaka ettiğimi sandılar. Daha Alpullu’da okurken bunları konuşmuştuk. Mavi ispirtonun pancardan olabileceğine inanamadıklarını söylediler. Oysa ben: “İspirto, pancardan da değil, pancarın küspesinden yapılmaktadır! ”deyince, şaka ettiğimi söylediler. Derslikte de konu tartışıldı. Tarım derslerinde Hikmet Öğretmene sorulması kararlaştırıldı. Hele ispirtonun rakı ya da şarak gibi içildiğine çoğu inanamadı. . Buna da ben inanamadım, çünkü Trakya’da ispirto içenlerin giderek çoğaldığından gazetelerde bile yazılar çıkıyordu. Arkadaşların köylerinde olan olayları saklamaya çalıştığını anladım. Ozellikle kendilerini dine bağlı göstermeye çalışmaları belli olurdu. Sözde Müslümanlıkta içki yokmuş. Bunu söyledikten sonra bu ispirtoları, rakıları, şarapları kimin için yapıyorlar? ”diye sordum. Yusuf Asıl yanıtladı: “Sizin köylüler için! ”Arkadaşlar güldüler, Yusuf’an kızacağımı sandılar. Oysa ben: “Bizim köylüler kendilerine yetecekşarabı kendileri yapıyor. Ayrıca anason yetiştirip Kırklareli Üçyıldız Rakı fabrikasına satarak onun çıkmasına da yardım ediyorlar! ” dedim.

Ders zili çalarken Asım Öğretmen kapıdan baktı, döndü. O uzaklaşınca arkadaşlar, Asım Öğretmenin az önce yemekhanedeki sözünü anımsadılar. : “Zil çalınca biz de koşarak gidiyoruz! ”dediler. Mustafa Saatçı sordu: “Nereye gidiyorsunuz? ”yanıt geldi: “Nereye olacak, yatakhane ile yemekhaneye. Dersliğe, atölyelerek olacak değil ya! ”bir süre güldük.

Sami Skıncı daha önce verilmiş bir kararı anımsattı: “Hani matematik dersinde çalışacaktık? ”Fettah Biricik hemen yanıtladı: “Ay Sami, şimdi sırası mı? Şunu haftaya bırakalım! ”Mustafa Saatçı: “Allah kerimdir, bir gün ona da sıra gelir! ”Mehmet Yücel tekraraladı:  “Allah kerimdir, kuyusu derindir! ”Bu tür konuşmalara hiç katlanamayan Emrullah Öztürk, pek anlaşıolmayan sözler söyledi. Sanırım, böyle dinsel söylemlerin güna olabileceğini öne sürdü. Hüsnü Yalçın onu korurca savundu: “Bunların günshls bi r ilgisi yok, şaka sözleriHüsnü yatıştırdı ama böyle çıkış benleyenler varmış hemen bir sıra altı söz geldi: “Gulu gulu! ”Emrullah sustu. Bu kez bir başkası tekrarladı. . Halil Basutçu ayağa kalktı, ezberlediği dizelerden okumaya başladı. Halil’in şiir okuduğunu sananlar birden dönüp baktılar: “Yağmur yağdı çaktı şimşek! ”dediler. Halil, şunu arkasını getirmeyin, bunlar benim değil Faruk Nafiz Çamlıbel’in! ”deyip güldü. Bu kez Bekir Temuçin Mehmet Başar’a: “Hadi küçük, sen de oku, okuda sözün sonunu söyleyelim! ”Mehmet Başaran renkten renge girdi. Her kes güldüğü için söz söylemekten vazgeçti. Arif kalkan bu kez Bekir Temuçin’e: “İkiniz tahtaya kalkın hanginizin küçük olduğunu görelim! ”deyince Mehmet Başaran gülümser gibi bakarak tahtaya kalktı. Bekir kalkmadı. Bir itiş kakış oldu. Sıralara vurdular. Ders zili çalmışmış. Susuldu. Kapı kapalıydı, yavaşça açıldı Sabahat Öğretmen gülümseyerek girdi. Kapıyı kapatsanız da sesinizi gizleyemessiniz. Kimi zamam sesiniz diyemiyeceğim gürültünüz, bizim evden bile duyuluyor! ”dedi. Kolunun altında getirdiği kitapları masa üstüne koyduktan sonra bier süre baktı. Halil Basutçu’ya sordu: “Nasıl önemli bir gelişme var mı? ”Halil çalıştığını, bu arada benimle bir süre ezberleme denemesi yaptığını söyledi. Öğretmenin bana bakıp bir şey söyleyeceğini ummuştum. Hiç oralı olmadı. Söyleneni duymamış gibi, arkadaşlarınızla toplanıp sık sık çalışın! ”dedi. Masasına dönüp kitaplarını karıştırdı. Bu kez de: “Biz bir süre Müdür Beyin Meslek Dersine yardımcı olacağız. Müdür Bey bizlerden yardım istedi; size söylemiştir! ”deyince Samni Akıncı hemen yanıtladı; Türkçe konusunu hazırlayacakları söyledi. Öğretmen: “Siz Dilbilgisi dsersi görmediniz ama ders vermeye başlayınca bu konuda bilgi vermek zorunda kalacaksınız. Bir kaç ders dilbilgisi yapalım! ”deyip tahtaya üç cümle yazılmasını istedi. Kimseden bir kıpırtı çıkmadı. Baktım Sami Akıncı da istekli değil. Kalktım, sordum: “Ben yazabilir miyim? ” Sa bahat Öğretmen gülümsedi: “Memnun olurum ! ”deyince sevinerek tahtaya gittim. 1. Tahtaya yazı yazdım-Tahtaya tebeşirle yazı yazdım. -Tahtaya tebeşirle örnek olacak cümleler yazdım. Yazım bitince geri çekildim. Öğretmen soracağım sorulara cevap verebilecek misin? ”diye sordu. Boynumu büker gibi yaptım ama gene de: “Bildiklerimi cevaplarım! ”dedim. Öğretmen oturmamı söyledi. Kendisi tahtaya gitti. Tahta, yazmak, yazı sözlerini yazdı. Arkadaşlara ayrı ayrı sordu. Tahta sözünün bir ad olduğunu ancak sorulan 5. arkadaş(Arif Kalkan) doğru yanıtladı. Yazmak mastarı kolay bulundu. Yazının da bir ad olduğunu kalkan 8. arkadaş (Mehmet Yücel) oldu. Bekir Temuçin özetledi benze sözcükler verdi. Bekirden sonra öğretmen bir deneme daha yaptı. Emrullah Öztürk, Salih Baydemir, Ali Önol, Fettah Biricik, Abdullah Erçetin tahtanın yanına sıralandılar. Zil çalınca öğretmen kitaplarını alıp gitti. Ayaktakilere oturun demedi. Ders zili çalınca onlar gene orada sıralandılar. Öğretmen gülerek: “Ay , size oturun dememişmişdim? ” deyip oturmalarını söyledi. Elindeki kitapları masa üstüne koyduktan sonra bir tanesini geri alıp bir süre karıştırdı. Bize bakarak: “Çocuklar bu işin şakası yok; sizler, hiç değilse bunları bilmek zorundasınız. Biz bunları ders olarak belki işleyemeyeceğiz. İsterseniz siz bunları not edin. Öğrenebildiklerinizi öğrenin. Gerekirse içlerinden çok önemlilerini beraber tekrarlarız! ”dedi. Bize bakınca Sami Akıncı başta olmak üzere birkaç arkadaş yazalım öğretmenim! ”dediler. Öğretmen: “Yazın öyleyse deyip ağır ağır okudu: 1-Cümle, cümle çeşitleri, cümle yerine geçen sözler. 2-Kelime yqapısı. Hece, sesli ve sessiz harfler, hecelerde uyum. 3-İsimler: Özel isimler ve cins isimler, bileşik isimler, tekil ve çoğuıl isimler, isimlsrds sevgi, acıma ve küçültme anlamı veren sonekler. 4-İsim takımları. 5-Sıfatlar: Sıfat çeşitleri ve sıfatların kullanışı, İsimlerden türeyen sıfatlar, sıfat yerine geçen isimler, Sıfat takımları. 6-Fiil: Üç basit zaman. 7-Şahıs zamirleri. 8-Başlıca yazım kuralları. Büyük harflaein kullanışı, nokta, virgül yerleri. Özxel isimlerin yazılışı, ekleri……. Öğretmen: “. Bunlar 4. sınıflar için zorunlu öğretilmesi gereken bilgiler! ”dedikten sonra ayrı ayrı sorular sordu. Sıfat olarak salt renk söyleyenler çıktı. Öteki sorular yanıtsız kaldı. Öğretmen sorunca en çok dört, bazan beş parmak kalktı. Özellikle türetme konusunda herkes sustu. Sami Akıncı ile benden başka parmak kaldıran olmadığı bir soru sonunda öğretmen: “E, iyi; gelecek yıl sizi de onlarla gönderelim, çocuklara sıfatı, zamiri öğretin! ”dedi. Öğretmen oldukça üzgün ayrıldı. Ayrılırken de: “Gelecek derste 5. sınıflar için yazalım. Bakalım onların programında neler çıkacak! ”dedi. Sabahat Öğretmen bir süre hepimize baktı: “Öğretmen olan kimseler, öğrencilerine bir kelime öğretmek istiyorsa, bunu gerçekten yapmak istiyorsa önce kendisi en az on kwelime öğrenmek zorundadır. bunu yapmazsa ötekini asla yapamaz! ”dedi. Öğretmen çıkınca bir gürültü koptu. Bir gup: : “Yahu biz bunları öğrendik mi? ” Bir başka grup yanıtladı: “Biz öğrendik, bizim öğretmenimiz bize hepsini öğretti ama burada unuttuk. Oysa biz burada bunları okuduk. Fikret Madaralı Öğretmen hepsini anlattı, örnekler yazdıkBenim defterlerimde örnekleri var. Nitekim az sonra <sami Akıncı da açıkladı: “İnsaf edin arkadaşlar biz bunları tekrar tekrar gördük! ”Beni göstererek arkadaş tahtaya kalktığında fail, meful, siga falan deyince gülüyorduk. İşte o zaman bunlar konuşuluyordu! ”deyince şamatalar kesildi.

Müdür Bey, zil çalınca hazırlanmış, ben koridora dönerken güldü: “Geliyorum! ”dedi. Doğusu bugün Müdür Beyi beklemiyorduk. Uzun süre böyle arka arkaya hiç gelmemişti. Elinde gene o küçük kitap vardı. Saydaları karıştırdı, ne düşündüyse : “Durun bakalım! ”deyip. İlkokul derslerini sordu. ! . Sınıfta, 2. sınıfta, 3. Sınıfta okunan dersleri sordu. Kalkan arkadaşlar genellikle doğru söylediler. Bu kez Hayat Bilgisi dersinde okunanları sordu. Kendi köylerimize gittiğimiizi düşünerek yapacağımız Hayat Bilgisi Programlarını istedi. Köyümüzün özelliğine göre konuları seçmemizi önerdi. . Ne düşündüyse kendisi açıklama yapma gereğini duymuş olacak. Trabzon okullarında karşılaştığı bir olayı anlattı. Sahil köylerinden birinde girdiği okulda öğretmenin balıkçılık konusunu çok güzel işlediğini görmüş. Koy deniz kıyısında olduğu için öğretmen haklı olarak o konuyu işlemiş. Bir başka zaman da bir köyüne gitmiş. Oradaki öğretmen de balıkçılık konusunu işliyormuş. Öğretmenin Yıllık Ders Dağıtım Çizelgesine bakmış. Çizelgede balıkçılık var ama orman ya da kereste konusu yokmuş. İki öğretmenin çizelgeleri alıp incelemiş. Dağ köyündeki hiç emek çekmeden arkadaşının çizelgesini alıp uyguladığını saptamış. Müdür Bey, bunun öğretmenlikte çok ayıp olduğunu dahası suç sayıldığını anlattı. O dağ köyündeki öğretmeni göz altında tutarak proğrap yaptırdığını, ancak başarılşı uygulamalarını gördükten sonra maaş yükselmesi yapıldığını anlattı. İsmet’le Mahmet Yücel bakışıp gülüştüler. Müdür Bey ikisini de iyi tanıyor. ”Ne o, benim haksız yaptığıma mı güldünüz? ”diye sordu. İsmet: “Yok Müdür Bey, bizde maaş yükselmesi yok, her halde bizden maaş kserler! ”diye bakıştık! ”deyince Müdür Bey kahkaha attı. Bir süre güldü: “Siz de ormanla denizi, balıkçılıkla keresteciliği karıştırmazsınız; keresteci, karasteci olarak kalır; balıkçı da balıkçı olarak! ”deyip bir süre gözlüğünü eline alıp sildi. Sami Akıncı ders konularını bölüştüğümüzü anımsatınca Müdür Bey: “Hayat Bilgisi grubundan başlayarak onların her hafta birini konuşalım! ”dedi. Gün olarak da Çarşamba gününü seçti. Böylece çarşamba günü Hayat Bilgisi konusu işlenmiş olacak. Ders bitince bir tartışma başladı. Hayat Bilgisi için 4 arkadaş ayrılmıştı. Ancak birileri sonradan yer değiştirmişler ya da öyle konuşup bırakmışlar. Şimdi iş uygulamaya konulunca sonradan o gruba geçenler caymışlar. Biri de revire yatmış. Bir itiş kakış oldu. Yemek zili çalınca konu kapandı. Mızıkçılık edenlerden biri de bizim masa arkadaşımız Hilmi Altınsoy’muş. Yemekte fazla üstüne gitmeden ayıpladık. İsterse yardım edeceğimizi söyledik. Harun, Salih: “ Yazı işin varsa yazalım! ”dediler. Hilmi sevindi.

Atölyede toplandık. Talat Ayhan Öğretmen geldi. Halis Öğretmenle daha önce konuşmuşlar. Hali Öğreetmen benimle birlikte, Harın Özçlik, Hasan Üner, Recep Kocaman’ı ayırdı. Siz Talat Öğretmenle çalışacaksınız, yapacaklarını o size anlatacak! ”dedi. Talat Öğrtetmen bizi alıp Resim Odasına getirdi. Kendisinin çizimi resimler gösterdi. Bu tür çizimleri kolay algılıyorduk. Her resmin çizimleri gibi boyutları da yazılmıştı. Talat Öğrtetmen anlayıp anlamadığızı kontrol etti. Bizi serbest bıraktı. Resim Odasındaki çıtaları alıp atölyeye döndük. Çizimlere uygun kesimleri yaptık. İşimizi biraz ağırca yaptık ama çok dikkat edip çitalardan fire vermedik. Tam kesimi bitirdik Talat Öğretmen gene geldi. Çitalara birer birer baktıktan sonra bire teşekkür etti. Kesikleri uygun bir yere yığdık. Talat Öğretmen sordu: “Şimdi anladınız mı bunlar ne olacak? ”Yanıtlamadan öğretmene baktık. Öğretmen bunların, bizim gideceğimiz uygulama okullarına hediye edeceğimiz ders gereçlerinden bazıları olacakmış. Değişik boyda küpler, kareler, piramitler. Ayrıca takılıp çıkarılan masa, sıra, kanepe, çatı. Çocuklar bunları bozup bozup yapabilecekmiş. Çocuklar bizim atölye çalışmalarımızda yaptıklarımızın ilk fikir denemesini böyle yapacaklarmış. . Recep Kocaman: “İş Bilgisi! ”dedi Öğretmen de: “Evet, İşbilgisine el-göz alışkanlığı kazandırmak! ”diye tamamladı. Başka bir şey daha anladık; Müdür Bey derste söylediğini tüm öğretmenlere duyurup dikkatlerini çekmiş; uygulama dersleri böylece önem kazanmış.

Paydos eder etmez Rersim Odasına gittim, akordiyon çalıştım. Bir ara kulağıma çalındı Asım Öğretmen piyano çalıyor. Beringer metodundan çalıştığı parçalara iyice alıştımDiyasbelli sonat. Gitttim. Ben gidince dayanamadı: “Gel, çoktandır ara verdik! ”deyip 38-40 nolu Schuler-Lehrer ortak parçalarını çalıştık. 38’i melodi olarak(Beethoven –Köstebek) yapmıştım. O nedenle onu çabuk geçtik. 40. parça tersinde başladı, Lehrer melodiyi Schuler çift eli çalıyor. Oldukça tökezledim. 40. parçanın hem melodisini hem de Lehrer bölümünü çalışmak üzere ayrıldım.

Derslikte gürültülü bir durumla karşılaştım. Konu bölümleri sil yeni baştan paylaşılıyor. Daha doğrusu paylaşılmaya çalışılıyor. Sordum: “Müziği isteyen var mı? ” isteyen çıkmayınca ben gene müzik yazıldım. Hasan Üner de bana katıldı. Hasan yanıma geldi beraber bir taslak yaptık. Konular ders sırtalamasına göre anlatılacakmış. Müzik sonlarda geliyor. O zamana dek daha yeni fikirlerimiz olacak. Gene de porte çizip notalar sıraladık. En kolay ynı zamanda yaygın okuyl şarkılarında Yalancı’nın notasını yazıp üstünde konuştuk. Hasan pek bilmiyor. Bir porte daha çizip do’dan do’ya gam yaptım. Şarkıyı oluşturan notaları işaretmedim. . Aymnı işaretleri gamdaki notalara koydum. Çocuklar gam sırasını kolay öğrenir. Oradaki işaretten şarkıdaki notayı da kolay kavrar! ”dedim. Hasan şaşırdı: “Sen nerden öğrendin bunu? ”Kendi aklımdan buldumu anlattım. Biz aramızda konuşurken ötekiler de anlaştılar.

Akşam yemeğinde konumuz uygulama derslerinde neler olacağı ya da olabileceği? Tüm öğretmenler derslere katılacak mı? Hiç böyle bir uygulama dersi gören var mı? Bunu sorduk ama sorumuza güldük. Bu tür dersler olsa olsa Öğretmen Okullarında olur. Öğretmen okulları ise çok az yerlerde. Örneğin şimdilerde Trakya’da tek öğretmen okulu bizim okul. Edirne Öğretmen Okulu iki yıl önce Sivas’a gitti, geri gelmedi. Öğretmen Okullarındaki uygulamalar da ancak okula yakın yerlerde yapılır. O nedenle bizim gibi uzak köylerde uygulama yapılamayacağından bizler uygulamanın ne olduğunu kendi yaptıklarımızdan göreceğiz. Bujnu deyince de hepimiz gururlandık “Kenki kendine öğrenme yöntemini uyguluyoruz! ”

Dersliğe dönünce konuların dağılımını yazdım. 1-Hayat Bilgisi: 4 Mehmet Aygün-51 Bekir Termuçin-72 Hüseyin Orhan-79 Ahmet Güner. 2-Türkçe: 18 Sami Akıncı- 70 Halil Basutçu- 74 Mehmet Başaran. Matematik: 11 Recep Kocaman-44 İsmet Yanar. 3-Tarih: 7 Fettah Biricik-16 Sefer Tunca. 4-Coğrafya: 24 İbrahim Ertur- 53 ALİ Önol. 5-Yurttaşlık: 26 Mehmet Yücel7. 6-Tabiat Bilgisi: 28 İdris Destan- 50 Abdullah Erçetin. 7-Matemarik: 48 Yusuf Asıl-63 Hilmi Altınsoy- 76 Arif Kalkan-78 Hüsnü Yalçın. 8- Beden Eğitimi 15 Hüseyin Serin. 9-Aile Birliği: 77 Emrullah Öztürk-Mustafa Saatçı. 9-Resim-iş: 49 Harun Özçelik- 75 Yakup Tanrıkulu. 10- Yazı: 60 Salih Baydemir-73 Kadir Pekgöz. 11-Müzik. 61 Hasan Üner’le 66 olarak ben, 29 kişi olarak tamamlanmış olduk. Bu sıraya göre(Müdür Bey ayrı bir sıralama yapmazsa) Hasan’la ben en son güne kalıyoruz. Konu dağılımı yapılırken Mustafa Saatçı derslikte yokmuş, gelince sinirlendi: “Benim başka arkadaşım yokmu! ”deyip yerine oturdu. İsmet Yanar, İdris Destan, Mehmet Yücel, arkalarından Sami Akıncı, değişme teklifinde bulundular. Bu kez de Mustafa Saatçı gülümseyerek: “Siz şimdi şaka ediyorsunuz ama ben bunu ciddiye alıyorum. Gene de Emrullah arkadaşla çalışacağım, sağolun! ”dedi. Hüsnü Yalçın dikkatle Mustafa Saatçı’yı izlşiyordu. O böyle konuşunca çok sevindi: “Mustafa Saatçı çok iyi bir arkadaş, bu büyüklüğü gösterdiği için ona arkadaşım Emruhlah’la birlşikte ben de teşekkür ediyorum! ”deyince: “Mustafa saatçı, büyük adam, Olgun İmam, kurnaz Hafız sıfatları bir de Korkak Aşık sözü geldi. Mustafa Saarçı o tarafa bakarak: “İşte bunu kabul edemem! ”dedi ama Mehmet Yücel diretti: “Sen etsen de etmesen de gerçek bu, ötekiler hep gelip geçici şakalar. Oysa aşıklığın sürüp gidiyor ama, lafta kalıyor: “Bilmece, bildirmece -Dil üstünden kaydırmaca! ”dedi. Mustafa Saatçı hemen konuyu saptırdı: “Bir daha söyle, o ne güzel söz öyle! ”deyince arkadaşlar hep bir ağızdan tekrarladılar. Sözün anlamı açıklanmaya başlandı, derken yat zili çaldı. Mustafa Saatçı kendine yapılan sataşmalardan böylece bir daha kurtulmuş oldu.

Yatınca yapılan konuşmaları bir daha düşündüm. Arkadaşları birer birer gözden geçirdim. Hepsi ayrı ayrı iyiler ama bir araya gelince tut tutabilirsen. Yusuf Asıl tüm arkadaşlardan fotoğraf alıyor. Sınıf albumü yapacakmış. Bense herkesi yazmak istiyorum, geçmiş yıllarda başlamıştın. Kısa kısa yazdıklarım vardı. Çoğunun resmi var. Resimleriyle birlikte yazarsam daha güzel olacak. Bunu yapmaya karar verdim. Bir defter tutup kendilerine bile yazdırabilirim. Tasarladığımı beğendim. Sevinerek gözlerimi kapadım.

 

12 Ocak 1943 Salı

 

Yatak komşum Orhan yavaş sesle katıldığiı gruptan memnun olmamış. Özellikle Bekir Temuçin için: “Kendini beğenmiş biri, her söze karışıyor, hep ben, hep benci! ”dedi. Ben de: “Ama arkadaş çok çalışkanibiraz haklı olarak konuşuyor; bence! ”yanıtını verdim. Orhan o tip insanları sevmiyormuş. Hasan Üner’le değişmesini önerdim: “Hasan seni kırmaz! ”dedim. Orhan’ın aklı yattı: “Konuşayım! ”deyip ayrıldı. İlk ders tarih. İsmet Yanar tarih dersini seçen Fettah Biricik’e sataştı: “Ay sen tarih mi seçtin? ”Selçuk Korol Öğretmen duymasın, güler! ”dedi. Fettah’dan önce Sefer Tunca sinirlendi: “Bütün dersleri siz alın kuzum, biz sizi dinleriz! ”deyince İsmet: “Ben Fettah için söyledim, senin adının da Fettah ılduğunu bilmiyordum! ”deyince gülüşmeleer oldu.

Kahvaltıda Rezzan Öğretmen masalar arasında gezdi. . Oldukça uzun saçlı. Bayan öğretmenler içinde en uzunu. Yanımızdan geçti. Hilmi sordu: “Doğru mu yani bu söynenler, o adam yaşlı değil mi buna göre? ”dedi. Mehmet Aygün’le Hasan Üner ikisi birden: “Sus, dedikodu yasak! ”Hilmi diretti: “Ne dedikodusu ya, bütün çocuklar onların evleneceğini söylüyor, adam her gün buraya niçin geliyor? ”diye sordu. Ben: “Ona adam diyeceğine Selahattin Öğretmen ya da Aelahattin Yücesoy Öğretmen diyebilirsin, bilgili, deneyimli bir öğretmen; bizim öğretmen ona öğretmeniymiş gibi saygı duyuyor! ”dedim. Yusuf Asıl: “Bern çok yakından gördüm yakışıklı biri! ”deyince bu kez Salih Baydemir: Hilmi gibi mi? ” diye sordu. Takılmalar başladı: “Hilmi kıskandı! ” denince, Hilmi savunmaya kalkıştı ama söz yetiştiremedi. Ucu ucuna derse yetiştik. Selçuk Öğretmen Akın piyesini sorarak söze başladı. Halil Basutçu’ya: “Senin yükün çok. Ancak 23 Nisan’a da çok zaman var, başarırsın! ”dedi. Sefer Tunca parmak kaldırıp, kendilerinin program hazırlayacaklarını söyledi. Selçuk Öğretmen: “Biliyorum, o konuya geleceğiz deyip bizim gerçek tarih dersimizin konularını tekrarladı: “Bu yıl ki konularımız zaten sizin programınızın özetidir, biz buna Genel Tarih diyoruz. Tarihin ana hatları bilinince sorun kalmaz! ”deyip Sefer’e arkadaşını sordu. Fettah çekinerek el kaldırdı. Selçuk Öğretmen gülümsedi. Cesaretini takdir ediyorum. Tarihi sevmediğini sanıyordum, yanılmışım, güzel bir program yap, güzel bir ders ver; hem sevineyim hem de bu olumsuz kanaatim değişsin! ”dedi. Fettah cesaretlendi: “Yapacağız öğretmenim! ”dedi. Selçuk Öğretmen: “İşte bu güzel, gel şu işe hemen başlayalım! ”deyip bizim sıraların arasına girerek Fettah’ı tahtaya çağırdı. Önce Tarih dersinde okunan konuları sıralattı. Fettah’ın her söylediği söze kendi de söz katarak karanlık dönemlerde tarih dönemlerine doğru bir özet çıkarttı. Fettah çok heyecanlı olduğuından ne yaptığını pek anlayamadı ama biz çok iyi anladık. Öğrtetmen bir çizgi çekip Milattan önce 3000 yılın yazarak Sümer-Mısır-Çin adlarını yazdı. 2000-1000 yıllarına gene aynı adları yazdıktan sonra Hitit-Babil-Asur-Babil adlarını yazdı. 1000-500 tarihleri arkasına da Fenike-Lidya-Frikya-Med-Yunan, 500-100 arasına da Makedonya-Roma-Kartaca-Pers-Hun yazdı. Yazılan adları sıra ile bir arkadaşa sordu. Doğru yanıt alamayınca oturanlara baktı. Parmak kaldırana sordu. Makedonya’ya sıra gelin c zil çaldı. Selçuk Öğretmen gülerek: “İşte bu da bir genel tarih özetidir. Bunlara, o günkü koşullar içindeki toplumsal durumlarını, uygarlıklarını eklerseniz baya baya tarih olur! ”deyip gitti. Hepimiz bir şeyler kazandık. Fettah’la Sefer bakındı kaldı. Sanırım onlar heyecandan fazla bir şey alamadılar. Çünkü Sefer içtenlikle : “Ben bundan bir şey anlamadım! ”dedi. Hikmet Özmen Öğretmen biraz geç geldi. Onun üstünde duracağı konuyu biliyoruz. Trakya Bölgesinde Tarım, Tarım ürünleri, hayvan türleri. Kolunun altındaki büyük kitapları masaya bıraktıktan sonra gülrek: “Çocuklar, buraya geldiğimden beri uçan bir kuş görmedim, siz gördünüz mü? Gördüyseniz yerini söyleyin gidip bakayım. İnanın ciddi söylüyorum! ”dedi. Arkadaşlardan gülenler oldu. Mehmet Yücel önce gördüğünü söyledi: “Gördüm asma onlar göçmen kuşlardı, sonbaharda gÜneye gittiler! ”dedi. Hikmet Öğretmen: “Ben şaka konuşmuyorum, bu cıvarlarda kuş yok ya da ara ara geçici olarak buradan geçiyorlar. Oysa her yörenin kalıcı kuşları vardır! ”dedikten sonra büyük kitaplardan birini açtı türlü boyda kuş resimleri vardı. Öğrertmenin konuşmasından bir pay çıkardım: Müdür Beyin konu dağıtımı yaptırdığı kitaptan okuduğum ilkokul Hayat Bilgisi derslerinde, öğretmen günlük bir olaydan konuya girer, çocukların ilgisini topladıktan sonra öğreteceği konuya gelip anlatmak ya da vrmek istediğini verir! ”deniyordu. B u nedenle bilgiç bilgiç öğretmenin asıl konuya gelmesini bekledim. Öğretmen : “Sırası gelmişken Trakya’da bulunan kuşlartı da saptayalım! ”deyince hemen: “Biz bu konuyu işlemiştik, Meriçli arkadaşilarımız yüzlerce kuştan söz etmişlerdi. Meriç boylarınsa sayısız kuş türü varmış! ”dedim. Fettah biraz ters baktı ama Ali Önol parmak kaldırıp söz aldı, anımsayabildiği kadarıyla olayı anlattı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen kuşları resimleriyle göstererek tanıtmaya çalışmıştı. Öğretmen bir süre dinledi: “Bu bizim işimizi kolaylaştırdı. Unuttuklarına üzülmeyin zaten biz şimdi konuştuklarımızın bir bölümünü gene unutacağıkz. Önemli olan genel bir bilgidir. Asıl bilmemeiz gerekenler çevremizdekilerdir! ”deyip elindeki kitraptan uzunca bir ad listesi okudu. Öğretmen nedense önce öten kuşlardan başlayalım! ”deyip önce bülbülden başladı. Çoğumuz bülbülü şarkılardan öğrendik. Özellikle Hidayet Gülen Öğretmenin çalıp söylediği “Bülbül olsam kona da bilsem dallere” şarkısını hep biliyoruz. Bizim gramofon plaklarında onlarca söylenmiş bülbüllü şarkılar anımsıyorum. Oysa arkadaşlar bu konuda hiç düşünmeden Bülbül dedikleri kızı anımsayıp bakıştılar Gerçi ona doğrudan Bülbül değil onun yerine Almanca’sı Nachtigall’ı söylüyorlar ama, onun altında bülbül olduğu belli oluyor. Bir süre gülümsediler. Hikmet Öğretmen birşeyler anladı, kuş listesine bir süre baktı. Başını kaldırınca bakalım bu kuşta da böyle duraksayacak mısınız? deyip arkasından “Karga! ” diyerek bu kez de o gülümsedi: “Görmeyeniniz var mı? ” diye sordu. Arkasından saksağan, tarlakuşu, serçe, tepeli, sığırcık, çil, keklik, bıldırcın, kırlangıç, saka, ispinos, kukumav, üveyik, guguk, güvercin, çulluk, toy, leylek deyip kesti. Bize: “Başka bildikleriz varsa listeyi uzatın. Ancak çevrenizde olanları işaretleyin, onl<rı özellikle bileceksiniz! ”dedi. Zil çalınca öğretmen kitaplarını topladı. Giderken bir ders daha geleceğini söyleyip ayrıldı.

Hikmet Öğretmen bu kez de geçen hafta getirdiği kitaplarla geldi. Bu kitapları ben çok iyi tanıyorum. Tarım nöbeti tuttuğum sıralar onları hep karıştırmıştım. Öğretmen birini açtı. Kitabı geçen hafta da getirmişti. Bu kez resimler gösterdi. 1. Edirne Fidanlığı, 2-Tekirdağ Şarap Fabrikası, 3-Vize Fidanlığı, 4-Uzunköprü Tavuk İstasyonu. Öğretmen duraksayınca İsmet hemen sordu: “Bunları gezeceğimiz söylenirdi, günlerimiz azalıyor; ne zaman gezeceğiz? ”dedi. Öğretmen soruyu ciddiye aldı: “Bunları gezmek kolay, Trakya küçük, yolları düzgün bir yöre, hangisini seçsek sabah gidip akşam döneriz. Gümnleriniz daha bitmiyor, şöyle böyle neredeyse bir yılınız. Bu zaman içinde insanlar Fizan’a gidip gelir! ”deyip güldü. 15 Hüseyin Serin’e Fizan’ı sordu. Hüseyin dalgınlık etmiş, gülümseyerek: “Bize yakın, çok gidip geldim öğretmenim! ”deyince öğretmen: “Şaka mı ediyorsun, Fizan’a gidenleri duydum ama dönenlerden kimse söz etmiyor! ”deyin Hüseyin üzüldü: “Ben Keşan anladım öğretmenim o dediğiniz yeri bilmiyorum! ”deyince 8-10 parmak kalktı. Bu kez öğretmen sormadı, kendisi anlattı: Osmanlı Padişahlarının sevmediği insanları ölmeleri için gönderdiği Afrika ortalarında bir yer, İstanbul’a en uzak yer! ”dedi. Bu kez de gene Hüseyin Serin’e döndü: Sen Keşan’ı tanıdığına köre oradan başlayalım, oradaki insanların başlıca geçim kaynakları nelerdir? Bnize kısaca bilgi ver, bilmediğimiz Keşan’ı biraz olsun tanıyalım! ”dedi. Hüseyin Serin önce bilirim dediği Keşan’ı bu kez tam bilmediğini, oradan geçtiğini, halkının çiftçilik yaptığını söyledi. Mustafa Saatçı, arkasından Sami Akıncı Keşan için duyduklarını anlattılar. Hasan Üner’le Hilmi Altınsoy da katıldı. Keşan üstüne tam olmam akla birlikte bir ölçüde fikrimiz oldu. Bu arada ben de babamdan duyduğum bir şaka sözü ekledim. Babam, boş boş konuşulduğu sıralarda konuşanları bir süre dinler ama karışmaz. O boş konuşmalar bir süre sonra bir sonuca varmadan bitince babam eklert: “Malkara Keşan söz sözledi paşam! ”(Söz etti)der. Arkasından da bir benze sözü ekleyerek olayı özetler: “Dipsiz kile, boş ambar! ”Bu sözü Hikmet Öğretmen ilk kez duyduğunu söyledi, açıklalamı istedi. Açıkladım: Dipsiz kile demek, hububatı aktarmamak demektir. Buğdayı ölçecek kabın dibi yoksa o zaten taşınamaz! ”deyin öğretmen güldü: “  Anladım, tahıl konmayınca ambar da boş kalır! ”Hilmi Altınsoy biraz ızlanarak konuştu: “Öğretmenim, bizim okul Edirne’de açılmıştı, sonra Kırklareli’ye taşındı. Böylece Edirneli, Kırklarelili arkadaşlar kendi çevrelerini iyi tanıdılar. Biz Tekirdağlılar çvremizden uzak kaldık! ”deyince Hikmet Öğretmen: “Anladım, bir an önce Tekirdağ’a gezi istiyorsun! ”deyip güldü. Sonra da: “Söz, gezilerin mevsimi gelsin ilk Tekirdağ’ı göreceğiz! ”dedi.

Öğretmen çıkınca Tekirdağ’lılar sevindiler. Bu kez de Edirneliler Hilmi Altınsoy’a çattı. Bekir Temuçin Hilmi’nin konuşma biçimini eleştirdi, taklidini yaptı. Müdür Beye haber vermek için gittiğimde Talat Tarkan Öğretmenle karşılaştım. Olayı bildiği için gülümseyerek, Müdür Bey toplantıya gitti. Hayırlı bir iş toplantısı yapıyorlar. Sizin atanacağınız ya da olası atamaların yapılacağı yerlerdeki okul, bahçe, öğretmen evi yerleri saptanmaya başlanacak. Müdür Bey size açıklama yapar. Ancak sen şimdiden bu muştuyu verebilirsin! ”dedi. Dersliğe döndüğüm zaman üzücü bir olayla karşılaştım. Bekir Temuçin iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Müdür Beyin gelmemesine sevindim. Soranlar oldu, yanıt vermeden ben sordum: “Ne oldu? ”Edirne, Kırklareli tartışması sonunda Kırklareli savunucusu İsmet, Edirneli Bekir Temuçin’e hakaret etmiş. İsmet’e baktım. İsmet, meydan okurca: “Herkes boyuna göre konuşsun, konuşmazsa boyunun ölçüsünü alırlar! ”dedi. İsmet’e baktım: “Sen şimdi boyuna göre mi konuştun? ” diye sordum. İsmet yanıt vermedi. Arkadaşlar da dikkatle beni izliyordu. Kızdım: “Kavaklar da uzun boylu ama kuşlar tepelerine pekala pisletiyor! ”dedim. Önce bir iki sısıltı-pısıltı oldu. Arkasından herkes güldü. Arkadaşlart gülünce durumu anlattım. Önce inanmadılar Talat Tarkan Öğretmen anlattı; anlattığını da size söylememi o söyledi, deyince inandılar. İsmet gitti Bekir’e sarıldı, sırasına oturup fısıltıyla konuştular. Arkadaşlar verdiğim habere önce sıra arkadaşları kendi köy durumlarını bir birine sonra sonra herkes herkese olası durumları anlattı. Yarın gidecekmiş gibi heyecanla anlatanlşar bile çıktı. Sami Akıncı ise bana sordu: “Sen şimdi bu habere seviniyor musun? ”dediiÜstelik doğru söylememi de istedi. Sevinmediğimi, Ankara’ya gitmekten başka bir şey düşünmediğimi söyleyin Sami: “Ah, işte böyle; benim gibi düşünen biri olsun istiyorum. Ben okumak için geldim, köye dönmek için değil, okuyabildiğim yere kadar gitmek niyetindeyim. Ne yapacağım, atı, sığırı, tarlayı? ”Herkes Sami’ye baktı. Fettah Sami’ye: “Sen git arkadaşım, bizim için de oku! ”dedi Sami sinirlendi: “Kuzum sen neden boyle konuşuyorsun? Ben neden senin için de okuyacakmışım. Senin bir okuma hakkın varsa git onu kendin kullan. Sanki büyük bir okuma isteğin varmış da benim isteğimi güçlendirecekmiş gibi oncağıı bana vermeğe çalışıyorsun. Demin arkadaşın söylediği söze örnek işte bu olabilir: “Dipsiz kile boş ambar! Olmayanı bağışlama buna denir! ”Fettah ağlayacak duruma girdi. Ne var ki, Sami’nin karşısına çıkacak durumda değil, öfkesini içine attı. Fettah’ın yakın arkadaşı gibi görünenler bile güldü. Oysa benim gülmem gerekirdi. Çünkü Fettah’la sürekli tartışıyoruz, kaçkez dövmek için üstüne gittim. Böyleyken onun adına üzüldüm. Neden çenesini tutup böyle durumlara düşmemeye çalışmıyor. Şimdi Sami’ye o sözü söylemesi gerekmezdi. Gene de böyle boynunu büküp susmasına üzüldüm. Az kalsın savunacak söz bile söyleyecektim. Yemek zili çaldı da belki bir yanlık çıkıştan kurtuldum. Sanırım bunu yapsaydım, arkaedaşlar Fettah’ı savamam olarak edeğil de Sami’ye sataşma olarak göreceklerdi. Yemekte Mehmet Aygün konuştu: “Fettah neden böyle boşboğazlık yapıyor. Her defasında da paylanıyor ama bu huyundan gene vazgeçmiyor! ”dedi. Hilmi gülerek: “Köpek, nokta nokta! ”dedi sustu. Öteki arkadaşlar Hilmi’ye çıkıştılar: “Bir Fettah da sensin, söyleyeceğin sözü tartmadan söylüyorsun! ”dediler. Hilmi özür diledi. Sözü bilerek öyle söyledim, nokta nokta deyişimden anlamadınız mı? ”diye sordu. Arkadaşlar güldüler: “Senin nokta noktan da aynı anlama geliyor. Önemli olan onu yemekte çağrıştırmamak! ”dediler.

Tarım saatlerini derslikte geçirdik Hikmet Öğretmen gene kitapları koltuğunda geldi. Trakya’yı yakından tanımaya hazırlanacağız, hazırlıklı olarak gezerceğiz, çalışma yerimiz kesinleşince de o yer hakkında acemilik çekmeden işe koyulacağız! ”dedi. Önce kitaptaki listeden Trakya’da yerişen ürünleri sıraladı. (Önce okuru, sonta ağır ağır yazdırdı) Buğday-arpa-yulaf- mısır-darı- pirinç- süpürlik darı- burçak- hapşhaş- gündöndü- fasulye- mercimek-nohut-soya-anason-tütün-pancar-patates-yerelması-kuşyemi-kenevir-keren-pamuk-kavun karpuz-kabak-soğan-sarımsak-bakla-bezelye-börülce-yerfıstığı-çilek-biber-patlıcan-domates. Meyve olarak da: Elma-armut-kayısı, zerdali, ahlat, güvem, kızılcık, küzüm, kuşburnu , erik, dut, ceviz, iğde, karamuk, muşmula. Öğretmen yazdırdıklarını ayrı ayrı sordu. Sonra da yaşamın güzel yanlarından biri de süstür, donanımdır. Süste de en çok çiçekler geçer. Trakya’da yaşıyorsunuz. Yetiştirdiğiniz, bildiğiniz çiçekleri de siz yazın! ”dedi. Atkadaşlar şimdi mi yazalım? deyince öğretmen: “İster şimdi, isterseniz sonra yazın, defterinizde bulunsun! ”dedi. Öğretmen masasına oturup bizi bir süre serbest bıraktı. Bundan yararlanarak anımsadığım çiçekleri yazdım. Gül, zambak , lale, menekşe, sümbül, nergis, karçiçeği, gülfatma, akasya, erguvan, şebboy, gelincik, papatya, çiğdem, sarmaşık. Öğretmen sordu: “Yazan var mı? çiçekleri merak ediyorum! ”dedi. Yazanlar parmak kaldırdı. Beşle on arasında yazanlar çıktı. Kimisi de qkgül, kırmızıgül, sarıgül dile aynı adı tekrarlamış. 15 tane yazdığımı söyleyince öğretmen okuttu. Öğretmen sarmaşık için bir ad söyledi. Sonra da sarmaşığın çok türleri vardır onu bir çiçek adı olarak alamayız, ormanlar sarmaşık dolu. Senin dediğin bir asma sarmaşığı, kısa ömürlü, değişik renkleri olan bir çiçektir. ! ”dedi. Yazdıklarımdan yalnız şebboyu tam tanıtamadım. Gene de öğretmen teşekkür etti:   “Sizin köye gittiğimizde hangilerini göreceğiz? ”dedi. Mehmet Yücel: “Onların köyüne karpuz zamanı gidin öğretmenim ! ”deyince Hikmet Öğretmen: “Hep birlikte gideceğiz, öyle sözleştik. Sen, sizin köyde olanları söylesen daha iyi olur! ”dedi. Hikmet Öğretmen pasydos zilinden önce gitti. Öğretmen gidince Asım Öğretmenin odasına çıkıp son parçayı bir süre çalıştım. Kalkmak üzereyken Asım Öğretmen geldi. Ben kalkınca, çevirip oturttu. Omuzlarımı düzeltti, başımı geri çektı. Kollarıma, bileklerime şekil verdi. Parçayı Lehrer, Schuler olarak değiştirerek gene gene çaldık. Schuler olarak aferin aldım. Öğretmen sol elim de sağ elim gibi rahat hareket etmesi için uzun uzun tek el çalışması önerdi: “Bilekler yumuşak olacak, tuşlara salt parmaklar basacak; bilekler ancak sağa sola gidip gelecek; düz duracak, aşağı ya da yukarı kalkıp inmeyecek! ”Sevinerek dersliğe döndüm. Derslikte çiçek, güzel kokan çiçeklerin tartışması yapılıyordu. Alpullu’daki ATATÜRK KÖŞKÜ’nün çiçekleri konuşulurken aklıma geldi. Alpullu Okul bahçesinde at kestanesi çiçek açtığı zaman ne güzel koklamıştık. Atkestanesi çiçek midir? Benim sorum başka bir soruyla kaşılandı: “Sahi biz kestaneyi meyve olarak yazdık mı? ”Kestane meyve midir? ”Arkadaşlar: “Meyvedir! ”deyince tartışma kesildi. Bu arada karanfil çiçeğinden söz edildi. Bizim bahçede değişik renkli karanfiller vardır. Karanfil yazmamıştım, hemen ekledim. Halil gene yanımöa geldi: “Bana senden başka yardım edecek yok ya da ben sana güveniyorum, biraz beni dinle! ”dedi. Kağıdı alıp dinledim. Başlarda kızıyla(Suna ile) konuşması var. Halil ayırdında olmadan konuşuyor. Arada Suna’ya : “Yavrum! ”falan diyor. Hem güldüm hem de biraş irkildim. Uzun süre karşılıklı bu konuşmalar yapılacak, Röslein bu konuşmalardan etkilenmiyecek mi? Sami nişanlısı olacak N’ye yaptığı gibi buna da yakınlaşmak ister mi? Halil konuşuken bunları düşündüm. . Halil’i kutladım ama içimden de hayret ettim. 60 dize kadar olan başlangıç bölümünü hemen hemen ezberlemiş. . 60 dize de dört düzeltme ile iki satır başı anımsatması yaptım. Böylece ben de Akın piyesinde oynayacaklar kadar ayrıntıları öğreniyorum. Halil bana süflörlük önerdi. Sabahat Öğretmen dikkatli bir süflör bulalım, demiş. Bir an düşündüm: “Olmaz, benim piyesin müzik çalışmalarında görevim var, o yeter! ”dedim. Biz konuşurken Sami Akıncı ördü. Önce baktı sonra kalkıp yanımıza geldi. Hlil’in ezberlediğini söyleyince şaşırdı. Hele 60 dizeyi doğru okudu deyince inanmadı. . Sami de yanımıza sıkışıp bir deneme yapmak istedi. Saminin rolü Halil’in gibi değil, birden çok kişilerle kısa kısa konuşuyor. Bu nedenle kiminle ne konuştuğunu tam ezberleyememiş. Oysa Halil şiir okur gibi başlayıp 10-15 dize okuyor. Sami’nin sesi de piyese uygun düşmüyor. Halil’in sesi gür. Bunu Sami’ye söyledim. Sami güldü: “Ötekilerin yanında ben oldukça iyi sayılırım! ”deyip ayrıldı. Halil bnana teşekkür etti, benim ona cesaret verdimi söyledi: “Gene çalışalım! ”diyerek ayrıldık. Az sonra yat zili çaldı. Yatarken kafam gene önce Akın piyesine giderek de Röslein’e takıldı. Piyesten sonra birisiyle adı çıkarsa nasıl bir tavır takınırım? Şimdi nasılsam öyle olurum, diyorum ama içimde bir buruıkluk oluyor. Arasda Mustafa Saatçı’ya takılıyoruz, 3 yıldır SS deyip duruyor ama kızın ondan haberi bile yok. Benim Mustafa Saatçı’dan ne farkım var ki? Fark sayılırsa ben arada konuşuyorum. Ancak konuştuğum genellikle müzik, kitap, oyun ya da köylerimizle ilgili ko ularda oluyor. Bunları da tüm arkadaşlar yapmaktadır. Bir kez daha karar verdim, piye oynana dek Röslein olayına paydos. Piyes oynandıktan sonraki durumu değerlendirip, gerekirse daha yakın ilişki kurmaya kalkışıbiliim. Bu aşamada böyle bir tavir beni ele verir üstelik ilgi görmezsem mahcup da olabilirim. Biraz acı da olsa güldüm: “Bu kaçıncı karar? Daha doğrusu kararsızlık: “Hem okumaya giideceğim, diye seviniyorum hem de gönül vermeye çalışıyorum. Bunun kestirme yolu kararlılıktan geçmektedir. Okul bitsin, okula gitme söz konusu olmayacaksa o zaman Röslein de başka bir bağlantı yapmamışsa şansını denersin. O zamana dek yapğılacak en iyi hareket, karşılıklı iyi ilişikileri güven içinde hemşeri olarak sürdürmek, ona hoş davranmak, onun soğutacak tavırlardan uzak durmak. Kısaca şimdiki durumu olduğu gibi sürdürmek. Görünce merhaba, görmeyince nerdesin? Ya da onu okudun mu? türü insancıl yaklaşımı sürdürmek. Sonuç ne olursa olsun dostluğu, hemşerilin sürmesini sağlamak. Çünkü Röslein böyle bir ilgiye layık bir arkadaş. Yaşamımın geleceğinde onunla ilgili acı bir anı olmamalı, buna ben izin vermemeliyim!

 

13 Ocak 1943 Çarşamba

 

Kalk zili çalar çalmaz ilk soru İdris Destan’dan: “Müdür Bey derse gelir mi, gelmez mi? ”Gelse ne olur gelmese ne? Doğru yanıt yok, yanıt yerine sorular. Öğleden sonra sanat çalışması var, ya sabahtan da işe alırlarsa? Sami Akıncı gülerek: “Korkunun ölüme yararı yok! ”diye bir söz vardır, benim bildiğim bugün Müdür Bey derse gelemeyecektir! ”Niçin? Nereden biliyorsun sorularına Sami Akıncı yanıt verdeden çıktı. Derslikte de sıkıştıranlar oldu ama Sami soranlara gözlerini kırparak baktı: “Ben söyleyeceğimi söyledim, kardeşim, sen daha ne istiyorsun? Gelecek mi? diye sordunuz ben de gelmeyeceğini söyledim, daha ne bekliyorsun? ”

Sami’nin konuşma biçimi bizim kahvaltıda eleştirildi “Sami çok şımardı, hep bilgiççe konuşuyor, herkese tepeden bakıyor. Özellikle de Akın Piyesinde rol aldıktan sonra böyle oldu! ”dendi. Önce dinledim ancak piyesten sonra, denmesine takıldım. Ta Edirne günlerinden bu yana hep öyle olduğunu, tersine son zamanlarda daha da yumuşadığını, eski yeni davranışlarından örnekler verdim. Eskiden, çevresindeki arkadaşlara haklı haksız hiç söz söylemiyordu. Oysa geçen gün Fettah’a söyledikleri fettah’a şimdiye dek kimse söylememiştir. Bu bile onun değiştiğini kanıtlamaya yeter! ”dedim. Talat Tarkan Öğretmen duyuru yaptı. : “Son sınıfların bugünkü sabah dersleriyle yarınki öğleden sonraki dersleri yer değiştirmiştir. Dersliklerinde Tarım öğretmenini bekleyeceklerdir. ! ”Servinenler oldu: “Neden diye kendi kendine soranlar oldu. “Sami’nin dediği çıktı! ”deyince bu kez bana : “Sen de biliyordun, ondan Sami’nin yanını tuttun! ”diyenler oldu. Bilmediğimi, yan tutma da yapmadığımı söyledim. Hilmi Altınsoy: “ bir of of çekti: “4 saat derslikte tarım dersi olur mu? ”diye sordu. Mehmet Aygün: “Git revire yat, nasıl olsa senin bir hastalık sorunun var! ”deyince Hilmi bu kez kendisini savundu: “Benim adım çıkmış, geçen bir yılda 4-5 gün revirde yattım, benim kadar herkes yattı. Onları görmüyorsunuz da beni sürekli hasta gibi görüyorsunuz! ”dedi. Yusuf Asıl: “Senin o 4-5 gün dediğin sakın 4-5 hafta olmasın? ”deyince tartışma büyüdü, revir defterine bakmaya karar verildi. Beni hakem seçmek istediler. Ben de: “Revire bu iş için bile gitsem revire gitmiş sayılacağımı düşünerek, revire gittiğim günleri çoğaltmamak için gidemeyeceğimi söyledim. Buu şaka olarak söylemiştim Ancak arkadaşlar bu kez, revire gitmenin anlamını saptadılar: “Revire gitmekten amaç, hasta olarak orada yatmak, yoksa kapısından girip ayakta bakıp değil! ”dediler. Ben bu kez de: “Öylerse ben,

Revirde hiç yatmadım, oraya gidişim benim şansımı etkileye bilir, o nedenle beni bağışlayın! ”dedim. Hilmi nedense tartışmadan vazgeçtiğini söyledi. Bu kez de Yusuf Ben gidip senin yattığın günleri sayacağım, sen istersen vazgeç! ”deyince Hilmi: “Hemşerim sen benimle dalaşmayı göze almışsın ancak ben sen, küçük bir hemşeri-kardeş olarak biliyorum; yolumdan çekilirsen iyi edersin! ”dedi. Küçük kardeş, büyük kardeş söylemleri arasında dersliğe döndük. Az sonra Hikmet Öğretmen her zaman kendi getirdiği kitapları bir öğrenciyle (9. sınıftan Hasan Bozkurt) göndermiş. Hasan Bozkurt’u tüm arkadaşlar tanıyor. Özellikle Kırklarelili arkadaşlar takıldılar: “Hasan, Tarım Öğretmeni mi oldun? Atları mı anlatacaksın? ” sözleri arasın Mehmet Yüğcel biraz yüksek sesle: Hasan Öğretmen, o kitaplarda neler yazıyor, sen hiç bakıyormusun? ”derken Hikmet Öğretmen kapıdan girdi: “Okuyor okuyor, okumasa neden taşısın? ”dedi. Mehmet Yücel, özür dilemek ister gibi tavır aldı ama H, kmet Öğretmen iki elini kaldırıp parmakları açık olarak iki tarafa asalladı. Bu konuşmayın demekti. Hikmet Öğretmen, Müdü Beyin isteğiyle değişiklik yapıldığını, kaldığımız yerden Trakya’daki Tarım çalışmalarını konuşacağımızı söyledi. Tarım ürünlerinin satışları üzrinde duracağımızı söyleyerekSorular yönelttı. İlk soruyu Mehmet Başaran’a sordu: “Ailen fazla ürünlerini nerede satıyor? ”Mehmet Başaran önce panayırda, az düşündükten sonra da pazarda! ”dedi. Yanında oturan Hüseyin Orhan’a da pazarın, panayırın ne olduğunu sordu. Hüseyin Orhan pazarın her hafta pazartesi günü kurulduğunu, panayırın yılda bir olduğunu söyledi. Öğretmen pazarların pazartesi günü kurulduğundan emin misin? Öyleyse neden pazartesi dememişler pazar demişler? ”dedi. Hüseyin Orhan sustu. Öğretmen gülümseyerek: “Bilgi cesaret ister. Cesur olmayanlar bilgi sahibi olsalar da bilgilerini ortaya koyamazlar. Bilgiyi alırken de dikkatli olmak gerekir. Arkadaşınız pazarın pazartesi günü kurulduğunu öğrenmiş sanırım pazara da gitmiş ama duyduğu ile yetinmiş, bir fikirsel araştırmaya gerek görmemiş. Haftanın günlerini bildi kesin. Pazarı da pazertesiyi de biliyor. Öyleyken Pazar sözünün pazartesiye geçirilişini duymazdan gelmiş. Ayrıca kendisi Lüleburgazlı olduğundan, pazarın pazartesi kurulduğunu söyleyebiliyor. Oysa Trakya’da pazartesi günü Pazar yalnız Lüleburgaz’da kurulur. İşte sağlıksız bilgi örneği. Bunu konuştuktan sonra sorumu bir kez daha tekrarlıyorum: “Pazar nedir, panayır nedir? iki arkadaşınız bunları özet olarak açıklasın! ”Mehmet Yücel, Bekir Temuçin, İsmet yanar, Sami Akıncı, Recep Kocaman, Harun Özçelik, Halil Basutçu, Asrif Kalkan, Sefer Tunca parmak kaldırdı. parmak kaldırdı. Öğretmen pazarı Arif Kalkan’a, panayırı Mehmet Yücel’e sordu. İklisi de doğru olarak anlattılar. Öğretmen bu kez de hepimize sordu. İlçe ya da il merkezi köylerindenseniz illerinizin pazarlarını, panayırlarının günlerini, tarihlerini biliyor musunuz? Düşünmeden konuşanlar çıktı: “Biliyoruz! ”Öğretmen kuşkuyla baktı. Sami hemen parmak kaldırdı. Ben parmak kaldırmadan: “Bilmiyoruz! ”dedim. Öğretmen bu kez bana sordu: “Hangisini bilmiyorsun? Panayırların mevsimini biliyorum ama kesin tarihini bilmiyorum. Çünkü Lüleburgaz’la Kırklareli panayırları her yıl bir iki gün de olsa değişik tarihlrde kurulmaktadır! ”Hikmet Öğretmen: “Ya, işte bakın, , deme4k panayırlarda pazarlar gibi bir kesinlik yokmuş. Kesin olan yılda iki kez kurulduğu! ”Öğretmen zil sesini duyunca: “Devam edeceğiz deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca herkeste bir telaş: İlçenin pazarı hangi gündü, panayırı ne zamandı? Pazarları sora soruştura bulanlar oldu ama birkaç arkadaş dışında panayırların tarihinden geçtik mevsimlerini bile çıkaramadılar. Ben Lüleburgaz’ın Nisan-ağustos, Kırklareli’nin mayıs-eylül aylarında olduğunu biliyordum.

Öğretmen gelince gülerek sordu: “Umarım elbirliğiyle birşeyler buldunuz! ”dedi. Öğretmenin gülüşünden cesaretlenenler bulamadıkların ı söylediler. Öğretmen bana bakınca ben, Kırklareli ile Lüleburgaz’ı biliyoruz öğretmenim! ”dedim. Öğretmen: “ Ya, işte bu kitapları bunun için taşıyorum! ”deyip birini açtı. Panayır kurulan yerleri, illere göre, mevsimlerini hatta kaç gün sürdüğünü okudu. Edirne-Uzunköprü-Keşan, Kırklareli-Lüleburgaz-Babaeski-Pehlivanköy-Pınarhisar, Vize, Tekirdağ-Çorlu-Saray-Çerkezköy-Muratlı-Hayrabolu, Malkara. Belli başlı 16 yerde İlkbahar nisan –mayıs, sonbahar ağustos-eylül(kimi kes Ekim başı) aylarında olmak üzere yılda iki kez panayır kurulur. Demek 32 panayır kuruluyormuş. Panayır günleri zaman zaman değişmekle birlikte genel olarak 3 gündür! ”Öğretmen elindeki kitabın arkasıma sağ elinin baş parmağını dirsek yaparak kitaba vurdu: “İşte bu kitapların yararı burada! ”dedfikten sonra bu kez Pazar sözüne döndü. Hasan Üner’e pazar’ı sordu. Hasan işin içinden kolay sıyrılmak için pazara hiç gitmediğini, Pazar işlerini görenlerin büyükler olduğunu, kendisi okula gittiği için onu götürmediklerini anlattı. Hikmt Öğretmen: “Makul bir mazeret, ben de okula giderken pazara hiç götürülmemiştim benim ailem de beni, daha sonra biraz büyüdüğümde pazara çıkarmıştı! ”dedi. Pazara götürme ile pazara çıkarma sözü arasındaki değişikliği çok arkadaş anlamadı(Dalgınlıklarından). Ben anladım ama önce cesaret edemedim az ileri yanımdaki Sami Akıncı’ya baktım. Sami neredeyse kı kıs gülmeye hazır. Birden parmağımı kaldırdım. Öğretmen baktı: , gülerek: “ Ne o, senide mi pazara çıkardılar? deyince arkadaşlar güldüler. Hikmet Öğretmen Emrullah Öztürk’e sordu. “Niçin güldün? Emrullah önce biraz çekimser tavır aldı sonra da cesaretlenerek yanındaki arkadaşı için; Hüsnü Yalçın güldüğü için! ”dedi. . Öğretmen Hüsnü Yalçın’a sordu. Hüsnü Yalçın da arkadaşlar güldüğü için güldüm! ”deyince bu kez öğretmen güldü: “Kuzum içinizde benim gibi karşısındakine bakmadan gülen yok mu? ”deyince bu kez Sami Akıncı ile birlikte İsmet parmak kaldırdı. Öğretmen İsmet’e söz verince İsmet, içinden gülmek gelince kendi güldüğünü, başkaları gülüyor diye gülmediğini anlattı. Öğretmen daha çok gülümsedi. Sami Akıncı’nın parmak havada dururken ben parmak kaldırdım. Öğretmen bana : “Söz hakkı sırası Sami’de deyip ona işaret etti. Sami pazara çıkarma deyimini açıkladı. Öğretmen bana baktı: “Sen de bunu mu sdöyleyecektin? ”diye sordu. ben . “Evet! ”deyince: “Hak onundu, eli havada bekliyordu! ”dedi. Öğretmen gene baştaki söze döndü. : “Öğrenmek için dikkatle dinlemek, dinlediklerini belleye yerleştirmek gerekir. Kulağına geleni öğreneceğini düşünmek davul dinlemekten farksızdır. Davulun dumdumları nasıl tokmak vuruşu bitince uçup gidiyorsa düşünmeden söz dinlemek de öyledir! ” Öğretmen bu kez pazarlarda satılan ürün leri sayıp döktürdü. Pazarlar kurulurken panayırlara nden gereksinim duyulduğunu sordu. Bölgelere göre pazarların, panayırların benzerliklerini farklılıklarını irdeletti. Salih Baydemir Muratlı, İbrahim Ertur uzunköprü, Recep Kocaman Pınarhisar, Ahmet Güner Vize, Mehmet Yücel Lüleburgaz, Arif Kalkan Kırklareli pazarlarını, panayırlarını buralarda satılan ürünleri anlatmak üzere görev aldı. Öğretmen bu ödevleri , masadaki kitapları göstererk, böyle dosyalara koyup gelecek yıllar öğrencilerime öğreteceğim. Böylece hem bana yararlı olacaksınız hem de gelecekteki kardeşlerinize sağlıklı bilgiler aktaracaksınız! ”dedi. Öğretmen masaya oturup açtığı kitaptan Trakya’da belli ürünler için sayısal bilgiler okudu. : Edirne ilinde 110. 000 hektar hububat ekilen yer olduğunu, yuvarlak olarak her yıl 100. 000 ton ürün alındığını, modern tarıma geçildiğinde bu ürünlerin 1. 000. 000 on olabileceğini söyledikten onra bize sordu. Bu on kat artış ne anlama geliyor düşünüyor musun? ”dedikten sonra, gülerek: “Günde bir yeyrek ekmek değil en az bir ekmek, öyle siyah falan değil pamuk gibi beyaz ekmek, her türlü sebze, tatlısı da üstüne caba! ”deyip güldü. Kırklareli. 100. 000 hektar ekşim 90. 000 ton hububat. Tekirdağ 150. 000 hektar, 120. 000 ton hububat! ”zil çalınca öğretmen gülümseyerek çıktı. Arkadaşlar yorup yaptılar: “Öğretmen konuşurken aç şeyler gigi yalandığımızı görünce öğretmen güldü! ”diyenler oldu. Öğretmenin dediği artış olur mu sorusu soruldu. ”Olmaz “diyenlere Sami Akıncı çıkıştı: “Öğretmenin sözlerinden sonra nasıl oluyor da olmaz diyorsunuz? Herp gittik gördük, o çiftliktem neler oluyordu. Sami Sarımsaklı adını unutmuş, anımsattım. Sami bu kez bana: “Anlat şu arkadaşlara, neden olmazmış? Sarımsaklı’da olan başka yerde neden olmasın? ”derken öğretmen geri geldi. Neden tartıştığımızı sordu. Sami Akıncı tartışmıyoruz, bir soru sordum daha doğruau birlikte gezdiğimiz bir modern tarım yapılan çiftliği sordum, arkadaşlar unutmamışlar onu söylediler! ”dedi. Öğrtetmen inanmış olacak Sami’ye sordu. “Neresiymiş, öğrendin mi? ”dedi Sami gülümseyerek, öğrendiğini söyleyince öğretmen bu kez: “O öğrendiğini bana da anlat! ”dedi. Sami adını unuttuğunu söylediği Sarımsaklı Çiftliğini en küçük ayrıntılarına, oradaki iki mühendisin geleceğe yönelik tasarılarına varana dek anlattı. Sami sözünü bitirince öğretmen Sami’ye teşekkür etti: “İşte benim söylediğim öğrenmeler bu tür öğrenmelerdir! ”dedikten sonra gene Sami’ye sordu: “Sarımsaklı Çiftliği’ne n zaman gittiniz? ”Sami: “Geçen yıl! ”yanıtını verince öğretmen olsun, sen anlattıklarını sanırım beş yıl sonra da anlatacaksın; çünkü belleğine gereken ayrıntıları yerleştirmişsin. Sarımsaklı Çiftliğine henüz gitmedim ama, ora hakkında yazılanları dikkatle okudum. Okuduklarımla anlattıkların tıppatıp uyuşuyor! ”deyip masaya oturunca Fettah Biricik parmak kaldırdı: “Öğretmenim biz de okumak istesek o kitapları nereden buluruz? ”Öğretmen, Fettah’ın numarasını anladı: “Daha önce hiz aramadınız mı? Fettah: “Aradık! ”deyince Hikmet Öğretmen gülümseyerek: “Vallahi ben de bilmiyordum, ilk geldiğim günlerde (Beni göstererk) arkadaşınız dolapları düzene koyarken (Masa üstündeki kitapları göstererk)bunları sıraladı. Onun bu düzen alışkanlığına sevinerek kitaplara el attım. Meğer onlar benim, sizin hepimniz için başlıbaşına bir kitaplık, bir hazineymiş. Hepsi Trakya Genel Valiliğiinin uzun arartırmalardan sonra hazırladığı kitaplar. Tarihleri de öyle yeni falan değil. En yenisi 1940. Onun bile üstünden neredeyse 3 yıl geçmiş. Kısacası satın almak isteseniz de bulacağınızı sanmıyorum. Bunların değerini anladığımız için arkadaşın onları deftere yazdı, mühüerleyip imzaladık. Kayıt yaptırarak alabilirsiz. Okul kitaplığının kuralları orada da geçerli. Ancak bizim kuralımız zaman olarak kesin, alan bir kitap alabilir alınan kitap bir hafta kalabilir. ! ”dedikten sonra öğretmen Fettah’a baktı. : Arama ile ilgii bir çok söz vardır, bilirsiniz. Ben onlardan birinin yarısını anımsatacağım: “Arayan bulur! ”deyip Fettah’ın omuzuna eliyle dokundu. Uyur gibi duran Fettah’in yüzü birden değişti. Bir süredir durgun bakan kimi arkadaşların da bakışları değişti. Öğretmen masasına oturarak eliyle sayfalar açıp bir yerden başilıklar okudu. 1. Trakya’da fidancılık-2. Trakya’daMeyvacılık, 3. Trakya’da koruluklar, 4. Trakya’da Kavaklıklar, 5. Trakya ‘da Yoncalıklar, 6. Trakya’da Bağcılık başlıklarından sonra, bazi sayısal bilgiler verdi. Örneğin her yıl halka parasız dağıtılan fidan sayısının 1. 000. 000’dan fazla olduğunu, Trakya’da irili ufaklı 80 fidanlık bulunduğunu duyunca hepimiz şaşırdık. Tarım araçlarından sonra Tavuk Üretme İstasyonlarını okudu. Bir ara okumayı bırakarak tavukçuluk üstüne bilgiler verdi. Makin ile civciv üretimini biraz şaşkınlıkla dinledik. Büyük baş hayvanlara sıra gelince zil çaldı. Öğretmen devamını da okuruz. Artık anlaştık, isteyenler alıp okuyabilirler. Okursanız bölgelerinizde olan birimleri, nerelerde ne olduğunu öğrenir not edersiniz. Gerekli olunca da arar bulursunuz! ”deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca bir süre sözlerinden anlam çıkarmaya çalışanlar oldu. Öğretmenin benim için söylediklerinin doğru olup olmadığı da sorgulndı. Bu kez de Halil Basutçu sinirlendi: “Siz hep başkalarını suçlamaya çalışıyorsunuz. Öğretmen açık açık kendisi bunları ben burada gördüm, burada okudum, burada öğrendim, şimdi de öğrenmeyi sürdürüyorum! ”diyor da siz, gözünüzün önünde duran kitaplara niçin bakmadık? diye kendinize sormuyorsunuz! ”dedi. Mehmet Başaran işi yumuşatmak için sıraya sert bir cizimle çat çat, diye vurduktan son: “Dikkat, Orta Asya Büyük Hakanı İstemi Han konuşuyor! ”dedi. Hüsnü Yalçın, Bekir Termuçin, ben, yeğenim İsmet Halil’i alkışladık. Sami Akıncı Halil’i destekledi. Böylece tartışma kesildi. Dışarı çıkınca piyano sesi duydum ama ndense Asım Öğretmenin kapısından döndüm. Her gün her gün gitmeyi kendiliğimden fazla buldum. Resim Odasına girip akordiyon çalıştım. Beethoven’in Köstebeki ile Rösleini tekrar tekrar çaldım. Bırakıp çıkmak için hazırlanırken bu kez Asım Öğretmen geldi: “Çaldığını duydum, Köstebek tamam, öteki ne ben hiç duymadım çok güzel bir liede benziyor! ”dedi. Olayı saptırmak için Hasanoğlan’a gittiğimizde dersimize gelen Süheyla Öğretmenin öğrettiği bir Almanca şarkı! ”dedim. Asım Öğretmen olayı önemsemedi: “Ben anladım onun bir yabancı parçası olduğunu! ”deyip ayrıldı. Dersliğe döndüm. Arkadaşların bir bölümü, tarı m konuşmalarını sürdürüyordu: “Öğretmenin söylediği 80 fidanlık nerede? ”Herkes kendi çevresindeki fidanlıkları söylüyor, yapılan toplamalarda 10 ya da 15 sayısı geçilemiyor. Sonunda Mehmet Yücel arkadaşın bir şaka sözü ile konu kapandı: “Öğretmen köy koruluklarını da fidanlık saymıştır! ”

Yemekten sonra Halil gene geldi: “Yarın derste öğretmen sorabilir, ezberlediğim yerleri bir daha tekrarlayayım! ”severek kağıtları aldım. İki kez tekrarladık. Dize sayısında artış yok ama kimi yerleri çok rahat söylediAncak bu kez daha çok tökezledi. Ben tasarladığım çalışmayı yapamadım ama arkadaş sevindi. O ayrılınca öğretmene vermek üzere hazırladığım iki şiire bir üçüncüyü ekledim: Güvercinler! Göl-Kar-Güvercinler! Bir yandan da içimde bir korku gidrek büyüyor. Öğretmen beğenmeyebiliriŞiirler gerçekten güzel olmayabilir. Okuduğum şiirlerin hiç birine benzemiyor. Sanırım ben de yapığımı beğenmiyorum ama gene de birine, bu işten anlayan birine kısacası kendi öğretmenime göstermek istiyorum. Beğenmezse o beğenmesin! Uzun süre uyur gibi bunu kendime sordum, kendim yanıtladım. Şaheserler Antolojisindeki şiirler hep birşeyler anlatıyor. O anlatılanları anlar gibiyim ama kendim yazarken onlar benim aklıma gelmiyor. Güvercinlerde de öyle oldu. Esir Kartal’da bir şeyi yakalar gibi oldum. O şey doğrudan yazarın düşüncesiydi. İşte ben onu yapamıyorum. Gü

Vercinler güzel, güzel olduğu için onları herkes seviyor. Herkes gibi “ Çok güzel şeyler, ya da “Ne güzel şeyler! ”desem şiir olacak mı? BakalımSabahat Öğretmen ne diyecek? Fikret Madaralı Öğretmen tutuğum notlar için: “Tutmayı sürdür, yaza yaza sen benim söyleyeceklerimden çok daha iyisini yapacaksın. Şimdi benim söyleyeceklerim senin için vakitsiz söylemnmiş olabilir. Bu da senin zararına olurihevesin kırılır! ”demiştiBelki Sabahat Öğretmen de öyle söyleyecektir. Dalşgın dalgın düşünürken yat zili çaldı. Öyle yatağıma gittim. Yatınca da bir süre bunları düşündüm. Vahit Dede ile bir daha karşılaşırsam bu konuyu konuşacağım. Köye gidince Abbas Amcama da soracağım. O da şiir yazıyor. O bunlara: “ Şiir değil Nefes, diyor ama gene de onlar şiir. Duerup duruken onu anımsadım: “Edirne'deki yemekhanete çalışan Baki’yi. Çocukçağız şiir konusunda konuşmak için günlerce Vahit Dede’yi beklemişti. Şiir yazmak böyle bir merak mı uyandırıyor? Yoksa ben kendi kendimi zorla mı meraklandırıyorum? ”

 

14 Ocak 1943 Perşembe

 

Mehmet Yücel başını kaldırıp Fettah’a sordu: “Fettah sen de uzun süre Tarım nöbetçiliği yaptın, o almak istediğin kitabı oralarda hiç mi görmedin? ”Sefer araya girerek: “Benim hemşerim balı çok sever, nöbetinde bal gözetlerken kitapları görememiştir. Fettah, Mehmet Yücel’i umursamayarak Sefer’e yanıt verdi: “Kim ben mi bal seviyorum? Ayol benim nöbetimde oraya her gün gelen sendin, niçin geliyordun söyler misin? Karşıdan bakıp nasıl yalandığını unuttun değil mi? Önlemeseydim petekleri bozup yiyecektin. Daha geçen gün:

-O zaman bal yeseydik Ali Aga gibi bizi de kırlatacaklardı! ”diyen sen değil misin? ”Mustafa Saatçı: “Bu sözleri duymak istemiyorum, siz böyle konuşursanız ben bu sınıfta daha 12 ay oturamam; ne oluyorsunuz? ”diye çıkıştı. Hüseyin Serin: “Ben de! ”deyince onu, Ali Önol, Abdullah Erçetin, Yusuf Asıl derken 8-10 arkadaş “Ben de diyerek Mustafa Saatçı’ya katıldılar. Halil Basutçu sordu: “Ne o sınıfı ikiye mi bölüyorsunuz? ”İsmet söze karıştı: “Siz Meriçlilerin böyle takaza yaptığına bakmayın onlar yemedik dedikleri baldan yemiştir, yemedik diyerek, yedidiklerini bize böyle duyuruyorlar. İçten içe de:

- Kıskançlıktan çatlayın! diyorlar. Sefer İsmet’e :

- Bravo İsmet, sen bildin; gerçekte vbiz çok bal yedik. Ancak burada değil kendi evlerimizde. Senin anlayacağın biz bal görmediği değiliz. Fettah’ın dediği de doğru. “Oradaki nöbetlerimizde öyle bir suç işleseydik, gözümüzün yaşına bakmadan kovarlardı! ”demek, hepimizin söylediği ya da söyleyebileceği bir söz. Bunu söylemeyen varsa geç kalmıştır. Bir suç işlerse görür boyunun ölçüsünü! ”

Fettah’la Sefer Tunca’nın bu tür tartıştığına ilk kez tanık olduk. Sonunda Baba Ali (Ali Önol) ikisine de sarılarak bir süre öyle durdular. Sefer Tunca: “Tamam tamam! ”diyerek güldü, sarılımı bozarak dışarı çıkı.

Kahvaltıda Yusuf Asıl, Hikmet Öğretmenin dünkü konuşmasını anımsatarak:

-Modern tarıma geçilince yiyecekler on katı artacak! ”dedi. Hikmet Öğretmenin dediğini anladıklarını biliyorum ama nedense anlamamış gibi konuşmalarına katılmak istemedim. Tersine Kastamonu/Gölköy Köy Enstitüsü üstüne yazılan bir yazıdan, İzmir/Kızılçullu’dan gelen bir mektuptan söz ederek bizim şansız bir okulda okuduğumuzu söyledim. Geçen yıl Arifiye Köy Enstitüsü’nde gördüklerimizi anımsattım. Arkadaşlar için için kaynıyormuş, hemen Edirne/Karaağaç günlerinden başlayıp nasıl gün gün yokluğa sürüklendiğimizi sıraladılar. Köy Öğretmen Okulu olduğu süredeki bakımın Enstitü olunca iyice bozulduğu, önceki zamanda iki kez verilen kumaş giysiden bile yoksun kaldığımızı, Hasanoğlan’a göçümüzün ise tuz-biber ektiğini anlattılar. Söz dedikoduya döküldü. Salih Baydemir Edirne/Karaağaç’tan alınan o yüz vagon eşyanın ne olduğunu sordu. Yüz vagon sözünü düzeltmek istedim: “Yüz vagon olamaz, her vagon 10 metre olduğuna göre 100 vagon 1000 m. Olur, yani bir km. Neredeyse okulla artezyen deresi kadar eşya. Vagonlar dolu olduğunu , yükseklikleri de 3 metre olduğunu düşünürsek neredeyse bir metre yüksekliğinde 3000 metre boyunda eşya olur. Buradan Yeni Bedir köyünü bulacak bir eşya zinciri! ”Arkadaşlar güldüler. Hilmi Altınsoy sordu: “Abi nereden buluyorsun bunları. ? ”Yanıtladım:

- Söyleyern sizsiniz. Vagonların bir boyu, bir yüksekliği var. İstasyon arasında boş vagon gezdirmezler. Vagonlara eşyaları tıka basa biz doldurduk. Ancak saymadık, o gün bu gündür çok deyip duruyoruz. Oysa şimdi siz 100 vagon dediniz. Ben de yüz vagon olamayacağını kanıtlamaya çalışıyorum. O eşyalar Sinanlı Köyünde önce iki depoya kondu. Sonraları biri boşaldı. Kalan depoya ben iki kez gittim. Buradan Yeni Bedir köyüne dek uzayacak eşya olmadığını görür gibiyim. Bu nedenle kendi fikrimi savunuyorum! Arkadaşlar beni haklı buldular. Ancak, anımsadıkları o güzelim porselen tabaklar, o yaldızlı çatallar, kaşıkşar, bıçaklar, ne oldu? Öğretmenler bize sık sık takılıyordu:

-Aman çocuklar, padişahlarımızdan bize anı olarak kalan bu değerli tabakları, bardakları kırmayalım. Kırarsak yerine yenisini alamayacağız. Lütfen dikkatli kullanın! ”Sanırım biz hiç kırmadık ama birileri onları vagonlarda kırdı herhalde! ”Çoğunlukla tabakları, kaşıkları konuştuk ama herkesin anımsadığı başka nesnelerdi. Örneğin Yusuf Asıl, şehzadelerin giysilerini, Hasan Üner, duvarlarda asılı duran büyük boy tabloları, Salih Baydemir oymalı dolapları, Mehmet Aygün projeksiyonla sandıklar dolusu resmi, Hüseyin Orhan yaylı karyolaları. Karyola deyince herkesin bakışı değişti. Gene Hilmi Altınsoy sordu:

-Ya, (Yahu anlamında ) her şey bir yana o güzelim karyolalar ne oldu? dedi.

Biz tabak, çatal sözü ederken masada oturan son grup kalmışız. Asım Öğretmen uzaktan bağırdı: “Ne o kalkmaya niyetiniz yok mu? ”Yanında oturan Pesent, Cemile, Rezzan öğretmenler güldüler. Kalkıp yanlarından mahcup olarak geçtik. Öteki arkadaşların da dikkatinden kaşmamış, arkadaşları benim oyaladığım kanısına varmışlar. İsmet: “Dayı ne o bir olay mı var? deyince kısaca anlattım. Sami gene bir çağı yapı: “Fizik dersi yapalım mı? ”Halil Basutçu özür diledi:

-Bu ders olmasın. Bundan sonra Türkçe dersimiz var. Öğretmen bizim Türkçe konusuyla ilgili sorular sorabilir, hiç değilse neler sorabileceğini düşünme fırsatımız olsun! Sami güldü: - -Haftaya da bu dersler gene arka arkaya olacak!

Geçen Türkçe dersindeki ödevleri gözden geçirdim. Dilbilgisi olarak: 1-İsimler, isim çeşitler- 2-Sıfatlat, sıfat çeşitleri-3-Zamirler, zamir çeşitleri, 4-Zarflar, zarf çeşirler, 5-Edatlar, edat çeşitleri, 6-Bağlaçlar, bağlaç çeşitleri-7-Fiiller, fiil çeşitleri. İlkokullarda okutulan bölümleri özet olarak sıraladım. Cümle bilgisi-Cümle çeşitleri-Kelime, kelime yapısı. Hece-Sesli-sessiz harfler. Özel isimler-cins isimler-bileşik isimler-tekil-çoğul isimler. İsim takımları. Sıfatlar: sıfatların türemesi, sıfat çeşitleri, değişik yerlerde kullanılması. Fiiller: Üç basit zaman fiilleri. Zamirler, şahıs zamirleri. İmla kuralları: Büyük harflerin kullanılışı, (Özel isimler-cümle başları)Bunlara örnek seçerken Sabahat Öğretmen geldi. Gelir gelmez geçen dersin sonunda söylediği sözü anımsattı:

- Bir öğretmen öğrencisine bir söz öğretmek istiyorsa kendisi en az on tane öğrenmek zorundadır! Öğretmen, özellikle ilkokullarda çocuklara öğretileceklerin çok dikkatli seçilmesi, zamanlamanın doğru yapılması, anlatımların çok yumuşak sunulması gerektiğini söyleyerek konuya girdi. Gülerek:

-3. sınıftan 4. sınıfa geçmiş bir öğrenciye ilk kez zamirden söz edilince o çocuk için bildiği konulardan yararlanmazsak çocuk zamir kavramını kesinlikle kavramaz, üsüne üslük bunu ürküntüyle karşılar. İlk karşılaşmada ürkerse bir daha zamiri severek karşılamaz. istemese bile ilk unutacağı o olur! Bize döndü:

- Şimdi biz de bir deneme yapalım! dedi. Sıraları süzdükten sonra defterini çıkardı, 24 kimin numarası diye sordu. İbrahim Ertur ayağa kalktı. Tahtaya gitmesini işaretledi. İbrahim Ertur tahtaya geçti. İçinde zamir geçen bir cümle yazmasını söyledi. İbrahim Ertur: “Ben tahtaya kalktım! ”yazdı. Öğretmen gene defterine baktı 75 numarayı okudu. Öğretmen sormadan Yakup Tanrıkulu ayağa kalkarak adını söyledi. Öğretmen ona da zamirli bir cümle yazdırdı. Yakup az duraksadıktan sonra: “Çoktandır köyüme gidemedim! ”yazdı. Öğretmen neredeyse kahkaha atacaktı. Yakup, sen benim yolumu kapattın. Daha doğrusu arkadaşlarını zora soktun! ”dedi. Öğretmenin dediğini çok arkadaşımız anlamadı. Kimileri yanlış yazdı sandı. Bekir Temuçin’in fısıltısı duyuldu: “Doğru! ”Öğretmen o tarafa baktı: “Doğruluğuna doğru ama acele etmeyin bir deneyelim! ”deyip Yakup’a oturmasını söyledi. Öğretmen bu kez elindeki defteri iyice süzerek seçip yaptı. bunu numarayla birlikte adını soyadını söylemesinden anladık. 50 Abdullah Erçetin. Abdullah çok çekingen bir arkadaşımız, kendisi kalkmayınca, kaldırılırsa kesinlikle heyecandan tirtir titremekte, bildiklerini de söyleyememektedir. Titreyerek kalktı. Tebeşiri alıp tahtaya döndü ; oynar gibi tebeşiri tahtaya dürtüklemeye başladı. Sabahat Öğretmen sanırım konuşup rahatlatmak için Abdullah’a adını sordu. Abdullah salt adını söyleyince bu kez Abdullah’a: “Abdullah, sen de soyadını eklesen ne olur, zor bir şey mi? ”dedi. Abdullah açılacağı yerde daha çok bocaladı. Sabahat Öğretmen Abdullah’a oturmasını söyledi. Sabahat Öğretmen bir süre suraları süzdükten sonra: “Bu kez değişik bir sıra izleyelim! ”deyip ilk numaradan başlayarak 10 olan kalksın! ”dedi. Kısa bir karışılıktan sonra Mehmet Yücel kalktı. Önce zamirleri tanımladı. Ancak örnek verirken bocaladı. Bu, bunu, buna gibi tekrarlardan sonra”Bunu bilmiyorum! ”yazdı. Öğretmen nedense yazılan üstünde durmadı, bu sözüne takıldı. Mehmet Yücel’in bu konuda bilgisi olduğu kesin ama toparlanamadı. Bu, şu, o, bunlar, şunlar, onlar diye sıralama yaptı, işaret zamiri olarak kullanılırlar ! ”dedikten sonra güldü: “Ben öyle biliyorum! ”deyip sustu. Sabahat Öğretmen gülümsedi, Mehmet Yücel’e oturmasını söyledi. Öğretmenin bakışlarından konunun değişeceğini sanmıştım. Öğretmen :

- Bu kez sondan onuncu kalksın! ”dedi. Hilmi Altınsoy birden kalktı, tahtaya giderken Halil Basutçu uyardı:

- Sen değil 66! ”dedi. Halil 66 deyince toparlandım, tahtaya gittim. Öğretmen bana baktı:

-Senmiydın? dedi. Öğretmenden söz beklemeden. “Bu gün tahtaya kalkıp yazı yazdım! ”yazıp geri çekildim. Öğretmen baktı, söyle bakalım: “Deyince: “Bileşik bir cümle bugün zarf, tahtaya bağlaç, yazı düz tümleç, yazdım yüklem, ben yerini tutan dim eki de istediğimiz değişik bir zamir, kişiye ait olan iyelik zamiri! ”dedim. Öğretmen arkadaşlara döndü: “İşte bu kadar çocuklar. bunu nasıl yapamazsınız? Okumamış olsanız arkadaşınız da bilmezdi. . Anladığım kadarıyla içinizde bunları bilen başkaları da var. Birilerinin bildiğini aynı sınıfta ötekilerin hiç bilmemesi biraz tuhaf! ”dedi. Bu kez Mehmet Yücel’in yazdığı bu, şu, o, bunlar, şunlar, onlar dizisini sordu. İlk üçünün işaret zamiri gibi işaret sıfatı olarak da kullandığımızı, son üçünün zamir olarak kullandığımızı söyledim. Öğretmen bir örnek istedi. Çok rahatlamıştım. Bilerek uzunca bir cümle yazdım. “Demin siz arkadaşa bir soru sormuştunuz ya onun yanıtını biliyordum! ”Onun sözünün soru yerini tuttuğu için zamir olduğunu çoğul işaret zamiri olduğunu. Biliyordum fiilinin hem çekimli, bileşik, şimdiki zaman olduğunu aynı zamanda dım ekinin birinci şahıs olarak ben yerine geçtiğini söyleyince Sabahat Öğretmen Sami Akıncı’ya bakarak: “Doğru değil mi? ”diye sordu. Sami gülümseyerek, başını salladı: “Doğru! ”dedi. Öğretmen, gülümseyerek bana oturmamı söyledi. İlkokul ders uygulamalarına hazırlık olarak ders konularını sordu. Bu kez Sami Akıncı Türkçe grubunu tanıttı. Öğretmen gülümseyerek:

- İyi, bizim tiyatrucular! dedikten sonra pazartesi gününe dek bir hazırlık yapmalarını söyledi. Ders zili çalarken beni çağırdı:

-Sen bana yazdıklarından birşeyler gösterecektin, bekliyorum. Ben unutabilirim, sen hazır olunca bana duyur, çekinme, çalışmalarınızı görmek istiyorum! dedi. Öğretmen çıkınca derslikte bir çıngar koptu: “Biz bunları okuduk mu? ”Bana sataşır gibi bir hava var. Kalabalıkla dalaşma yerine yumuşak yumuşak konuya girdim. Sorulan sorular ilkokul çocuklarına öğretmek zorunda olduğumuz sorular. Müdür Beyin elinde taşıdığı kitapçığa bakın, “Bunlar ilkokulda öğretilecek! ”diyor. Müfettişler bunların öğretilip öğretilmediğini teftiş edecekler. Bunu bildiğim için eski notlarımı karıştırıp öğreniyorum. İsteyenlere not verebilirim. Sanıldığı kadar zor değil. beş on örnek cümle üzerinde yapılacak çalışmalardabn sonra hepsi akılda kalıyor! ”dedim. İsmet geldi kolumdan çekti: “Sen ne diyorsun ya dayı onlar seni kınıyor, sen onlara yardım ediyorsun! ”İsmet’e anladığımı, ancak öğretmenin söylediklerini de göz önünde tutmamız gerektiğini söyledim. Ben dersimi çalışıyorum, diye bana söz söyleyeceklere, uzatılırsa söyleyecek sözüm olacak. Ama ben arkadaşlardan böyle anlamsız bir tavır beklemiyorum. ! ”derken ders zili çaldı. Koşarak Resim Odasını açtım. Arkamdan gelenler oldu. Hasan, Yusuf, Salih masaları, resim tahtalarını dağıttılar, ben sobayı hazırlamıştım, yaktım. Talat Ayhan Öğretmen biraz gecikerek geldi. Bir aksaklık olmadan derse geçtik. Talat Öğretmen de kendi ölçüleri içinde İlkokul konularını düzenlemiş. Dolap dolusu çocuk resimleri toplamışmış. Onları çıkarıp masalara dağıttık. Talat Öğretmen o resimlere öylesi, değer veriyor ki, kendisi bir yana Harun Özçelikle beni görevlendirdi. Resimleri masalara koyup başında bekliyoruz, arkadaşlar gördükten sonra hemen toplayıp yerine yerleştiriyoruz. Resim bakmadan sonra iş dersi için hazırlana çıtalar dağıtıldı. , onları anlattı. Öğretmen bir kutu çakı (Öğretmen onlara biçak diyor) gösterdi. Kendisi kaşık, kepçe yapmış, kullanmak için değil süs içinmiş. Ağaç oymalı insan yüzleri, atlar, arabalar. Öğretmen gülerek:

- Köylerde çok boş zamanınız olacak. Siz kasabalardaki öğretmenler gibi kulüplere gidip oyunla iştigal(oyalanma-uğraşma) etmeyeceksiniz! dedi. Arkadaşlar hemen, bıçakların nereden sağlanacağını sordular. Soranların başında gene Fettah Biricik var. Halil Basutçu tam karşımdaydı, Fettah bıçak soraraken baktım, Halil başını kaldırıp:

- Çık, çık, çık! çekti. Talat Öğretmen de gözlüğünü gözlerine yerleştirip bıçakçı adresleri verdi. Yerlileri çoğunlukla Bursa’da yapılıyormuş. Yabancılar da İstanbul’un belli semtlerinde bulunurmuş.

Bu resim dersini de resimlere bakarak, bıçak konuşarak geçirdik. Dersten sonra Harun’la Resim Odasında kaldık. Müdür Beyin okulda olmadığını Harun öğrenmiş, bana söyleyince geri dönüp kapıyı kapattık. Harun resimlere baktı, ben kısık sesli çalışma yaptım

Öğle yemeğinde konumuz bu kez ciddi ciddi dilbilgisi oldu. Yusuf Asıl az uyarılınca eski bildiklerini anımnsıyor. Harun Özçelikle Recep Kocaman oldukça bilgili. Hüseyin Orhan’la Mehmet Aygün kolay öğreniyor. Hasan Üner ortada. Bundan böyle yemeklerde dilbilgisi konuşacağız. Hilmi Altınsoy dertlendi: “Aranızda bir ben miyim kalın kafalı? dedi. Onun sözüne hiç birimiz katılmadığımızı söyledik. Aramızda fark olmadığı, kimimizin bildiğini bilmeyebiliriz ama bizim bildiklerimizi de bilmeyenler olduğunu söyledik. Mehmet Aygün ekledi:

-Sen hepimizden çok kızların ilgisini çekiyorsun, buna biz kızıyor muyuz? deyince Hilmi de güldü. İşi el şakasına çevirip Mehmet’in yakasından çekti:

-Sen çok şeytansın, sen! ”

Öğleden sonra marangozluk atölyesinde Talat Ayhan Öğretmenle çalıştık. Kenarları 100 cm, 50 cm, 10 cm. olan üçer küp, 3'er kare, değişik ölçülerde dik dörtgenler, üçgenler, piramitler kestik, çakıp yapıştırdık. Halis Öğretmen çok beğendi:

- Bunlardan kendinize de yapın, ilerde zorluklarla karşılaşırsınız! dedi. Talat Ayhan Öğretmen Harun Özçelik’e yaptıklarımızın birer köşesine okulumuzun adını yazmasını söyledi. Örnek yazdı. . Paydostan sonra Resim Odasında bir süre Harun'la birlikte çalıştık. Talat Ayhan Öğretmen geldi, çalıştığımızı görünce çok memnun olduğunu söyledi ikimize de birer renkli kalem kutusu hediye etti. Bana bir kalem kutusu da Hasanoğlan’da Sili usta vermişti. Benzer kutular; ikisi de Faber. Harun’la karar aldık: “Öğretmenin verdiğini kimseye söylemeyeceğiz! ”

Dersliğe döndüğümüzde arkadaşların ortak soru hazırladıklarını gördük. Almanya bu savaşta da yenilecek mi? Japonya A. B. D’yi , A. B. D Almanya’yı yenerse ne olur? Rusya’nın bize bir zararı olur mu? Fransa yıkıldığına göre biz Hatay gibi Suriye’yi de alacak mıyız? Almanya yenilirse biz, Balkan Savaşı’nda kaybettiğimiz yerleri, özellikle Selanik’i geri alır mıyız? Neredeyse almış gibi sevinerek sorular sıralandı. Kimi arkadaşlar bu toplu sorularla yetinmeyip özel soru listesi hazırladılar. Arkadaşların böyle heyecanlanıp bir konu üzerinde anlaşmalarına seviniyorum ama nedense kendim katılamıyorun. Konuşanlar arasında öyle yanlış sözler söyleniyor ki şaşıyorum. Örneğin Japonya A. B. D’yi yenerse bize de saldırır mı? Biz neredeyiz, onların savaştıkları yerler nerede? Bunu Rusya için ya da İngiltere için söylese haklı bulurum.

Pazartesi günü Sabahat Öğretmene şiirlerle birlikte bir de yazı vermeyi düşündüm. Fikret Madaralı Öğrtetmene verdiğim Köyde Bir Gün yazımı anımsadım; onu verebilirim. . Okuduğum kitaplardan birini özetlesem olmaz mı? Beyaz Geceler, Akdeniz, Tahis, Penguenler Adası, Kazaklar, Cihan Şampiyonları, Kuyucaklı Yusuf aklımdan geçti. Bunların özetlerini hep çıkardım. Akın Piyesi aklıma geldi. Öğretmen bu piyesle uğraştığına göre belki çok yerinde bulur. Cyrano de Bergerac’ı da özetleyebilirim. Bunau zaten özetlemiştim. Ancak çıkardığım özet Kamber Amcamlardaki çantamda, alır, bir pazar temize çekerim. Öğretmen: “Kendinden bir şeyler yaz! ”derse ne yazarım? Bunu düşünürken zil çaldı. Bir bakıma iyi oldu, yatınca bir süre daha rahat düşünüyorum.

Aklıma gelen, (bence) bir çok önemli konu oldu. Okula girişim, Alpullu’ya Göç, İlk Tatilim, Lüleburgaz’daki çalışmalarımız, Hasanoğlan’a Göç, Hasanoğlan’da Zeybek Oyunları, Sili Usta ile Çalışma, Kepirtepe’ye Dönüş Sevinci, Arifiye Köy Enstitüsü’nde geçen iki Gün, Kepirtepe’ye Dönüşte Düş Kırıklığı, İlk Askerlik Kampımız, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Kepirtepe’ye İlk Gelişi-(Son gelişi de olabilir) Bunlardan birini yazabileceğimi sanıyorum. Sabahat Öğretmen Arifiye’den geldi, anlatacaklarımın önemli bir bölümüne tanık olduğuna göre yazacaklarımın doğruluğuna inanacaktır, düşüncesiyle o koyuyu seçmeye karar verir gibi oldum. Önce Arifiye Ekibini nasıl tanıdım, kimlerle ilişki kurdum. Arifiye’de kalacağımızı8 duyunca neler düşündüm? . Arifiye’ye inince nasıl duygulandım, Salim Dayımla karşılaşınca duyduğum sevinç, Kalacı Köye çıkışım, Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın içinde bulunduğum bir gruba evinde yemek vermesi, yemekte unutulmayacak uyarılarda bulunması, unutulmaz övütler vermesi, (Sabahat Öğretmen bunları anımsar, çünkü yemekte o da vardı) Arifiye Köy Enstitüsü’nden çok neşeli uğurlanmamız. Özellikle de soğuk olmayan bol karlı bir günde oradan ayrılmamız başlıklı olayları düzenli bir şekilde anlatırsam sanırım Sabahat Öğretmen beğenecektir. İyi düşündüğüme inanarak gözlerimi kapadım.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ