Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

8 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Sizden-Bizden Olayının Yönetimce Desteklendiği Kuşkusunun Yayılışı

 

19 Kasım 1944 Pazar

 

Yattığım gibi kalktım. Kalktığımı görmüş Hüsnü Yalçın geldi:

-Hadi gene, bir günlük öğretmeniz! Ben:

-Öğretmen değil, gene “Üç Ahpap Çavuşlar”a döndük.

Konuşarak alt salona indik. Sabahları salona hiç inmemiştim, salon, bizim kahveden farksız; sigara kokusundan durulmayacak durumda. “Bu salonda nasıl ders yapıyoruz?” diyecek oldum, Hüsnü açıkladı:

-Bu durum pazar sabahları oluyor!

Birlikte kahvaltıya gittik. Kahvaltıda, aklımın kenarından geçiremeyeceğim bir durum oldu, Nebahat’la Fatma Öğretmen kol kola bizim masaya geldiler, çok doğal bir tavır içinde “Ankara’ya gelecek misin?” diye sordular. Sanırım biraz şaşırdım:

-Geliyorum, niçin sordunuz?

Nebahat:

-Dün gitmiştin, bugün belki gelmeyebilirsin! diye düşündük.

Kafam azıcık çalıştı:

-Ekrem Ula için, Kayseri’ye bile gittim! dedim. Gülüşerek teşekkür edip ayrıldılar. Masadaki arkadaşların şaşkın bakışlarını görünce olayı açıklamak zorunda kaldım:

-Staj sürecinde öğretmenler bize arkadaş gibi yakınlaştılar, gezilerine bizi de aldılar. Özel toplantılar yaptık, yemekler yedik. Daha doğrusu onlar yaptı, bizi de aralarına aldılar. O sıralar geldiği söylenen bir filme topluca gitme kararı verilmişti. Film, söylenen sürede gelmedi. Buna üzülenler oldu. Ekrem, üzülenlere sanırım şaka olsun diye “Üzülmeyin, o film Ankara’ya geldiğinde sizi o filme ben götüreceğim!” sözü vermişti. Özellikle bayanlar, çok sevinmişler özellikle de “Sözünde dur!” demişlerdi. Staj bitene dek de bundan sık sık söz edildi. Ekrem Ula da bunu onur sorunu yaptı, film gelince kamyonu ayarlamış, işte o grup, söz konusu Madam Curie filmine gidiyor. Öğretmenlerin grupça ayrılması okul yönetimince kısıtlı olduğundan ancak bu pazar uygun görülmüş.

Kahvaltıdan sonra salona inip Bernstein’da uzun uzun çalıştım. Bu piyanonun tınıları daha etkili. Sesler ötekine göre daha yumuşak. Gelen giden olmadı. Dün ara ara bu günü anımsayınca üzülüyordum. Tüm pazarım boş geçecek sanıyordum.

Yeterince çalışma olanağı bulmama çok sevindim. Ara ara Nebahat’ın bizim masaya gelişini düşündüm. Doğrusu bunu ondan beklemiyordum. Bir karar değiştirmesi mi var yoksa arkadaşının gölgesinde oluşundan mı cesaretlendi? İlk konuşan Fatma Öğretmen olduğuna göre büyük bir olasılıkla budur. Gene de şeytanın ayağını kırdı sayılır. “Kesinlikle, arkadaşlarının yanında seninle konuşmam daha doğrusu konuşamam. Sen öğrenci ben öğretmen, bunu düşündükçe kendimi suçlu buluyorum; sanki benim öğrencimmişsin gibi bir duyguya kapılıyorum!” diyen Nebahat gülerek, bizim masaya geldi. İki ikiye kalırsak konuşacak konu çıktı:

-İşte bak cicim, zaman değişiklikler getirir. Bu değişikliklerin zararımıza olmamasını dileyelim!

Piyanodan kalktım. Arkamda kimse yok sanıyordum oysa Yıldız’la Necmiye deminden beri beni dinliyormuş. Yıldız:

-O kadar candan çalıyorsun ki, tıkırtı yapmaktan çekindik!

Onlara Ankara’ya gideceğimi söyledim. Gerekli değildi belki ama olayı, ayaküstü baştan sona onlara da anlattım. Birlikte yemeğe gittik. Hüsnü yemeğini erken yemiş, bizim masaya geldi. Hüsnü gelince bizim Kepirli arkadaşlar Abdullah Erçetin’le Kadir Pekgöz Hüsnü’ye Bulgarca takıldılar:

-Kaksi, dobralisi bre Momçe? Hüsnü Yalçın eski Hüsnü Yalçın değil karşılığını verdi:

-O çocukça laflar, çocuk şakalarıydı, onların gerçek Bulgarca ile bir ilgisi yok. Sizler şimdi müzik çalışması yapıyorsunuz, bu çalışmalar arasında yıllar önce söylediğiniz; “Ana mari ana diksen a donumu, kıvırtayım sana çifte telli oyunu!” diyor musunuz? Masadakiler gülmekten kırıldı. Ekrem Bilgin, özellikle Hüsnü’yü başka günler de bizim masaya çağırdı:

-Lütfen gel de sustur şu Kadir’i! deyince Hüsnü hedef olmaktan kurtuldu. Hüsnü ile birlikte öğretmenler masasına uğradık. Az beklememiz gerekti. Bu iyi de oldu, masada toplu konuşmalar, bireysel tutuklukların aşılmasına yardımcı oldu. Bayanlar topluca konuşmuşlar:

-Film oynuyorsa geceye kalmayalım! Yeni bir durum, benim de işime gelir. Belki Faik Öğretmen piyano dersini gene akşamdan yapar. Öyle yapınca çok işime yarıyor. Çünkü pazartesi günü zaman kazanıyorum.

Ekrem geldi; “Haydi arkadaşlar, otobüs sizi bekliyor!” dedi. Otobüs dediği okulun kamyonu. Ancak kamyonun üstü branda ile kapatılmış, arka kapak inince sobasız odadan farksız. Ekrem, kamyon sürücüsüyle anlaşmış, kamyona banklar konmuş, bankların üstünde battaniyeler var. Kalkmak üzereyken dikkatimi çekti:

-Hani öğretmen ağabeyler, Nazif Balcıoğlu, Cemil Toygar? Meğer onlar sabah trenle gitmişler. Yokluklarından yararlanarak azıcık dedikoduları yapıldı:

-İyi ki yoklar, burada da mı onları dinleyeceğiz?

-Ne var kızım, adamlar bilgili, bilgilerini satıyorlar!

-Onlar bilgili değil, tecrübeli, tecrübe satılmaz! Hüsnü de bana sordu:

-Sen ne diyorsun? Ben de:

-İkisini de sevdim, arkalarından konuşmak istemem. Gene de söyleyeceğim kesin bir hükmüm var. Bana göre ikisi birbiriyle çok uyumlu! deyince “Aaaaa!” diyenler oldu. Açıkladım:

-Uyumluluktan kastım, birlikte olunca onlar beni daha rahat konuşturuyor. Çünkü biri yanlışı bile doğru görme çabası içinde, bu tavrı bana yardımcı oluyor, söyleyeceğimi daha cesaretle söylüyorum. Öteki ise doğruyu sürekli yanlışa çeviriyor. Bunu sezdiğim için üstüne cesaretle gidebiliyorum. Sanırım onlar karşısından biraz olsun direnmem bundan ileri geliyor. Bu nedenle onlardan hoşnudum.

Birileri:

-Bizleri de böyle mi değerlendirdin? diye sorunca:

-“Sizler, onlar gibi yürekten konuşmadınız ki böyle bir değerlendirme yapayım! Sizler, günaydın, merhaba sınırları içinde kendinizi sıkıştırdınız. Sizler için hüküm vermek yasal olarak haneye tecavüz sayılır. Bunu kimse yapmaz, yapmamalıdır.” sözüme:

-Kocaman bir taş! karşılığı verildi. (Kamyon branda ile örtülü olduğundan, yüzler net olarak görülmüyor, bunu kim demişti? Nebahat olabilir mi? diye düşünürken) Çankırı Caddesi’nde bir köşede kamyondan indik. Ulus Meydanı rüzgârdan uçar gibi uğulduyor. Topluca Akman’a girdik. Boza sevdalıları varmış. Boza sözünü çok duyardım ama içmemiştim. Biraz çekinerek içtim.

 Akman! Hayret ettiğim bir başka olay da bir buçuk yıla varan bir sürede buralarda dolaşmama karşın Akman’a hiç girmemiş olmam. Oysa her gelişimde bitişiğindeki kitapçıya, karşısındaki saatçiye hep uğrardım.

“Boza içtik, ısındık!” denmesine karşın ısınmamıştık. Film Ankara sinemasında, oraya gitmeyi önerdim. Ekrem de İstanbul Pastanesini önerdi, oraya bayanlar da geliyormuş. Topluca gittik. Gerçekten baylar-bayanlar vardı, girdik. Ekrem, bitişikteki Kızılırmak Kıraathanesine geçti. Ağabey öğretmenlerle öyle sözleşmiş, gülerek geldiler. Akşama kalmadan filme gitme uygun bulundu. Otobüse atlayıp gittik. Sinema bu kez tıka basa doluydu.

Girer girmez film başladı. Maria’nın profesörü, Maria ile Prof. Pierre Curie’yi tanıştırdı. Ev sahibi Profesörün ikiz torunları komik denecek kadar tak-tuk piyano çalarken Nebahat bana takıldı:

-Senden daha iyiler! Değil mi? Cemil Toygar:

-Onun çocukları da öyle çalacak, azıcık sabredelim! dedi. Gülenler oldu. Sustum ama, ayaklarım suya değdi. Sanırım, bizim gizlilik sadece bende kalmış. Filmin ayrıntılarına dikkat etmeye çalışırken oldukça kuruntuya kapıldım. Nebahat bu tepkiyi nasıl karşıladı? Bunu nasıl öğreneceğim? İçimden böyle dedim, durdum ama biliyorum öğrenmem olanaksızdı. Kendimi filme verdim. Doğrusu bu kez, güzel Greer Garson’un kimyagerliği bana inandırıcı gelmedi. Kimya konusundaki cehaletimden de ileri gelebilir ama yapmacık tavırlar takındığı da bir gerçekti. Bir ara da “Nebahat Greer Garson’u çok güzel bulur. Acaba laboratuvardaki Greer Garson’u da sevdi mi?” diye düşündüm.

Anlamsızlığını bile bile buradan çıkınca Rebecca’ya gitmeyi düşledim. Belki, başka gidenler de olur!

Ara verilince çıkanlar oldu. Nebahat yakınıma gelerek bundan sonraki sahneleri sordu. Ben de ona, sorduklarını değil dilimin ucundaki düşüncemi söyledim. Meğer onlar daha önce konuşmuşlar, topluca bir saat kadar Fatma Öğretmenlere gideceklermiş. Nebahat:

-İstersen, Cumartesi günü gelebilirim! dedi. İstemez olur muyum? Hemen sordum:

-Konservatuvara da gelir misin? “Gelirim!” deyince çığlık atasım geldi.

Filmin ikinci bölümünde daha rahattım. Maria ile Prof. Pierre’in evlenmeleri aileler arasında nasıl da hoş karşılandı. Hele o bisikletle kalabalık içinden mutlu ayrılışları, vapur, tren yolculukları nasıl da güleç yüzlerle yapıyorlar. Profesörün, köylüler gibi kasket giymesi biraz tuhafıma gitti. Bizim Müdür Rauf İnan’ın kasket giymesi, onların özentisi mi yoksa? Kasketli Pierre’i gördükçe onu anımsadım. Ancak haklı bulmadım. Çünkü Rauf İnan’ın kasketi özellikle asker kumaşından yaptırılmış; belli ki bir başka amacı var (!)

Film bitince bayanlar topluca gidecekleri yere gittiler. Ekrem, sıkı tembihatta bulundu:

-Sizi bırakamayız, bunu biliyorsunuz, ancak beklersek çok üşüyeceğiz, bunu da unutmayın!

Ellerimizi ovuşturarak Kızılırmak Kıraathanesine girdik. Ağabey öğretmenler tavla köşesine gittiler. Biz, Üç Ahbap Çavuşlar gene baş başa kaldık. Ekrem romantik yapıda olduğunu, verdiği sözü tutamadığı için bir süredir içini yediğini, inşaat işlerinde birlikte çalıştığı sürücüyle çok iyi anlaştığını, bu konuda ondan aracı olmasını isteyince sürücünün:

-Senin için canımı veririm! deyip bu kombinezonu hazırladığını anlattı.

Hüsnü bana doğrudan sordu:

-Yeni bir gelişme var mı? Anlamazdan geldim. Ekrem de:

-Hadi hadi, bize de mi lolo? deyip güldü. Tam ağzımdan baklayı çıkarmaya hazırlanırken Nazif Balcıoğlu övünerek geldi:

-İçmemezlik etmeyin, çaylar Cemil Bey’den helâl etti! deyip yanımıza oturdu. Saat yaklaşırken, bayanlar çıkınca kalkarız! deyip cadde kenarındaki camlı köşeye geçtik. Gerçekten tam zamanında geldiler. Çankırı Caddesi’nde indiğimiz yere gene yürüdük. Biz mi alıştık, hava mı ısındı sabahki duruma göre çok daha rahat okula döndük.

Geceye kalma kararımızı değiştirdiğimize sevinerek kamyondan indik. Bayanlar Ekrem’e teşekkür ettiler:

- Ne dileğin varsa gerçekleşmesi için biz de dileklerimizle katılıyoruz!

Ekrem’in Saliha Öğretmenle olan hikâyesini hep biliyorlar. Baldızlığı Sabiha Öğretmen Hasanoğlan’a geldiğinde durumu hepsine anlatmış. Bunu bildiğinden Hüsnü de:

-Tüm bayanların sizin gibi yumuşak yürekli olmalarını dileyelim! deyince toplu bir kahkaha atıldı. Nazif Balcıoğlu ile Cemil Toygar birlikte “Buna AMİN! denir” deyip güldüler.

Nasıl olacak? Ne zaman olacak? Olacak mı? sorularının arkasını kesen bir olayı başarıyla sonuçlandırıp arkada bıraktık.

Arkadaşlardan ayrılır ayrılmaz piyanoya koştum. Salonda Hüseyin Çakar bütün hevesiyle çalışıyordu. Notalarımı alıp alt odaya indim. Nasıl, ya da nedense kendimi dünden daha güçlü, istediğimi yapabilecek güveni duyarak piyanoya oturdum. Hiç bir kuruntuya da kapılmadım. Piyanodan hiç ayrılmamışım gibi istekle çalışmaya başladım. Bir süre sonra Doğan geldi, yemeğe birlikte gittik.

Yemekte Ankara maceramızı anlatırken öğretmenlerin geldiği duyuruldu. Faik Canselen Öğretmeni beklemek üzere ivedi olarak salona döndüm. Bunu bilmek kehanet değil, geçen yıldan beri ara ara yapılan bir çalışma. Az sonra Faik Öğretmen geldi. Beni görünce gülerek:

-Yakaladım seni değil mi? Kurtulamıyorsun elimden. Sonra da arkadaşlara dönerek:

-Çok değişik karakterde öğretmenler vardır. Belki de bu bizim konservatuvara mahsus bir durum; öğretmen var, ders almak isteyen öğrenci onun peşinde koşar, öğretmen var, benim gibi eli öğrencinin yakasındadır. Sizler Öztekin Öğretmeni hangi kategoriye koyuyorsunuz? Arkadaşlardan:

-Sizin gibi! diyenler oldu. Faik Öğretmen bu kez:

-Öyleyse gel İbrahim, duydun işte böyle baskın yapan yalnız ben değilmişim! deyip koluma girdi, alt kattaki piyanoya indik. Faik Öğretmen önce benim ödev parçamı çaldı. Nedense heveslendi, kendi yeni bestelerinden birini de çaldı. Çalarken uzun uzun bedenini sağa sola oynattı. Bir ara gözleri karşı duvarın köşesine çakılır gibi oldu. Sonra birden:

-Gel bakalım otur şimdi! deyip bir kahkaha attı. Çok rahattım, aksatmadan çalmama karşın parçayı tekrar ettirdi. Ben, beğenmediğini düşünürken öğretmen sordu:

-Chopin’e ısındın mı? Ondan bir de Polonez deneyelim mi? Polonez, Polonyalıların halk şarkılarıdır. Chopin onları piyanoya uyarlayarak dünyaya tanıttı.

Öğretmen çantasından nota çıkarırken:

-Chopin, piyano için 16 Polonez bestelemiş, istersen, daha doğrusu seversen hepsini çalabilirsin. Gel şimdi birini siftah edelim! deyip parçayı iki kez kendisi çaldı. Polonez Op 26 no:1

Öğretmen notayı önüme açıp sağ elle seslendirmemi istedi. Kendisi de sesle katılarak nüans ölçülerini kavratmaya çalıştı. Dersten sonra Faik Öğretmenle birlikte onların kulübüne gittim. Faik Öğretmen elimden tutup kapıya kadar götürdü. Beni görünce Mahir Canova öğretmen bir Tiyatro Tarihi kitabı bulup bulamayacağımı sordu. Kendi kitabımı getirebileceğimi söyleyince:

- Emanet olarak rica edeyim! dedi. Kitabı getirince bu kez de Aydın Gün Öğretmen:

-Benim bu hafta bir ricam olmayacak, haftayı bekleyeceksin! Niçin böyle söyledi anlayamadım ama karşılık vermeyi yeğledim:

-Beklerim öğretmenim, gidip geldiğim yerler, birkaç bina ötesi. Oysa sizler, ta Ankara’dan iki saat ders için bir gece önce kalkıp geliyorsunuz! Mahir Öğretmen neredeyse aldın mı karşılığını diyecek gibi doğrulunca Aydın Gün Öğretmen çabuk davrandı:

-Sana bunu söyletmek için öyle konuştum. Sizleri yeni tanıyorum ama iyi tanıyorum! Onlar gülüşerek konuşurken:

-Sağolun! deyip ayrıldım. Alt kapıdan çıkarken Faik Canselen Öğretmenin sesini duydum:

-Zeki çocuklar, bu okullar açılmasaydı, bunlar köylerde heder olup gidecekti. Durdum, Mahir Öğretmen güldü, arkasından da:

-Konservatuvar açılmasaydı bizler ne olacaktık?

Salona döndüğümde arkadaşlar konuşuyordu, ilgilendim; konu, öğretmenlerdi:

-Bu kışta-kıyamette evlerini bırakıp geliyorlar! diyene karşı bir başkası:

-Ne var yani, onlar için bu önemli? Onlara burada her istedikleri ayaklarına getiriliyor. Bir üçüncü:

-Onların tuzu kuru, siz derdinize yanın! “Tuzu kuru!” deyimini arkadaşımız Ali Kuş söylemişti, nazımın geçeceğini bildiğim için sordum:

-Tuzu kuru ne demek? Konuşanlar değişik değişik cevaplar verdiler. Sonunda birleşildi:

-İşleri yolunda! “İşleri yolunda”ya  da takıldım:

- Bu da bir deyim, bunun anlamı ne? Ali Kuş arkadaşım, hoş görülü, yumuşak huylu gülümseyerek:

-Onu da sen açıkla! dedi. Zaten az önce duyduğum konuşmaları anlatacaktım; bunu fırsat sayıp olayı anlattım. Faik Canselen bir kaç kez, Mahir Canova Öğretmen de sanırım iki kez göçmen bir ailenin çocuğu olduğunu, oldukça sıkıntılı bir çocukluk geçirdiğini anlatmıştı. Aydın Gün Öğretmen de öyle biri! Onlar gibi olduğu, bu küçük benzetmeden anlaşılmıştı. Ali Kuş arkadaşa cevap verdim:

-Al sana bir başka deyim: GÖRÜNÜŞE ALDANMAMALI!

Yatınca, enine boyuna düşündüm:

-Bu günü de sevdiğim insanlarla, ortak verilmiş bir kararı birlikte gerçekleştirdik. Bundan ne kazandım ne kaybettim? Kaybettiğim bir durum yok. Öyleyse kazancım var? Bu kazancım nedir? Bunu düşünüp değerlendirmez ya da değerlendiremezsem arasında yaşadığım insanlarla nasıl uyum sağlarım? Uyum sağlamadan yaşarsam yalnızlığım bana yeter mi? Öztekin Öğretmen, Faik Canselen Öğretmen benim çalışmalarımı neden övüyorlar? Neden daha fazla çalışmamı istiyorlar? Neden çalışmayan arkadaşlara farklı davranıyorlar?

Farklı davranıyorlar ama sırt çevirmiyorlar. Olumlu bir tavırlarını görünce onu değerlendirip yakınlaşıyorlar. Nebahat’a ilk günlerden daha yakınlaşmaya kalkıştım, aklımca bunu kimseye duyurmamaya özen gösterdim. Nebahat bunu anladı, uzun süre anlamazdan geldi. Neden? Neden olacak? Onun da kendine göre düşünceleri var, o düşünceleri doğrultusunda yaşıyor. Onun mutluğu o düşünceler doğrultusunda yaşamına bağlı. Ben duygularımı istediğim kadar sakladığımı sanayım, Nebahat’ın arkadaşları bunu hemen sezdiler. Ne var ki onların bu sezişlerini ben çok sonraları anladım. Bu, benim için bir eksiklik olabilir mi? Başkalarının hatalarını kolayca gördüğümü sanıyorum. İşin ilginci o hataları açıklıyorum. Acaba benim hatalarımı görenler açıklamıyor da ben hatasızlık rolü mü oynuyorum? Bugün iyice anladım ki, Nebahat’la olan ilişkimi bizim grubun tamamı biliyor. Böyleyken bilmezliklerini koruyorlarmış havasındalar. Neden? Belki de öyle olması gerekiyor! Bilinen her şey açıklanır mı? Kendi kendimi yargılarken önceleri kızdım sonra da güldüm. Karı-koca arasında neler olduğunu herkes biliyor ama bunu kimse dile getirmiyor. Bu düşünceme de bir süre güldüm. Bunun nesine güldüğümü de pek anlayamadım ama güldüm. Uykum iyice açılınca uyuyamayacağımı sanırken uyumuşum.

 

20 Kasım 1944 Pazartesi

 

Uyanınca aklıma Prof. Pierre Curie’nin arabanın altında kalışını anımsadım. İkinci izleyişimde o sahneye dikkat etmiştim. Rol gereği olarak artist Walter Pidgeon düpedüz arabanın okuna çarpıyor. Oka sarılır gibi yapıyor, o kadar inandırıcı ki, dikkatli baktım, ürperdim. Ben de atların arka arasına düşüp oka sarılmıştım. Düştüğüm yer, okun arabaya bağlandığı çatal yeriydi. Sadece ok olsaydı Ali Ağabeyimin deyişiyle boylamıştım öteki köyü. “Öteki Köy!” ölüm anlamında kullanılan bir deyim.

Atlı arabaları Ali Ağabeyim kullanıyordu, o büyük Ağabey olduğundan babamdan sonra en yetkili oydu. En küçükleri bendim; Ali Ağabeye nazım geçiyordu. Buna güvenerek atlara bindiğim gibi at arabasını da ara ara sürüyordum. İki at arabamız vardı, biri eşya taşımak için biri de bir yerlere giderken binilen araba. Benim değerlendirmeme göre o süslü arabaydı. İşte benim merakım da bu süslü arabayı sürmekti. Genellikle araba, evin bahçesinde hazırlanır, bir yere gidilecekse kahve önüne çekilip oradan yola çıkılırdı. Benim de yapmak istediğim buydu. Biliyordum ki, az ileride oturan yavuklum C beni görecek! Atlar koşuldu, ben arabaya kuruldum, kırbaç elimde. Atlara vurmazdım ama vurur gibi kırbacı sallamak hoşuma giderdi. Gene öyle yaptım. İlk kalkışta Ali Ağabeyim atların anlayacağı sözler söylüyordu. Bunları söyleyemediğim için hayda, hop! falan dedim. Der demez, atlar yürüyünce ben arabanın önüne, okun arabaya bağlandığı yere kayıverdim. Dizginleri çekerken azıcık kalkar gibi yapmıştım. Kımıldayınca altımdaki üstüne oturulan altlık minder öne kaymış. Daha doğrusu ben usturuplu kalkmadan öne kayınca yastık minder öne çıkmış, ben de minder yerinde sanarak okun arka ucuna oturuverdim. Ayaklarım yere sarkık, okun üstünde apışık olarak durabildim ama bir türlü toparlanamadım. Okun arabaya takıldığı yer Y harfi gibi ayrık olduğundan oldukça geniş o nedenle aşağıya düşmedim. Zaten Ali Ağabeyim heyecanla, atlara anlayacakları dille seslenince durdular. Ben de yere basmadan toparlanıp arabaya çekildim. Ancak fiyakam iyice bozuldu. Ayrıca çok korktum, yüreğim çarpıntı içinde, arabadan indim. Bu olaydan sonra uzunca bir süre Ali Ağabeyime tebelleş olmamıştım.

Arkadaşlardan gülenler oldu. Hemşerim Kadir gülenleri uyardı:

-Ne biçim arkadaşsınız, Abi tehlike atlatıyor, siz gülüyorsunuz. Ekrem karşı koydu:

-Senin ağabeyin, o zaman da kurnazmış, baksana, sevgilisine numara yapmak için o yaşlarda bile neler planlıyormuş! Kısa bir tartışmadan sonra söz derslere kaydı.

Daha çok da armoni dersi irdelendi. “Armoni dersini niçin anlamıyoruz? Bunun bir Türkçe kitabı yazılamaz mı?” Ekrem Bilgin:

-Okulu bitirir bitirmez bir armoni kitabı yazacağım! dedi ama arkasından da yazacağı kitabı kimlerin okuyacağını sordu. Kamil Yıldırım sanki bu soruyu bekliyormuş gibi, çok ciddi olarak:

-Oooo, sen okuyucu iste, köy muhtarları bile bunu bekliyor. Ekrem gibi biz de şaşırdık; köy muhtarlarının armoni ile ne ilgisi var? Meğer varmış; Kamil açıkladı:

-Armoniden bizim gibi köydeki öğretmen de bir şey anlamayacak. İşte bu anlaşılmayacak kitabı muhtar okuyarak, öğretmenin isteklerini yerine getirmeyecek. Çünkü öğretmen anlamadığı kitapta muhtarın kendisinin isteklerini yapmama hakkı olduğunu varsayıp susacak!

Sıkıldığımız konuyu sanki çözmüşüz gibi gülüşerek salona gittik. Az sonra da Aydın Gün Öğretmen geldi. Günaydınlaştıktan sonra Aydın Gün Öğretmen sordu:

-Nasıl, dersimizle aranız iyi mi? Aydın Gün Öğretmen:

-Siz nasıl anlayacaksınız bilmem ama ben düşündüğümü söyleyeceğim; bizim dersimiz daha doğrusu şan çalışmaları için biraz geç kalmış durumdasınız. Bu bir gerçektir. Ancak bu gerçek, gösterilecek çabalarla bir ölçüde aşılabilir. Biz de bunu yapacağız. Bildiğiniz gibi ben Konservatuvarda öğretmenim, orada da şan derslerine giriyorum. Ancak orada ilk derslere başlayan öğrencilerim, sizlerin yarı yaşlarınızın da altında. Siz yaşlarda olanlar da var ama onlar benimle yarışıyor, bunu da hak ediyorlar. Haklılar, çünkü onlar, bir süre sonra benim yerime geçmeyi düşlüyorlar. Sizin böyle bir emeliniz yok biliyorum ama sizin de yapacağınız başka işler var. Şunu söylemek istiyorum:

Ben sizden o övdüğüm öğrencilerimden istediğimi istemeyeyim, buna karşı siz de müzikte şarkı söylemek gibi çok ciddi bir olayın olduğunu kabul edin, buna saygı duyun öğrencilerinize bunu unutmadan müziği aşılamaya çalışın. Bu nasıl olur? İyi niyetle çalışarak. Bunun bir tekniği vardır, bu teknik öğrenilip uygulanır. Öğrenmenin yaşı yoktur derler. Bu öğrenme belki bir ihtisas işi düzeyinde olmayabilir ama gerçekten öğrenilirse kendisinden sonrakilere yararlı olabilecek bir öğrenme olur. Şunu demek istiyorum. Şan tekniğinin varlığını benimserseniz şantör olamazsınız ama şantör yetişmesine yol açabilirsiniz. Zaten öğretmenliğin gerçek amacı da bu değil midir?

Aydın Öğretmen, sözlerinin sadece Batı müzik anlayışı içinde öğrendiklerimiz için olmadığını, kendi türkülerimizi söyler ya da söyletirken de öğrencilerimize öğrendiğimiz yöntemlerin uygulanmasının anlam taşıyacağını, bu yapılmadığı takdirde zaten asırlar boyu ihmal edilmiş kendi müziğimizin giderek daha da yozlaşacağını söyledi. Kendi müziğimiz olarak da Halk Türkülerini kastettiğini özellikle belirtti. Arkadaşlardan, “Yurttan Sesler!” diyenler oldu. Aydın Öğretmen:

-Aman aman, onu hiç karıştırmayın, onun bir başka derste konuşuruz. O da bir başka dert! dedi. Arkasından da:

-İşte bu da, iyi yetişmemişlerin gençliğe yararlı olamayacağının bir kanıtıdır, deyince  ben parmak kaldırdım. Öğretmen söz verince:

-Bölümümüzün ilk şan öğretmeni Ruhi Su tarafından bu konuda yazılmış bir yazı okudum. Aydın Öğretmen ilgiyle sordu:

-Nerede, ne zaman okudun?

-Eski Varlık Dergisi, 15 Ocak 1940 tarih- 157 sayı! deyince, Aydın Öğretmen:

- Gelecek derse getir, birlikte biz de okuyalım! dedi.

Dersin bundan sonraki bölümünde tek tek notalar üzerinde durularak Kafa Sesi denilen ses tekniği üstünde çalışıldı. Ben, piyanodan ses verdiğim için katılmadım. Öğretmen ayrılırken bana:

-Sen müstesna değilsin ha, gelecek günlerde ilk seni dinleyeceğim, lütfen kendi kendine çalış! dedi.

        *  *  *

Mahir Canova Öğretmen elinde bir kitapla geldi. Kitabı bana uzatarak:

-Yemedim, içmedim sadece yazılarına baktım. Kontrol et, bilgilerinde bir eksiklik var mı? Varsa onları ben aldım, gerektiğinde geri verebilirim! dedi. Arkadaşlar dikkat kesildi. Mahir Öğretmen sordu:

-Ne o, sizin kitaplardan hiç bilgi eksilmiyor mu yoksa?

Ekrem Bilgin sözü anlamamış gibi konuştu:

-Kitaplardaki bilgiler eksilmesin diye bizim bakanlığımız bize kitap vermiyor! dedi. Muttalip Çardak:

-Hayır ondan değil öğretmenim, bakanlığımız bizim kitaptan bilgi alamayacağımızı bildiği için kitap vermeye gerek görmüyor.

Mahir Öğretmen sesini biraz yükselterek hepimize sordu:

-Hangisi doğru bunların? Kamil Yıldırım:

-İkisi de doğru değil, kitap yazılı bir belgedir! deyince Mahir Öğretmen uzunca bir “Yaaaa!” çekti. Arkasından da:

-Bak bunu bilmiyordum, bir yaşıma daha girdim! deyip Kamil’e baktı. Kamil hiç umursamadan:

-Ciddi söylediğinizi bilsem hemen ihtiyarlayacağım! deyince kendini tutamayıp güldü. Kamil gülünce Mahir Öğretmen bu kez değişik bir sesle:

-İşte bu olmadı, tiyatrocu kendi yaptığına, kendi söylediğine gülmez; daha doğrusu gülemez. Gülerse ne olur biliyor musunuz? Seyirciler onu ıslıklar! Mahir Öğretmen bu kez de bana:

-Senin kitap bak ne işe yaradı! Onu bana ara ara getir! dedi. Arkasından da:

-Bilgiler almadım ama içinde ne bilgiler olduğunu bir daha gözden geçirdim. Sizdeki bilgileri gözden geçirmek için işime yarayacakları saptadım. Bakalım memnun edici bir uyum var mı? deyip bana baktı:

-Kitap sahibinden başlayalım mı? Yoksa akşam kitabımı aldığın için çalışamadım mı diyeceksin? Ben de:

-Bu da bir rol denemesi değilse hiç de öyle düşünmeyeceğim. Çünkü akşam Ankara’dan gelmiştim, erkenden yattım. Mahir Öğretmen:

- Öyleyse anlaştık! deyip kitabı açtı, Çin Tiyatrosundan unutmadığın bir olayı anlat! dedi. Çin tiyatrosundan unutmadığım belki hiç bir zaman unutmayacağım bir olay vardı, bir hain kocası uzakta bulunan komşu bayana tuzak kurar. Bayanın kocası gelince bunu duyup hainden öcünü alır. Bu bir tiyatro eseri olarak sahnelerde oynanır. Ne yazık ki bu hain, iki bin yıldır Çin tiyatrolarında bizi manen incitmektedir.

Öğretmen teşekkür etti. Kitabı da bana verdi. Halil Yıldırım’a işret etti:

-Kitabını verir misin? Halil Yıldırım kitabının olmadığını söyledi. Kendine göre de bir savunma yaptı:

-Geçen yıl birinci sınıfta okuduğumuz kitabın üstünde 1.Kitap yazıyordu. İkinci sınıfta 2.Kitabı okuyacağımızı varsayarak 1. Kitabı evde bıraktım! Mahir Öğretmen:

-Eyvah, Bedrettin Tuncel buna çok üzülecek. Yalnız üzülmekle kalsa gene iyi, bize de kızacak:

-Ben 2. Kitabı tamamlamadan bunları ne demeğe 2. sınıfa geçirdin? diyecek. Ayıkla pirincin taşını!

Ekrem Bilgin ortaya konuştu:

-Siz de 3. Sınıfa geçirirken önce 3. sınıf kitabının çıkıp çıkmadığına bakarsınız. Mahir Öğretmen Ekrem’e bakıp gülümsedi:

-Öyle yapacağız besbelli! Muttalip Çardak:

-Olur mu öyle şey, biz burada elâlemin kitap yazmasını beklerken burada ihtiyarlayacak mıyız? deyince Mahir Öğretmen:

-Değil mi ya, bir de işin o tarafı var? Bir suskunluk oldu. Mahir Öğretmen:

-İşin komedi kısmını kısmen başarıyoruz ama, komedilerde çok atik hareketler gibi zekânın da biraz daha kıvrak olması istenir. Bakın, şu konuştuğumuz komik olayda bir noktayı hepiniz atladınız. Doğrusu onu bulmanızı isterdim. Arkadaşınıza soru sordum. Nereden sordum? Geçen yıl okuduğunuz kitaptan. Siz ikinci sınıfsınız oysa kitabın üstünde 1. Kitap yazıyor. Demek ki burada kitap önemli değil. Komik motifler yakalıyorsunuz ama onları biraz tıraşlamak gerekiyor. “Elâlemin kitap yazmasını beklerken burada ihtiyarlayacak mıyız?” Bu, müthiş bir tepki. Ancak çok kalın bir kabuk içinde. Adeta acıklı. Lütfen biraz komedi kitapları okuyalım. Moliere’den. Goldoni’den küçük küçük kitaplar çıktı, alın onları karıştırın biraz. Gazetelerde, dergilerde karikatürler çiziliyor, Ramis’ler,Cemal Nadir’ler var, onlara bakın. Bir Çamdeviren vardır, görürseniz onu okuyun!

Zil çalınca Mahir Öğretmen sobanın yanına gidip piposunu ateşledi. Arkadaşlar hep çıktı. Öztekin Öğretmen gelince fısıltı olarak ona bir şeyler anlattı. Öztekin öğretmen, duyamadım ama sanırım beni sordu. Mahir Öğretmen başıyla beni göstererek:

-O işini biliyor, onunla iyiyiz! dedi. Birlikte çıktılar.

Yemekte Moliere, Goldoni konuşuldu. Moliere’i geçen sene tanımıştık, Goldoni yabancı geldi. Arkadaşlar konuşurken kulaklarımda Mahir Öğretmenin sözü çınladı:

-Onunla iyiyiz, o işini biliyor!

Yemekten sonra dersimiz armoni. Ben de dahil hemen hemen hiç birimizin başarılı olamadığımız ders. Ancak ben piyano çalıştığım için kemancılara göre daha iyi gibi görünüyorum. Akorlar, kadanslar özellikle sol, fa anahtarını okumam, fa anahtarından habersiz arkadaşlara göre bir öncelik kazandırıyor. Ben, üç, dört diyez ya da bemollü parçalar çalarken kemancılar daha tek diyez sınırları içinde. Doğan Güney, bizim yıllardır aramızda yaptığımız şaka selâmlaşmayı anlattığından beri benim bu diyez bemol üstüne bilgime şaşan arkadaşlar var. Gene gene anlatmamıza karşın olaya şaşmalarını doğrusu ben de anlamıyorum. İşin ilginci, biz o şakalı oyunları Kepirtepe’de yapıyorduk. Ben burada bunları geçen yıl bilinçli olarak öğrendim. Beringer piyano metodumda bunlar var.


   Beringer sayfa 92... Do majöre göre diyez dizisi


   Anımsatma: C-do,G-sol, D-re, A-lâ, E-mi, H=B-si, F-f diyez

   Beringer sayfa 107 Do majöre göre bemol dizisi

Anımsatma:C-do, F-fa, B-si bemol, E-mi bemol,Lâ-lâ bemol, D-re bemol,G-sol bemol


Beringer sayfa 125 La minöre göre diyez dizisi

 


   Beringer sayfa 151 La minöre göre bemol dizisi

 

      Anımsatma: A-lâ, D-si, G-Sol, C-do, F-Fa, B-si b, E-mi (si bemol- mi bemol)

 

Doğan, kendi 1.sınıf arkadaşlarına da bizim selâmlaşmamızı anlatmış. Onlar da Faik Canselen Öğretmene duyurmuşlar. Faik Öğretmen gelir gelmez bana sordu:

-Nedir bu müzikli selâmlaşma, Arşimet gibi yeni bir buluş mu? Olayı anlattım. Kahkahalarla güldü. Sakin bir sesle:

-Kimseyi kınamak istemem ama maalesef bizim üzerine titrediğimiz müzik, ehliyetsiz ellerde oyuncak oluyor. Derler ki; “Bir deli bir kuyuya taş atar, mahalleli toplanıp o taşı çıkaramaz!” Sizin yaptığınıza şaşmıyorum. Siz çocuksunuz, kendinize eğlence bulur eğlenirsiniz. O öğretmen arkadaşa da diyecek bir sözüm yok, yapabildiğini yapmış. Böyle bir sonuca varacağını düşünmemiştir bile. Duysa bu işe o da şaşar. Keşke duysa da sevinse! Bakın iki öğrencisi hem onu unutmuyorlar hem de onun zorlaması sonucu müziğin direnerek öğrenilebileceğini kavramışlar. İbrahim o zaman bu diyez-bemol olayına böylesi sarılmasaydı piyanoda daha çok zorlanacaktı. Benim de dikkatimi çekmişti. Ama ben bunu onun akordiyonla uğraşmasına yormuştum. Piyano metodundaki bu adeta barikat kuran olayı kolayca geçmişti. Bakın iki piyano öğrencim daha var. Onlar bir sınıf önde olmasına karşın o barikatları aşmakta zorluk çekiyorlar.

Faik Öğretmen, Doğan için de:

-Onu çok iyi buluyorum, burada ilişkiniz nasıl? diye sordu. Faik Öğretmenin konuşması beni azıcık gevşetti, bu kez de Doğan’la notalı konuşmamızı anlattım:

-Ferit Hilmi Atrek’in bir Efe şarkısını öğrenmiştik. Öğretmenimiz onun da notalarını ezberletmişti. “Kır atınla geçiver, şu dağlar inlesin!” diye gidiyordu. Notaları da:

-Si-do-mi-re-o-si-la-si-do-si-la-sol-fa-mi-re.la-sol-la-si.....Biz bunu bölüştük. İlk konuşan, si-do-mi-re-si-la diyor, öteki de si-do-si-la-sol-fa-mi-re-diyor. Sonra ilk konuşan la-sol-la-si! diyor. Buna karşı öteki ,fa-sol-la-mi! cevabını veriyor.


                    Bes: Ferit Hilmi Atrek

 

  Si do mi re do si lâ,si do si lâ sol fa mi re, lâ sol lâ si!

  Si do mi re do si lâ,si do si lâ sol fa mi re , fa sol lâ mi!

  Re sol fa sol fa sol lâ si do si lâ sol fa mi re, lâ sol lâ si!

  Re sol fa sol fa sol lâ si do si lâ sol fa mi re, fa sol lâ mi!

 

Öğretmen Abdullah Erçetin’e sordu:

-Aynı sıkıntıları sen de çekmiştin değil mi? Abdullah da böyle notalarını ezberlediğimiz, Enis Behiç Koryürek’in bir şiiri’nin bestesi olan Biz Kimleriz Marşı’nı ezberleyişimizi anlattı. Abdullah, marşın ilk sözlerini okudu:

       Biz kimleriz, biz Altay’dan gelen erleriz

       Çamlıbelde uğuldarız, coşar gürleriz! deyip

 

Do,do,do,do-do,do,do,do diye başlarken öğretmen kestirdi. Gülümseyerek:

-Bugün sizin maceranızı öğrendik. Bunlar benim için yabancı olmayan olaylar. Gene de sizden duymak, sizin yaşadıklarınızı bilmek benim için önemli. Bugünkü dersimizi bunlarla geçirdik. Ben memnunum, ricam; öteki arkadaşların da böylesi anılarını dinleyelim. Bunlar bizim için bir yaşanmış olay, duyma değil içinden yetişmiş insanları tanıma.

Öğretmen saatine baktıktan sonra bana dönüp sordu:

-İbrahim, müzik direnişini görüyoruz, geçmişin için de çok sağlıklı bilgiler topluyoruz. Sen her halde bu çabanı yalnız müzik için göstermedin; öteki derslerle aran nasıldı?

Bu kez de sınıf arkadaşım, hemşerim Kadir Pekgöz:

-Onun matematik dersi çok iyiydi! dedi. Faik Öğretmen:

-Dinliyoruz! deyince aklıma gelen bir uğraşımı anlattım. Tahtaya,

 

   100 - 10 - 10 - 100 - 0

        100 - 9 - 11 - 99 - 1

        100 - 8 -  12 - 96 - 4

        100 - 7 - 14 - 98 - 2

        100 -  6 - 16 - 96 - 4

        100 -  5 - 20 - 100 - 0

        100 -  4-  2 5 - 100 - 0

        100 -  3- 33 - 99- 1

        100 -  2- 50 - 100- 0

        100 -  1 100 - 100- 0

 

 

sayılarını yazdım. Yüz sayısında on sayısından bir sayısına dek sıralanan sayıların yüzde kaç olduklarını karşılarında gösterdim. Bu, yeni sıralanan sayılar arasında nasıl bir ilişki var? 0-1-4-2-4-0-0-1-0-0 sayılarının bir matematiksel bağlantısı var mı? Matematik öğretmenim o sıralar askere alındı. Mektubumda bunu öğretmenime sordum. Beni alkışlayan sözler söyledi. Matematikte her zaman sonuç alınamaz ama matematik üzerinde soru sormak da problem çözmek derecesinde önemlidir! diye cevap verdi. Okulda bir başka matematik okutan öğretmene sordum. O ise bana:

-Sen deli misin? Öyle bir mesele olsaydı, şimdiye dek üstünde durulurdu! deyip güldü. Gülünce ben de:

-1492 yılına dek Amerika’nın oluşundan habersizdi, İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet bile Amerika’nın olmadığını sanarak öldü. Ama o olmadığı sanılanı Kristof Kolomb buldu! dedim. Bu kez de:

-Ukala! sözüyle karşılandım.

Askerden dönen öğretmenim kısa süre sonra başka yere atandığı için matematik çalışmam öylece kaldı.

Sözüm biterken zil çaldı. Faik Canselen Öğretmen:

-Yaşamın böyle yanları da var çocuklar, böyle olumsuzluklar, meslek hayatınızda sizlerin de karşınıza çıkacak. Bizleri böyle görüp, bunlardan uzak kaldığımızı sanmayın, İbrahim gibi sizleri de dinledikten sonra bir gün de ben konuşacağım. Göreceksiniz, hepinizinkilere bedel bir serüven dinleyeceksiniz. Bugün de böyle bir serüven geçirdik.

  *  *  *

Öztekin Öğretmen geldi, Faik Öğretmenin koluna girdi, gittiler. Tüm ders benimle geçti, bir sataşma bekliyordum, ama olmadı. Talip Apaydın üzüldüğünü söyledikten sonra:

-Sevdiğine göre matematiği bırakmasaydın! dedi.

Bir süre benzer konular konuşuldu, arkadaşların da acı tatlı anıları varmış, duyduklarımın hiç birisi benimkiler gibi ilgi çekici değil. Bana mı öyle geliyor? Onları dinler gibi yüzlerine bakarken bunları düşündüm. Arkadaşlar birer ikişer ayrılıp kemanlarına sarıldılar. Ben de konumun yarım kalan bölünü defterime geçirdim.

Si   1 bemol Fa  majör

Mi  2 bemol Do majör

Lâ  3 bemol  Sol majör

Re  4-bemol Re  majör

Sol  5-bemol  Lâ  majör

Do  6 -bemol  Mi majör

Fa   7- bemol  Si  majör

     Majör gamların diyez sırası

Do   -  -

Sol   1 diyez fa  diyez

Re   2 diyez do diyez

La   3 diyez sol diyez

Mi   4 diyez re  diyez

Si    5 diyez la  diyez

Fa diyez  6 diyez mi  diyez

Do diyez 7 diyez  si  diyez

Alt piyano boşalınca orada soluğu alıyorum. Gerçi piyanonun sesi biraz değişik ama (Mithat Kurfalı Öğretmenin dediğine göre biraz metalsi) ötekinde çalışırken olduğu gibi keman gıygıylarını duymuyorum. Yemek ziline dek çalıştım. Polonezle oldukça tanıdıklaştım.

* *  *

 

Akşam yemeğinde, yeni bir söylenti, Okul Müdürü bazı öğrencilerle özel olarak görüşüyormuş. Ne var bunda? diyecek oldum; neler olduğu, sıralandı. İnanamadım. Sözde, enstitülerden gelen gruplarla tanışıp onların okulları hakkında bilgi alıyormuş ama asıl amacı o değilmiş. Sordum:

-Ne amacı olur ki?

-Onlara yakın görünerek, gerektiğinde istediğini yaptırmak!

-Okul Müdürünün öğrencilerden ne isteği olur? Arkadaşlar güldüler:

-Sen saf mısın, yoksa bizi mi saf buluyorsun? Adam kafayı Kızılçullu’ya takmış. Kızılçulluların burada egemenliğine katlanamıyor. Dergi Koluna ayrılanları çağırdığında ilk sorusu:

-Kızılçullu’dan hiç kimseyi almadınız mı? demek olmuş. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca’nın bu kuruldan sayıldığı söylenince de:

-O başkanlığı bırakınca oradan da ayrılması gerekecek! türü sözler söylemiş. Öteki bölümlerdeki öğrencileri tam olarak kimin nerelerde olduğunu pek bilmiyorum. Ekrem Ula, Yapı Bölümü’nün yıldızı, bunu biliyorum. Yabancı dil konusunda Süleyman Adıyaman’la Rıza Dönmez var. Bizim bölümün son sınıfları arasında Hüseyin Çakar ötekilere göre gözde durumda. Genel toplantılardaki konuşmalardan çıkardığım sonuca göre gerçekten Kızılçullu çıkışlılar Çiftelerlilerden önde görünüyor. Zekeriya Kayhan, Mehmet Gönül, Ekrem Ula Millî oyunlarda rakipsiz. Müzikte Hüseyin Çakar. Bizim sınıfın kültür derslerinde Hasan Özden, Şükrü Koç, Mustafa Parlar dikkatleri çekiyor. Çiftelerlilerde ise şimdiye dek üç arkadaş dikkatimi çekti:

-Süleyman Alkan, Ali Yılmaz son sınıflardan. Süleyman Karagöz de bizim sınıftan. Bu üç arkadaşı Kızılçullu arkadaşlardan farklı görmüyorum. Bizim bölümdeki üç son sınıf arkadaşımız, Abdullah Ön, Fahri Yücel, Orhan Doğan benim nazarımda herhangi bir ölçüye sığmayacak derecede çok iyi insanlar. Benim sınıfımdaki Talip Apaydın da öyle. Onu da bir yere bağlayıp hapsedemem. Bir insan, ancak bu kadar insan canlı olabilir. Kuşkusuz benim ilişki kuramadığım arkadaşlar vardır. Bunda, onlar kadar benim de ihmalciliğim olmuştur. Ancak sayısal olarak Kızılçullu çıkışlılar hemen hemen hepsi beni bağrına bastığından onların tümünü tanıdım. Tanıdığıma da pişman olmadım. Benim tanımama bile gerek kalmadan onlar yakınlaştılar. Yaklaştıkça gördüm ki onlar kendi aralarında da bana yaklaştıkları gibiler. Sık sık anlattığım bir olay bu kanımı perçinleyeceği için tekrarlıyorum. Okullarımız daha Köy Enstitüsü’ne dönüşmeden Köy Öğretmen okulu öğrenciliğimizde bir üç kardeş okulduk.

1-Edirne’de Trakya Köy Öğretmen Okulu,

2-İzmir’de Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu,

3-Eskişehir’ Çifteler Köy Öğretmen Okulu

1939 ders yılında ben bu kardeş okulları duyunca o okullardaki numara arkadaşlarıma mektup yazdım. Numaram 66 idi. O okullardaki 66 numaralı öğrenciye, “merhaba!” deyip amacımı belirttim. Sağ olsunlar ikisi de karşılık verdi. Ancak ikinci mektubun karşılığı Kızılçullu’dan geldi. Aralıklı da olsa (Bir arada bizim okul Ankara-Hasanoğlan’a göçmüştü) mektuplaşma sürdü, şimdi o arkadaşla burada birlikteyiz. Ziya Fikri Özlen, “Canım adaşım!” deyip konuşuyoruz. Çiftlerli arkadaş nedense sürdürmedi. Bu bir ölçü olamaz! diye düşündüm. Ancak o kardeş okulu tanımaktan vazgeçmemiştim. Bu kez bir başka arkadaşı özendirip ona yazdırdım.25 numaralı arkadaşım Çifteler’deki 25 numaralı arkadaşa yazdı. Arkadaşın mektubuna 25 numaralı Ali Yılmaz adlı arkadaştan cevap geldi.(Ali Yılmaz şimdi burada son sınıftadır) Ne rastlantıysa ikinci mektuba o da cevap vermedi. Üçe kadar denenmeli! derler ama insanların sabrı da sınırlıdır. Üçüncüyü denemeden hüküm verdim:

-Kızılçullu, Çifteler’i yendi. Benim sabrım bu kadar. Meğer bir üçüncü deneme de kaderde varmış, şimdi bu iki kardeş okuldan hemen hemen eşit sayıda arkadaşla birlikteyim. Aralarında bir fark görmek istemesem de büyük bir farkın olduğunu üzülerek görüyorum. Kızılçullu çıkışlı arkadaşlara çoklukla daha yakınlık duyuyorum. Niçin?

Yatınca da bir süre bunu düşündüm. Kepirtepe Köy Enstitüsü son sınıfı bitirirken Yüksek Bölümden oraya staja üç ağabey (Onlar bize kendilerini öyle tanıtmıştı) gelmişti. Son sınıf olduğumuz için bizimle yakınlık kurmuşlardı. Yüksek Köy Enstitüsüne gitmeyi kurduğum için onları dikkatle izlemiştim. Şevki Aydın, Mustafa Ersoy, Mehmet Pekgirgin. Üçü de bende çok olumlu iz bırakmıştı. Bir yılı aşkın bir zamandır üçüyle aynı okulda aynı çatı altındayım. Şevki Aydın benim bölümümde, her zaman birlikteyiz. Mustafa Ersoy’la Mehmet Pekgirgin başka bölümlerde. Onlarla ara ara görüşüyorum ama fazla bir ilişkim yok. Bu üç arkadaşın, Kepirtepe’de tanıdığım gibi, hiç değişmeden öğretmen-öğrenci tavırlarını sürdürdüklerini görüyorum. Bunlar bana bir örnek oldu. Bunlara bakarak onların sınıfındaki öteki arkadaşlarını değerlendirince bunlar ölçüsünde Kızılçullu çıkışlılarda benzerlerinin çokluğuna karşın Çifteler grubunda onlara benzerlerin azlığı dikkatimi çekiyor. Bu, çok sağlıklı bir ölçü olamaz ama benim için çok değerli. Var da göremiyor muyum? Hayır böyle bir kuşkum yok. Çünkü, bir merhabadan öte hiç bir ilişkim olmayan Süleyman Alkan’ın, Mustafa Barış’ın, çok sevdiğimi kendilerinin de bildiği, Süleyman Karagöz’ün, Talip Apaydın’ın, Abdullah Ön’ün, Fahri Yücel’in, Orhan Doğan’ın, Satılmış Aslantaş’ın, Muhittin İlhan’ın kendimce belirlediğim ölçülere uyduğunu hatta üstüne bile çıktığını pekâla görüyorum. Uygun olsalar ötekileri neden görmeyeyim?

Kendi kuruntularım içinde uyudum.

 

21 Kasım 1944 Salı

 

Halil Dere yakınımdan geçerken “Hazırlıklı ol, Sabahattin Öğretmene çıkacak dergi hakkında sorular sorulacak, sana da laf düşebilir!” dedi. Ne demek istediğini anlamama karşın canım sıkıldı:

-Laf düşmesi, bir alay havası estiriyor. Burada ben mi küçümseniyorum yoksa sözü açılacak olay mı? Halil Dere, biliyorum, en ciddi durumlarda işi gırgıra alır. Olayı küçümsediğinden değil, kendine özgü bir sunuş olarak böyle konuşur. Öyleyken üzüldüm. Üzüntüm biraz da bu konuda fazla bir diyeceğim olmadığından. Sabahattin Öğretmenin gözünde boş konuşan biri durumuna düşmek istemem. Çıkacak dergi için hazırladığım bir tasarım yok. Yazmak istiyorum ama o bile bir istek. Sabahattin Öğretmen yazacak mısın diye sorsa ne derim? Dersem yapabilir miyim? Sabahattin Öğretmen sık sık:

-Bir koltukta iki karpuz, ne zaman, hangi koşullarda taşınacağı açıklamakta. Bunları duymamış nasıl olurum!

Kahvaltıda, geçen haftaki bu gün konuşuldu. İbrahim Şen Psikoloji dersinde konuştuğunu anımsattı. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin yazılı konusunda hoşgörülü oluşu irdelendi. Arkadaşlar heyecanlı heyecanlı konuşurken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca duyuru yaptı. “Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle Yunus Kazım Köni Öğretmenler aslî görevleri gereği Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki önemli toplantıya katıldıklarından gelememişlerdir!”

Bizim masa gibi öteki masalarda da şenlik başladı. “Sus, pus!” edenler, “küçük öğrencilere karşı ayıp!” diyenler oldu.

Bizim masada bir başka dilek öne sürüldü:

-Bölüm başkanı keşke bunu duymasa! Bu, benim sorunum olmadığı için rahatım. Neşeli bir hava içinde salona döndük. Ders olmayacağı için soba yakılmamıştı, sobayı yaktık. Az sonra Bölüm Başkanı geldi, gelir gelmez de bana teşekkür etti. Teşekkür sobanın yanışı içindi. Salonun bu tür işlerini sağ olsun bölüm başkanımız benden bekliyor. Oysa bu sabah sobayı başka arkadaşlar yakmıştı. Kemancılar kemanlarına sarıldılar. Ben de. soğuk falan demeden alt odaya indim.

Bir süre çalıştıktan sonra Aydın Öğretmene de duyurduğum Ruhi Su yazısını yazdım. Öğretmen oku derse rahat okumak için de bir kaç kez tekrarladım. İçim rahat olarak bir süre daha çalıştım. Ancak bir süre düşündüm; bu yazı sonuç olarak ne diyor? dediklerini sıralamak gerekirse:

1. Halk türkülerimiz doğru söylenmiyor.

2. Halk türkülerimiz, kullanılan çalgılara da uymuyor. (Daha doğrusu kullanılan çalgılar türkülerimize uygun değil.)

3. Batı müziğini söyleyenler de türkülerimizi doğru söyleyemiyor.

4. Türkülerimizi halkımız da doğru söyleyemiyor.

Ruhi Su’ya göre türkülerimiz şimdilerde söylenenden başka türlü söylenmesi gerekir. Ona göre türkülerimiz, güçlü bir müzik bilgisi olan ses sanatçılarınca söylenen biçimlerden ayrılıp olması gereken bir biçimde söylenmelidir. Ruhi Su açıkça, “Halk beceremediği için söyleyemiyor. Söyleyenlerse, türkülerin oluş nedenlerinden habersizliğinden yozlaştırıyor.” Diyor. Öyleyse Ruhi Su açık açık bize umut bağlamış durumda. Müzik kültürü olacak, halkın sorunlarını bilecek, türkülerini söyleyecek ya da söyletecek. Özellikle de türküler bağlamadan kopmayacak.

Böylece Ruhi Su, benim Vahit Dede’min özlemini çektiği bir uğraşı daha da aydınlığa çıkarmış oluyor. Halk Müziği, Batı Müzik tekniğine uyabilir; çok seslilik için hazırdır; esasında da az da olsa Halk Müziğimizde çok seslilik vardır. Vahit Dede bunu Varlık dergisinde yazdı.

 

 HALK ŞARKILARININ SÖYLENİŞİ

                 Yazan: Ruhi Su

İnkılâptan sonra halka doğru gidiş, bazı halk âdetlerini zaman zaman bir moda haline getirdi. Fakat, samimî olduklarını da kabul etsek, bu hareketlerin çoğu bilinmeden yapıldığı için bir “moda” ne kadar “sürerse” o kadar sürdü. Sonra “piyasa” dan çekildi.

  Meselâ, bir zaman Halk şairlerini taklit yahut halk ağzı ile şiir yazmak aldı yürüdü. Bir kaç yerde Sarı Zeybek, Ayşe, Fatma demekle bu işler olur zannedildi! Hemen her mecmuada bir eşkıya şiiri bir eşkıya hikâyesi çıkmaya başladı. Fakat o “harcanmış halk kahramanları” çekildikleri dağlarda bir zaman zaptiye müfrezelerine karşı mükemmelen tutundukları halde, bu münevver halk şairleri ağzında tutunamadılar. Denilebilir ki “Hakikî hizmetleri bu anda başladı!” Bu hikâyelerin ve şiirlerin muvaffak olmuş gibi duranları da, içlerindeki sahte samimiyetten, kurtulduktan ve kitle endişesiyle maskelenmiş şahsî endişelerden dolayı yavaş yavaş okunmaz bir hale gelmektedirler. Edebiyat böyle olduğu gibi, resim ve müzik için de bunları söyleyemeyiz mi? Evet, bunlar için şimdilik elimizde mevcut yegâne mazeret: “Her şey öyle başlar.”

  Sözü uzatmadan söylemek istediğimizi söyleyelim:

-Gittikçe daha şuurlu bir hal alan folklor araştırmalarında, çok şükür ki halk şarkılarına da sıra gelmiş bulunuyor!

 Evvelâ İstanbul’dan başlayan Halk şarkılarını toplama teşebbüsü, belki de maddî zaruretler yüzünden ilerleyemedi. Anadolu’ya çıkan bir heyetin topladığı bazı şarkılar, piyasada bir kaç sene gevelendikten sonra unutuldu. Bunlara “öldü” demek de doğrudur. Çünkü:

Bulundukları temiz topraktan ve temiz havadan bir kere ayılıp da şehirlere geldi mi, bütün hususiyetlerini kaybediverdiler. Bir çok sebeplerden iki tanesini söyleyeyim:

  1-İnce saz dediğimiz alaturka orkestra, renk ve üslûp bakımından bu şarkıların bünyesine uymadı. İnce sazda muhtelif saz bulunmasına rağmen, bağlama tek başına hem ifade, hem de armoni bakımından halk şarkılarını daha iyi tamamlıyordu. Yani, bu günkü modern müzik düşünüşümüzde bu “Üç telli saz!” halk şarkılarının söylenişinde ince sazdan daha mütekâmil bir refakat kabiliyeti gösteriyordu. Burada bağlamayı ihya etmek yahut tercih etmek gibi bir fikir hatıra gelmemelidir. Ben sadece “Halk şarkıları” mevzuu içinde bağlamanın gördüğü işlerden bahsediyorum. Hattâ biraz daha ileri giderek “Bu mütevazi saz, şimdiye kadar Türk müziğine diğer arkadaşlarından daha fazla hizmet etmiştir. Diğerlerinden daha demokrat ve daha vatanperverdir!” diyebilirim.

  2-Bu muganni kelimesinin başka memleketlerde olduğu gibi (hürmet telkin eder) bir karşılığını bulabilsem? Memleketimizde meslek sorulduğu zaman, ufak bir tereddüt geçirmeden, “Muganniyim!” diyebilecek bir ses sanatkârımız bulunabilir mi?


Neden bu kelimenin altında sahibi için daima mahcup olma ihtimali vardır?

       Bas, Ruhi Su (Fidelio’nun Rocco Babası)

 Bizde iki türlü muganni varır:

Alaturka şarkıları söyleyen muganni, “Garp şan tekniği”ni almış muganni.

Şehirlerde oturan bu mugannilerin her iki türlüsü de, halk şarkılarını hiçbir      “hususiyet” endişesi duymadan, söylenmesi icap ettiği gibi değil de söylemeye alıştıkları gibi söylerler. Alaturka şarkıları söylemekte hakikaten üstat olan bazı mugannilerimizin bile, halk şarkılarında ne kadar beceriksiz kaldıklarını görüyoruz. En saf, en erkekçe halk melodilerini bile hep o alışılmış “kıvrak” âdeta kadınlaşmış ses figürleri ve vibrasyonlariyle söylerler.

Hep o “Oh, anaaaam!” dedirten şehevî üslûpla.

  İngiltere’den gelen bir arkadaş:

-Bazen bizim radyoyu açardım. Alaturka bir şarkı söylendiği zaman İngilizler:

-Bu karma karışık şeyler ne? diye gülerlerdi. Eğer saz şairlerinin söylediği bir halk türküsü olursa:

-İşte bunlarda bir şeyler var! deyip kulak verirlerdi. diye anlattı.

İşte böylece İngilizler gibi başka ecnebilerin de farkına vardığı, içinde “bir şeyler!” değil, bir çok şeyler bulunan halk şarkılarımızı neden hep aynı ağızla bozalım?

  Garp şan tekniği almış mugannilerimize gelince:

-Haydi bizim hançere hususiyetimiz iyi demeyelim, fakat ya şarkılarımızın bütün hususiyetlerini bir tarafa bırakarak, meselâ halk şarkısını tam bir garp müziği parçasındaki ses vibrasyonları ve figürleriyle söylemek bir mecburiyet yahut bir sanatkârlık mı? Meselâ Tosca operasındaki meşhur tenor aryasının alaturka bir üslûpla söylendiği andaki gülünç hali bir düşünelim? (Burada sesle misal vermek kabil olsaydı, fikrim daha iyi anlaşılırdı.) Bu halin tamamıyla aksini kendi şarkılarımız için neden düşünmeyelim? “Schubert şöyle söylenir, Mozart, şöyle çalınır” diye düşünürken; “Alaturka bir şarkı, şöyle söylenir ya da bir halk şarkısı, şöyle söylenir!” diye neden düşünmeyelim?

Garbın şan tekniği, bizim için iyi bir idealdi, aldık. Ve onunla şarkı sesimizdeki pısırıklığı atmaya çalışıyoruz. Bu tekniği, yalnız ecnebi şarkılarını söylemek için aldığımız düşünülemez. O halde başka sahalarda olduğu gibi, garbın şan tekniğini de şarkılarımızın karakterini belirttiği nispette sesimizde kullanalım. Bu karakteri bozmasına müsaade etmeyelim. Meselâ Ulvî Cemal Erkin’in

       “ Yayla Gülünün Dikeni Bol Olur!”

diye başlayan bir şarkısını “Alafranga” söylüyorum diye, enerji ve katı bir sesle adeta dinleyiciyi azarlar gibi söylemeye lüzum yok. Esasen bizim şarkılarımızın çoğu, öyle köşeli ve kırık tonlara müsait değildir. Ekseri lirik ve pastoral bir tonla söylenmek ister.

 Ses sanatkârlarımızın, bu meseleyi böyle anladıklarını inşallah yakında göreceğiz. Müziğimizin tonal hususiyetleri üzerine, istenildiği zaman bir kitap dolusu laf söyleyebiliriz. Fakat, basit bir halk şarkısının bile söylenebilmesi, başka şartlara bağlıdır.

 Netice:

Halk şarkılarımızı, bir saz şairinin yayık ve disiplinsiz sesiyle değil, fakat, bir şehirli muganninin ağzıyla da değil! Halk şarkılarımızı, garp tekniği içinde halk gibi fakat, halktan ayrı olarak söylemeliyiz.”

 

Yazıyı bitirince eski Varlıkları karıştırırken Vahit Dede’min çok ilginç bir yazısını okudum. Müzik tarihinden söz eder, “Bach, Beethoven, Mozart, Schubert!” der ama, daha berilere gelmez. Oysa bunda yaşayan biri piyanist, iki ünlü müzikçiden söz ediyor. söz ediyor. Biri ünlü piyanist Sergey Rahmaninov, öteki de çok ünlü bir besteci-piyanist Sergey Taneyev. İkisi de Rusya’da yaşayan Türk soylarındanmış. Rahmaninov, Rahman oğlu, Taneyev de Tan oğlu anlamına geliyormuş. Rusya’dan göç eden bir müzik severden söz eden Vahit Lütfi Salcı şöyle devam ediyor:

-Bütün buluşları kendi kaleminden çıkmıştır. Mukayeseleri işini çok sonra yaptırdığım zaman ne kadar muvaffak olduğunu kendisi daha iyi anlayacaktır. Baba yurduna ait eserlerin iç derinliğini en iyi tabii bir şekilde duymuş olması beni hiç şaşırtmıyor. Çünkü, biliyorum ki Rahmaninof dinini Hıristiyanlaştırmış KAZANLI (Rusya’da bir şehir) ailelerden birine mensup olduğu halde bestelerinde dedesinin Rahmanoğlu olduğunu daima düşünmüş ve hissetmiştir. Taneyefler (yani Tanoğulları) da bestelerinde daima Türk ezgisine olan bağlılıklarını aynı kuvvette yaşattılar. Büyük babalarının Türk olduğunu henüz unutmadılar!  

Sağ olsun Vahit Dede, gene yardımıma yetişti. Plâklar arasında Sergei Rahmaninof’un iki eseri var. Piyano Konçertosu ile Rapsodisi. Bestecinin adını sevmediğim için hiç dinlememiştim. Birden yakınlık duydum, Rahmaninof, Rahman, Rahim, neredeyse İbrahim diyesim geldi. İlk işim Rahmaninof’un plâklarını dinlemek olacak.

                 

     Sergei Rahmaninov        Sergei Taneyev

Yemeğe sevinerek gittim. Arkadaşlar, kemanları için yay, reçine derdinde. Bana sordular “Senin böyle bir derdin yok, değil mi?” Ben de onlara, gene böyle bir Salı gününü anımsattım, Mithat Kurfalı Öğretmen gelmiş, akşama dek piyanoların başında beklemiştim. Yılda bir oluyor ama, bir günü de tamı tamına alıyor. Gene de ben onları şanslı bulduğumu söyledim, öğretmen olunca benim sorunum onlardan çok olacak. Onlar kemanlarını nasıl olsa korur, yıllık gereksinimlerini de toptan alırlar. Gittiğim yerde piyano bulursam, akordunu nasıl yapacağım? Kepirtepe’ deki akort olayını anlattım. Haftalarca sürmüştü. Akort için gelen kişinin, Kepirli bir bayan öğretmenle evlendiğini söyleyince arkadaşlar hep güldü. Ekrem gülmedi bir süre düşünür gibi baktıktan sonra:

-O kurnazlık yapmış, bayanı kandırmak için zamanı uzatmıştır! dedi. Söylediğime inanmayanlar da çıktı ama ben adları verince Abdullah Erçetin’le Kadir Pekgöz tanıklık etti. Rezzan Öğretmenle Selahattin Yücesoy, şimdi Kırklareli’de mutluca yaşıyorlar. Bu kez de Halil Yıldırım:

-Sen deneyimlisin, gittiğin yerde gene bir bayan öğretmeni, peşkeş çeker piyanonu akort ettirirsin! Arkadaş, yanlış bir değerlendirme yaptı ama aldırmadım. Sadece, peşkeş çekme deyiminin anlamını sordum. Arkadaş, soruma yanıt düşünürken bir iki yutkununca ben:

-Peşkeş çekme, söylendiği gibi kolay bir olay değildir. Hele ortada insanlar olunca onlar kolay kolay peşkeş çekilmez. Bunu, bir de evlilik düzeyinde düşünürsek bunu bizim gibi henüz Hanya’yı Konya’yı bilmeyenlerin yapma şansı yoktur. Ama sen istersen beni yalancı çıkarabilirsin, dene bakalım birini bir başkasına peşkeş çekebilecek misin?

Arkadaşım özür diledi:

-Onu demek istemedim, daha doğrusu sözü yanlış yerde kullandım!

-Olur öyle kusurlar! diyerek masadan kalktık

          *  *  *

 

Öztekin Öğretmen, gelir gelmez plâk listesini istedi. Geçen yıl bir ara üstünde durmuştuk, bizim plâklar arasında eseri olan bestecilerin ünlülerini eserleriyle tanımak. Öğretmen:

-Yeni arkadaşlarımız hem plâkları duysun hem de bestecileri tekraren analım! Öğretmen listeyi aldı. Önce tümünü okudu. Sonra da seçerek adlar sıraladı:

Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Josef Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Georges Bizet, Hector Berlioz, Frederich Chopin, Piyotr İliç Tschaikovsky, Modest Mussorgsky, Johannes Brahms, Franz Schubert, Jean Sibelius, Antonin Dvor’ak, Cezar Franck, Robert Schumann, Felix Mendelsshonn, Johann Strauss, Luigi Boccherini, Richard Wagner, Giuseppe Verdi......Öğretmen sordu:

-Kaç oldu? Sayanlar yirmi olduğunu söyledi. Öğretmen:

-Bunlara, konserlerde yeni tanıyacaklarımızı da katarız! deyip gülümseyerek:

-Hector Berlioz’dan ne dinledik? Hangi ulustandır, yaşadığı dönem, hangi ekole bağlı? Bizde hangi eseri var, konserde hangi eserini dinledik?

Karşılık beklemeden örnek olması istediğini söyleyip soruyu bana çevirdi:

-Plakları sen biliyorsun, senden başlayalım! dedi. Bildiğim için bana kolay geldi. Hector Berlioz Fransızların en ünlü bestecilerinden biridir. 1800-1870 yılları arasında yaşamıştır. Romantik dönemde yaşamış, Romantik ekoldendir. Bizde Fantastik Senfonisi ile Rakoczy (Rakoçi) Marşı vardır, geçen yıl konserde de bunları dinledik. Bestecinin bir özelliği de genç yaşında Büyük Roma Müzik Ödülünü kazanmasıdır. Roma Ödülü, Vatikan Kilise kurumunun verdiği büyük bir ödüldür. Bunu kazanan salt parasal ödülle kalmaz, Roma’da oturma hakkına da sahip olur.

Öztekin Öğretmen nazari bilgileri zaman içinde süzerek öğrenmemizi, kuru kuruya öğrenilenlerin çabuk unutulduğunu tekrarladı. Eser tanımamız için konserlere dikkat etmemizi önerip kemancıları göreve çağırdı. Alt odadaki piyano boştu. Oturup uzun uzun çalıştım. Aklımdan da yarınki dersleri geçirdim. İki öğretmen de aralarında anlaşma yapmış gibi bu hafta anlatacakları konuları bildirmişti. Tarih konusunda bir tedirginliğim yok. Sosyoloji oldukça karışık. Ancak Yasa Öğretmen:

-Kalk sen söyle! türünden bir tepeden inme baskını yapmıyor. Bunları düşünerek rahat rahat çalıştım. Bir sonraki gün de üstünde duracağımız Tevfik Fikret olacaktır. Cenap Şahabettin’i geçtiğimize göre sıra onda olsa gerek. Ona da yarın bakarım.

Kalkmak üzereyken Doğan geldi, Kepirtepe’deki arkadaşlarından mektup almış. Dilimin ucuna geldi ama soramadım, Röslein acaba kendi köyüne mi gitti, yoksa okulda mı kaldı? Bekleyen derviş, muradına ermiş, ya da Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış. Ben dinledim, Doğan anlattı. Sanki kasıtlı yapmış gibi en sonunda:

-Senin hemşerin, hatırlıyor musun o güzel kız, buraya seçildi ama gelmedi. Köyünde çalışacakmış, köyünü sen bilirsin, ben de gördüm ama anımsayamadım, güzel bir köy mü idi bari? Doğan’a bakarak:

-Sevene, samanlık seyranmış! Doğan, yüzünü ekşiterek:

-Sen çok kullanıyorsun ama ben sevmiyorum bu Atasözlerini, ne oluyor yani? Samanlık seyran, falan. Samanlık samanlıktır be yahu?

Yemeğe Doğan’la birlikte gittik.

Yemekte Kızılçullu eski müdürü Emin Soysal anıldı. Öğrencileri onu çok seviyor. Ben de bunu anlamıyorum, bizim eski müdürümüzü biz de seviyorduk ama, artık birbirimizden ayrıldık. Tekrar bir araya gelmemiz söz konusu değil. O bir Köy Enstitüsüne müdür olsa ben de oraya gitsem, buna çok sevinirim ama, bu eski durumdan başka bir yakınlık olur. Gerçekte ben Nejat İdil için eski müdür bile demiyorum. Benim için o sanki beni mezun etti. Konuşmalarımda eski müdür değil Kurucu Müdür deyişim bundan. Böyle düşünmeme karşın ben Nejat İdil’in buraya gelmesini, bizimle konuşmasını istemem. Bana burada ne söyleyebilir ki? İkinci müdürüm İhsan Kalabay iki kez geldi; konuştuğumuzda bana:

-Senden başka türlüsünü zaten beklemiyordum. Beklediğim gibi olduğuna sevindim! dedi. Eğitimbaşımız, şimdiki, Samsun/Akpınar Köy Enstitüsü müdürü Enver Kartekin de benzer sözleri söyledi:

-Okulu bitirince eşim de ben de seni bekliyoruz. Hatta oğlumuz Alpay bile seni unutmadı, akordiyon sesi duysa senden söz ediyor! dedi. Bunlar beni mutlu ediyor ama gene de ben Enver Kartekin ya da İhsan Kalabay’ın gölgesinin buralarda dolaşmasını istemem. Emin Soysal’ın onlardan üstün bir tarafı mı var? Belki biraz yaşlı, deneyimli. Nejat İdil’e, Enver Kartekin’e müdürlük yaptığına göre belli bir kıdemi olduğu gerçek. Emin Soysal, buradaki öğrencileri için destekleyicilik yapmak isterse, bizim yakındığımız Rauf İnan’dan farkı kalır mı? O zaman öteki Köy Enstitüsü müdürleri de böyle bir işe kalkışırsa buranın durumu ne olur sonra?1941 yılı yazında buranın kuruluşuna yardıma gelen ekipleri kardeş olarak karşılamamız için bize ne güzel sözler söyleniyordu. Hele bir müdürün, Samsun/Ladik Köy Enstitüsü Müdürü Nurettin Biriz’in yaptığı konuşma, günlerce değil aylarca dilimizden düşmediği gibi o etkileyici sesi kulaklarımızdan gitmedi. Gitmedi ama nedense o müdürün bir yıl sonra müdürlükten alındığını duyunca ağlayasım gelmişti. Bunu, kendi kendime hep sordum:

-Niçin? Niçin olacak? Nejat İdil niçin ayrıldıysa Nurettin Biriz de onun için:

Çünkü öğrencilerini koruyorlardı! Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç bunu, Nejat İdil’e açık açık yazdı:

-Nejat, okulun Lüleburgaz’a çok yakın, öğrenciler şehir havasını koklarsa işe sarılmazlar. Kerpirtepe’deki inşaat işleri bu yüzden aksamış olabilir.

Oysa tam tersine güzelim inşaat işleri, Nejat İdil ayrılınca durdu. Çünkü tüm öğretmenler çil yavruları gibi başka enstitülere dağıtılmıştı. Yerlerine gelenler cim karnında bir nokta türü beceriksiz insanlardı. Ben, marangozluk öğretmeni olan kişiye, öğretmen olarak değil usta öğretici olarak baktım. Usta öğretici olarak çalışan mozaik ustası Topal Osman amcadan bir farkı yoktu. Ben Kepirtepe için konuşuyorum ama, 1941 yazında tüm enstitülerin ekip başındaki öğretmenlerini hep gördüm. Çoğu ilkokul öğretmeni olduğundan küçük bir sorunları olunca bizim öğretmeniz Namık Ergin’e gelip danışıyordu. Çoğu kez de sorun çözümüne ben gidiyordum. Bu yılki gezilerde de gördük, staja gidenler daha iyi bilir, Enstitülerin sanat çalışmaları hâlâ yoluna girmiş değil.1941 yazında yaptığımız, şu an içinde bulunduğumuz binanın dış sıvası ne zaman yapılacak kimbilir (!?) Sıvasız binaları ısıtmanın zorluğunu Sili Usta daha yapılırken anlatıyordu. Baktıkça üzülüyorum, bizim binanın altı gibi öteki binaların altları da bomboş duruyor. Oysa onlar, iş atölyesi, resim, müzik çalışmaları olarak plânlanmıştı.

Neyse bir tanesini Hidayet Öğretmen gerçeğine uygun tamamlamış. On binadan bir tanesi gerçeğine uydurulmuş. Onun gibi bizimki de tamamlansa fena mı olur? Öztekin Öğretmen bunu sık sık gündeme getirse de geriye atılıyor. Bir salonda otuz keman, ayrı telden çalarak “Viyolonist “yetiştiriliyor!

Arkadaşlar güldü. Nihat Şengül:

-Ne viyolonisti, doğru dürüst yay çekmeyi öğrenemeden çıkıp gideceğiz!

Arkadaşların dinlediğini görünce aynı konuya dönüp:

-Kızılçullu çıkışlı arkadaşlarımla hiç bir sonunum yok; konuştuklarımla iyi konuşuyorum. Çiftelerli arkadaşlarla da Çiftelerli oldukları için değil iyi arkadaş oldukları için iyi konuşuyorum. Konuşmadıklarım varsa bu, onların benden uzak durmasından kaynaklanmaktadır. İnsanın yüz tane arkadaşı olmaz ya, arkadaşlıklar da sınırlıdır. Kızılçullu çıkışlılardan da bir selâmdan öte geçmeyen sınırlı ilişkili arkadaşlar vardır. Özellikle son sınıfta belki iki ikiye hiç konuşmadıklarım bile bulunabilir. İsterseniz buna bir ad bile verebilirim, Süleyman Adıyaman’la ancak kitaplıkta karşılaşınca konuştuğum olmuştur. Bizim bölüme hiç uğramadığından, bir ilişkimiz olmadı. Çifteler çıkışlı Rahim Ünüvar’la da iki ikiye konuşmam, adlarımız dolayısıyla şakalaştığımız olmuştu:

- İb-rahim-Rahim yakınlığını fırsat sayıp bir kez konuştuğumuzu anımsıyorum.

Arkadaşlar beni dinlediler. “Sükût ikrardan gelir!” derler; konuşmadıklarına göre ben de öyle saydım.

Yemekten sonra Kitaplığa gittim. Sami Akıncı ile Hüseyin Orhan vardı. Hüseyin Orhan benim Kepirtepe’de Almanca çalışma arkadaşımdı. Burada bölümlerimiz ayrılınca biz de zorunlu ayrıldık. Arkadaş, Almancayı ilerletmek için kesin karar vermiş. Ara sıra Sami Akıncı’dan yararlanıyormuş. Benim lügati istedi. Almanca derslerinde yanında bulundurmak koşuluyla verdim.

Aydınlık bir yere oturup İsmail Habip Sevük’ün Edebi Yeniliğimiz 2 kitabımı açıp Tevfik Fikret’i okudum. Kendi kitabım, geçen yıl da karıştırmıştım. Lise 3. Sınıfların ders kitabı. Lise öğrencileri bu kitabı nasıl okuyorlar? Tevfik Fikret için tam 28 sayfa ayrılmış. Geçen hafta üstünde durduğumuz Cenap Şehabettin için de 13 sayfa bilgi veriliyor. Üstelik kitabın yazıları da çok ince. Tevfik Fikret’in 50 dolayındaki şiirinden bölümler almış, tanıtıyor, özelliklerini anlatıyor. Bunu okutan öğretmen öğrencilerine yazılı sınavlarda sorduğuna göre o öğrencilerin durumu oldukça tehlikeli. Şiir severim, belleğime de güveniyorum ama kitabı bu kez karıştırınca liselilerin durumunun bizden çok farklı olduğunu daha iyi anladım. Kitapta Tevfik Fikret, daha başlarken korkutucu bir girişle tanıtılıyor. Önce, babası için bir şair:

         Peder-i emceddi beynelurefa yektadır,

         Olamaz Pertev-i idraki. güneşten tefrik,

         Öyle ehl-i dil ü pürhimmet ü naziktir kim

         Şimdi emsali bulunmaz bu cihanda tahkik.

demiş. Şairin adı da veriliyor. Refet! Günümüz diliyle:

-Babalar arasında şereflilik bakımından (Tüm babalar arasında) bir taneciktir. Görünüşü, aydınlık düşünceleri güneş ışınlarından farksızdır. Öylesine merhametli, ince düşüncelidir ki, günümüzde bir benzeri daha yoktur.

Böylesine olağanüstü bir babanın oğlu olan Tevfik Fikret’in karakterini, kitabın yazarı İsmail Habip Sevük, onun şu sözüyle özetliyor:

       “Kıran da olsa kırıl düş, fakat eğilme sakın!”

Daha sonra kitapta,Tevfik Fikret’in ilk şiirlerinden alıntı veriliyor:

         Kimdir hakikaten, şu beyaz bir gelin kadar
         Hassas ve şuh akasyaların gölgesinde, gâh
         Bağran, gülen, koşan, tepinen... bazı pür vakar
         Bir tavr-ı iktinah ile, bir yanda bir siyah
         Cildin zilâl-i lâl-i süturunda kaybolan
         Cevval ve muhteriz çocuk?...

Anlamak şöyle dursun, düzgün okumakta zorluk çektiğimiz bu şiirleri o günlerin çocukları nasıl yazmış? Baharda beyaz çiçekler açan akasya ağaçlarının altında çocukça bağıran, koşan, gülen öğrencileri görür gibi oluyoruz. Tevfik Fikret de kendini, kitapların ya da bilgilerin arkasına takılınca çocukluğundaki güzel, sevimli tavırların kaybolduğunu bunun yerine kitapların etkisiyle daha bencil, hareketli, daha hırslı olunduğuna hayıflanıyor.

Yazacaklarımı bitiremeden zil çaldı.

Yatınca da bir süre Tevfik Fikret’i düşündüm. İlk okul günlerimden beri duyarım Tevfik Fikret adlı bir şair var. Duyarım ama bunu hep okullarda duyarım. Benim köyümde Tevfik Fikret adı hiç geçmedi. Oysa ondan önce yaşamış olan Namık Kemal için yazılmış şiirleri, ilkokul üçüncü sınıfta ezberlemiştim. Neden? Tevfik Fikret’in şiirlerini aklımda tutamazken, Rıza Tevfik’in onun için yazdığı “Fikret’in Mezarında şiirini okur okumaz sevip ezberledim; bir daha da unutmadım:

          “Dediler ki ıssız kalan türbende
          Vahşi güller açmış dermeye geldim.
          O cennet bağının hâkine, ben de
          Hasretle yüzümü sürmeye geldim.”

Bu şiiri okuduğumda bir Hâk, Bermûrad, Sırr-ı müphem, Hisse-i elem sözlerini tam olarak bilmiyordum. Onları da kolayca bulmuştum.

Geçen hafta Cenap Şehabettin’i okuduk. Neler anımsıyorum? Lerze, lerzi, leziş derken esnedim.

 

22 Kasım 1944 Çarşamba

 

Uyanınca, akşamki mantıksız tutumumu eleştirdim. Şakacı arkadaşlar bunları eğlence için yapıyorlar; düpedüz kafasız olanlar da kafasızlıklarından. Ben böyle miyim? “Elhan-ı Şita” diyemeyecek kadar aptal mıyım? Hiç değilse:

        “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
         Eşini gayb eyleyen bir kuş
                Gibi kar!”

diyemiyor muyum?

Kendi kendime söylenirken Zekeriya Kayhan omuzuma dokunarak:

-Efeyi uğurluyoruz mu? diye sordu. İkinci bir dalgınlık! Sahiden Çakı Efe bugün gidecekti. İyi ki Zekeriya anımsattı, unutmuş gitmiştim. Oysa Çakı Efe unutulacak bir insan değildi; bunu kendime nasıl açıklarım? Koşarca kahvaltıya gittim. Kızılçullu grubu tam kadro tren durağına indi. Sağolsun Hasan Çakı, her zaman olduğu gibi candan tavırlar içinde sarılıp güzel sözler söyleyerek ayrıldı. Bana özel olarak:

-Seneye gene kalırsan buraya gelirim, yoksa gelmek niyetinde değilim! dedi. Efe’nin bu sözü arkadaşların da dikkatini çekmiş, soran oldu. Tam olmamakla birlikte ben de bunu Aşık Veysel’le anlaşmasındaki katkıma yordum. Çakı Efe önceleri çok yalnızlık duygusu içindeydi. Bana uyarak Aşık Veysel’e gelmişti. ”Boynuz kulağı geçer!” sözü örneği Efe, sonraları Veysel’e beni götürüyordu. Büyük bir de vaatte bulunmuştu; Veysel’le beni Bergama’ya çağıracak. Hasan Çakı’nın bu insan severliği, doğrusu benim işime yaramıştı. Vahit Dedeme Aşık Veysel’in ilgisi nedeniyle güzel başlayan ilişkimizi tek başıma sürdürmekte zorlanacaktım. Hasan Çakı Efe pratik deneylerine dayanarak benim işimi de kolaylaştırdı. Halk içinden yetişen Veysel, halkla ilgili her türlü söylemi can kulağıyla dinliyordu. Örneğin önce Çakı Efe’nin halktan dinlediği Demirci Mehmet Efe olayını anlattığında ben:

-Bu olayı anlatan yazıları toplayarak özet çıkardım! deyince Aşık Veysel:

-Lütfen onları da dinlemek isterim! demiş, bunu tekrarlayınca bir sonra gidişimizde okumuştum.

Duraktan doğruca salona gittik.

İbrahim Yasa Öğretmen, piposunu kapıda söndürüp göğüs cebine koyduktan sonra kapıdan girdi. Uzun, lacivert renkli eşarbını çıkardıktan sonra özür dilerce konuşarak:

-Pardösümü çıkarmayayım, biraz üşütmüşüm, daha fazlasına meydan vermemeliyim! deyip oturdu.

Geçen yıl başladıkları, Ankara Köyleri üstüne ön çalışmalar hakkında kısa bilgiler verdikten sonra Kızılcahamam çevresi incelemelerini okuması için Burhan Güvenir’e işaret etti. Burhan Güvenir önce Kızılcahamam hakkında bilgi verdi, örnek aldıkların köyün küçük olmasına karşın (100 hane) Bölge özelliklerini taşıdığını anlattıktan sonra uzunca bir yazı okudu. Burhan Güvenir gür sesiyle çok rahat okumasına karşın okunanların bilgi olarak bellenemeyeceği kaygısı belirince arkadaşlardan parmaklar kalktı. Öğretmen:

-Bu bir örnek çalışma, söz konusu köyü öğrenecek değilsiniz! demesine karşın sorular sürünce bu kez Burhan Güvenir:

-Okuduğum yazıyı olduğu gibi çıkacak dergiye vereceğim, oradan okursunuz! deyince konuşmalar kesildi. İnceleme oldukça uzunmuş, ders zili çalarken ancak bitti.

 

Halil Demircioğlu giyinik olarak geldi, çantasını koyup paltosunu çıkarırken konuşmaya başladı:

-Polonya bu savaşta haksızlığa uğradı! deyip merhamet duygularımıza kapılmayalım. İşte Tarih bunu kabul etmez. Türkiye Cumhuriyeti bireyleriyiz, “Ne mutlu bize!” diyoruz, “Yurtta barış, cihanda barış!” diyoruz. Diyoruz ama Osmanlı’dan 600 yıl darbe yemiş toplulukların kalıntıları acaba bize ne gözle bakıyorlar?1685 yılı bizim tarihimizin bir talihsiz dönüm noktası olmuştur. Bu dönüm noktasında bizi arkadan hançerleyen kimdir biliyor musunuz? Şimdilerde acıklı durumdaki

            


             Jan Sobieski

Polonya, eski namıyla Lehistan. Lehistan’la savaş durumumuz yokken Jan Sobieski denilen hain adam 100 bin kişilik bir kuvvetle ansızın bizi arkamızdan vurmuştur. Oysa biz onu, hem Rusya’ya hem de Avusturya’ya karşı koruyorduk. Bize yaptığı ihaneti sonra kat kat ödedi, Avusturya ile Rusya anlaşarak Lehistan’ı ortadan kaldırdı. Buna karşı Avrupa Devletleri sessiz kalırken gene biz arka çıktık, yıllarca Lehistan’ı devlet olarak varsaydık. Bunları söyleyerek Polonya halkına “Oh olsun!” demek istemiyorum. Merhamet duygularımız bakidir ama, dersimizi de unutmayalım, Tarih!  Tarihten söz ediyoruz.

Atatürk, şimdiye dek hiç bir devletin yapmadığı bir insanlık örneği verdi. “Yurtta barış, cihanda barış!” Bunu o zaman tüm dünya devletleri alkışladılar. Tarihi düşmanımız Rusya da bizim gibi Çarlığı yıkıp yeni bir devlet oldu. Atatürk’ün sağlığında bize o denli yaklaştılar ki, çok değil on yıl önce, tiyatrolarıyla, orkestralarıyla Onuncu yılımızı katlamaya katıldılar. Ne güzel değil mi? İşte çıkaracağımız bir ders! Geçen yıl, tüm dünyada barış diye bağırırken, savaş dışı kalan Türkiye’ye savaştan zarar gören insanlar gıpta ederken Sovyetler Birliği eski defterleri açıp, bizden Kars-Ardahan yöresini geri isteyiverdi. Oysa o istediği yerleri bizden tamamen haksız olarak almıştı. Bakın işte, “Tetikte durulmazsa, tarih iyi bilinmezse, düşman her an karşına çıkabilir.” Ne demiş Atalarımız? “Su uyur düşman uyumaz!”

Öğretmen bundan sonra Polonya’nın coğrafi durumunu anlattı. “Geniş Asya kırlarında Batı’ya akın eden göçlerin daralan Polonya topraklarında bir birine karışması sonucu karışık bir toplum oluşmuştur. Eski çağlarda, bizim ırktaşlarımız, Hunlar, Orta Çağlarda Letonlar, Polonya topraklarında uzun süre egemenlik kumuşlardır. Bu karışık topluluklar zaman içinde kaynaşamadığı için birlik kurmaları zorlaştığından hiç bir dönemde güçlü bir devlet oluşamamıştır. Demin adını andığımız Jan Sobievki kısa bir süre toparlamışsa da uzun sürmemiş, onun ölümünden sonra gene kargaşa başlamıştır. Polonya aslında yeni bir devlet sayılabilir. Çarlık Rusya’sının, arkasından da Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun çökmesinden sonra çoğu Avusturya’dan alınan topraklar üzerinde kurulduğundan halkının büyük bir bölümü Alman kökenlidir. Bu nedenle kendisi de bir Avusturyalı olan Adolf Hitler iktidara gelir gelmez Polonya’ya göz dikmiştir. Önce bir Danzig takazası çıkardı. Bu bir adım sayıldı. Arkasından başka istekler sıralandı. Polonya’ya tarih boyunca göz diken Rusya, gittikçe kendi iç politika anlaşmazlıkları yüzünden kargaşaya dönüşen Polonya’ya yaklaşınca Adolf Hitler dayanamadı, savaşı açtı. Başardı mı? Sanırım işin burası bizim konumuz değil. Çünkü oluşmakta olan olaylar politikanın alanıdır. Politik kararlar alınıp uygulandıktan sonra ki tarih açısından yeni durumlara bakarak konuşmamız daha sağlıklı olur.” Tarih ezelî bir tekerrür!” derler. Daha açık bir deyimle durmadan tekrar eder. Böyle midir, değil midir? Bunu biz tartışmayacağız. Büyük, onurlu bir tarihimiz olduğu gibi büyük acılarımız da vardır. Unutmayalım; “Merhametten mazarrat doğar!” diye bir söz vardır. Bunun anlamı şudur:

-Acıyarak yaklaştığın eski bir düşmanınsa, unutma güçlenince o sana acımadan gene saldıracaktır!

Zil çalınca doç. Halil Demircioğlu Öğretmen sözünü tekrarladı:

-Düşmana düşmanca bakabilen, dostluğun değerini daha iyi bilir! Pardösüyü almak üzere elini uzatırken yakınındaki Mehmet Toydemir kalkıp yardım edince gülümseyerek:

-Dostlukta bunlar normaldir, teşekkür ederim! deyip Toydemir’i ayrıca başıyla selâmladı.

Öğretmen çıkınca bir kargaşa yaşandı: Dalkavukluğun tarifini soran oldu. Sonradan öğrendiğime göre Veli Demiröz sormuş. Hasan Özden yüksek sesle:

-Dalkavukluğun tarifi yapılmaz, dalkavuğun resmi çekilir, makinemiz yok çık ortaya da aslını görelim!

Bir an sessizlikten sonra herkes kapıya yönelince olay kapandı. (Gerçekte şimdilik kapanır gibi oldu)

Yemekte Ekrem Bilgin kendi kendine söylenirce, açmak istediyse de katılan olmadı.

Çarşamba günleri koro yönetimi uygulamaları var. Kadir Pekgöz arkadaşımız bundan çok tedirgin rica etti:

-Lütfen ben kalkınca gülmeyin! Söz verdik. Ancak konu sürdü. Sonunda da verilen sözden dönenler oldu:

-Birileri istemiyor diye insanlar neşelenmeyecek mi? arkasından bir başka soru:

-Arkadaşla alay etmek insanı neşelendirir mi yoksa neşe gibi görünen tavır gerçekte bir öç alma mıdır? Bu soru da yeni bir tartışma başlattı ama hiç birimiz inandırıcı bir savunma yapamayınca sonunda bunu, psikoloji dersinde Yunus Kazım Köni Öğretmenden sormaya karar verdik.

            *  *  *

  Öztekin Öğretmen müjdeledi:

-En kısa bir sürede Beethoven’in operası Fidelio’yu izleyeceğiz! Bestecinin öteki eserlerini çok sevdiğimizden operasını gerçekten merak ediyoruz. Değişik çalgılar için çok güzel bestelerine karşın opera olarak tek Fidelio’yu bestelemiş. Mozart’ın 30 Piyano konçertosuna karşın 5 piyano konçertosu, yedi keman konçertosuna karşı bir keman konçertosu, 25 operasına karşı bir opera bestelemiş. Faik Canselen Öğretmen açık açık söylemiyor ama sanırım Beethoven’i tutuyor. Beethoven için.

-Az bestelemiş ama öz bestelemiş! diyor. Mozart için:

-O bir dahi, Hakk vergisi, Allah vergisi, ona bir sözümüz yok. Ancak Beethoven bir insan olarak tüm çabasıyla bir dâhiyle yılmadan yarışmıştır. Onun çalışma hırsı bize örnek olmalıdır. Mozart, doğuştan şanslı olduğu gibi hazır bir müzik ortamında dünyaya gelmiş, babası çağının en usta kemancısı aynı zamanda çok deneyimli bir müzik öğretmeni. Avusturyalı oluşu da bir başka şans, İmparatorundan aşçısına dek herkes müzik sevdalısı. O nedenle Mozart 6 yaşındayken İmparatorla karşılaşırken Beethoven ancak otuz yaşlarında bileğinin gücüyle o kapıları açtırmıştır.

Birden bir opera ilgisi sardı herkesi. Yeni arkadaşlar sessiz sessiz bizi dinliyor ama onların heyecanı sanırım içlerinde, en açık yürekli Yıldız:

-Ayyy! Ne zaman gideceğiz acaba? diye sorup duruyor.

Öztekin Öğretmen, kesin zaman vermedi. Konuyu azıcık bilir gibiyim. Fidelio operası geçen yıllar sahneye konmuş. Tıpkı Satılmış Nişanlı gibi bir tekrar gösterme olacaktır. Biz de o göstermeye gideceğiz. Bunu, Pazartesi günü Aydın Gün Öğretmenden öğrenebiliriz.

Öztekin Öğretmen 1.Sınıflara orkestrayı sordu. Orkestrada bulunan çalgıları saydırdı. Keman, Viola,Violonsel, kontrabas söylendi ama üflemeli çalgılarda susuldu. Bizim arkadaşlar da ancak klarneti, flütü ekleyebildi. Öğretmen daha önce orkestrada çalışmış, çalgıları iyi yanıyor. Tahtaya yazdı.

   1-Tahta çalgılar: Pikkola, Flüt, Obua, Korangle, Klarnet, Bas Klarnet,     Fagot, Kontrafagot.

   2-Tenekeler:Korno,Sakshorn,Trompet, Bas Trompet, Trombon.

   3-Bateri:Timballer, davul, ziller, Tambur, Üçgen.

   4-Telliler: Birinci Kemanlar, ikinci kemanlar, Viyolalar, Violonseller, Kontrabaslar… Bunların sayıları, bestecilerin isteklerine uyularak değişmektedir. Orkestralar, genel olarak 48 ila 96 kişi olarak kurulur. Ancak bazı besteciler bu sayıyı bin olarak düşünmüştür. Alman besteci Anton Bruckner, senfonilerini bunu düşleyerek bestelemiştir. Büyük Fransız Devriminden sonra özellikle Napolyon Bonapart dönenimde ünlü Fransız orkestra şefi François Gossec orkestrayı on bin kişiye çıkarıp, açık havada konserler verdirmiştir.

Öğretmen serbest bırakınca piyano çalıştım. Ancak aklıma Fidelio operası takıldı.

Varlık eski sayılarında (1-5-1942) bir yazı görmüştüm, Fidelio operasını anlatıyordu. Onu bulmazsam rahatsız olacağımı biliyorum. Eski dergiler giderek yok oluyor, o da gitmişse cumartesi günü Dora Ablaya uğrayıp alacağım.

Piyanoda severek çaldığım parçaları Hanon eksersizleri çalışırken düşündüm. Küçük parça olarak da uzun parça olarak da Mozart önde geliyor. Herkesin severek ilk çalıştığı (Konservatuvar öğrencilerinin) piyano metodunda bile dört parçayla Mozart önde gidiyor. Buna karşın Beethoven’in iki parçası var. Tarla Faresi ile Op. 6 nolu sonatın dört el için düzenlemesi. Beringer’de, Mozart’ın aynı uzunlukta dört el için sonatından başka Don Juan operasından Zerlina’nın aryası ile yine Don Juan operasının Don Juan’ın mandolin serenadı, ayrıca Kv. 545 piyano sonatının Andante bölümü var. Ben bunlara ek olarak Kv.331 ile Kv. 545 sonatları çaldım. Ayrıca on bir bölümlük Maman varyasyonun altı bölümünü pişirdim. Kv. 331 sonat gerçekte on bir bölümlü bir varyasyon. Herkesin sevdiği Marş Allaturka ya da Türk Marşı, o on bir bölümün bir parçası. Gerçekte onun tamamını çalınca sayfalar dolusu on bir parça çalmış oluyorum. Bu nedenle Faik Canselen öğretmenin karşısına bir Mozartsever olarak çıkmış oluyorum. Bunu ona anımsatsam, biliyorum gülecek, arkasından da.

-Besle kargayı, oysun gözünü! diyecektir.

           * * *

Yemekte, Fidelio özlemi konuşma konumuzu oluşturdu. Hiç evlenmemiş Beethoven bayanları nasıl değerlendirecek? Dergilerde okuduğum bir yazıda anlatılanı tekrarladım. (Varlık- İhsan Akay) Genç, güzel, müzik sevdiğini, özellikle de Beethoven’in bestelerini çok beğendiğini söyleyen bir kontes Beethoven’i ziyarete gitmiş. Beethoven çok mutlu olmuş güzel kontese uygun düşen bir sonatını çalmış. Sonat bitince kontes teşekkür etmiş; arkasından da sormuş:

-Bu çaldığınız ne anlatıyor? Beethoven suskun olarak piyanoya dönmüş bütün duyarlığıyla sonatı bir kez daha çalmış, bitince kontese dönerek:

-Anladığınızı umarım, işte bu, bunu anlatıyor! demiş. Yazar bunu anlattıktan sonra da bir not ekliyor:

-Beethoven’e böyle bir konuk gelmemiş, o da bunu söylememiş olabilir; ancak, gerçek sanatın ne olduğunu bilenler bunun olabileceğine inanırlar. Çünkü, sanatseverlerin şaşmaz duyarlığına karşın sanattan yoksun büyük bir kesimin duyarsızlığı arasındaki uçurum bunun her zaman olabileceği kanısını uyandırmaktadır. Örneğin bizim alaturka müziğimize bakalım, def dümbelek radyoda akşam sabah çalınıyor; Saz Eserleri deniyor, bakıyorsun adlar sıralanıyor, ud, yaylı tambur, cümbüş, kanun, ney, lavta, Tambur, darbuka....Fasıl Heyeti deniyor gene o çalgılar. Çalanlar da öyle; Şerif İçli, Kadri Şençalar, Zühtü Bardakoğlu, Selahattin Pınar, Aleko Bacanos, Yorgo Bacanos v.b. Bu tür eğlence ya da salt vakit geçirme amacına yönelik “Vur patlasın, çal oynasın!” türü çığırışları müzik olarak algılayanlara ne denebilir ki? Söz gelimi, Itri’ Nef’i’nin ünlü Na’tı üstüne bestelediği,ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın övgülerle yansıttığı Nef’inin:

       “ Ukdei serriştei râzı nihânidir sözüm

        Silki teşbihi düri seb’almesanîdir sözüm

        Bir gühdedir kim nazirin görmemiştir rüzgar

        Rüzgar alemi gayb ermaganidir sözüm...”

Diye başlayan fasıl, bir de bakıyorsun sonlara doğru ya Konyalı kaşık havasıyla ya da Adanalım köçekçesiyle son buluyor. Gel de bunda sanatsal duyarlık ya da Eflatun’un 2500 yıl önce Sokrates’e söylettiği, Batı müziğinin (Kilise İ.S. 8. yy.da yasaklamıştı) özenle sakındığı şehvetten arınmışlık bekle!

Yukardaki Na’t alıntısının açıklaması:

-Sözüm, bir sırrın çözüm işaretidir. Sözüm, (Kur’an) ayetlerde sıralanan incileri birbirine bağlamaktadır. Sözüm, öyle değerli bir cevherdir ki tüm geçmiş zamanlarda böylesi görülmemiştir. Sözüm, Cihanın bilinmeyenlerini açıklamaktadır.”

Yakında göreceğimiz söylenen Fidelio Operası üstüne yazılmış bir yazıyı aşağıya aldım.

 

Fidelio Operası Dolayısıyla

Radyo dergisinde Fidelio’nun bizdeki başarılı temsilleri münasebetiyle birkaç düşüncemi yazmıştım. Biraz unutkanlık, biraz da yer darlığı bazı noktalarda ya hiç söz açmamayı, yahut da vuzuh temin edememeyi mucip olmuştu da bazı dost ve meslektaşların arzusuna riayetle bugün de o açıkları kapamaya çalışıyorum.

Nurullah Şevket arkadaşımın sahne hizmetlerinden her vesile ile o kadar çok bahsettim ki yeni rolünden söz açmayı unutmuş olmak fazlaca bir aksaklık sayılamazdı. Nerede kaldı ki muayyen şahıslar üzerinde pek fazla durmak bazen yazanın samimiyetinden bile şüphe ettirebilirdi. Nurullah her beğendiğim anda acaba şahsına olan sevgimin tesiri altında mı kalıyorum diye diye duygumu yoklamayı çoktan öğrendim. Bir defasında aynı rolde sahneye çıkan Vedat’ı gördüm:

Tok ve muhkem sesi ve işini başarmak hususunda sarf ettiği samimi emek dolayısıyla sahnenin seçkin bir unsuru olacağına herkes gibi ben de inandım. Ve memnun oldum.

 Orhan Günek’ten pek az bahsedildi; onun temkinli halleri ve temiz sesi daha fazla ilgi uyandırmaya layıktır.

 Bayan Nimet kızımız da arkadaşı Bayan Rabia’nın rolünü ilk defa üzerine aldı. Renkli ve kıvrak sesini zaten biliyorduk. İlk defa sahneye çıkmış olmasına rağmen yadırgamadan rolünü başardı.

Öteki artistlerin dikkatli emeklerini Radyo dergisinde anlatmıştım. Yerimiz tekrarlara müsait değildir.

Dekorların güzelliğinde Turgut arkadaşımın, giyimlerin inceliğinde Bayan Gültekin Aldemir’in sanatkârlığını takdirle analım.

Necil Kâzım ve Ulvi Cemal arkadaşlarımın metni çevirme işinde prosodi bakımından gösterdikleri titizlik alkışla anılmaya değer. Tosca tercümesinde kulağı rahatsız etmiş olan pürüzler bunda yoktu. Temsillerin çoğuna gittim, kendi intibaım bu oldu. Mm. Butterfly gibi Fidelio da iyi çevrilmiştir.

Bir iki de duygudan bahsedeyim:

Genç artistlerden biri yazılarından birinde geçen öğretmen ve talebe sanatkârlar cümlesine açık kalple itiraz ederek, “Sahnede bizimle birlikte bazen bir iki ses öğretmeni de rol alıyorlar; onların öğretmenliği saygıya değer; ancak rollerini başarışları bizim başarımızdan- o an için- üstün müdür ki öğretmen-talebe farkı halk muvacehesinde de işaret etmeye hâlâ dikkat ediyorsunuz? Öğretmenin üstün başarıları sahnede değil, okulda olur. Hem biz de artık meslekteniz, içimizde meslek kıdemi on beş yılı doldurmuş olan erkekler var!” dedi. Kendisini teskin ettim… İtiraf edeyim ki, biz yazı yazanlar, bazen lüzumu olmayan ifadelere ve mevsimsiz mukayeselere yer veriyoruz. Sahneye gelenler ve dinlemeye koşanlar gibi, yazı yazanlar da yeni yetişiyor. Kusurların sebebi işte bu yeniliğin geçici aksamalarında aranmalıdır.

 İtiraz eden genç artistin hakkı vardı; çünkü başarısı hakikaten öğretmenin göğsünü de iftiharla kabarmış olması gereken bir denklikte olmuştu.

 Bir arkadaş da benim Puccini’yi Mozart ve Beethoven’e tercih ettiğimi ve halkın yüksek musikiden anlayan küçük zümresini büyük halk kütlesinden ayıramadığımı sanmış. Halbuki ortada böyle bir tereddütler yoktur. Her kompozitör kendi okul ve meslek sahasının kahramanlarındandır. Tosca’yı Aida ile ölçersek muhasebe biraz yerinde olur. Fakat, operada mektep yapmayan Beethoven’in Fidelio’sunu hangi eserle ve niçin kıyaslayalım? Bütün yollar Roma’ya çıkıyor: her eseri kendi bahçesinin çiçeği saymaktan başka çare kalmıyor. Fidelio nefis sanat eserlerinden biri olarak kendi öbeğindeki yerini tutuyor. Wagner’in tarzı ile VERİSM mesleğini mukayese etmeye gelince:

İşte bunu yaparak bir takım nispetler kurmak mümkündür, böyle mukayeseleri musiki tarihi görmüştür. Wagner ile Nietzsche’nin arası böyle bir mukayese yüzünden açılmıştı.. Bana kalırsa, tarih karşısında itibardan düşmemiş olan her eseri aynı ilgi ile aramalıyız. Memleketimizde belli başlı opera repertuarı tutunduktan sonra musikiden iyi anlayan seçkin zümrenin her yerdeki gibi kollara bölünecek, birileri şimalin birileri de cenubun güneşli seslerine kavuşacaklardır. Med ve cezirler sürüp gidecek, kendi eserlerimiz de ayrı bir bahçenin çiçekleri gibi öbek kuracaklardır. O arkadaş da bana hak verdi.

 İşte ilk temsiller münasebetiyle muhitte dolaşan memnun düşüncelerin bir kısmı da böyle münakaşalarla süslendi ve anlaştık. Fakat, Fidelio’nun parçalarındaki mistik ve ilahi güzellik o kadar yüksektir ki böyle yükseklikler yanında öyle münakaşalar daima pek mütevazi kalacaktır. Hulâsa, anlayanlar zümrevî eserleri yalnız görüp dinlemiyor, dinledikleri üzerinde düşünmeye de alışıyor ve alıştırılıyor.

           Mahmut Ragıp Kösemihal (Varlık-1/5/1942)

 

Varlık sayılarını karıştırdıkça yeni durumlarla karşılaşıyorum. Kimi yazılar da bildiklerimin değerini düşürüyor. Bilgisine çok güvendiğim İsmail Habib Sevük’ün kitabı Edebi Yeniliğimiz’i beğenmeyen bir yazarın yazısıyla karşılaşınca şaşırdım. Bir başka zaman bir daha okuduktan sonra gerek bulursam onu da alacağım. Yazan, Nahit Sırrı....

Yatınca bir süre onu düşündüm. Sanırım tüm kitapların bir eksik tarafı oluyor. Babamın bir sözünü anımsadım: “Tek, yanılmaz Allah! İnsanlar her an yanılabilir.” der.

 

23 Kasım 1944 Perşembe

 

Hamdi Keskin Öğretmen bizi yanıltmazsa bugün Tevfik Fikret üstünde duracağız.

Kahvaltıda sözbirliği ederce Tevfik Fikret anıldı. Ben, eski bildiklerimi söyledim:

Güzel Çoban bir içim su ver destinden. Dest ile desti ilişkisini öne çıkarıp Tevriye sanatından söz edecektim ama Kamil Yıldırım ilginç bir öneride bulununca arkadaşlar ona döndüler. Kâmil, Hasta Çocuk şiirini dramatize etmeyi düşünmüş. Mahir Canova Öğretmen öyle bir ödev vermişti ama sonra üstünde durmamıştı. Kâmil bunu daha önce tasarlamış. Tevfik Fikret konuşulunca hevesi depreşmiş. Kızlar konuşuldu:

-Yaşlı kadın olurlar mı? Kamil, işin gırgırında: Hemen bana yaşlı rolünü yakıştırdı. Nine için de Halise Sarıkaya. Masada olağanüstü bir neşelenme oldu. İçimden azıcık burkuldum ama olağan karşılar gibi kendimi tuttum. Arkadaşların da bir düşündüğü vardır, saygı duymalıyım. Nasıl olsa son söz Mahir Canova Öğretmende. Olaya en çok gülen hemşerim Kadir Pekgöz’ün oluşu dikkatimden kaçmadı. İki sayfalık bir şiir, üç kişi arasında bölüşüleceğine göre neden karşı olayım? diye düşünürken Ekrem yardımıma (bilmeyerek) koştu. O da bir dramatize tasarlamış. Ancak onun ki öyle hasta falan değilmiş; La Fontaine Masallarından seçmiş. Karga ile Tilki. O da kişileri seçmişmiş, Karga, en yakın arkadaşı Halil Yıldırım, tilki Kadir Pekgöz. Bunu duyunca sevindim ama belli etmemeye çalıştım. Arkadaşlar, Ekrem’i kutladılar. Kutlamaları seçtiği kişilerden çok La Fontaine’i ortaya getirmesindendi. Masadakilerin hemen hemen hepsi bir La Fontaine fablını anımsadı. Ancak rol dağıtımı iyice cıvıdı. Herkes karşısındakine.

-Sen maymun ol, sen deve ol, sen de domuz ol! diyerek masadan kalktık. Hemşerim Kadir bana:

-Aşkolsun hemşerim, nihayet sonunda beni tilkiliğe de lâyık gördün! dedi. Şaşırdım! Koluna girip gönlünü almak istedim. Kolunu çekti, arkasından da:

-İki yüzlülüğe gerek yok! dedi. Dondum kaldım. Abdullah Erçetin koluma girdi, beni yatıştırmak için:

-Senin onu savunmanı bekledi, sen susunca ona bozuldu. Kadir arkadaşı biliyorsun az sonra gelip özür diler. Tilki rolü onu fena sinirlendirdi. Abdullah’ın inandırıcı konuşması beni sakinleştirdi.

Az kalsın gergin bir durumda çok sevdiğim Hamdi Keskin Öğretmenin dersine girecektim.

Halil Dere yer tutmuş işaret edince oraya gittim. Bir rastlantı Hemşerim Kadir tam arkamda oturuyordu. Dönüp:

- Merhaba! dedim. O da:

-Nasıl rol yaptım ama! dedi. İçimden:

-Kara Hüseyin’in kardeşi, hık demiş burnundan düşmüş. Oysa çok saygın babaları var. Belki de yaşlanınca babaları gibi olgunlaşacaklar. Hafız Amcayı anımsadım.1938 Kasım ayında Trakya Köy Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırırken benim yanımda ailemden kimse yoktu. Bunu duyunca Hafız Amca kayıt yapan Fikret Madaralı Öğretmene beni göstererek:

-Onun için her türlü sorumluluğu üslenirim, babası arkadaşımdır! demişti. Kadir daha çocuk, bunları unuttu ama ben unutmadım. Kadir, bir şeyi daha bilmiyor; Hafız Amca her tatilde bize gelir, Kadir’in durumunu benden sorar:

-Seni dinleyince rahatlıyorum! deyip teşekkür eder..........

Hamdi Keskin Öğretmen gene şiir okuyarak geldi. Yine kar! dedikten sonra:

-Hayır , bunu ben söylemiyorum, bu şairin sözü! deyip:

          Yine kar...bir sükûn-i camidle
          Yine her yer melûl ü mevt-âlûd;
          Bir donuk yerde, nikaab-ı anûd
          Saklıyor çehre-yî semâvâtı
          Beşerin çeşm-i ibtihâlinden;
          Beşerin nazra-yı münacâcâtı
          Titriyor bir herâs-ı bâridle
          O donuk perdenin zilâlinden.
          İşte uryân ü zâr ü müstağrak
          İki timsâli fakr-ı meş’mun...
          -Her yanında şu levh-i mağmumun
          Akıyor dalga dalga reng-i memat!-
          İki âciz kadîd-i lerz-ende,
          İki mat-ûn-ı şekve-kâr-ı hayât,
          Çatlamış elleriyle yoklayarak
          Arıyorlar hayatı mezbelede.
 

Hamdi Keskin Öğretmen şiiri bitirdi; gözlerini üstümüzde gezdirerek son iki mısraı bir daha okudu:

          “Çatlamış elleriyle yoklayarak                               
          Arıyorlar hayatı mezbelede!”

Öğretmen gülümseyerek sordu;

-Karla bir bağlantı kurabildiniz mi? Sabri Taşkın parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Sabri:

-Karla değil ama kendimle bağlantı kurdum. Şair benim için iki mısra eklemiş, ben de çatlamış ellerimle hayatımı mezbeleliklerde arıyorum!

Arkadaşların çoğu güldü. Öğretmen duraksadı:

-Güldünüz, hoş ben de güldüm ama sanırım gülüş nedenlerimiz farklı. Ben, arkadaşınızın son mısralara dek dikkatle dinlediğini, işte o dikkati nedeniyle son mısraları ancak değerlendirebildiğini; şayet şair daha duru bir dille yazsaydı arkadaşınız şiirin tamamını anlayacaktı. Siz de öyle düşünmediniz mi? Öğretmen hepimize sorduğu sorunun karşılığını beklemeden Sabri Taşkın’a dönerek:

- Mezbelelik nedir? diye sordu. Sabri, az duraksadı, arkasından da:

- Kötü şartlar içinde yetişiyoruz, onu kastettim!

Öğretmen, “Sözlerin bir lügat anlamı vardır, bir de halk arasında yorum karıştırılarak kullanma anlamı olur. Mezbeleyi de sen öyle duymuş olabilirsin. Biz halk arasından çıktık halktan uzaklaşmayacağız ama kitaplara, kitap diline de sırt çevirmeyeceğiz. Mezbele, düzensiz yığılma, düzensiz, eşya depoları için kullanılır. Bakın, şair de böyle kullanmış:

-Çatlamış elleriyle yoklayarak, bir şeyler arıyor. Şair, ne aradığını da açıklamış:

-Hayatı arıyor! diyor. Şiir okuduğumuzu unutmayalım. Şairler, en bedbin oldukları ya da en ağır konuları kaleme aldıklarında kullandıkları sözlerin uygun düşmesini isterler. Bakın, ilk mısralarda bu seziliyor. Kar düştükten sonra çevremize baktığımızda sanki her günkü yerde değilmişiz, bir başka mekan içindeymişiz duygusuna kapılırız. Şairimiz bunu:

- Yine kar, durgun bir sessizlik, yine her yer bezgin, durgun! diyor. Şairin kullandığı sözleri, lügatlardan alıp çevirince bir başka durum ortaya çıkar. Karlı havanın bezginliğini, suskunluğunu hareketsizlik olarak düşünüp ölü ile karşılarsanız şairle ters düşmüş olursunuz. Bunun için şiir okumak isteyenler ancak çok şiir okuyarak bekledikleri zevke ulaşırlar. Şiir bir sanattır, tıpkı müzik gibi. Dinlersin, seversin sevmezsin, ancak şiiri de tıpkı müzik gibi fazla kurcalayamazsın.

Öğretmen bunu söyleyince bizim tarafa doğru baktı, birden cesaretlenip parmak kaldırdım. Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek:

-Bakın müzik deyince arkadaşınız sahip çıktı; yoksa bir eksiğimiz mi oldu? deyip bana söz verdi. Önce özür diledim sonra:

-Sizin söylediğinize örnek olacak geçmişe ait bir yazı okumuştum, onu söylemek istedim. Öğretmen işaret edince Beethoven ile bir kontes arasında geçen olayı anlattım.(Yukarıda, İhsan Akay’ın yazısında geçen olay) Hamdi Keskin Öğretmen teşekkür etti. Şiirin öteki mısralarını açıklarken zil çaldı. Öğretmen:

-Şairi anmadık, Tevfik Fikret olduğunu anladığınızı sanıyorum, devam edeceğiz! deyip ayrıldı.

        * * *

 

Doç. Niyazi Çitakoğlu, boynu sarılı geldi. Gelir gelmez de biraz üşüttüğünü söyledi. Paltosunu çıkarmadan oturup oturamayacağını sordu. Aynı soruyu Almanca olarak tekrarladı. Bizler bakınırken Sami Akıncı karşılığını verdi. Arkasından da:

-Bugün biraz pratik yapalım dedi. İlk soruyu da bana sordu. Önce bir giriş yaptı:

-Son zamanlarda bir kıpırdanma var, bir baskın yapalım bakalım, bu kıpırdanma sahih mi?

-Was machen sie in ihrer Freizeit? İch Spielt piyano oder ich höre müzik!

-Boş zamanlarında ne yapıyorsun? Piyano çalıyorum yahut müzik dinliyorum. Öğretmen:

-Vay vay! Adama bakın, ehli keyif buna derler; bir de nargile ister misin? diye sordu.

Ben:

-İch volle kein Nargile! Öğretmen kahkahayla güldü:

-Grameri bir tarafa atarsak fena sayılmaz, Schön, sehr schön! dedi.

Bu haftayı da böyle atlattığıma sevindim. Dikkatle arkadaşları dinledim, Emrullah, Abdullah, hemşerim Kadir, Mustafa Saatçı, Hasan Üner, Salih Baydemir, Mehmet Başaran hepten dökülüyorlar. Hem üzüldüm hem sevindim. Üzüldüm, arkadaşları öyle görmek hoşuma gitmedi. Sevindim, çalışmıyorum ama ipin ucunu da iyice bırakmıyorum. Onların zamanı daha çok, neden bir iki saatlerini ayırmazlar? Mustafa Saatçı iyice işin dalgasında:

-Almanya savaşı kaybettiğine göre Almanca gözden düşecekmiş. Mehmet Başaran’ınki de iyice zırva; o zaten Almanca’ya kendi seçimiyle girmemiş, ortaokula giderken başka dil okumuşmuş. Olayı anımsadım. Alpullu’dayken Mehmet Başaran Müdür Nejat İdil’den bir papara yemişti. Günlerce ağladığını unutmuş. Şimdi değiştirse ne yapacak ki? Okulumuz Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okulu olarak yeni açılmıştı. Derslere oldukça geç başlandığından tüm derslere öğretmen bulunamamıştı. Örneğin yabancı dil dersimiz boş geçiyordu. İşin ilginci yabancı dil olarak da bir seçim yapmamıştık. Kısa süre sonra Alpullu’ya taşındık. Orada da bir süre yabancı dil sözü edilmedi. Ancak yeni gelen Resim Öğretmeni Ömer Uzgil’in Almanca derslerine girebileceği anlaşılınca okul Müdürümüz Nejat İdil dersliğimize geldi durumu anlattı. Kısacası Okul Müdürü:

-Ancak Almanca için öğretmen bulabildik, Almanca seçenler adını yazdırsın, derslere başlayalım. Okul Müdürü, içtenlikle bize:

-Almanca seçin! demek istemişti. Ben, yeğenim İsmet, bir iki arkadaş daha parmak kaldırıp Almanca istediğimizi söyledik. Okul Müdür teşekkür ettikten sonra:

-Siz derslerinize başlayın, ötekiler de ilerde öğretmen bulurlarsa gönüllerince seçecekleri dili öğrenirler! dedi. Okul Müdürü gitmek üzereyken, ne düşündülerse öteki arkadaşlardan da bize katılanlar oldu. Sınıfımızın tamamı otuz öğrenciydi. Katılmayan bir kişi kalmıştı, Mandritsalı Küçük Mehmet. (Mandritsa Ceylan Köy’ün eski, Rumca adı. Aynı köyden bir başka arkadaşımız vardı. O uzun boylu olduğu için Büyük Mehmet, Mehmet Başaran, kısa boylu, cılız olduğundan Küçük Mehmet olarak sıfatlandırılmıştı) Okul Müdürü Mehmet Başaran’a sordu:

-Sen yalnız kaldın, ne düşünüyorsun? Mehmet Başaran:

-Buraya ortaokuldan geldim, ortaokulda Fransızca okuyordum, burada da Fransızca okumak istiyorum! Okul Müdürü, hiç görmediğimiz bir gergin tavırla konuştu:

-Seni buraya kırmızı mühürlü mektupla mı davet ettik be oğul, bulmuşsun bir okul, orada kalsaydın ya. Bak, okula gidemeyen garibanın yerini gelip kapatmışsın, bir de oradaki hakkını istiyorsun. Bunu yalnız sana söylemiyorum, burada oturanların çoğu senin gibi öteden beriden toplanma ortaokul fireleri. Sizleri kimler seçti? Oh olsun onlara! Dosyalarınızı inceledim, haksız olarak sizleri buraya seçip göndermişler. Senin için öğretmen arayacak değilim. Almanca dersine girersen girersin; girmezsen yıl sonunda mevzuatın gereği yapılır!

Sonunda tüm sınıf Almanca seçip Ömer Uzgil Öğretmenin unutamadığımız o tatlı derslerine girmiştik. Ancak bir yıl süren bu derslerde bir yabancı dil eksikliğini sezmiş, Ömer Uzgil Öğretmen ayrıldıktan sonra da uzun süre kendi çabalarımızla öğrenme direncimizi sürdürmüştük. (Kendi adıma söylüyorum, kitaplarım arasında Almanca dergiler, Gökşingöl kitapları, Milli, Eğitim Bakanlığının 6 kitabı, Büyük Almanca-Türkçe Lügat olduğuna göre belli ki önemsemişim. Ancak sonradan yükselen müzik hevesim tüm zamanlarımı kapsadığından bugünkü durumumu kendim hazırlamış oldum.)

Öğretmen, nedense bölümlerimizi sordu. Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin üçümüz bir grupta olunca bana sordu:

-Sen çalışmıyorsun ama çalışır gibisin bunlar neden senin gibi olamıyor? O an aklıma geldi:

-Ben piyano çalışıyorum, izlediğim metot Almanca, uzun uzun açıklamalar var, sürekli onları okuyorum.

Sanırım öğretmen inanmadı, önümüzdeki derse metodu istedi. Metodu getirmek önemli değil ama bir süre düşündüm; bunu söylemekle iyi mi ettim yoksa kötü mü? Beringer’den sık sık ödev verirse?

Yemekte bizim Almanca konu oldu. Öteki arkadaşların İngilizce öğretmenleri gelmemiş, neşeleri yerinde. İçimden geçirdim, onlar da bizim gibi, öğretmenin gelmemesi neşelenmeleri için gerekçe. Öğretmen gelince ne olacak? Boyunlarını bükecekler.

***

Öztekin Öğretmen plâk listesini istedi. Arkadaşlar plak dinleyeceklerini sanıp isteklerini sıralamaya başladılar. Oysa öğretmenin niyeti başkaymış. Bir süre Pedagoji Biliminden söz etti. Pedagoji diye bir ders okumamıştık ama müdürümüz İhsan Kalabay, Öğretmenlik Bilgisi derslerinde Dr. Halil Fikret Kanat’ın Pedagoji, Pedagoji Tarihi kitaplarından okutuyordu. Dr. Halil Fikret için de:

-Öğretmenim! deyip konuşmalar yapıyordu. Dr. Halil Fikret Kanat, ülkemizde ilk Pedagoji doktoru olan kimseymiş. Bu yarım bilgiler nedeniyle Öztekin Öğretmeni dikkatle dinledim. Ancak o, pedagoji sözü etti ama Pedagoji öğretimi yaptığından söz etti. Sonra da öğretimde yakın çevre incelenmelerinin öneminden söz edip plâk listesini gösterdi. Listedeki plâkların müzik türlerini okudu:

-Önce bunları öğrenelim! deyince durum anlaşıldı.

 

Süit, Konçerto, Şerzo, Kuartet, Senfoni, Menuet, Üvertür, Rapsodi, Kapris, Serenat, Kantat, Fantazi, Marş, Messe, Kentet, Trio, Lied, Sonat, Rondo, Romans, Füg, Oratorio, Opera.

Bunlar bizim için tekrar oluyorsa da yeni arkadaşlar için gerçekten yeni.

Süit: Batı müziğinde eski bir toplu müziktir. Genelde dört tür ritimde parçalardan oluşur. (Allegro-Adagio-Allegretto-Allegro) Allamande-Sarabande- Menuet- Rondo sıralamasıdır.Başlangıçta oyun için kullanılırken sonraları konser müziğine dönüşmüş, daha sonraları da şekil olarak senfonilere model olmuştur. Bir bakıma Barok döneminin senfonisi de denilebilir. Johann Sebastian Bach’ın Georg Friedrich Haendel’in, özellikle de Georg Fhilipp Telemann’ın tüm çalgılar için düzenlediği süitleri ünlüdür.

Konçerto: Orkestra eşliğinde bir, iki, üç çalgının birlikte çalması için hazırlanmış orkestra eserleridir. Başlangıçta bir çalgı için düşünülmüş olmasına karşın ilgi artıkça çalgılar çift, üçlü, dörtlü yapılmıştır. Hatta, geçmiş dönemler orkestra ile orkestra içinden bir çalgı grubu, (dört ya da daha çok) karşılıklı söyleşerek süren konçertolar da vardır.17. y.yıllarda yaygınlaşan bu tür konçertolara Konçerto Grosso adı verilmiştir. Johann Sebastian Bach’ın plâklarımız arasında bulunan Brandenburg Konçerto dizisi bu tür konçertoların ilginç örneklerinden biridir. Tek çalgı olarak, orkestrada kullanılan çalgıların hemen hemen hepsi için konçerto yazılmıştır. Ayrıca, ikili, üçlü, dörtlü hatta daha çok çalgı katılımlı konçertolar da bestelenmiştir. Beethoven’in ünlü Triple konçertosu keman-Piyano-Viyolonsel içindir. Wolfgang Amadeus Mozart’ın, Flüt, Flüt-Arp, Piyano-Keman, Keman-Viyolensel, Klarnet, Korno konçertoları vardır.

Şerzo: (Scherso) Zarif melodilerin, ritmik, hızlı, etkileyıci armonik örgüsü olan müziklerdir. Çoğunlukla başka eserler arasında kullanılır. Beethoven senfonilerinde, sonatlarında, Gustav Mahler, Anton Dvar’ak, özellikle Anton Brukner senfonilerinde, Franz Schubert, Frederic Chopin öteki eserlerinde sık sık kullanmıştır.

Kuartet: (Quartette) Dört çalgı anlamına gelmektedir. Genelde yaylı çalgılar için kullanılır,1.keman,2.keman, viola, viyolonsel. Kuartet türünün ustaları, Viyana Klasikleri olarak anılan Josef Haydn 70, Wolfgang Amedeus Mozart 23, Ludvig van Beethoven 16 kuartet bestelemiştir.

Senfoni: Orkestralar için yazılmış programlı büyük konser eserleri. Genellikle dört bölümden oluşur.Beş bölüme çıkanlar (Gustav Mahler, 7. Senfoni) olduğu gibi iki bölümde kesenler de vardır. (Franz Schubert, 8.Senfonisi-Bitmemiş Senfoni)

Menuet (Menuette) Barok dönemlerinde, halkın çok sevdiği bir oyun müziğidir. Özellikle Güneş Kral adıyla tarihe geçmiş olan Fransız 14. Louis’in sarayında baş tacı edilmiş, sonraları konser parçaları arasına girmiş özellikle Viyana Klasikleri aracılığıyla konser müzikleri arasına alınmıştır. İnce, zarif, seslerden oya örülmüş duygusunu veren kısa menuetler de bestelenmiştir. Boccherini, Haydn, Mozart, Beethoven’in menuetleri çok ünlüdür.

Uvertür: Uvertür, giriş, başlangıç anlamında kullanılır. Operalar başlamadan önce perdeler açılırken duyuru gibi müzik başlar. Bu giriş müziğine uvertür adı verilmiştir. Ayrıca konser parçası olarak da uvertürler vardır. Örneğin Ludwig van Beethoven’in Coriolan, Leonora, Egmont, bu tür uvertürlerdir.

Rapsodi: Seslerde bütünlük kaygısı güdülmeden parçalardan oluşturulan, özellikle piyano için bestelenen eserlerdir. Franz Liszt’in rapsodileri ünlüdür. ( On dokuz rapsodi)

Kapris: Sessiz, sakin bir düzeyde giderken birden bire sertleşen, hırçın bir hava estiren müzik türü. İtalyan kemancı Paganini’nin keman kaprisleri ünlüdür.

Serenat: Orta Çağlarda sevgililerin penceresi altında bir çalgı eşliğinde sevgililere söylenen aşk şarkısıdır. Sonraki zamanlarda besteciler de buna özenip güzel serenatlar bestelemiştir. Josef Haydn’ın, Franz Schubert’in parça olarak serenatları yanında orkestra müziği için serenatlar da bestelenmiştir. Wolfgang Amadeus Mozart, operaları içine kattığı serenatlardan başka orkestralar için on üç büyük serenat bestelemiştir.

Kantat: Orkestra eşliğinde korolarca söylenen dinsel müzik. Barok çağ bestecilerinin özenle üstünde durdukları bir tür. Johann Sebastian Bach’ın iki yüz elli kadar kantat bestelediği söylenmektedir. Bizde 17 plaklık bir kantatı bulunmaktadır.

Fantazi: Bestecilerin, geleneksel kuralları bir yana bırakıp içinden geldiği gibi, serbest bir parça yaptığı anlamını taşımaktadır. Mozart, piyano için üç, org için de iki fantezi bestelemiştir.

Marş: Söz olarak yürüme anlamı taşıyorsa da, müzik dilinde yürümeye uygun daha doğrusu yürümeyi kolaylaştıran keskin çizgili müzik anlamı taşımaktadır. Sözlü marşlar; özellikle milli marşlar yanında orkestralar için bestelenmiş ünlü marşlar vardır. Franz Schubert’in Marşımiliteri, Hector Belioz’un Rakoczy marşı, Verdi’nin Aida-Zafer Marşı, Friedrik Chopin’in Matem marşı ünlüdür.

Messe: Kilise müziğidir.Katolik Kilisesinin belli bir inanış sistemi vardır.O inanış sistemine uygun belirli kalıplar içinde bestelenmiş dinsel eserdir. Koro yanında solo söylenir. Genellikle solist olarak sopranolarla baritonlar seçilir. Büyük Mess anlamına gelen meslere messa Solemnis denir. Beethoven’in Op 123 D. dur eseri messa solemnisdir. Josef Haydn’la Mozart da messeler bestelemiştir.

Kentet. Beş çalgı için bestelenmiş eserlerdir. Oda müziği kategorisine girer.Mozart’ın aynı kategoriden bestelediği Requem bir model oluşturmuş, Johannes Brahms Bir Alman Requemi’ni bestelemiştir. İtalyan besteci Verdi de requem bestelemiştir. değişik çalgılar için on kentet bestelemiştir.

Trio: Üç çalgı için bestelen eserlerdir.

 Lied: Bizdeki şarkı karşılığıdır. Ancak, besteciler şarkılarını biraz daha özenle, kısacası ustaca bestelediklerinden lied adı şarkıdan farklı gibi anlaşılmaktadır. Lied daha çok Almanya’da tutunmuştur. En usta lied bestecileri de Franz Schubert’le Hugo Wolf’tur.

Sonat: Eski dönemlerde kısa, kolay tek çalgı için bestelenen sonat sonraları dört bölümlü biçime dönüşmüştür. Genelde allegro-Adagio-Allegretto-allegro ya da rondo sıralamasına göre oluşur. Özellikle Viyana Klasikleri olarak tanıdığımız Josef Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven tarafından son şeklini almıştır. Tek çalgı için olduğu gibi iki çalgı için bestenmiş sonatlar vardır. Sonat, daha çok piyano içindir gibi bir anlayış varsa da öteki çalgılar için de sonatlar bestelenmiştir. Oda müziği konserlerinde özellikle piyano-keman sonatları çok tutulur. Sonat alanında da Viyana Klasikleri dediğimiz Josef Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven başta gelmektedir. Bu üç bestecinin piyano, keman, öteki çalgılar tek tek, onlara ek; piyano-keman, iki piyano, dört el piyano, piyano öteki çalgılar için yaptıkları beste sayısı iki yüzü aşmaktadır.

Rondo: Eski yılların halk oyunlarından geliştirilmiş bir türdür. Hareketlidir. Başlı başına çalınan rondolar olduğu gibi konser eserleri içinde de yer alan sevimli bir müzik türdür.

Romans: Operalarda, yer yer genel konudan ayrılırmış havası içinde söylenen şarkı ya da şiir. Ancak her konuda duyarlıklarını gösteren besteciler, romansı da seslere dökmüşler. Örneğin Ludwig van Beethoven Romans adıyla iki güzel parça bestelemiştir. Böylece romans sözü, duygulandırıcı, etkili müzik anlamında kullanılır duruma dönüşmüştür.

Füg:(Fugue) Barok dönemi müzik türlerindendir. Barok müzikte sesler değişik diziler olarak bir birini izler gibi sürüp gider. Sesler, dinleyicilerde bir birini kovalıyormuş duygusunu uyandırır. Bu benzetmeden, o tür bestelerin adı oluşmuş, kaçan-kovalayan örneği.

Oratorio: Konusu, kantat ya da messe’lerde olduğu gibi dinsel olan, koro, orkestra ile solo karışımlı söylenmek için bestelenen büyük eserlerdir. Özellikle Haendel, İsa, Kudüs üstüne büyük oylumlu oratorio bestelemiştir.

Opera: Tiyatroda oynanacak gibi yazılmış bir eserin, tüm sözlerini bir besteci tarafından bestelendikten sonra rol yapanların rollerini bestedeki şarkılarla anlatma olayıdır.17 yyıl başlarında ilk denemelerden sonra hızla gelişmiş, halkın gösterdiği büyük ilgi sonucu, bir bakıma toplu bir müzik şölenine dönüşmüştür. Opera, önceleri İtalya’da bir deneme süreci yaşamış; oradan Fransa’ya geçmiş. Kısa bir dönemden sonra Almanya’ya da geçen opera gelişmiş Alman müziğinin etkisiyle eğlence evresini atlayarak olması gereken yere oturmuştur. Opera alanında da Viyana Klasiklerini başta görüyoruz. Özellikle Wolfgang Amadeus Mozart, 35 yıl gibi kısacık ömründe bestelediği 30 dolayında operayla hem bir sayısal rekor kırmış hem de kendisinden sonrakilere atılım cesareti vermiştir.Mozart’tan sonra opera bestelemekte adeta yarış eden beş büyük opera bestecisi yetişmiştir.Bunların dördü İtalyan biri Alman’dır.

Öztekin Öğretmen anımsattı:

-Mozart’ın. Figaro’nun Düğünü operasını gördük, Don Juan’ı ise plaktan izledik. Ayrıca Smetana’nın Satılmış Nişanlı operasını gördük. Öyleyse opera konusunda oldukça bilgi topladık. Bunu unutmayalım! Fidelio ile dördüncü operayı tanımış olacağız. Mozart’tan sonra beş büyük opera bestecisi bir biriyle yarış ederce eser bestelemiştir. Bunların dördü İtalyan biri Almandır. İtalyanlar yaş sıralamasına göre Gioscchino Rossini, Gaetana Donizetti, Guiseppe Verdi, Giacomo Puccini’dir. Alman besteci ise Richard Wagner’dir. Wagner için gelmiş geçmiş en etkili opera bestecisi diyenlerle karşılaşacaksınız. Hitler Almanya’sının savaşa kalkışmasında Wagner müziğinin etkisi olmuştur. Wagner Alman ırkının üstünlüğünü savunmuştu. Hitler de her nutkunda bunu söyledi. Aslında yalan da değil hani, herkes kendi ırkını üstün sayar. Biz öyle değil miyiz? Ancak biz kimseye savaş açmıyoruz. Sloganımız, apaçık:

-Yurtta sulh, cihanda sulh!

Öztekin Öğretmen serbest bırakınca, alt odaya inip piyano çalıştım. Aklım İtalyanlara takıldı. İtalya Birliğini on dokuzuncu yüz yılın sonlarına doğru kurdu. Çoğu Avusturya da olmak üzere toprakları başka ülkelerin emri altındaydı. Böyleyken müzik alanında çok ileri gitmişler. Kuşkusuz bunda kilisenin önemli etkisi var. Kilise, kendisine eleman yetiştirmek amacıyla çocuk koroları kuruyormuş. Oralardan yetişen bir çok müzik sever sonradan besteciliğe geçmiş olabilir. Josef Haydn’ın hayatını okudum; o da kilise çocuk korosunda çalışmış.

Akşam yemeğinde Edirne’yi konuştuk. Malik Aksel Öğretmen:

-Edirne’ye gitmekte geç kaldık, gider gitmez biraz hızlı dolaşıp telâfi ederiz! demişti. Geçen yıl da aklıma geldi ama sormamıştım, Lüleburgaz’daki Sokullu Mehmet Paşa Camisini anlatırken cami bitişiğindeki köprüden söz etmişti. Oysa Sokullu Mehmet Paşa Camisi kasabanın tam ortasında. Köprüye yakın bir başka cami var. Tam da köprünün çarşıya girişin yakın ucunda. Malik Aksel Öğretmen bir de karşılaştırma yapmıştı;

-Bir benzeri de Babaeski’de demişti. Babaeski’yi de biliyorum. Oradakinin benzeri benim dediğim cami. Edirne’ye giderken köprüden geçilip Babaeski’ye giriliyor. Tersine, Edirne’den dönülürken köprüden geçilip Lüleburgaz’a giriliyor. Ancak Lüleburgaz’da buna eski cami diyorlar. Bildim bileli minaresi yıkık. İlkokulu bitirirken fotoğraf çektirmek için Lüleburgaz’a geldiğimizde öğretmenimiz minareyi göstererek:

-Balkan Savaşı’nda Bulgarlar yıktı, ibret alınsın diye onarılmıyor! demişti. İbret alınmak ne demek? İnsanlar, Balkan Savaşı felâketini hatırlayıp bir daha savaş kaybetmemek için çalışacak (!) Savaşı halk mı yapıyor ki? Balkan Savaşını halk mı kaybetti? Daha sonraları babam:

-O minare Balkan Savaşı’ndan önce depremden yıkıldı. Bu yaka da büyük bir deprem olmuştu. (Bu yaka dediği Trakya) Lüleburgaz, küçük, oldukça da fakir bir kasaba olduğundan iki caminin masrafını kaldıramadığı için onarılamıyor! demişti. Babamın dediği daha gerçek gibi, yıllar sonra da o caminin minaresi hâlâ yıkık duruyor.

Babamın anlattığına göre Lüleburgaz Balkan Savaşı’ndan önce daha şenmiş. O zaman dört grup insan yaşıyormuş Lüleburgaz’da. Türk, Rum, Bulgar, Ermeni. Bunlar hemen hemen aynı sayıda olduklarından bir grup ötekine üstünlük kuramıyormuş. Zenginlik bakımından Türkler geri olmakla birlikte yönetim onların elinde olduğundan ötekilere ezilmiyormuş. Balkan Savaşı bu dengeyi bozmuş. Savaş bozguna dönüşünce Yerli Bulgarlar şımararak Türkleri çileden çıkarmış. Savaş sonrası ise Lüleburgaz’da hiç Bulgar kalmamış. Onların yerine gelen göçmenler kendilerine verilen işletmeleri işlememiş. Böylece ekonomik denge bozulmuş. Ardından gelen Yunan İşgalinde de bu kez Bulgarların yaptığı bozgunculuğu Rumlar yapmış. Rumlar da Lüleburgaz’ı boşaltınca gene göçmenler yerleştirilmiş. Hele bu göçmenler hepten iş bilmez takımı çıkmış. Verilenleri tezelden satmışlar. Bu kez de alıcılar Museviler olmuş. Museviler, çarşıya egemen olduğu gibi, tarıma da el atmış. Asırlık üzüm bağlarının tümü Musevilerin eline geçmiş. Açık açık tefecilik yaparak tüm Lüleburgaz köylerini kıskıvrak borca bağlamışlar. 1934 Yılı Musevi kıyımı bu kez de Musevileri sahneden silmiş. Böylece Lüleburgaz, son büyük savaş patlarken ekonomik olarak çok zayıf bir durumda yakalanmış. Üstüne üstlük bu kez de iş görecek genç kuşaklar askere alınınca, tüm işler durmuş. Durmuş diyorum ama durduğunu ben yaşayarak gördüm.1941 yılının 14 Nisan Pazartesi pazarında bir buzağılı ineği akşama dek bekledikten sonra bir esnafa yalvararak sattığımızı unutamam. Okulumuz Ankara yakınlarında bir yere taşınıyordu. (Hasanoğlan olduğunu sonradan öğrendik.) Hububat satışı yasaklanmıştı. On ay önce teslim edilmiş pancar paraları verilmemişti. Bu acı olayı anımsadıkça babamın:

-Lüleburgaz fakir bir kasaba iki camiyi kaldıramaz! deyişini içim sızlayarak anımsadım. Ali Ağabeyim akşam eve döndüğünde buzağılı ineği ancak 15 liraya satabildiğini, bana da ancak on beş lira verebildiğini söyleyince babam neler düşündü kimbilir! Oysa babam, pancardan iki bin, ofisten de üç bin lira alacaklı olduğunu hesaplıyordu. İki oğlu belirsiz süreli ikinci askerliğinde, öğrenci olan oğlu, apar topar bilinmedik bir semte gönderilirken onun cebine ancak on beş lira koyabilmişti.

 Ben o sıralar çevremdekilerin daha acıklı durumlarına bakarak olayı umursamıyordum. Çünkü, birlikte olduğumuz otuz kişilik sınıfta; kolunda saati olan, boynuna asıp gönlünce çalabilecek akordiyona sahip, istediği kitabı edinebilen, bir günlük gazeteye, (Akşam Gazetesi) bir dergiye (Yani Adam) abone olabilen mutlu öğrenci bendim. Böyleyken babamın benim için kaygılandığını düşünmek benim mutluluğumu zaman zaman karartıyordu; babacığım beni mutlu etmek için çırpınırken kendisi niçin mutsuz olsun! Yastığımın ıslaklığını farkedince gözlerimin yaşardığını anladım...

24 Kasım 1944 Cuma

 

Hemşerim Kadir:

-Abi kalk, Edirne’ye gidiyoruz! Kadir’in değişmeyen şakalarından biri. Kepirtepe’de de böyle zamansız haberler uyduruyordu (!) “Abi kalk, Hafız Amca geldi!” Hafız, dediği kendi babası. Babasına benim büyük saygımın olduğunu bildiğinden ikide bir babasını öne sürüp konuşma kapısı açardı. Bu günkü Edirne sözü, sanat tarihi dersinde konumuz Edirne olduğu için kendince bir bağ kurmak. Katılmak zorundayım, ben de karşılık verdim:

-Malik Aksel, o kadar yolu bizimle gelemez, gene sınıfta konuşarak bol bol Edirne’yi anacağız! Hemşerim kuşkucu, bu kez de sordu:

-Edirne hakkında bol bol konuşacak bilgimiz var mı? Edirne’nin değil de Edirne tarihinin efsaneleşmiş Valisi Hacı Arif Bey için dinlediklerimin bir ikisini Kadir’e fısıldadım. Hemşerim, bana takıldığına pişman olmuşça Malik Aksel Öğretmeni kast ederek sordu:

-O adam bunları dinler mi? Düşüncemi söyledim:

-Malik Aksel öğretmenin tüm anlattıklarını insanlar yapmış ya da yaptırmış. Savaşlarda harabeye dönen Edirne’yi onartan kişilerden biri Hacı Arif Bey, göreceksin, onun adı geçince sözü alıp kendisi anlatacaktır. Konuştuğumuzu gören Abdullah Erçetin geldi:

-Fısıldaşıyorsunuz iki hemşeri? Kadir hemen Hacı Adil Bey’den söz açtı. Abdullah, bu tür konuşmalara kolay sırt çevirir, hemen:

-Vallahi ben valilerle pek anlaşamam, bizim İnece Nahiye Müdürünü bile tanımam! deyip yürüdü. Duydu mu duymadı mı bilmem ama; hemşerim arkasından seslendi:

-Duyarsız adam!

Kahvaltıda da konu Edirne. Sonunda Nihat Şengül tepki gösterdi, arkadaşı Kamil Yıldırım’a dönerek:

-Sen bilirsin, bizim İzmir’e sıra ne zaman gelecek? İzmir’e sıra gelince o da konuşacakmış. Hem konuyu açtı, hem de susmamızı istedi. Ancak ben susmadım:

-Sizin İzmir’e bu konuda sıra gelmeyecek, çünkü sizin İzmir’in Osmanlılar döneminde adı Gâvur İzmir’di. Gâvur İzmir’inde cami mi yapılırmış? Biz, birer değerli sanat eseri olan Camilerden söz ediyoruz. Nihat anlayışlı arkadaş:

-Bak sen, onda da mı tutturamadık? deyip geçti. Bu kez de Ekrem Bilgin, konuşulanları ya da anlatılmak istenenleri duymamışçasına ortaya çıktı:

-Bizim Ödemiş’te iki tane cami var! deyince Kadir Pekgöz:

-Vah vah, ne biçim ilçe o öyle iki cami. Benim köyümde de iki cami var! Ödemiş ilçesi camileriyle Hamitabat köyünün camilerini üstüne övgüler arasında kahvaltıdan kalktık.

Malik Aksel Öğretmen bir kucak rulo ile geldi. Veysel Öğretmen de açmalara katıldı. Çizimler de var. Önce anlamadık, Cami resimleri belli ama o çizimler ne? Malik Aksel Öğretmen konuştukça anladık. Eski camilerle yeni camilerin kubbe farkları. Eski camilerle yeni camiler arasında bir de Milât öğrendik Ayasofya Camisi. Türkler İstanbul’u almadan önce Selçukluların geleneğini sürdürüyormuş. Bursa camileri, Edirne’deki Eski Camiler Selçuklu mimarisi devamıymış. Malik Aksel Öğretmen sözü Selçuklulara getirince “Geçen seneki konuşmalarımızı hatırlayalım!” deyip yüzümüze baktı:

-En bariz fark neydi bakalım? Tekrarladı:

-Bir Selçuklu camisi ile bir Osmanlı camisini hangi özelliklerinden ötürü ilk bakışta tanıyıp ayırabiliriz? Edirne Eski Cami gözümün önüne geldi, çok kubbeli gibi bir söz anımsar gibi oldum:

-Kubbelerinden! dedim. Malik Öğretmen kaşlarını çatarak:

-Hayır efendim, kubbeleri ancak caminin içine girince anlarız; şimdi konuştuğumuz dış görünüşü! deyince tavan başım çökmüş gibi eziklik duyumsadım. Öteki arkadaşlar her zamanki gibi sustular. Sonunda öğretmen tekrarladı:

-Osmanlılar, camilerin girişini önemseyip tüm süsü öne almıştır. Selçuklular ise yapının bütününü önemsemişlerdir. Bu kez de duramadım:

- Edirne’de “Üç Şerefelinin kapısı!” dedim. Malik Aksel öğretmen:

-Yaaa, demin söyleyecektin onu! Ne demişler? “Bayram geçince yağı başına çal!” Bilgi, yeri gelince kullanılmak için edinilir! deyip uzun uzun bana baktı. Çok üzülmüştüm, onu mu sezdi? Yoksa haksızlık ettiğini mi düşündü? Bir süre bana baktı Sanki bana bir şey diyecekmiş gibi geldi ama demedi.

Öğretmen, bundan sonra sandalyelere, tahtaya, piyano üstüne serilen resimleri, çizimleri inceden inceye anlattı. Minarelerin içlerini bile gösteren çizimleri görünce şaşırdık. “Minarenin de plânı mı olurmuş?” deyip dururduk.

Bu arada Selçukilerin Osmanlılardan bir üstünlüğünü de perçinleyerek öğrendik:

-Kervansaraylar. Selçukiler, Asya içlerinden başlayarak Anadolu’ya dek Kervansaray ağı örmüşler. Oysa Osmanlılar, kervansarayları önemsememiş. Ancak Osmanlılar da Selçukilerin önemsemediği köprü işini çok geliştirmiş. Bunun, Romalılardan kalan köprülerin özendirmesi olduğu söylense de Osmanlıların köprü konusunda Romalıları aştığı eldeki eserlerle görülmektedir! dedi. Öğretmen Uzunköprü’yü örnek verdi. Fatih İstanbul’u alınca Haliç’e köprü yapılmasını istemiş. Bu konuda Eski Roma uygarlığı üstündeki İtalya kent siteleriyle teması bile olmuşmuş.

Ders zili çalmadan öğretmen sergilenen çizimleri toplamaya başlayınca yardıma koştum. Beni payladığını unutmuş olacak:

-Rica etsem bunları, açmadan önceki duruma sokar mısın? Veysel yardım edecek! Sanırım daha önce konuşmuşlar, Veysel Öğretmen gelir gelmez hemen katlama işine koyuldu.

Resim dersimizde, değişik durumlarda ellerimizi çizdik. Veysel Öğretmen şekil için bizi serbest bıraktığını söylemişti. Az sonra uyardı:

-Hile, hiledir, sanat çalışmaları hileyi götürmez; beyaz kağıda avucunu yapıştırıp beş parmağını çizersen o resim olmaz. O belki bir izdüşüm olabilir, yeri gelince işe de yarayabilir ama bizim şimdilik ona ihtiyacımız yok! deyince herkes birbirine baktı. Suskun bir hava içinde dersi tamamladık ama Veysel Öğretmenin uyarısı kimin içindi? Ben iki el çizdim biri yumruk denilen parmakların avuç içine bükülüşü, ikincisi, elin üstten görünüşü. Veysel Öğretmen ikinci için:

-Parmakları biraz daha açabilirdin! dediği için beğendiğine yorduğumdan kendimi söylenenlerin dışında saydım.

Yemekte de aynı konu açıldı; herkes birine “O sendin!” dedi ama bir sonuç alınamadı. Belki de böyle bir durum yoktu da, aklından geçenleri uyarmak için Veysel Öğretmen dikkatimizi çekti.

Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca duyuruda bulundu:

-Birinci, ikinci sınıflar bölüm çalışmaları bitimde salonda toplanacak, Askerlik Öğretmeni Kurmay Yüzbaşı Sıtkı Ulay geldi, duyurulur. Birileri sinirlendi:

-Sırası mıydı? Birileri de sinirlenene sinirlendi:

-Yok devenin başı! Adam iki, aydır bizi serbest bıraktı, daha mı gelmesin?

Öztekin Öğretmen kemancıları toplu çalışmaya alınca alt odaya indim. Chopin, beni bekliyordu. Çok rahat bir çalışma yaptım. Chopin’in beşinci parçası, iyice alıştım. Gerçi ben Chopin parçalarını söylendiği gibi çekici bulmuyorum ama gene de çalışıyorum. Kısa oluşu hoşuma gidiyor ama başlayınca da bitiyor. Kesinlikle birilerine çalınacak parçalar değil. Birilerine çalınacak parçaların biraz uzun olmasını istiyorum. Mozart bu bakımdan benim en sevdiğim besteci. Yumuşak, uzun, tüm piyanoyu arşınlatıyor. Chopin Mozart’a göre biraz çocuksu kalıyor. Kimi kez Chopin çalarken askerlik derslerini ya da askerlerin özellikle de acemi askerlerin talim çalışmalarını anımsıyorum; dar bir alanda durmadan yürürler. Aslında yürümezler, ayaklarını kaldırıp aynı yere basarlar. Oysa Mozart, gerçekten marş marşla koşturur gibi canlı canlı sesleri dalgalandırıyor. Chopin’in ezberlenmesi de zor, notalar tuşlar üzerinde atlayarak bulunduğundan salt eller değil kollar da hareket ediyor. Mozart, aralıkları çoğunlukla notalarla bağladığından arama sorun olmuyor. Altı Chopin parçası Mozart’ın kv.545 sonatından az. Sonatın zincir gibi sıralanan notaları unutmayı önlüyor. Melodiler de farklı, Mozart’ınkileri mırıldanarak tekrarlayabiliyorum. Chopin’de bu zor oluyor.

Doğan geldi:

-Askerlik dersine gitmiyor musun? Zaman gelmiş ayırdında değilim:

-Nasıl gitmem, “Yegân yegân” yüzbaşının ilk sözü “Çavuş –Yedek Subay” karşılaştırması. O not vermezse yedek subaylık hayal oluyormuş.

Halil Dere bana yer ayırmış, Doğan’la sıkışıp oturduk. Az sonra Kurmay Subay Yüzbaşı Sıtkı Ulay geldi. Çizmeli, yürüdükçe ayaklar gıcırdıyor. Sertçe:

-Tanışıyoruz, yeniden takdime gerek yok! dedi arkasından da, kendi kendine konuşarak:

- Var, vaaaaaar; yeni arkadaşlar gelmiş! deyip yeni arkadaşları ayağa kaldırdı. Bu kez de:

-Kıdemliler azınlıkta kalmış! deyip bize sordu. Çok arkadaş ürkek bakışlarla:

-Evet! dedi. Kalkanlardan oturan oldu. Yüzbaşı birden sert bir sesle:

-Oturma, sizinle işimiz bitmedi! Tam önünde duran Haşim Kanar:

-Evet efendim! deyince Yüzbaşı Sıtkı Ulay, hemen önündeki arkadaşa, sanki uzaktaymış gibi bağıra çağıra, kendisinden izin almadıkça konuşamayacağını anlattı. Haşim, sanırım dalgınlıkla gene “Evet!” deyince bu kez yüzbaşı yaklaşarak sordu: 

-Evet de bir konuşma değil mi? Haşim sustu. Yüzbaşı bu kez güldü:

-Susuşunu beğendim. Benim için; “Konuşma dersem üstüne alınıp kızar! diye düşündün değil mi? Gülümseyenler oldu. Bu kez de:

- Zeki insanları severim! deyip eliyle ayaktakilerin oturmasını işaret etti. Doğan’la benim sıkışık oturduğumuz gibi iki Kepirli Bekir Temuçin’le İbrahim Öznal da yanyana oturmuşlar. Ayağa kalkan Öznal yerine otururken Bekir azıcık kıpırdamış. Yüzbaşı Sıtkı Ulay Bekir’e işaret etti. Bekir 2. sınıfta olduğunu söyleyince bu kez ikisini de ayağa kaldırdı. İbrahim Öznal Bekir’e göre hem çok boylu hem de kilolu. Yüzbaşı bu tezadı, hemen dile doladı:

-Dünyanın hiçbir yerinde okullara, bu sizin okullar gibi dengesiz öğrenci seçilmez! dedikten sonra Türk Ordusunda uygulanan yöntemi anlattı:

-Kurası gelse bile bedensel gelişimi gecikmiş genç bir süre askere alınmaz! dedi .Bu kez de yeni gelenleri tek tek kaldırarak tanımak istedi. Sıralamayı Köy Enstitülerine doğudan, Kars/Cilavuzdan başlattı. Hayri Kızılyel kalkıp kendini tanıtınca soyadına takıldı. Kızılyel’in ne olduğunu sordu. “Karayel, akyel duydum ama yelin kızılını hiç duymamıştım.” Hayri dilinin döndüğünce bir şeyler söyledi. Hayri esmer olmasına karşın oldukça kızarmıştı.

Başlangıçta:

-Kısaca tanıyalım demesine karşın Yüzbaşı Sıtkı Ulay Öğretmen, Kars / Cilavuzlu arkadaşlar üzerinde çok durdu. Kendi ilçeleri, köyleri dışında tüm Kars ilçelerini köylerini sordu. Kendisi bir süre Kağızman’da kalmış; sevmiş. Ancak sorularının sevgiden çok merak saikiyle olduğu besbelliydi. Kars, Kars yöresinin talihsizliğinden söz etti. Tarih boyunca Rusya’nın, şimdilerde Sovyetler Birliğinin gizli niyetinin Kars üzerinden güneye inmek olduğunu, bunun bundan sonra da süreceğini anlattı. Sözü savaşa getirip Almanya’nın yenilmesini normal saydığını ancak Anglikan politikacılarının Sovyet politikacılarına arka çıkmalarını doğru bulmadığını, bunun bizim için bir şanssızlık olduğunu söyledi:

- Sovyet Lideri, (Lider demeye bile dilim varmıyor, tövbe estafirullah!) insan kasabı Stalin, ne yaptı ne etti kandırdı onları. Bilmiyorlar mı ki sonunda onlara da oyun oynayacak!

Yüzbaşı Sıtkı Ulay Öğretmen saatine baktı, gülümseyerek:

-Tekrar görüşeceğiz! deyip ökçelerini sertçe vurarak selâm verip ayrıldı. Derin bir sessizlikten sonra Küçük Hasan lâkaplı Hasan Gülel, ilk konuşan oldu:

-Ah, ah Nuri, bizi öksüz bıraktın! Nuri dediği geçen yıl askerlik derslerimize gelen Kurmay Binbaşı Nuri Teoman’dı.

Akşam yemeğimiz askerlik dersinden çok geçen yaz yaptığımız askerlik kampı anılarıyla geçti. Yüzbaşının adı neydi? Kaç üsteğmen tanıdık? Kamp Komutanı Şükrü Kızıltuğ anılınca Ekrem Bilgin sordu:

-Bizimki, Albay Şükrü Kızıltuğ’a da soyadının ne anlama geldiğini sormuş mudur?

Bunu açan Ekrem pişman oldu. Arkadaşlar takıldılar:

-Gelecek derste bunu sen sor! Ekrem’in hoşgörüsü zayıf, sinirlendi:

-Ben deli miyim; öylesine soru sorayım!

Konuyu değiştirip yarınki konsere geçtik. Herkes istediği eserleri, bestecilerini söyledi. Arkasından da tahminler yürüttük. En çok istenen de beklenen de Josef Haydn oldu. Haydn’ın 104 senfonisi varmış, şansını buna borçluymuş.

Yemekten sonra kitaplığa gittim. Varlık’ta okuduğum Nahit Sırrı adlı yazarın İsmail Habip Sevük’ün kitabını eleştiren yazıyı yazdım. Hem yazdım hem de söylendim. Ben o kitabı hatta o kitapları (hem yenisini hem de eskisini) almıştım. O denli güveniyordum ki ikide bir kalkıp Hamdi Keskin Öğretmene boy gösteriyordum. Oysa özellikle Lise Son sınıflar için ders kitabı seçilenin yanlışları yenilir yutulur gibi değil. Gerçi biz şimdiye dek salt şiirler üstünde durduk, yazar Nahit Sırrı, kitaba yazılan şiirler için bir şey demiyor ama bir güvensizlik aklıma takıldı. Güvensizlik kurt gibidir derler, insanı içinden içinden kemirir. Bu yazıyı, salt İsmail Habip Sevük’ün kitabını eleştirdiğinden değil, aynı zamanda bir öğrenci kitabının özelliklerini belirttiği için sevdim. Bir başka seçişim de öğrenciler için kitap gerektiğini vurgulamasıdır. Köy Enstitüleri için neden kitap seçilmiyor? Bunu, Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürü İhsan Kalabay’la Öğretmenlik Bilgisi derslerinde uzun uzun tartışmıştık. Müdürümüz İhsan Kalabay:

-İlanihaye kitapsızlık söz konusu olamaz, biz bunu geçici bir zaman için düşünüyoruz! demişti. Oysa son bir yıl içinde edindiğimiz bilgilere göre Köy Enstitüleri kitapsız öğretmen yetiştiriyor! havası estiriliyor. Bunu Ahmet Emin Yalman Yarınki Türkiye’ye Seyahat adlı kitabında ballandıra ballandıra salt Türkiye’ye değil tüm dünyaya duyurdu. Bunu, Bakanlık sorumlularının okumadığı hiç değilse duymadığı düşünülemez. Onların herkesten önce duymuş olacağı varsayılınca:

-Sükût, ikrardan ileri gelmektedir! Öyle düşünülünce, Ahmet Emin Yalman, birilerinin niyetlerine tercümanlık yapmış oluyor. Aşağıdaki yazıda görüleceği üzere beğenilip seçilen, güvenilir bir kalemden çıkan kitap, bu denli kusurlu olursa kitapsız sürdürülen derslerin durumu nice olur? Bunu düşünmek bile korkunç umutsuzluk yaratır. Bir yanda süzgeçten geçen kitapları okuyan öğrencilerin niçin sınıfta kaldığından yakınılıyor. Öbür tarafta yazılmış kitapların yanlışlığı ortaya dökülüyor. Aynı ülkede bir tür okullarda ise kitap yüzü görmeyen öğrenciler, iyi yetişmediği dünyaya ilan edilen öğretmen okulu çıkışlı öğretmenlerin anlattıklarıyla öğretmen oluyorlar!  “Ayıkla pirincin taşını!”

Bir belge: Yazan, Nahit Sırrı.

Edebi Yeniliğimiz kitabını karıştırırken.

(Türk teceddüt edebiyatı tarihi) isimli kitabı vaktiyle hakikaten zevk duyarak okumuştum. Tabsara müellifi Akif paşanın düşmanı ve Sultan Mahmut’u Sani zamanı ricalinden Pertev paşa ile Sultan Aziz’in son zamanlarına kadar yaşamış olan Ethem Pertev paşayı tek adam zannedecek kadar klasik olmuş bir iki hatası dahi bulunsa bile, anlattığı şeylerden hakikaten haz ede ede ve haz ettire ettire bahseden bu eserin müellifine, İsmail Habib’e hâlâ minnettarım. Ve eseri, yani (Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi) müellifinin bütün hayatında kendinde refakat edecek bir mahiyet ve mevki almıştır. Şimdi önümde (Edebî Yeniliğimiz) unvanı altında ve (İkinci ve tadilatlı tabı) işaretini taşıyarak duran kitap onun işte yeni şekli. Birinci sahifesinde (Liselerin son sınıflarına resmen Ders kitabı olarak kabul edilmiştir) etiketini taşıyor.
Liselerin son sınıfına kabul edilmiş fakat 540 sahife. Sade Tanzimattan bugüne kadarki edebiyatımız için 546 sahife okunacak olan gence buna mukabil Goethe hakkında, Shakespeare için, Dante’ye dair, Hugo’ya dair ve her edebiyatın anası olan eski Yunan edebiyatı hakkında kaç sahifelik malumat seriliyor?
Burada bakıyorum ki Tevfik Fikret için 17 sahife var. 17 büyük sahife. Amma denecek ki Goethe bir yabancı, Fikret bizim kendi malımızdır. Hayır Goethe ve onun gibi ünlüler (Sanat Tanrıları) hiç bir medenî milletin yabancısı değildir. Her medenî milletin malıdır ve esasen Fikret’e tahsis edilmiş olan 17 sahifeyi dikkatle okuyorum ve görüyorum ki, bazı sanat oyunları, eski edebiyat oyunları bu sahifeleri hayli şişirmiş. Ve bir suale varıyorum:
-Ezberlenecek tonilatolarla sahife altında bulunan ve sendeleyen gençliği ıyadet etmek isteyen Maarif Vekâleti ders kitaplarının sahife sayısını tespit etmiyor muydu ve yahut bütün öteki ders kitaplarına müdahale ettiği halde Edebiyat Tarihi kitaplarına karşı neden müfrit bir saygı gösteriyor?
Sahifeleri karıştırırken garip dikkatsizliklere tesadüf ediyorum. Mebzul olan tabı yanlışı listesine giremeyecek dikkatsizlikler. 513 üncü sahifede deniyor ki:
-Ertuğrul Muhsin’in çok değerli mizansenliği sayesinde Tepebaşındaki o külüstür sahnede) Burada kullanılacak kelime mizansenliği değil metörensenliği olacaktı. Ama olsaydı daha iyi olurdu şeklinde değil Müellif ancak söylediğim kelimeyi kullanmak mecburiyetinde idi.
Müellif 486 ıncı sahifede diyor ki (Kahramanlar) ve (İkimiz) diye iki şiir kitabı veren Yaşar Nabi. Yaşar Nabi’nin İkimiz’e çok faik olan (Onar Mısra) sını bilmiyor mu, yoksa beğenmiyor mu? Yanlış yazılmamışsa müphem yazılmış (!)
Aynı sayfada Yaşar Nabi’den önce, ondan daha yeni olan Cahit Sıtkı’yı anıyor. Yaşar Nabi’den sonra Sabri Esad’ı zikrediyor. Fakat Kemalettin Kami daha sonra ve Necip Fazıl ondan sonra zikredilmektedir. Ne müellifçe verilen ehemmiyet ne zaman şartlarına istinat etmeyen bu sıralanış acaba hangi esasa müstenit, anlayamadım!
Bir edebiyat tarihçisi kendisinden mecbur olursa bahseder. Sanatını ve eserlerini mevzuu bahsetmediği takdirde mevzuunun hiç olmazsa bir kısmı noksan ve aydınlanma bir halde kalacaksa tevazuda inat etmeğe hakkı yoktur. Meselâ Halit Ziya bir Türk Edebiyatı Tarihi yazsa da roman kısmında kendisinden bahsetmese, yazacağı o tarih kitabı adeta gülünç olur. İşte (Türk Edebiyatı Tarihi) de Cumhuriyetten sonra yazılmış muasır edebiyat tarihlerimiz arasında haklı olarak veya bizzarûre ehemmiyetli bir yer tuttuğu için, İsmail Habip kendi kitabından bahsetmeye mecburdu. Fakat bahsedişten edişe fark var. Mustafa Nihat’ın (Metinlere göre muasır Türk Edebiyatı Tarihi)ne büyük harfli 16 satır ayırdığı halde kendi kitabı hakkında sadece Yusuf Nazır isimli birinin L’echo de Turquie isimli bir gazetenin 6 Eylül 1926 tarihli nüshasındaki yazısından küçük harfli olarak 8 satır almış ve hemen iki sahifeyi bu kitabına hasretmiş. (Tuna’dan Batı’ya) isimli seyahat eseri hakkında da küçük harfle iki sahifelik iktibas var. Biraz daha mütevazi ve müstağni görünmek mümkün değil miydi?
Müellifin sanatkâr ve kıymetli naşir ve edip unvanlarını taşımasına ve bunlara hak kazanmasına rağmen yer yer de düşük cümleler, ne ihmalkâr bir eda! 542 inci sahifede Hasan Ali Yücel’den bahsediliyor:
-(Ayni zamanda şiir de yazan ve şiirlerini “Dönen Ses” diye 1933’te neşreden Hasan Ali Yücel, maarifçilerimizdendir. Maarife ait neşriyatı da vardır. Kendisi İzmir meb’usudur. Kendileri mütemadiyen eser veren bir kalem sahibi bulunuyor.) Bu yan yana kendisi ve kendileri ne feci! İstitraden söyliyeyim ki bir kaç satır yukarıda Hasan Ali’nin (Sonra velût bir faaliyete müteaddit eserler verdiği) söylendiğine göre kendileri ile başlayan cümleyi yazmamak ve zavallı gençlere bu sahifede ve hiç değilse bir satır eksik sunmak mümkündü.
Bahusus ki müellif çalakalem yazı yazmanın aleyhinde görünüyor. Ve meselâ 508 inci sahifede Mahmut Yesari’yi (Edebiyatın nazımdan başka her sahasında çalakalem eser vücuda girmekle meşguldür) diye takdim ediyor. Zavallı Mahmut Yesari çalakalem eser vücuda getirmesin de ne yapsın (?) Halbuki İsmail Habip büyük dikkatle yazı yazabilecek mevkidedir ve bu (Edebî Yeniliğimiz) her itibarla büyük dikkatler sarfederek yazılmayı istilzam ettirmekte ve bunun için her imkân mevcut bulunmaktadır.
504 üncü sahifede Aka Gündüz’ün romancılığındaki velûdiyet Varna tavuğunun velûdiyetinden aşkın sayılıyor. Mektep kitabında bu kadar laubalilik caiz midir?
Müellif 272 inci sahifede ve daha bir yerde Sultan Hamit’in son zamanlarında İstanbul’da ancak iki gazetenin (İkdamla) (Sabah’ın) çıktığını söylüyor. (Saadet) kapanmıştı ama (Tercümanı Hakikat) çıkmakta berdevam değil miydi? Bibliyografik malumata “Edebiyat Tarihinde fazla yer verince, Edebiyat Tarihinin sahifelerine Mustafa Nihat derecesinde olmamakla beraber çok kere katalog çeşnisi getirince, böyle şeylere de dikkat zarurî değil midir?
Çalakalem cümlelerden biri daha önüme dikiliyor (...sonra mizahımızda gene iki imza vardır. Bunların da biri nesirde, diğeri nazımda mizah yaptı. Bunların birincisi Ercüment Ekrem, ikincisi Halil Nihat’tır.) Müellif daha kısaca şöyle diyemez mi:
(... Sonra mizahımızda biri nesir ve diğeri nazım sahasında olmak üzere iki sima vardır. Bunlar da Ercüment Ekrem’le Halil Nihat’tır.)
Alınmamış isimler içinde alınmışlardan çok değerliler yok değil. Meselâ elbette bir kıymet olan İbrahim Alâettin’den dört kere bahsediliyor. Ve bir defasında bu bahis ediliş bütün bir sahifedir. Fakat Türk küçük hikâyeciliğinin en orijinal simalarından olan F. Celâlettin hakkında bir satır yok. Kitap sahibi oldukları halde Sabahattin Ali ile Sait Faik’in ve şiir ve piyes muharriri Cevdet Kudret’in isimleri yok. Hem madem ki bahsedilmek için kitap sahibi olmak mecburiyeti bulunmadığı Kemalettin Kâmi’den uzun uzadıya ve esasen haklı olarak bahsedilmesiyle sabit, Nurullah Ataç neden alınmamış? Ahmet Muhip de Cahit Sıtkı gibi genç neslin iyi şairlerinden değil mi? Akil Koyuncu Rasin’den (İnfijni)yi tercüme ettiği için mi sureti mahsusada zikrediliyor da (Kör) ü ve (Üç kişi arasında)yı yazan, son yıllarda sahnemizin en kuvvetli müelliflerinden biri olan Vedat Nedim neye yok? Akil Koyuncu kim? Rasin’den de tercüme edilmiş eserler olduğunu söylemek icap ettiyse sadece, bunu söylemek lazım mı? Bu münasebetle Akil Koyuncu Beyin ismini yazıp okutmak hiç de icap etmezdi. Tarih gibi Edebiyat Tarihi’nin de esas vasfı ve vazifesi her duyulup bellenmiş şeyi alması değil bunların, arasından ehemmiyetli ve karakteristik şeyleri intihap etmesidir. Hele yazılan tarih Mektep Kitabı olursa!
Recaizade Ekrem’e 23 sahife tahsis edilmiş. Dağınık ve şişkin bir parça. Meselâ, hem de mekteplere mahsus bir edebiyat tarihinde, İsmail Habip onun talebe olarak iştirak ettiği cenaze merasimine ait hatırasını bile rahat rahat anlatacak kadar yer sahibi iken tercümeihal yanlışlarla dolu. Faraza deniyor ki:
-Meşrutiyet ilanından sonra Ekrem Bey Kâmil Paşa kabinesinde bir aralık Maarif Nazırı oldu.-ve Ekrem Beyin memur tensikatı karşısındaki hassasiyeti hakkında uzun uzun konuşulduktan sonra ilâve ediliyor:
-Gene Kâmil Paşa’nın himmetiyle Ayan Azası olduktan ve dört beş sene.....
Halbuki, kitap pek muhtasarsa şöyle demek lâzımdı:
-Recaizade Ekrem siyasî hayatta vükelâlık mevkiine erişmiş ve ayan azası olarak ölmüştür.
Kitap asla muhtasar olmadığına göre de, her şey doğru anlatılarak şöyle denmesi icap ederdi:
-Meşrutiyet idaresinin kabulünden biraz sonra Kâmil Paşa sadrazam olunca Ekrem Bey Evkaf nazırı sıfatile kabineye girmiş ve bir müddet sonra Maarif Nezareti’ne geçmişti. Memur tensikatı dağdağaları ve siyasî nizaları mizacına uymadığı için, meb’us intihabatı bitmek üzere iken heyeti ayan teşkil olunup kendisi de ayana alınınca kabineden çekildi ve artık ölümünde kadar teşrii hayatta kalarak bir daha bir nezarete geçirilmedi.
           * * *
Reşat Nuri’nin eserlerini sıralarken (Tanrı Misafiri) ile (Leylâ ile Mecnun) birer roman şeklinde takdim edilmektedir. Halbuki bunlar roman değil bir takım hikâyelerden mürekkep ciltlerdir.(Kızılcık Dalları ) nın da henüz kitap halinde çıkmadığını tarih kitabı bu 1937 tabında bildiriyor. Halbuki “Kızılcık Dalları” nın cilt halinde intişar tarihi 1932 dir
            *
513 üncü sahifede bir cümle. Müellifin “Komedi” mef’umu hakkındaki garip ve iptidai telâkkisini ifşa etmektedir. ”Meselâ Hazım, Vasfi Riza gibi komediye meyyal sanatkârlara ciddî ol verilmek sureti hasıl oluğu zaman, halk onları görünce gülmeye alıştığı için, en ciddî zamanlarda gene gülüyordu.” Halbuki komedi dramın tâ yanında duran ince ve yüksek tiyatrodur. Fransa’nın en büyük sahnesi Komedi Fransez adını taşır. Hazım’la Vasfi Riza, inkârı gayrı kabil kıymetlerine rağmen en çok vodvil oynayan ve grotesti arıyan, tuluata inen aktörlerdir. Şayet ağır rol oynarlarsa halk bundan dolayı kendilerine gülmektedir.
           *
İlk Türkçülerden Mustafa Celâlettin Paşa’nın kime damat olduğunu söylemek zaitti. Fakat serdar Ekrem Ömer Paşa’ya damat olduğunu söylemek de yanlış.
           *
244 ünü sahifede dikkatsiz bir cümle. Ebüzziya Tevfik Bey’den bahsederken deniliyor ki:
-“Lâkin ne de olsa mimlilerden biriydi. Abdülhamit’in kâbus gibi gördüğü Namık Kemal’lerin en yakın arkadaşıydı. Ve biliyorlardı ki Namık Kemal ile mütemadiyen ve gizlice mektuplaşıp durmaktadır. Bunun için nihayete kadar İstanbul’da kalamadı. İstibdadın büsbütün koyulaşmaya başladığı zaman, bir vesile ile Ebuzziya dahi Konya’ya nefyedildi.” Bu satırları okuyan Ebuzziya Tevfik Konya’ya sürüldüğü zaman Namık Kemal hayatta bulunuyordu, ve Ebuzziya Tevfik’le mektuplaşıyordu sanmaz mı? Halbuki Ebuzziya Konya’ya 1900 baharında sürülmüş, Namık Kemal ise bundan on iki yıl önce vefat etmiştir.
            *
Bir Edebiyat Taihçisinin kendinden nasıl bahsedeceğine temas etmiştim. Aynı noktaya gayrı ihtiyari avdet edeceğim. Tanzimattan bugüne kadarki bütün seyahat edebiyatı hakkında büyük puntolu yazıyla iki sahife tahsis eden müellif kendinin “Tuna’dan Batıya” kitabı için de küçük puntolu yazı ile iki sahife ayırmış.
            *
 Müellif Garpdan bahsettikçe kıymt hükümlerinde ne kadar aldanıyor. 501 inci sahifede Emil Ludvig için meşhur Alman âlim ve müverrihi ünvanını veriyor. Ludvig, şüphesiz meşhurdur amma çok zeki ve canlı bir üslup sahibi bir bibliyografi muharrirdir. Nihayet tarihi vülgarize eden bir adamdır. İşte o kadar.
           *
İfade zaafları. Merhum Samih Rifat’tan bahsederken deniyor ki:
-“Büyük kayın pederi gibi kendi kayın pederi de Türkçülük tarihi ve ırkiyatiyle uğraşmaktadır.” 1934 te Samih Rifat ölmüştü. Kayın pederi çoktan ölmüştü, büyük kayın pederinin bir yerde kemikleri kalmamıştı. Üstâd ise hepsinin o tarihteki faaliyetlerini mevzuubahis ediyor.
           *
 Usule ait bir nokta:
-Bir mektep kitabının her tabında gözden geçirilmesi ve lâzım gelen tadilatın yapılması lâzımdır. Yahut değişmiş şeyler not halinde sahifenin altına ilâve olunur. İsmail Habip’in kitabında eski metin duruyor. Yeni şeyler de onun yanında mutarıza içinde konuyor. Meselâ 451 inci sahifede Ali Canip için de- deniyor ki:
-Ertesi sene Giresun Maarif Müdürlüğüne, daha ertesi sene de Umumî müfettişliğe terfi eylemişti. El’an bu vazifededir. (Şimdi meb’ustur.) El’an bu vazifededir. Sözünü çıkarıp bilâhare meb’us oldu demek en doğrusu. Bunu yapmayınca not olarak yeni sıfatı aşağıya kaydetmek lâzımdı.
İçimizde yaşıyan insanlardan bahsederken yanlışlar:
-Meselâ Hüseyin Cahit cemiyetin sukûtüne kadar Tanin’de baş muharrirlik etmedi. Harbi Umumî’de Tanin’in baş muharriri Muhittin’idi.
             *
Ebuzziya Tevfik “Konya menfiliğinden kurtulunca yeni Tasviriefkârı çıkarmış” Konya menfiliğinden Temmuz inkılâbile kurtulan Ebuzziya ancak aylar geçtikten ve Sultan Hamit Hal’ edildikten sonra bu gazeteyi neşre başlamıştır.
           *
Ahmet Hikmet küçük hikâyelerini “Haristan ve Gülistan” namı ile toplamış. Hayır, Haristan ve Gülistan hakikaten kuvvetli ve nefis bir büyük hikâyedir. Ve bir takım küçük hikâyeleri de ihtiva eden bir cilde ismini vermiştir. “Tuna’dan Batı’ya” hakkında neler dendiğine iki sayfa ayırabilecek kadar insanın geniş yeri olunca, edebiyatımızda fevkalâde nadir olan efsane ve masal nevinin çok güzel bir numunesini teşkil eden Haristan ve Gülistan’ı da behemal tahlil ve hülâsa etmek icap ederdi. Hülâsa edilmek ve tahlil edilmek şöyle dursun ancak bir umumî serlevha olarak anılmış..

Nahit Sırrı- Varlık  (113-115 sayıları)

 

Yazıyı bitirdim ama, kafam allak bullak oldu, okulda okutulan kitaplarda da sorun var. Geçen yıl Almanca dersinde doç. Niyazi Çitakoğlu, Almanca kitabım için dudak büktüğünde çok üzülmüş öğretmeni kınamıştım:

-Okul kitabı için böyle söylenir mi? İşte okul, hem de Lise Son sınıflar için seçilmiş kitaba neler söyleniyor! Sorun kitap da değil, iyi kitap sorunu. Pekiyi, kitabın iyisi oluyor da öğretmenin iyisi neden olmasın? Rukiye Dökmen Öğretmeni anımsadım; bir subay eşiydi. Eşiyle birlikte Lüleburgaz’a gelmiş, bizim okulda beden eğitimi derslerimize giriyordu. Bir gün arkadaşlara kızdı, ileri geri söylendi:

-Nedir bu benim şansım, bu Allah’ın kırında mecbur muyum bunlarla uğraşmaya? dediğini duymuştuk. Herkes susarken ben alınganlık edip sormuştum:

-Bizim suçumuz ne ki bu kıra kondurulmuş okulda çile çekiyoruz. Üstüne üslük bir de sizlerden azar işitiyoruz?

Öğretmenden teselli beklerken bir güzel paylanmış ders yılı sonuna dek de o derste horlanmıştım… Sonradan Hamdi Bağ Öğretmenle yakın ilişki kuran Rukiye Öğretmen, Hamdi Öğretmenin “Çok iyi!” güvenine katılarak yakamı bırakmıştı. Bunları düşündükçe kafam iyice karıştı. Okuluma girdiğimde çok mutlu olmuştum. İlk üç yıl kitaplarımız vardı, az da olsa öğretmenlerimiz vardı. Köy Enstitüsü furyası bizi duraksattı. Giderek ona da alıştık ama, bilgi yönünden gerilediğimizi de anlamaya başlayınca o ilk mutluluklar kararmaya başladı. Şimdi sözüm ona yüksek okulda okuyoruz. Profesörler geliyor. Demek buradaki olanaklar öteki enstitülerden fazla. Öyleyse neden enstitü bölümündeki öğretmenler ilkokullardan dolduruluyor? Altmış öğretmenli Hasanoğlan Köy Enstitüsünün kırkı ilkokul öğretmeni olursa daha bunun tartışılacak bir tarafı kalır mı? Düpedüz Eğitmen Kurslarına indirgenen bir yöntem. Varsın, Bakanlık Şube Müdürü kızlarının, Yüksek Bölüm Öğretmenlerinin, doçent ya da profesör kardeşlerinin yığınağı oldu diye adı çıksın Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün! Kimin umurunda?...

 

25 Kasım 1944 Cumartesi

 

Doğan Güney hevesli, bakalım bugün ne dinleyeceğiz? diyerek geldi. Sonra da bir itirafta bulundu:

-Böyle hevesli hevesli dinliyor gibi görünüyorum ama dinlediklerimi çabuk unutuyorum. Hele bestecileri hiç aklımda tutamıyorum, sen nasıl başarıyorsun bunu? diye sordu. Ben de tarihi sevip sevmediğini sordum. Doğru dürüst tarih dersi okumamış:

-İlk iki sene boş geçti. Bir yıl Selçuk Korol geldi. Selçuk Öğretmen çok babacan adam ama ders için öğrenciyi kırmaz, hele bana “Hemşerim” deyip, başka bir şey demedi. Sonra Zehra Öğretmen geldi, Eğitimbaşı Kemal Üstün’le evliydi, bir geldi bir gelmedi sene bitti.

Dememem gerekiyordu ama kendimi tutamadım:

-Ben de senin gibi gerçek bir tarih öğretmeni görmedim. İlk yıl Fikret Madaralı öğretme geldi. Üç yıl boş geçti son yıl da Selçuk Korol Öğretmen geldi. Babacan mabacan davranırdı ama çalışmayanın da onurunu fiskelerdi. Onun gülümser yüzünü ekşitmemek için lise kitapları alıp çalıştım. Tarihin, okununca sevilen bir ders olduğunu öğrendim. Tarihi romanlara merak sardım. Geçen yıl da burada iyi bir tarih öğretmeniyle karşılaşınca emeklerimin boşa gitmediğine sevindim. Şimdi de Müzik, Sanat, Tiyatro tarihlerinde hiç sıkıntı çekmiyorum. Johann Sebastian Bach, 2.Viyana Kuşatması sıralarında doğmuş diye bir sınır koyunca bir daha unutmam kolay olmuyor. Aynı yıllar doğanları da bir birine bağlıyorum; Haendell, Telemann derken beş yıl önce Vivaldi deyip bir demet bestecinin yaşadığı çağı kolayca yerine oturtuyorum. Tarihte belli önemli sınırlar var, onları akılda tutunca kolay kolay unutulmuyor. Örneğin hiç akıldan çıkmayacak ünlü kişilerden Napolyon Bonapart 1769 yılında doğmuştur. Bu yıllar bizim tarihimizde önemli yıkılış yıllarıdır. 1699 Karlofça, büyük toprak kayıbımızdan sonra ikinci kayıp anlaşmamız da 1772 Kaynarca anlaşmasıdır. Napolyon henüz üç yaşındayken bu anlaşmanın yapıldığını bilirsen Napolyon’un yaşını kesinlikle unutmazsın. Burada Napolyon bir sınırdır. Ondan bir yıl sonra Beethoven doğacaktır. Daha bitmedi, 1770 yılında Mozart 14 yaşına girmiş, ikinci kez Viyana Sarayında orkestra yönetmiş, ilk beş piyano konçertosunu bizzat kendisi çalmıştır. Sadece bu mu? Büyük Alman şairi, Johann Wolfgang von Goethe Werther romanını yazmıştır. İstersen şöyle de bir sıralama yapabilirsin Napolyon 1769, Friedrich von Schiller 1759, Johann Wolfgang von Goethe 1749 yıllarında doğdu diyebilirsin. Ölümler için de belli sınırlar tutuyorum. Weber 1826, Beethoven 1827-Schubert 1828 yıllarında öldü. Bunların sınırı da bizim tarihimizdeki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıdır. Onu unutmadığım sürece üç bestecinin ölümlerini unutmam. 1826 yılı aynı zamanda bizim ülkemize Batı Müziği’nin gelmesi tarihidir. Yeni Çeri ocağı ile Mehter Takımı da tarihe karışmış yerine Donizetti Paşa getirilerek modern bando kurulmuşur. Bunu da, konserlerde sürekli gözetip yanına oturduğum Prof. Mahmut Ragıp Kösemihal’den dinledim.

Doğan Güney hayretle beni dinledikten sonra sordu:

-Sen bunları nasıl aklında tutuyorsun? Kısacık karşılık verdim:

-Sık sık tekrarlayarak. Her tekrarda ilgiler yeniden öğrenmişçesine perçinleniyor!

Kahvaltıda kesin tahminler söyledi:

-Johannes Brahms, Josef Haydn, Mozart, Beethoven, Schubert, Tschaikovsky, Dvor’ak!....

Hava açık ama esinti oldukça sert. Şakadan hıtıtılar yaparak trene indik. Tren çok tenha. Oturmamızla kalkmamız bir oldu ama gene de oturduğumuza sevindik. Köylüyüz falan diyoruz ama köylü giysili birini görünce yanına oturmaktan kaçınıyoruz. Bunu da konuşma konusu yapanlar oluyor:

-Köylüyüz ama köylünün efendisiyiz! Bu tür şakalara en çok karşı çıkan Talip Apaydın:

-Gene başladılar! deyip yer değiştirdi. “Kestane kabuğundan çıkmış, çıktığı kabuğu beğenmemiş! ” Azmi Erdoğan:

-Atasözlerinde değişiklik yapılmaz, yapılırsa o sözün anlamı kalmaz! deyince Abdullah Ön karşı oldu:

-Atasözü de bir sözdür, zamanla değişir. ”Kestane kabuğundan çıkmış, çıktığı kabuğu beğenmemiş!” sözü tartışıldı ama bir karara varılmadan Konservatuvar kapısına dayandık. Kapıdan girince Faik Canselen Öğretmen el ederek alt salonu işaret etti.

Yerlerimize oturunca Faik Öğretmen Hasanoğlan soğuğu ile Ankara’nın soğuğunu karşılaştırttı. Abdullah Ön:

-Kış Baba, Ankaralılara acıdığı için burada yumuşuyor. Hasanoğlan insanı dışarı çıkmadığından Kış Baba hallerini görüp merhamete kapılmıyor. Ankara halkı sokaklarda, giyiniği de soyunuğu da ortalıkta olduğu için Kış Baba merhamete geliyor.

Faik Öğretmen kahkaha ile güldü:

-Şaka da olsa mantıklı bir açıklama. Gerçi bunun altında hicivimsi bir koku var ama o kadar olacak! deyip elindeki kağıda baktıktan sonra:

-Bakın bakın, bugün konsere, mevsime uygun bir programla başlıyoruz. Ayrıca bir İtalyan besteci, önemli bir İtalyan Vivaldi. Vivaldi Bach emsali bir besteci, belki bir kaç yaş büyük, ancak yaşarken karşılıklı etkileşimleşmişler. Bach, Vivaldi’nin eserlerini elden geçirmiş, sizin anlayacağınız Vivaldi’nin o kıvrak üslûbunu biraz ağırlaştırarak Almanlaştırmıştır. Bach bunu sadece Vivaldi için değil öteki ülkelerin müzikleri için de yapmıştır. İtalyan Süitleri, Fransız Süitleri, İngiliz Süitleri diye bir dizi eseri vardır. Bu Almanlaştırma sözü üstünde kısaca duralım. Kuzey insanı olan Almanlar, güneyli İtalyanların müziğini hafif bulurlar. Bugün dinleyeceğimiz Vivaldi de Almanlara göre biraz hafiftir. Oysa Vivaldi de Bach da Barok Çağı bestecisidir. İtalyanlar müzikte melodiye, Almanlar ise armoniye önem verirler. Bu ayırım biraz bize de bulaşmıştır; biliyorsunuz bizim orkestra şefimiz Alman’dır. Konser programlarında bu kendini gösterir. Haklıdır, haksızdır, bunu konuşmayacağız ancak konserlerde İtalyan bestecilerin pek şansı yoktur. Bunda suçu şefe yükleyemeyiz, çünkü İtalyan besteciler de konserleri düşünmediklerinden örneğin senfoni, konçerto türü eser bestelememişler. Bu hiç yok demek anlamına gelmesin; var,varlığına var da yeterli değil. Örneğin Luigi Boccherini, Josef Haydn’la yarışırca eser bestelemiştir. Bestelemiş ama “Bir çiçekle bahar olmaz!” diye bir söz vardır; bir Boccherini, öteki ülkelerin yüzlerce bestecisi karşısında cılız kalmaktadır. Buna karşın İtalyan besteciler de opera alanında bayrağı elden bırakmıyorlar. Monteverdi’ler, Lully’ler, Bellini’ler, Rossini’ler, Donizetti’ler, Verdi’ler, Puççini’ler; bir birini izlemiş; her birinin 20-30 dolayında operası vardır.

İşte bu nedenlerle bugün Vivaldi’nin, neredeyse bir müstesna olarak karşımıza çıkmasına sevindik. Vivaldi, yılın dört mevsiminin adıyla dört eser bestelemiş; İlkbahar-Yaz-Sonbahar-Kış. Adlarına bakarak bunlara pastoral eser diyemeyiz ama gene de mevsimleri anımsatan bir hava sezebiliriz. İşte bugünkü konserimiz bu dörtlü eserle başlayacak.

Vivaldi’nin uçarca akıp giden melodilerinden sonra Romantik Çağ ürünü, ancak klâsik anlayışla ses örgülerinden oluşmuş bir senfoni dinleyeceğiz. Johannes Brahms’ın 3. Senfonisi. Dikkat ederseniz daha başlangıçta iki ulusun müzik anlayışlarının farklı oluşunu anlayacaksınız. Birinde uçup giden sesler, ötekinde ise kaynaşıp üreyen sesler. Senfoni dört bölümlüdür:

Birinci bölüm, Allegro con brio: Allegro, biliyorsunuz, hareketli; neşeli anlamları taşır.

İkinci bölüm, Andante, ağırca, buna Türkçe’de oturaklı anlamı da yakışır.

Üçüncü bölüm, poco allegretto: Farkında olacaksınız, birinci bölümden az daha hızlı olacaktır. Dikkat edince anlaşılacağı üzere tatlı bir melodi değişerek tekrar edecektir.

Dördüncü bölüm, gene allegro: Hızlı demeğe dilimiz varmasa da bir çabukluk hissedeceğiz. Dikkat edin, bunları önümüzdeki derslerde tekrar konuşacağız. Konser belki kışla başlayacak ama arkasından öteki mevsimler gelecek, umarım biraz üşür gibi olacak, dinledikçe ısınacaksınız. Tahminim o ki, memnun olacaksınız!

Öğretmenler ayrılınca topluca Konservatuvar’dan çıktık. Yol çevreleri, alçak damlar karlı olmakla birlikte yollar açık. Ahmet Yol, okul arkadaşları Yıldız’la Necmiye’yi yalnız bırakmıyor. Gene de Yıldız bana sordu:

-Ne yapacağız Abi? Sinemaya gitmeye karar verdik. Doğan’a, Bakanlığa uğrayacağımı söyleyince Doğan, arkadaşlarına takıldı. Yıldız’ları İstanbul Pastanesine oturtup Bakanlık Kitaplığına uğradım. Dora Abla çok memnun oldu; Bella geçen hafta gelmiş, gitmiş. Yılbaşında bir hafta Ankara’da kalacakmış:

- Atanmam sağlama bağlanmadıkça Hasanoğlan’a uğramam! demiş. Ablasına yeni fotoğraf bırakmış, saçlar çözük, boynunun iki yanında göğüslerine dökülüyor. Dora Abla sordu:

-Kardeşim güzel değil mi? Resmi elinden kapasım geldi. Oysa Dora Abla sorusuna karşılık beklemeden resmi çıkardığı yere koydu. Hemen öyle geldiğimi gizlemek için kitap alacağımı söyledim; Tevfik Fikret’in Rübâb-ı Şikeste’si... Kitap kolaydaymış,  alıp ayrıldım.

 

Yıldızlar, film seçmişler ŞÜPHE, sevdiğim yıldız Joan Fontaine var. Geçen filmi Rebecca’da sıkıcı bir roldeydi, umarım bu kez güzelliğini tam anlamıyla sergiler.

Film Yeni Sinema’daydı, üşümeden girdik. Gelecek filmden parçalar gösterildi, Kathryn Grayson bülbül sesiyle şarkılar söylüyor. Jose İturby hem piyano çalıyor hem de ara ara şeflik yapıyor.

Film güzel başladı. Ben filmden çok Joan Fontaine’i izliyorum. Güzelliğini, durgun tavırlarıyla gölgeliyor ama film ilerledikçe güzel şeyler olacak umuduyla sabırla bekledim. Güzel yıldız bir süre oraya buraya dolaştı. Rebecca’nın başlangıcına göre bu kez besbelli varlıklı bir kontes. Çevresinde insanlar eğilerek dolaşıyorlar. Bir yerlere girip çıktıktan sonra kendisine biri takıldı. Hiç gözüm tutmadı ama güzel Joan Fonatine benim gibi düşünmedi; hemen anlaştılar.Ya da bana öyle geldi. Çünkü delikanlı (Gary Grand) oldukça pişkin biri, belli ki on parmağında on insan oynatıyor. Filmin adı Şüphe olduğuna göre ben de şüphelenmeye başladım ama neden? Gary Grand mı Joan Fontaine’den yoksa Joan Fontaine mi Gary Grand’tan şüphelenecek? Film ilerledikçe şüphelenenin Joan Fontaine olduğu anlaşıldı. Sanırım zengin olan o, dolandırılmaktan korkuyor. Film beklediğim gibi çıkmadı, Joan Fontaine gene Rebecca oynadı. Edinilen şüphe açığa çıkacak diye sayısız olayı dikkatle izledikten sonra bir araba yolculuğunda anladım. Anladım ama o zaman da film bitmişmiş. Gary Grand, otomobili hızlandırınca çılgına dönen Joan Fontaine’in öteki olaylarda da gereksiz yere kendini kaygılara kaptırdığı anlaşıldı. Demek insanlar böyle de olabiliyormuş. Ancak ben, film bitince rahatlamadım. Ya adam gerçekten gizli plânlar kurmuş ancak onları bir başka şekilde tamamlamayı düşünüyorsa? Güzel bayan hilekâra kendisinden şüphelendiğini böylece açıklamış oldu. Belki de o daha büyük kurnazlıkla emeline kavuşmaktan vazgeçmedi. Kendisinden kuşkulandığını anladı; ona göre önlem almayı sürdürecektir. Böylece filmin adını aldığı iki insan arasında oluşan şüphe bence tam anlamıyla çözülmüş değil.

Ahmet Yol ilk yorumu yaptı:

-Adamın niyeti bozuktu ama karısına sonunda kıyamadı, arabayı durdurdu.

Sormak gereğini duydum:

-Anlamadım, adam sahiden arabayı uçuruma mı atacaktı?

Araba sürücüler öyle numaralar yapıyormuş. Ahmet Yol’a göre sürücü, arabayı uçuruma yöneltip az yavaşlatarak kendisi atlıyormuş. Yanında oturan arabanın öbür tarafında olduğundan atlama şansı olmuyormuş. Bunları konuşarak Ulus’a çıktık. Tavukçu’da yemek yedikten sonra gene İstanbul Pastanesi’ne uğradık. Pastane tıka basa doluydu. Bayanlara ayrılan yere bayanlar oturdu Ahmet’le ben bitişik Kızılırmak Kıraathanesi’ne geçtik. Doğan oradaymış, buluştuk. Onlar da bir filme gitmişler, Doğan sinemayı sevmediğini söyledi. Arkadaşı Abdülkadir Ariç’le bir süre gördükleri filmi tartıştılar. Bir savaş filmiymiş. Yandaki satranççılara baktık.

Sinemalara dağılanlar arkadaşlar gelince topluca Cebeci yoluna çıktık.

Bu hafta erken konsercilere katıldık. Balkon hemen hemen boştu. Mahmut Ragıp Öğretmen bile bizden sonra geldi. Yanımdan geçerken toparlandım, bakıp gülümsedi ama söz etmedi. Yanındaki sandalye boştu. Kınalı Saçlı Güzelin geleceğini umdum ama gelmedi. Alkışlar başladı. Alkışlar başlayınca önde kemancılar, orkestra üyeleri sahnenin arka kapısından sıra ile geldiler. Herkes oturunca Birinci Kemancı Halil Onayman la sesi verdi. Az bir sessizlikten sonra Şef. Prof. Ernst Praetorius çıktı. Vivaldi nasıl başlayacak? Vivaldi’nin bizde plâğı olmadığı için müziği hakkında hiçbir fikrim yok. Vivaldi değil öteki İtalyan bestecilerinden de Paganini, Verdi, Boccherini dışında kimseden plâk yok. Nota olarak bile, Martini, Scarlatti, Toselli gibi bir iki bestecinin serenat, gavot, piyano için sonatları var.

İplik örgüsü gibi ses örgüleriyle bir müzik başladı. Zaman zaman konçertoları andıran tek keman çaldı, zaman zaman davullar karıştı. Çoğunlukla kemanlar konuştu. Birinci kemancı Halil Onayman bu konserde sürekli çaldı. En önde oturduğu için iyi görüyordum; hemen hemen her konserde sık sık duruyordu. Bu kez sürekli hareket etti.

Birinci bölüm bitince alkışlayanlar oldu. Şef Prof. Praetorius beklemeden sürdürdü. Besbelli alkışlanmaması gerekiyor. Mahmut Ragıp Öğretmene baktım kıpırdanmadı.

Gerçekten İtalyan müziği hep böyleyse Almanlar, onları beğenmemekte haklı. Bu dinlediğimiz gerçekten kışsa, kemanlar belki kışın rüzgarlarını anlatmak istiyor. Rüzgâr gerçekten böyle gelip gelip gider.

Birden güzel bir müzik başladı, serenat müziği gibi gene önceki gürültülere dönüştü. Kısa bir sustan sonra flüt ortaya çıktı.

Kendi kendime:

-Bu kıştı, hayır asıl şimdiki kış derken alkışlar başladı. Şef. Prof. Praetorius konuştu. Anlamadık ama Vivaldi sözü geçti . “Vivaldi’den bir eser!” demiş. O da az öncekilere benzeyen türdendi. Gene kemanlar egemen, gene rüzgâr gibi hız, arkasından sessizlik, derken birden kükreme! Alkışlar, arkasından takırtılar başladı, kalkanlar oldu. On dakika ara.

Gözlerim Mahmut Ragıp Öğretmen’de, “Dönse de konuşsam!” diye bekliyorum! Döndü, Bir şey soracağını sandım. Oysa O, “Çalı ateşi, Çingen güreşi!” deyip güldü. Sonra da:

-Sizin oralarda bu söz çok kullanılır. Buna benzer bir söz de “Saman alevi gibi!”dir. İtalyanlar, orkestra müziğini böyle algılamışlar. Aslında birer usta denizci olan Venedik halkı bunu seçmiş. Seçmiş ama büyük deryaların dalgalarını değil Venedik gondollarının sallantısını aşamamışlar. En güzel deniz şarkıları onlarındır. Sesleri de uzak sahillere ulaşacak vüs’attedir. Gelgelelim konser salonlarında hafif kalıyorlar.

Tam “opera!” diyecektim alkışlar başladı.

Dikkat kesildim; uzun bir girişten sonra bütün çalgılar yoğun bir ses dalgası oluşturdular. Az sonra değişik çalgı grupları söyleşir gibi karşılıklı olarak öne çıkıp çıkıp çekildiler. Vivaldi ile karşılaştırmaya kalkıştım ama belleğimde ondan bir kırıntı kalmamıştı. Seslerin kaynaşmasını benzetmek için, benzerlik düşünürken bölüm değişikliği oldu. Kısa bir sessizlikten sonra açık açık bir başka bölüme geçildiğini anladım. Uzakta gelen gök gürültülerini andıran sesler arasında cıvıldaşan kuşları düşler gibi oldum. Bir ara “Aaa!” diyesim geldi:

- Ben burasını biliyorum! Sonra da içimden konuştum:

-Elbette biliyorum; geçen yıl aynı eseri dinlemiştik. Hayatımda bir orkestra Konserlerden aldığım, ilk melodi buydu:

-La, la, laaaa, la, la, la-La, la, laaaa, la, la, la! diye günlerce sayıklamıştık.

Kendimi toparladığımda kıvrak bir melodi dolaşmaya başladı. Faik Canselen Öğretmenin sözünü anımsadım:

-Dikkat edin, finalde, muhteşem bir müzik ziyafetiyle karşılaşacaksınız! Armoni bilginiz için de ulaşılması zor ama insanı çeken bir ufukla karşılaşacaksınız. Bundan böyle Brahms adını duydukça anımsayacağınız bir müzik şöleni! demişti. Gerçekten öyle oldu....

Konserden sonra yeni bir öneriyle karşılaştık:

- Soğukta yürüyeceğimize Cebeci Durağı’ndan İstasyona inip, orada bekleyelim! Birçok arkadaş Cebeci Durağı’na indi. Bayan arkadaşlarımız:

-Bizim sığınağımız var! deyip Ulus’a yönelince Doğan, Ahmet, Abdullah Erçetin biz de onlarla Ulus’a indik. İstanbul Pastanesi boşalmıştı. Rahat rahat oturup gelen geçeni izledik. Yeni bir eğlence; insanlar yolda yürürken ne acayip şekillere giriyorlar. Kimisi ağzını oynatıyor, kimisi yanından geçene acayip acayip bakıyor.Bir süre bu tür gözlemler yaptık. Avanak avanak bakınırken pencereden kendisine bakıldığını görünce toparlananların hareketleri çok ilginç. Kendimizi konuştuk

-Biz ne yapıyoruz acaba? Bu gözlemin bize bir faydası oldu:

-Bundan böyle buralardan geçerken bize bakıldığını düşünerek yürüyeceğiz.

Tam biz bunları konuşurken adamın biri pencereye durup bakarken mendilini çıkarıp burnunu sildi. Adamın kolunun altında bastonu varmış. Mendili dürerken yere düşürdü. Mendilini almak için eğilince arkadan gelen bastonun ucuna çarptı. Bu kez de baston düştü. Bastona çarpan genç eğilip bastonu aldı, nazik bir tavır içinde adama verdi. Adam çok kibar biri olsa gerek bu kez bastonu eline alıp fötr şapkasını çıkararak genci selâmladı. Ancak bu olay olurken hızla oradan geçenlerin adama bakışları görülmeye değerdi. Yüzünü ekşiterek bakanların yanında duraksayıp bakarken arkadan gelenin arkasından itmesi, itilenin arkaya dönüp tafralı bir poz takınması, kendine poz takınılanın eliyle “Yürü! işareti vermesi bizi trene dek oyaladı.

Trende de bir süre bu olaya güldük.

Hasanoğlan gerçekten Ankara’dan soğukmuş. Bu salt bugün mü, yoksa hep böyle de biz mi ayırdında değiliz? Yemekte bir süre bunu konuştuk.

Yemekten sonra kitaplığa gittim, sıcağı sıcağına Rübâb-ı Şikeste’yi açıp karıştırdım. “Okudum!”, diyemiyorum çünkü gerçekten “Okudum!” diyecek ölçüde anlamıyorum. Ne ilginç, “Anlamıyorum!” deyince de kendime haksızlık ediyorum, gibi geliyor bana; çünkü, bütünüyle söylenmek isteneni anlıyorum. Ancak, sözlere tek tek bakınca aramıza sanki bir yabancı giriyor. Karıştırırken tanıdıklarla karşılaştım. Balıkçılar! İlk mısra bir zaman arkadaşların dilinde şakalaşmalara giriş olmuştu. Özellikle ekmekler günde yüz elli grama düşünce ilk söz:

-Bugün açız yine evlâtlarım, diyordu peder,

Bugün açız yine, lâkin yarın, ümit ederim,

Sular biraz saha sakinleşir... Ne çare, kader!’

Dendikten sonra şöyle tekrarlanırdı:

-Bugün yine açız arkadaşlar, bugün açız ama inşallah yakın zamanda doyarız! şekline söylenir. Arkasından da:

-İnşallah, başımızdakilerden bir şeyler kalır, ümit edelim. Kader! deyince de bir karşı çıkış olurdu:

-Ne kaderi bu arkadaş? Kürt Yusuf’un fırını (Lüleburgaz’ın en işlek fırını-Sahibi öyle tanınıyordu) gene eskisi gibi çalışıyor! Birilerine doyasıya ekmek bize gelince çeyrek ekmek artı kader oluyor! diye gülüşerek boşalırdık!

Kitabı karıştırırken Vivaldi’yi anımsadım. Tevfik Fikret dört mevsim olarak ayırmamış ama mevsimleri oluşturan ayları Aveng-i Şuhûr adı altında anlatmış.

       

        Aveng-i şuhûr

 

         Mart

    Câmid nazarlariyle, soğuk çehresiyle kış
    Ayrılmak istiyor, fakat ayrılmıyor gibi;
    Örter, açar, bakar, yine örter sehâibi...
    Bir çok sürer bu reng-i tereddüd, bu nazlanış.
 
     Kuşlar, zavallı yavrucağızlar bu cilveden
     Sersemlenir, tahassun ederler saçaklara;
     Her lâhza bir tahavvül-i bâridle manzara
     Bir lâhza önce aldanarak inkişâf eden
 
    Ezhara dehşet-âver olur; şimdi mübtesim
     Bir nazra, şimdi giryeli bir çehre-yi melâl;
     Bir ân-ı ferd içinde meserred ü infiâl.
 
     Çirkin değil, fakat acı bir yüz ki mürtesim
     En nazlı hatlarıyla huşûnet alâimi!...
     Hırçın, sinirli bir kadının hâl-i dâimi.
              

                         Tevfik Fikret (Rübâb-ı Şikeste)

 

Öteki aylara bakarken Ocak ayını tanıdım.Öğretmen bize bunu kış olarak okumuştu.

 

          Mayıs

    Mayıs bir köylü kızdır; sâf ü dil-ber şûh ü sevdâ-kâr,
    Çiçekler, kuşlar etrafında fevç-â-fevc ü reng-â reng:
    Çiçekler handesinden serpilen civân-ı revnak- dâr,
    Tuyûr âvâz-ı şevkinden uçan ervâh-ı zi-âhenk,
 
    Münevver nergis-i çeşmân-ı handân-ı tarâvettir,
    Muattar sünbül-i giysûsu tâlân-î şetârettir.
    Müzehher sîne-yî üryânı lerzân-ı muhabbettir.
    Mayıs bir köylü kız, bi şûh-ı fettân-î tabîattir,
 
    Mayıs bir köylü kızdır, sâf ü dil-ber, şûh ü bî-ârâm;
    Doğup, Gül-çin olurken jâleler subh-î bahârîden,
    Söner bî-çâre, en parlak dem-î şevkinde bir akşam,
    Ekinler en müzehheb ra’şe-yi aşkiyle titrerken,

                             Tevfik Fikret ( Rübab-ı Şikeste)

 

Vakit geciktiği için açıklamayı geri bıraktım.

Yazmayı kesince bir daha okudum. İki şiirin de dediklerini anlatabilirim. Söz gelimi şu son mısra,” Yukarıda anlatılan çiçekleri gibi sararan (Altın sarısına dönüşen) ekinler de baharın ılık esintilerine uyarak hoşça (memnun olarak) titrerler.

Kitaplıkta kimse kalmayınca, sonra devam etmek üzere ben de kalktım.

Yatakhanede, çıkacak dergiye, Köy Enstitüleri yönetimlerinden kendilerini övdürücü yazılar geliyormuş. Bekir Semerci’ye takılanlar oldu:

-Müdürümüz için bir yazı hazırladın mı? Bekir güldü:

-Ben mi hazırlayacaktım? Hazırlarsanız siz hazırlayın!

 Hasan Özden:

-Ben, Dergi Kolu Başkanı olsaydım, Kızılçullu’dan gelecek olan çöp toplama işlerini bile ilk sayfaya koyardım. Hele, Müdür Hamdi Akman hapşırmasın, derginin kapağına “Çok Yaşa Müdürüm!” yazardım.

Tartışma nasıl başlamıştı yetişemedim ama Hasan Özden’in takılmasına herkes güldü. Genellikle iki kanadın da güldüğü zamanlar konuşmalar hemen kesilmektedir. Hasan Özden en sevdiğim arkadaşlardan biridir. Dergi sorumlusu Bekir Semerci de sevdiğim bir arkadaş, körü körüne taraf tutanlardan değil. Sanırım bu özelliğinden ötürü onu Hüseyin Atmaca önerdi, Eğitimbaşı Hürrem Arman da Genel Müdürün kulağına fısıldadı ki o da Bekir Semerci’yi seçti.

Gözlerimi kapadım ama, sabah kalkığımdan bu yana tanık olduğum olayları anımsamadan edemedim. En üzücü olanı Bella’nın kırgınlığı. “İşim sağlama bağlanmadan ben bir daha oraya gitmem!” Bu büyük bir üzüntünün tepkisi olmalı. Yazık, Bella’cık nasıl da mutluydu! “On kadar kız gelsin yeter!” diyordu, oysa 15 kız oldu. Dilerim bu yıl başında işi sağlama bağlanır da gene o mutluluğuna kavuşur!

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ