Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

11 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yönetim Değişikliğinden Kaynaklanan Tedirginlikler

 

17 Mayıs 1941 Cumartesi

 

Erkenden uyandım. Camide yatarken buradaki gibi gürültü patırdı duymazdık, Okul köy kenarında olmasına karşın bütün sesler geliyor. Köyden kırlara açılan yollar buradan geçtiğinden sesler kolay yankılanıyor. Güneş de öyle, sanki erken doğuyor gibi geliyor. Çok merak ettiğim müzik öğretmenini, sonunda gördüm. İstiklal Marşını o söyletti. Daha doğrusu söyletemedi. Ama, suçu bize yükledi, yakın zamanda öğreneceksiniz gibi bir de söz söyledi. Söyletirken iki elinin parmaklarını birleştirip bileklerinden sallaması ilginç. Adem Gürçağlayan Öğretmen işaret parmağıyla, Hidayet Öğretmen tüm parmaklarını oynatarak yer yer de iki elini sallayarak, Ahmet Gürsel Öğretmense çoğunlukla sağ elini müzik seslerine uygun gezdirerek yönetiyordu. Yeni öğretmenimiz, iki elini de yumruk yapar gibi toplayıp birlikte sallıyor.

Üzgünüm bir süre notlarımı hem kısa hem de aralıklı yazmak zorundayım. Çadırda ranzam üstte, ranza üstünde yazıyorum. Yanımdaki ranzada gene Orhan var. Bana yardımcı oluyor ama ne de olsa dizimde yazıyorum. Orhan bir öneride bulundu:

-Akordiyonun üstünde yazarsın!

Sınıfımız ikiye bölündü , numaraları atlayarak ayırdılar. . 4-7-15-18-26-42-48-50-53-61-66-72-74-76-78…1. grup 6-11-16-24-28-44-49-51-60-63-70-73-75-77-79 2. grup Pazartesi 1. grup, yani biz, sabahları ders yapacağız. Okul arkasındaki çadıra sıraları taşıdık, Oturduk, kalktık. Çadırda sıralar biraz hoş değil ama, yakıcı güneş altında işte çalışmaktan daha iyi. Hele bundan sonra çalışacağımız iş yerleri iyice çıplak, bizim Kepir'e ilk gittiğimiz günlerdeki gibi bir kez daha yanacağız. Kepir'de sular kamyonla taşınıyordu. Burada ise küçük çocuklar su kaplarıyla taşımaya çalışıyorlar. Yol oldukça uzun. Neyse ki ben, bizim arkadaşlar usta sayıldığımız için , su taşımaktan kurtulmuş bulunuyoruz. Yemekten sonra köy çeşmesinin yanına gittik. Bir grup öğrenciyle Namık Öğretmen çalışıyordu, “Kolay gelsin! ”deyip biz de küreklere sarıldık. Namık Öğretmen çok memnun kaldı. Paydosa dek onlarla birlikte olduk. Çeşme suyunun birazı az ileriye alınıp ayrı bir bölüm oluşturulacakmış. Köylüler, özellikle de kadınlar sularını buradan alacakmış. Bayrak töreni sorununu arkadaşlar da konu etti. Uzun süreden beri bayrak törenlerinde görevli olduğum için şimdiki durumumu oldukça yadırgıyorum. . . Müzik öğretmeni, “Bayrak , gün batarken yavaş yavaş indirilir, çekerken hızlı çekilir , gibi bir şeyler söyledi. Bu söze gülenler oldu. “Sanki biz ilk kez bayrak indiriyormuşuz gibi, sözler fısıldandı. Hamdi Bağ Öğretmenin Lüleburgaz’da bir Üsteğmene verdiği tören dersini anımsadık. Müzik öğretmenimize birileri bunu anlatmalı. İstiklal Marşı birinci kez güzel söylenemedi. Öğretmen haklı olarak tekrarlattı. Gene beğenmedi ama “Hafta içinde tekrarlayıp düzelteceğiz! ”diyerek rahatı verdi. Yemekten sonra ilk hevesle çadırımıza döndük. Gemici fenerleri asılmış; ışık olarak gene gemici fenerlerine kaldık. Yatak sıralamamız bir rastlantı değil, numaralarımızın bir atlayarak arka arkaya gelmesinden dolayı Orhan’la burada da yan yanayız; Orhan çadır kapısı ağzında, ben ondan bir somya içerdeyim. Kepirtepe’de de öyleydik. Kapıya yakın olduğu için giren çıkandan rahatsız olmakla birlikte, kendimiz rahat girip çıkacağımız için hoşnuduz. Çadırımızın okul bahçesinde oluşundan hoşnut olmayanlar da var:

-Yakın olduğu için öğretmenlerin sık kontrol edeceğinden yakınıyorlar. Kimileri de kızlara yakın olduğu için çok mutlular. Mutluların başında(Şakadan) genellikle Mustafa Saatçı, birisini yakından görecekmiş. Kendisi böyle söyleyince Başta İdris Destan “İmam doğru söylemiyor, o birini değil hepsini dikiz etmek sevdasında! ”deyince “Ayıp, imamlar öyle şey yapmaz! ” sesleri yükseldi. Mehmet Yücel, imamların da insan olduğunu, her insanın yaptığını onlarında yapacağını öne sürünce, sevineceği yerde Mustafa Saatçı sinirlendi. Mehmet Yücel’e “Bakıyorum da İskelet hep benim aleyhimde konuşuyor, ağzımı arıyor! ”dedi. Kapıya yakın yatanlar “Gelen var! ”işmarı yapınca sessizlik oldu. Sessizlik benim işime yaradı. Röslein Röslein Röslein rot, Röslein mein ist Königin! (Almanca olarak benim kalbimde diyemedim, üzgünüm, auf der –kalbim-olmadı…Mein Gemüt, Mein Herz. Auf der mein Gemüt-Auf der mein Herz… Auf der mein Herzkrankheit! Sevgiden söz ederken kalp hastası oldum galiba……. .

 

18 Mayıs 1941 Pazar…

 

Çadıra alışmış durumdayız. Zil mil çalmaya gerek yok; ilk uyananla ikinci uyanan fısıldaşınca uyanmamak olası değil. Kimi arkadaşlar buna yeni bir de uyarıcı söz ekledi, “Kalkın ayıptır, kızlar bile kalkmış! ”Mustafa Saatçı başta olmak üzere bir çok arkadaş “Sahi mi? diyerek konuşmaya başlayınca uyanmayan kalmıyor. Oysa kızların falan kalktığı yok. Kalksalar bile zaten onlar hemen dışarıya çıkmıyor. Arkadaşların ilgisi de gerçekten kız ilgisi değil hep bir birine takılmak için. En çok numaracı da Mustafa Saatçı. SS falan diyor ama gerçekte duygusal bir bağı yok. Olsa sanırım başka türlü davranır. Kıza zaman zaman ileri geri söz edenler var, Mustafa’nın umurunda bile olmuyor. Onun gibi sahiplenmediğim halde Gül için bir şey söylenince sinirlerim bozuluyor, kendimi zor tuttuğum oluyor. Kahvaltıda masamıza Selçuk Korol Öğretmen geldi. Gülerek bize, “Çocuklar buna da alışmış durumdayız, işte bir ayımızı tamamladık. Hasanoğlan’a da alıştık, Hasanoğlan da bize alıştı ya da alışacak. Biz geçiciyiz onlar kalıcı. Yaptıklarımız onların olacağına göre onlar bize alıştıklarından başka gittiğimizde bir gün gelecek bizleri anacaklar bile! ”dedikten sonra kendi özel yöntemlerini uygulayarak bizlere takıldı. Halil Basutçu’ya “Halil, gözün aydın, yapıcılığı seviyordun, işte sana çalışabildiğin kadar inşaat, ustalığını geliştirebildiğin kadar geliştir! ”dedi. Öğretmenin bu sözüne en çok ben güldüm. Öğretmen gülüşümü anlamlı bulmuş olacak, sordu. Ben de çekinmeden söyledim: ”Arkadaş sizin de söylediğiniz gibi daha önce inşaatı az olan yerlerde işi ilerletmiş hepimizden öne geçmişti. Onunla yarışa girenler ya da girmesi gerekenlerin asıl şimdi geniş iş yerlerinde kıpırdamasını istemek varken arkadaşın daha ileriye gitmesini önermenizi taraf tutma gibi düşündüm! ”Öğretmen bana “Haklısın, öğretmenler, çalışarak bir yönde dikkat çekmiş öğrencilerin tarafını daima tutarlar. Bunu da o ilerleyen öğrenci için bir hak, kendileri için de bir görev sayarlar! Yarın sizler de öğretmen olacaksınız, aynı duyguları siz de yaşayacaksınız! ”Bu kez bana, ”Hadi sana kayırma mayırma yapmadan bir soru:

-Kepirtepe’de Istrancalara, özellikle Maya dağına bakıp yağmur yağacak-yağmayacak diyordun. Gel şimdi burada da gözetle yağmur hangi dağdan gelecek, hangisinden gelmeyecek? Bunu tez günde gözetle bizi bilgilendir. Ancak bunun için önce dağların adlarını öğrenmeli, bunu da çevredeki insanlardan sorarak öğreneceksin! ”Öğretmen sözünü kesince ben, ”Öğretmenim bunu insanalara sormaya gerek görmüyorum, nasıl olsa siz tarih dersinde bunları bize anlatacaksınız. Ayrıca coğrafya derslerimize de öğretmen gelecektir. ! ”dedim öğretmen sözümü keserek, “Size söylenmiş olması gerekir, bu kez ben sizin tarih derslerinize değil Tabiat Bilgisi derslerinize gireceğim. Tarih-coğrafya derslerinize Reşat Tekinay Öğretmen girecek! ”dedi. Bu habere üzüldüğümüzü söyledik. Öğretmen, “Bir ay sonra genel inşaat başlayacağı için, bu ders süreci çok kısa olacak; biz de dersten çok, çevreyi tanıyacağız, örneğin Lalabel tepelerindeki kekikleri, derelerdeki söğütleri, bağlardaki meyveleri ancak tanıyacağız! ”dedi. Ne düşündüyse düşündü, bu değişikliğin asıl nedenini anlattı. Öğretmenler Kapirtepe’den ayrıldığı için aylıklarını bundan böyle Ankara’dan alacakmış. Aylıkları nedeniyle yapılan atamalarda bu kez ders adları da yazılmış. Tarih –Coğrafya öğretmeni Reşat Tekinay denmiş. İşte bu adlandırma nedeniyle böyle bir ders değişiklik yapılmış. Süreç kısalığı nedeniyle de düzeltilme işlemine geçilmemiş. Öğretmen rahat olarak anlattı ama çoğumuz bundan üzüntü duydu. Özellikle ben, tarih dersine başka bir öğretmenin gelmesini hiç istemiyordum. Sanırım çok sevdiğim tarih dersini bir süre bırakacağım. Müzik olayına üzülürken şimdi bir de tarih çıktı…. . Müzik olayı dediğim aslında bir olay falan değil, bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanan bir durum: Otuz kadar öğrenci numarası yazılarak yeni müzik öğretmenine verilmiş. . Öğretmen bu numaraları pazartesi günü topladı, sıra ile ellerine mandolin verdi, çaldırdı, baktı, işaretler koydu geçti. 15 mandolin varmış. Otuz öğrencinin on beşi seçilip mandolin çalışacakmış. Kim söylemişse benimle birlikte 2. sınıflardan daha dört öğrenci de ayrı yazmış. Mandolin denemesi yapılan öğrencilerden sonra bize de mandolin çaldırdı. . Benim önüme nota koydu. Nota okumamı beğendi, beni ayırdı. Öteki öğrencileri de denedikten sonra öğretmen bizim beşimize keman vereceğini söyledi. Kemana ayrılan biri zaten çoktandır çalışıyordu. Bize verilecek kemanlar yakında gelecekmiş. “Kemanlar gelir gelmez sizinle çalışmaya başlayacağız! ” dedikten sonra öğretmen bizi serbest bıraktı. Mandoline ayrılan 15 kişiye mandolinler verildi, çalışmalar da başladı. Biz, bir haftadır bekliyoruz henüz keman falan gelmedi. Mandolinciler öğle yemeklerinden sonra bir saat kadar çalışıyorlar. Pazar günleri bu zaman biraz uzatılacakmış. Mandolin sesleri çoğalınca arkadaşların bir bölümü daha heveslendi. Çocuklardan alıp alıp bir köşeye çekiliyorlar. Mandolin çalışmaları bizim çadırın bitişiğinde yapıldığından çalışma sonlarında mandolinlerin çoğu oraya bırakılıyor. Selçuk Öğretmen bize iyimser olmamızı öğütleyerek ayrıldı. Kahvaltıdan sonra bir grup tren yoluna dek yürüdük, doğru bir yol yok, kağnı izlerinin oluşturduğu iki kum çizgisine yol diyorlar. Tren yolundan dönerken köyün arkasına kalan taraftaki dağlara baktık, konuştuk. Köyün arkasında köye doğru yıkılır gibi yaklaşan bir dağ var. Onun ilerisinden ayrılmış gibi batıya giden daha yüksek sıra dağlar uzayıp gidiyor. Sıra dağların eteklerinden, tren yolu boyunca uzayıp giden dereye inen derecikler yeşil çizgiler oluşturuyor. Bu dereciklerin aralarında da dağlara doğru uzanan gene alçaktan yükseğe doğru sıralanmış sıra tepeler görülüyor. Bunların hep adı varsa onlarca tepe adı öğreneceğiz. Yolda köylülerle karşılaştık. Bize kasket çıkararak selam verdiler. Ben hemen dağların adlarını sordum. İçlerinden biri azıcık uzakta duran arkadaşına, “Sen bilirsin söyle! ”dedi. O da “Vallahi, ben de tam doğrusunu bilemiyorum, şu, köyün arkasına düşen İdris Dağıdır. Onun ardından batıya gidenlerin hepsi birden Hasan Dağları. Şu aradaki uzun düzlük gibi olan yer de Kız kayasıdır. Ötekilerin hepsine biz, dağ diyoruz. Bildiğim bu kadar! ”Çok teşekkür ettik, “Bize de şimilik bu kadarı yeter! ”dedik ayrıldık. İdris Destan arkadaşın duyunca başı ağrıyacak:

-, Hemen İdris’in dağı varmış demeye başladılar. Şakalaşarak yürüyoruz, güneş aydınlığıyla çevre yapyakın gibi görünüyor. Lalabel hemen orada gibi, oysa 4 km. Neredeyse Lüleburgaz-Kepirtepe arası kadar. Köyün, tren yolu tarafından görüntüsü de ilginç, dağın yamacına yapıştırılmış gibi. Köy, güneş batışından bir süre sonra, önce mor bir renk alıyor, giderek koyulaşıp kararıyor. Sonra sonra da sanki dağın altına girmiş gibi kaybolup gidiyor. Akşam yemeklerini gündüz ışığında yediğimiz için şimdilerde ışıkla bir sorunumuz yok. Daha sonra nöbetçiler belli yerlere lüks lambalarını yakıp koyuyorlar. Bunlardan bir tanesi de bizim çadırın az ilerisindeki okul binasının girişinde. Lüks ışığı bizim çadır önüne dek geliyor. Arkadaşlar yol boyunca bunu şaka konusu yaptı: Çadırın önü ışıklı olduğu için kızlar bizim çadıra gelemeyecekmiş. Buna üzülüyorlarmış. Bu saçmalıklara şaka da olsa hiç katlanamıyorum:

-Bunu söyleyen, gerçekte kendisi kızların oraya girmeyi düşlüyor ama, düşünmüyor ki o, kızlara daha “Günaydın! ” bile diyemiyor, onlar da onun gibilerine günaydın demeye niyetleri yok! dedim. Yakup Tanrıkulu benim sözümden alındı. “Şaka olarak da mı söz etmeyeceğiz onlardan! ”dedi. Soruyu yanıtlamadım. Arif Kalkan gömleğimden çekti, bunu “Sus! ”olarak algıladım. Bir süre susuldu. Köylülerin “Ankara Yolu! ” dediği yerden köye döndük. Ali Yılmaz Öğretmenin evi önünden geçtik. Müzik Öğretmeni de buralarda otuyormuş. “Ali Yılmaz Öğretmenin penceresi yola bakıyor, bizi görebilir! ”dedim. Arkadaşlar, “Görse ne olur, tatildeyiz! ”dediler. “Görse bir şey demez ama kesinlikle takılacak bir söz söyler. ! ”dedim. Çeşme önüne indik. “Burası köy çeşmesi! ”dedim. Arkadaşlar, köylülerin dediklerini sıraladılar kaynak, pınar, hamam, yunak gibi adları varmış. Arkadaşların yemeğe geldiğini görünce biz de onlara katıldık. Gezimizin ilk etkisi-tepkisi İdris’in dağı oldu. Arkadaşların çoğu bunu biliyormuş. Daha geldiğimiz günlerde takılmalar olmuş, sonradan bırakılmış. İdris bu kez “Şimdi bu neden ortaya getirildi? diye sorunca konuyu bilmeden kurcalayan ben olduğum için olayı İdris’e anlattım. “Orada koskoca bir dağ varken, biz de çevreyi araştırırken, bu dağın adını anmamamız beklenemez. Nitekim az ileride de Hasan dağları bulunuyor. Hasan Üner de onları, Kız kayasını da kızlar konuşturmazsa coğrafya dersimiz tadsız olacak! ”dedim. İdris azıcık yüksündü ama, gene de “Ben, konuşulmasın! ”demiyorum, adım söylenerek sanki benim dağımmış gibi ikide bir üstüme gelinmesin! ”

Nahide Akalın Öğretmenin ablası Nafıa Akalın Öğretmen de burada, o da buraya atanmış. Kepirtepe’ye sık sık başka yerden geliyordu. Müzik öğretmenimiz onların yanında öğrenci gibi. Müzik Öğretmen Okulunu yeni bitirmiş. İçimden, “Benim yaşımda, belki de küçük bile. Derslerde bu konuşulursa sanırım ikimiz de üzüleceğiz. ”O kendi yaşında bir öğrencisi olsun istemiyordur. herhalde! “ Ben, benim yaşımda bir öğretmenim olmasından kesinlikle hoşlanmam…

Yemekten sonra, yan tarafta mandolin çalışması yapılacak; ne yapılıyor yakından görmek için okuma ya da dinlenme tarafında oturdum. Ancak orada da oturup bakma yerine bir kitap açıp okumak gereğini duydum. Kitabım yok. Çantamda kitap var ama, gündüz yatak çadırımıza giremiyoruz. 2. sınıflardan 4 Mehmet Aygün’ün hemşerisi Numan Bayazıt okuma kitabını verdi. Kitabı karıştırırken daha önce okuduğumuz bir şiiri anımsadım.

 

O Geliyor…

 

Yıl 1919, Mayısın on dokuzu.

Yer yüzüne can veren,

Cana heyecan veren

Kızaran ufuklardan kaldırıyor başını

Ay yüzlü Oğan güneş!

Takanın burnu nasıl yırtar denizi?

Siz de bir an da öyle yırtınız uykunuzu

Uyanın Samsunlular!

Kurutacak gözlerde umutsuzluk yaşını

Al yüzlü Oğan güneş!

Bugün Çaltı Burnu’ndan gülerek doğan güneş!

 

Yıl 1919-Mayısın on dokuzu

Uyanın Samsunlular!

Uyumak ölüme eş,

Diriltin ruhunuzu

Ufukta bir gemi var

Fakat bu gemi niçin böyle yavaş geliyor?

Acaba yolu mu az, yoksa yükü mü ağır?

Bu gemi umut yüklü, inan yüklü, hız yüklü;

İçinde bu yurdun derdiyle yanan bağır,

Kurulacak yarını düşünen baş geliyor. .

Bir baş ki, gökler gibi, bir küme yıldız yüklü!

Bu gemi onun için böyle yavaş geliyor.

 

Yıl 1919-Mayısın on dokuzu.

Ufukta duran gemi git gide yaklaşıyor.

Sanki harlı bir ateş, yakıyor ruhumuzu.

Beklemek üzüntüsü her gönülden taşıyor.

Üzülmemek elde mi?

Hız yüklü, inan yüklü, umut yüklü bu gemi!

O umut yaklaştıkça ruhlara sıcak sıcak

O hız doldukça damarlara kan gimi

Gizli gizli inleren her yürek canlanacak,

Ateşler püskürecek, uyanan volkan gibi!

Gittikçe büyükleşen

Gölgene dikilmekten, karardı gözlerimiz.

Koş, atıl gemi, sana engel olmasın deniz!

Ak saçlı dalgaları birer birer kes de gel!

Kuşlar gibi uç da gel, rüzgar gibi es de gel!

 

Celal Sahir Erozan…

 

Yarın 19 Mayıs. Okullarda törenler yapılacak. Sözde biz de yapacaktık! Oysa burada kimsenin aklına bile gelmedi. Kuşkusuz öğretmenlerin gelmiştir ama neyi nasıl yapacaklar? Yatacak birer yatak bulmuş durumdayız, öğünler gelince karnımızı doyuruyoruz ama ne yediğimizi kimse sormuyor. Ekmek getirmek büyük bir sorunmuş, kurutulmuş yufka, ayran, çorba. Çorbalar da tam çorba! Sanırım bu durum, daha doğrusu biz öğrencilerin bu durumu öğretmenleri çok üzüyor. İki de bir: “ Yakın zamanda düzelecek! ” sözleri bunu anlatıyor. Bir yokluktan söz açılınca öğretmenler “Düzelecek, düzelecek, yakında her şey düzelecek! ”diyorlar. Bu her şeyin içinde belli ki ekmek işi de bulunmaktadır. Yemeklerden Kepirtepe’de de yakınıyorduk. Ancak oradaki yakınmalar, yemeklerin çeşitlerindendi. Örneğin mercimek çok sık verilmeye başlanmıştı. Burada mercimek verilmesine değil mercimeğin yenecek yemek olmasının özlemini çekiyoruz. Kap kacak denilen tencere tava, çatal, bıçak, kaşık, bardak türü araçlar nasıl temizleniyor, nasıl kurulanıyor? Bunlar, köylü teyzelere insafına kalmış. Edirne-Karaağaç’taki Okula ilk girdiğimde mutfakta beyaz gömlekli doktoru görünce merak edip sormuştum: ”Doktor mutfağa her gün neden giriyor? Çünkü adamın yemek için girdiği düşüncesini taşıyordum. Aşçı başı, “Doktor yemeklerinizi kontrol ediyor! ” deyince şaşırmış: “Yemeğin nesi kontrol edilir ki? ”diye de bir süre kendi kendime sormuştum. Sonraki zamanlarda mutfakta doktor görmedim. Bu kez öğretmenler girip çıkıyordu. Özellikle Ömer Uzgil Öğretmen çok ilgileniyordu. O gitti, sanırım bu iş de bitti. Sonraki zamanların yemeklerini kimse kontrol etmedi ya da kontrola gerek görmedi…. Kepirtepe’de zafiyeti olanlar vardı, pirzoladan, böbrekten, beyinden söz ediyorlardı. Onların burada susmuş olması, ilgimi çekti. Umutlarını mı kestiler yoksa Hasanoğlan köyünün havası mı iyi geldi? Burada salt yemekler değil yapılan çalışmaların da değiştiğinin ayırdındayım. Buradaki iş düzeni özellikle birilerinin işine yaradı: Şimdilerde arkadaşlarımızın bir bölümünün ne iş yaptığı pek belli olmuyor, gruplar sık sık değişiyor. Örneğin yapı işlerinde nöbetleşe bir iş güdümü var. Bizim marangozlarda gene eski düzen, belli işe başlayanlar o işi bitiriyor. Bizim on kişilik grubumuz, okul bahçesine 500 kişilik bir gölgelik ya da yağmurluk yaptık. Oturaklarından kapılarına dek tüm yapım bizim grubun. Altına girip bakınca hangi arkadaşın nerede emeği var, hep biliyoruz. Buna karşın çadır kurma grubu oluşturuldu; bunlar da çalışıyor. Çadır kurmak kuşkusuz bir iş ama sürekli bu işlere ayrılma isteğinin altında kaytarma niyeti var gibi geliyor bana. Kepirtepe’de çalışma günleri gelince homurdanan kimi arkadaşlar burada sustular. Bu arkadaşların terleyesi bir iş yaptığına inanmıyorum. Köy çeşmenin bir yanına duvar örülürken gördüm, küçük sınıftaki çocuklar taş duvar örerken bizim sınıftan arkadaşlar taş taşıdılar, harç yaptılar. Paydostaki konuşmalarını dinledim, Küçük sınıfların öğrenmelerini istiyorlarmış. Halil Basutçu bunu duyunca güldü:

-Fedakar insanlar, başkalarına yardım için sanat öğrenme olan haklarını bile feda ediyorlar(! )”Peki bunlar ilerde iş başlarına düşünce ne yapacaklar? Halil onu da düşünmüş: ”Yaparlar mı yapamazlar mı, bilemiyorum ama onlar galiba ilerde de bu işleri başkasına yaptıracaklarını kuruyorlar. Örneğin komşu köydeki arkadaşlarını çağırıp yaptırırlar! ” Ya böyle birini bulamazlarsa? “O zaman da yapmazlar. Şimdilerde nasıl on kez öğretmen uyarmasına kulak asmayıp tahta başında on kez boyunları eğik duruyorlarsa o zaman da aynı numaralarını yapıp sıralarını savarlar! ”Yatma saatinde bizim çadırın kapakları açıldı. . İlk girenlerden biri ben oldum. Eskiden olduğu gibi uyuyamadım. Arkadaşların çok değişik konularda sözleri arasında “Yarın ayın kaçıydı? ”diye sordum. Sami Akıncı, sanırım rastlantı olarak, ”Mayısın 19’u dedi. Arkasından ben “Uyanın Samsunlular, uyumak ölüme eş, al yüzlü Oğan güneş! ” derdemez bir çok arkadaş şiiri, anımsadığı yerden okumaya başladı. Besbelli şiirin tamamı okundu ama neresi nereden başlandı, nerede bitti, belli olmadan karmakarışık okundu gitti. İsmet, herkesi susmaya çağırdı, “Susalım da şiiri birimiz okusun! ”dedi. ”İçimizde şiir yazan arkadaş var o okusun! ”diyerek Mehmet Başaran’a kulak kesildik. . Mehmet Başaran önce sustu, bir süre beklendikten sonra, okuyamayacağını bildirdi, bir süre başkası arandı. Okuyan çıkmayınca üzüldüğünü belirtenler oldu. Halil Basutçu ise, “Koskoca 19 Mayıs bayramını anmadan günü geçireceklere, onun için yazılan şiiri unutursa bu çok mu görülür? diye sordu. Soruya yanıt beklerken tanıdık bir ses “Uyuyalım arkadaşlar, burada sabahlar erken oluyor, horozlar ötmeye hazırlanıyorlar! ”dedi. Hidayet Gülen Öğretmenin gelişini duymamıştık ama gidişini duyduk. Ayak sesleri bahçe kapısından uzaklaştı. Mustafa Saatçı “Üzülmeyin arkadaşlar, vakitsiz ötecek o horozları yarın yakalayıp size yedireceğim! ”. Bir iki hık, mık, tıst, pıst oldu. Derin bir sessizlikten sonra nasıl olduysa arkadaşların birden kalkıp koştuklarını gördüm. Hiç kimse konuşmuyor, birilerinin ardından koşuyordu. Ben de kalkıp koşmak istedim ama bir türlü kalkamadım. Arkadaşlar tüm eşyalarını almış. Önce akordiyonu arıyorum, yok! “Korktuğum başıma geldi! ”deyip kendimi bırakıyorum, üzüntüm sonsuz. Bu sıra gözlerim açıldı. Yatar yatmaz rüya gördüğümü anladım, sevinerek gene gözlerimi yumdum.

 

25 Mayıs 1941 Pazar. .

 

Bu üçüncü pazarımı yazıyorum, Bundan sonra öteki günlerde de yazabileceğim. . Devam ederse kültür derslerimiz haziran sonuna dek kesilmeyecekmiş. Geçen pazartesi günü, gerçekten kimse 19 Mayıs Bayram’ından söz etmedi. Üstelik o gün akşam üstü tüm öğrenciler okul önünde toplandık. Mustafa Güneri Öğretmeni biz Okul Müdür vekili sanıyorduk. Meğer Müdür Vekili bizim Hüsnü Baykoca öğretmenmiş. Buraya geleli beri pek ortalıkta görünmüyordu. Sessiz, sakin bizim tüm işlerimizi o yürütüyormuş. Mustafa Güneri Öğretmenle işbölümü yapmışlar, biri yemek, yatak işlerini öteki de yapı işlerini yürütüyormuş. Bugün bizi toplayınca Hüsnü Baykoca Öğretmen bunları anlattı. Sonra da birden, ”Artık tüm okul sorumluluklarını “Yeni Müdürümüz yüklenmiş bulunmaktadır! ”dedi, az ilerisinde duran yabancıyı kendi çıkmış olduğu yükselti üstüne çekti. Kendisi gibi kısa boylu, saçları onunkiler gibi seyrekleşmiş olarak alnına dökülmüş, biraz daha genç görünen bir kişi gülümseyerek konuşmaya başladı. Önce adını söyledi:

-Mehmet Tuğrul. Kastamonu-Gölköy Köy Enstitüsü’nden geliyormuş. Oranın öğrencilerini bir güzel övdü. Oradan ayrıldığına da çok üzüldüğünü sözlerine ekledi. Arkadaşlardan birileri hemen kendi ararlarında fısıldayarak yanıt verdi:

-Çok seviyorsan oradan ayrılmasaydın, seni buraya çağıran mı oldu? Önümüzdeki süreçte birlikte çalışacağımızdan söz etti, çalışanları çok sevdiğini belirti. Daha başka bir çok olay hakkında bilgi verdikten sonra bize”Eski Müdürünüzü seviyor muydunuz? ”diye sordu. Sessizce dinleyen arkadaşlar birden gürlercesine “Çok seviyorduk, şimdi de çok seviyoruz! ”diye bağırdılar. Bunun üzerine konuşan kişi , bize göre çok yersiz bir bakıma da anlamsız olarak:

-İyi bir çoban olsaydı, sürüsünün başında olurdu! deyiverdi. Bu sözü söylerken gülümsedi de. Ancak gülümsemesi kısa sürdü, söz birliği etmişçe özellikle 2. sınıflar birden “Biz sürü değiliz, müdürümüz de çoban değildir. Bu sözleri iade ediyoruz, başımıza da kendi müdürümüzün gelmesini istiyoruz! ”diye bağırdılar. Hüsnü Baykoca Öğretmen, söz aldı Bir şeyi yanlış anladınız! ”diye söze başlayınca ona da, “Biz doğru anladık, siz yanılıyorsunuz, o bizi sürü yaptı, müdürümüze de çoban! ”dedi, bunun neresi yanlış? diye bağırmalar oldu. Mustafa Güneri bizim yanımıza, Namık Ergin, Hidayet Gülen öğretmenler 2. sınıfların arasına, Nahide Akalın Öğretmenle ablası kızların yanına gitti. Konuşmadılar ama bakışlarıyla susulmasını söyler gibiydiler. Müdür olduğu söylenen kişi sil yeni baştan kendini anlatarak sözü gene Kastamonu-Gölköy’e getirdi. Önden bir öğrenci:

-Siz bunları anlattınız, izin verin de biz de Kepirtepe’de neler bıraktığımızı anlatalım! dedi. Kişi bu kez, “Sizi her zaman dinlemeye hazırım, bundan böyle birlikte çalışacağız, yaptıklarımızı konuşa konuşa değerlendireceğiz! “Bu kez bir başka öğrenci, Siz gene kendi yaptıklarını anlatmaktan söz ediyorsunuz, Bizim yaptıklarımızı ancak bizim müdürümüz anlatabilir biz onu istiyoruz. ! ”Bu kez de, ”Haklısınız müdürünüzü en kısa zamanda buraya davet edeceğim! ”deyince daha kalabalık bir gruptan sözcüklerin anlaşılamadığı uğultulu sesler yükseldi. Mustafa Güneri Öğretmen yanlarına giderek bir şeyler söyledi. Yeni Müdür yükseltiden indi. Bu kez Hüsnü Baykoca öğrencilere iyi, akşamlar dileyerek toplantının bittiğini söyledi. Yerimizi tam olarak terk etmeden fısıltılar yayıldı, “Çoban Mehmet! ”Olaya bizim sınıf katılmadı gibi, tepkileri benimsedik ama ilk çıkışlar bizden değildi. Bizden kimse yüksek sesle bağırmadı ama kesinlikle Çoban Mehmetyakıştırması bizdendi. Bu ad o denli benimsendi ki, bir gün sonra Ali Yılmaz Öğretmen gülerek “Siz yok musunuz siz, insanı çileden çıkarırsınız! ”dedi. Salı günü kendi aramızda, akşamı yatınca yataklarda hep bu olay konuşuldu. Söylenenleri dinledim. Çoban Mehmet’in söylediklerinden birisi bana çok ilginç geldi. Köy Enstitüleri’nin kuruluş nedenlerini anlatırken köylü-kentli anlaşmazlığından söz etti. Bu iki kesim bir birine o denli düşmanca bakıyormuş ki, örneğin onun memleketi olan Denizli’nin Çal ilçesinde köylüler, “Çallının eşek bağladığı ağacı kesin! ”derlermiş. Açıklamasını da yaptı:

-Çallı (Çal halkı, yani kasabalılar) öyle kötü insandır ki, onun kötülüğü eşeğinden de geçer hatta eşeğinin ipinden bile köylüye bela bulaşırmış. Onun için Çallının eşek bağladığı ağaç yok edilmeliymiş. Böyle bir sözü ilk kez duyduk. Özellikle ben bu söze çok şaştım, ailemim yarısı Kırklareli içinde oturuyor. Babamın ( Öz kardeşi) büyüğü Müderris Ahmet Amcam, 80 yaşının 70’ini Edirne-İstanbul’da geçirmiş, kalanını Kırklareli’de sürdürüyor. Lüleburgaz’da, Babaeski’de oturan amcalarım var, bunlar sık sık bizim köye geliyorlar. Ağaçlara eşek bağlamıyorlar ama, Atla geliyorlar, Şoför amcam otomobili ile geliyor. Bisikletle gelen bile oluyor. Onları getiren araçlardan şimdiye dek köyde hiç kimse bir zarar görmedi….

Yemekten sonra konumuz gene Çoban Mehmet oldu. Çoban Mehmet gerçekte ünlü bir pehlivan. Mehmet Yücel, Çoban Mehmet Adını beğenmedi. “Adamın pehlivana benzer bir tarafı yok! Suratı yassı, burnu sivri, ensesi kısa, kalın; boyu çok kısa, böyle pehlivan olmaz! ”dedi. . Kepirtepe’de iken okuduğumuz yazıyı anımsattım. Kastamonu-Gölköy’de inek çokmuş, kızlar sütleri sağarmış! “İşte sütleri içenlerden birisi de budur! ”diye gülüşmeler oldu.

Salı günü kanepeleri bitirince Ali Yılmaz Öğretmen Köy çeşmesinin az ilerisine ek çamaşırlık yapmak üzere bizi götürdü. Kağnılarla büyük kavak kütükleri geldi. Biz onları indirirken Mustafa Güneri Öğretmenler gezen Yeni Müdür, bizim yanımıza uğradı. Ben tam o sıra kalın bir kavağı sürüklüyordum. Kavağı oldukça zor sürüdüm. Zorlandığımı gören Müdür Bey, geldi, benimle ilgilendi, adımı, sınıfımı sordu. Ali Yılmaz Öğretmen de beni , doğrusu beklemediğim güzel sözlerle övdü. Onlar ayrıldılar. Arkadaşlar, Çoban Mehmet seni beğendi diye tutturdular. Yarı şaka yarı ciddi, bu takılma akşama dek uzadı. Çarşamba günü de ek çamaşırlıkta çalıştık. Ancak bugün benim belimde bir incinme oldu, belimi doğrultmakta zorluk çekiyorum. Ali Yılmaz Öğretmenden sonra Namık Ergin Öğretmen daha sonra da Mustafa Güneri Öğretmen benimle ilgilendi, “Kavak ağacını kaldırırken olduğu kesin! ”diyen Ali Yılmaz Öğretmenin sözü önemsenmiş, nöbetçi geldi, beni Müdür Beyin çağırdığını söyledi. Yönetim yeri olarak bizim hazırladığımız eski Köy Odasına gittim. Müdür Bey beni görünce çok üzüldüğünü söyledi, “Dün seni görünce uyarmak istedim, güçlüsün ama ağırlıklar da hem duyarsızdır hem de çok güçlüdürler. Aman delikanlı, dikkat et, geçmiş olsun! . Git şimdi, yatağında sırt üstü yat, iki gün dinlen! ”dedi, Ayrılırken yanındakilere günleri sordu, ”Çarşamba! ”dediler, arkamdan bağırdı, tam üç gün dinleneceksin, cumartesi günü birlikte çalışacağız! ”diye ekledi. Ayağa kalkarken zorlanıyorum, kalkınca hiçbir ağrı duymuyorum, rahatça yürüyorum. Hiçbir şey yokken birden bir uyanma başlıyor, belimde bir sancı geziyor gibi oluyor. O zaman kıvranıyorum. . Sonra sonra hiçbir şey kalmıyor. Namık Öğretmen özel olarak geldi, ilgilendi. Ona da aynı durumu anlattım. Kendisinin de geçirdiğini, üç gün değil, bir gün yat, hiçbir ağrın kalmayacak, adale yorgunluğunun verdiği bir geçici sızı! ”dedi. Namık Öğretmen bir kağıt yazdı, “Yatağında üç gün dinlenecek! ”Hasan Üner nöbetçiydi, gülerek beni karşıladı, kendi yatağını gösterdi, “Alt katta daha rahat edersin, akşam gene değişiriz! ”dedi. Nöbeti de bana bırakıp gitti. Hiç kıpırdamadan yattım. Akşam yemeğe gittim ama kendimde bir değişiklik olmuş gibi konuşmalara uzak durdum. Arkadaşlar Yeni Müdüre iyiden iyiye savaş açmış gibi…Oysa adamın bana davranışı çok olumlu. Bunu anlattım. “Sana maksatlı öyle yapmıştır, o adam çok kurnaz! ” diyenler oldu. Sustum. Perşembe günü nöbetçi 63 Hilmi Altınsoy, gün boyu Hilmi ile konuştuk. Öğleden sonra belimde ağrı sızı kalmadı, çıktım ek-banyo çalışmalarına baktım, arkadaşlar bitirmiş, başka bir işe başlamışlar. Yeni bir usta gelmiş, büyük bir ustaymış. Aslında ise profesörmüş. Macaristan’ı Almanya alınca memleketimize sığınmış. Eskişehir-Çifteleri o kurmuş, şimdi de burasını o kuracakmış. Bunları kendisi değil, Mustafa Güneri Öğretmen anlatmış. Perşembeyi daha iyi geçidim. Bu arada yeni bir haber yayılı. Yeni Müdür 2. sınıflardan bazı çocukları çağırıp sorular soruyormuş. Soruların çoğu onun konuşmasına kimler niçin karşı koymuş, ya da onları karşı olmaya kimler yönlendirmiş? Bu doğruysa bana verdiği izini de bu bağlamda düşünmeye başladım. “Acaba bana da soru mu gelecek? ”Onun konuşmasını tekrar anımsadım, öğretmenlerin öğütlerini onlarla yan yana koyup değerlendirdim. “Olmaz öyle şey, adam bana iyilik etti! . Bu onun görevi belki ama, pekala üç gün yerine bir gün de diyebilirdi! ” Üstümdeki kuruntuları attım. Cuma günü öğle çalışmalarında mandolincileri izledim. Öğretmen çok titiz. On beş kişinin hepsini her dakika sürekli dinliyor, yanlış düzeltiyor, akor yapıyor, öğrencilerin oturuşlarını düzeltiyor. Bizim sınıftan Sefer Tunca’da var, Seferin kamburunu yumruklarken gördüm, güldüm Sefer dimdik oturuyor, öğretmen biraz öne eğilmesini istiyor, olmalı. Öğretmeni uzaktan izledim. Sefer yaşında kız, Sefer'in dik oturuşunu düzeltmek için yumruk atıyor. Arif Kalkan da ciddi ciddi çalışıyor. İdris’e sevindim; geçen yıl ne iyi başlamıştı, bıraktı. Gene iyi, öğretmen beğeniyormuş. Bizim kemanlar bugün yarın gelecekmiş. Bel ağrısı dinlenmesi içinde çadır nöbetini de atlattım(Benim nöbetimi arkaya bırakmışlar)Üç yıldır bir gün bile revire gitmemiştim. Bundan böyle bunu diyemeyeceğim, bu üç gün bir revir olayı. Zaten Namık Öğretmen o gün demişti: “İbrahim, revirimiz olsaydı seni şimdi yatırırdık, senin değil hepimizin şanssızlığı bu:

-Bir revirimiz bile yok! Rahatsız olduğumu herkes duymuş, Cavit, Gülümser, Musa, Ali Ergin, Hasan Çetin, Mürsel İrfan, Haydar, Numan nöbetlerimden tanıdığım bir çok çocuk, geldi, “Geçmiş olsun! ”dedi. İçimden utandım, bu çocuklar da rahatsız oluyorlardır. Hiç birini anımsayıp bir geçmiş olsun demedim. İşin ilginci kafamda, böyle bir davranışta bulunmak gibi bir düşünce yok. Sınıf arkadaşlarımdan kaç kişi revirde yattı, bir ikisi dışında ötekilere böyle bir söz söylemeyi düşündüğümü sanmıyorum. Bahçe kapısından girerken beni bahçede görünce yanıma gelerek geçmiş olsun diyen kızlara ; Melahat’a, Feride’ye, Safinaz’a, Sakine’ye, Mukaddes’e yanındaki, daha adını bile öğrenemediğim arkadaşına )ne diyeceğimi bilemedim. Neyse ki onların ardından gelen Gül’le, yanındakilere, toparlanıp teşekkür ettim. İki grup aralarında konuşsalar, öncekiler kesinlikle benim için çok kaba, sonrakilerse pek nazik diyebilirler. Belki de kendileri arasında bilerek ayırım yaptığımı bile düşünebilirler. Oysa ne ayırımı? Düpedüz, yapacağını bilmemekten ileri gelen bir tavır! Bel ağrısı bir bakımdan işime de yaradı:

-Cumartesi günü işbaşı yapılacağı söylenince bir grup, “Cumartesi bizim tatil hakkımız! ”demiş. bunu duyan Yeni Müdür, hepimizi topladı, konuştu. Yeni Müdürün iyi konuşamadığı kanısına vardım. Çok güzel başlayıp sonunu o denli güzel bitirmiyor. Sözlerinde sevecen bir yan yok. Bizim müdürümüz Nejat İdil gibi inandırıcı değil. Sözlerinin içinde kendisi yok:

-Hep yaptırırım, yapmak zorundasınız gibi emredici, zorlayıcı durumda konuşuyor. “Siz isterseniz bunları değil daha iyisini, daha zorunu da yaparsınız” gibi güven verici, özendirici bir söz söylemiyor. Belki de biz onun kullandığı sözleri doğru anlamıyoruz. Upuzun konuşmasından sonra, herkesin işbaşı yapacağını umarak, konuşmasını bitirdi, gitti. O gitti ama, öğrenciler dağılmadı. Bir kaynaşma oldu, aralardan seler çıkmaya başladı, “Biz tutuklu değiliz, öğrenciyiz, cumartesi-pazar günleri bizi kimse çalışmaya zorlayamaz! ”Topluluk karıştı. Bizim sınıf gene ayrı kaldı ama, bizde de çocukları haklı bulduğunu söyleyenler oldu. Yakınımızdaki Namık Ergin Öğretmenin çevresinde toplandık. Namık Öğretmen, “Ben çalışıyorum, beni yalnız mı bırakacaksınız? ” diye sorunca hepimiz “Hayır! ”diye bağırdık. Namık Öğretmen, teşekkür etti. Az ileride oldukça sinirli, olayları sessizce izleyen Mustafa Güneri Öğretmenle konuştu. Bu kez Mustafa Güneri Öğretmen az önce Yeni Müdürün çıktığı yükseltiye çıkarak “Birkaç dakika da beni dinler misiniz? diye sordu. ”Dinleriz! ” sözünü duyunca teşekkür etti. Namık Öğretmenin 3. sınıflarla konuşmasını dinledim. Onlardaki anlayış, onlardaki öğretmene saygı, öğretmendeki kendine güven, yetiştirdiği öğrencilerine karşı gösterdiği şefkat beni cesaretlendirdi. Siz de onlardansınız, başka türlü olamazsınız. Öğretmeniniz sizinle de konuşsaydı kesinlikle inanıyorum, siz de onlar gibi davranacaktınız. Bu nedenle Namık Öğretmenden cesaret alarak sizinle konuşmaya karar verdim. Cumartesi-pazar günleri sizin tatiliniz bunun tersini düşünmek kimsenin aklından geçmez. Ancak insanların yaşamlarında kimi zorunlu dönemler vardır. Avrupa’da, Balkanlarda yaşayan yaşdaşlarınızı düşünün. ; hangisinin cumartesi-pazarı kalmıştır? . Bizim böyle acınası bir durumumuz yok. Ancak yeni bir yerleşim sürecindeyiz. Geç karar verilmiş, ön hazırlığı yapılmadan bir göç olmuştur. Bu karışık durumun biran önce önlenmesi için yoğun çalışarak en kısa sürede rahata kavuşmak istiyoruz. Hakkınız olan rahatı, hele hele kutsal hakkınız sayılan oyunlara kavuşmanız için kısa bir süreci yoğun çalışmalarla geçirip normal yaşamımıza geçmeyi planladık. Bu planımızda bir ya da iki hafta tatilimizi de kullanmak zorunluluğunu duyduk. Biz öğretmenleriniz olarak bu zorunluluğu göze aldık, Siz bir daha düşünün, bizi yalnız bırakmak istemiyorsanız, el ele verip başladığımız işleri bitirip, normal yaşamımıza bir an önce kavuşalım! ”Sizi yalnız bırakmayacağız! ”sesleri arasında öğretmenlerle öğrenciler işbaşı yaptı. Hem de hiçbir şey olmamış gibi herkes yarım kalan iş yerlerine dağıldılar…. Namık Ergin Öğretmenin olsun Mustafa Güneri Öğretmenin olsun sözlerinden kimse olumsuz bir sonuç çıkarmadı, çıkarmayı da aklından geçirmedi. . Öğlede , daha doğrusu bayrak töreninden sonra bazı öğrencilerin Müdür Odasına girip çıktığı söylenince görenlerde bir takım kuşkular uyanmış. Arkadaşlar, çağrılan öğrencilerle ilişki kurup yapılan konuşmaların dolaylı da olsa sabahki olayla bağlantılı olduğunu anlamışlar. Bizim grup bu gün okul bahçesinde çalıştı, kimselerle görüşmediği için yorumlardan uzak kalmış. Öğlede de fazla bir ilişki olmadan işbaşı yaptık. Söylentileri akşam paydosundan sonra duyduk. 2. sınıflar yarın işbaşı yapmayacakmış. Cavit Kafkas’a sordum, onun böyle bir karardan haberi yok. Benim tanıdığım çocuklardan yemekhane nöbetçisi olan, Rasim Dereli, Ali Kıpçak, Mehmet Özalp, Mehmet Aydemir’e sordum onlar da böyle bir karardan habersiz ama, bazı çocukların Müdür Odasına girip çıktığını gördüklerini söylediler. Bizim sınıftan da yeni başlayan Haftalık Nöbetçi Halil Basutçu, onu aradım, buldum. Müdür Bey, bazı çocuklara, sizi kim yönlendiriyor? gibilerde soru sorulmuş. Bu tüm çocuklara yayılmış. “Karar verilip verilmediğini bilmiyorum ama genel bir dikleşme var! ”dedi. Akşam yemeğinden sonra yer yer toplanmalar, konuşmalar bizin arkadaşlar arasında da oldu. Ancak ben, benim gibi düşünen çok arkadaş, Namık Öğretmene verilen sözümüzden dönemeyiz, biçiminde oldu. Azınlıkta kalan arkadaşlar da sonunda bize uyacaklarına söz verdiler. Yattıktan sonra bir süre daha bu durum tartışıldı. Ben İsmet’i uyardım, o da bana katılacağına söz verince rahatladım. uyudum…

 

1 Haziran 1941 Pazar

 

Halil Basutçu uyandırdı. Geçen gün okuduğum şiiri anımsamış: Uyanın Hasanoğlanlılar! ” dedi arkasından sordu “Hadi söyleyin bakalım, uyumak neye eş? ” İsmet yanıtını yapıştırdı, “Uyumak uyumaya eş, başka neye olacaktı? ”dedi. Gene de kalktı. “İşbaşı var mı? ”diye soran olunca büyük bir kalabalık birden, “Biz söz verdik çalışacağız! ”Hazırlandık. Kahvaltıdan sonra duyuruldu, Müdür Bey öğrencilerle konuşacakmış. bu nedenle bugün tatilmiş. Ben buna inanamadım, Namık Öğretmeni ararken Ali Yılmaz Öğretmenle karşılaştım, öğretmen gülerek, “Yeni Müdürümüz size bugün dinlenme verdi! ”dedi. Ne düşündüyse düşündü bana, akordiyonunu almayacak mısın? Bak yeni öğretmenin geldi, bizim komşumuz, çok iyi bir öğretmen, ondan yararlanmaya bak! ”Birden karar verdim, “Namık Öğretmenle konuşacağım, sonra gelip alırım! ”Namık Öğretmeni görmeye gerek kalmadı, Müdür Bey nöbetçi olarak Halil Basutçu’yu çağırmış, bugün işbaşı yapılmayacağını söylemiş. Dinlenme yeri olarak seçtiğimiz okul karşısındaki gölgelikte toplandık. 2. sınıflar Okul Müdürüne savaş açmış durumdaymış. Söz birliği etmişler soru sorulursa yanıt vermeyeceklermiş. “Cumartesi öğleden sonra ile pazar bizim dinlenme günlerimizdir, biz bu günlerde çalışamayız! ”Hava oldukça sıcak, biz değişik konularda tartışıp vakit geçirirken iki nöbetçi geldi bizim sınıftan on arkadaşın numarasını okudu. Baktım benim numaram da var. Şaşırdım. Toplanıp gittik. Kapıda az bekledikten sonra kapıdan Hüsnü Baykoca Öğretmen iki numara okudu 66—76 Benimle Arif Kalkan, çekine çekine içeri girdik. Hüsnü Baykoca beni görünce “Çeşmekollu hayrola ! ”dedi. Sustum. Müdür Bey bana baktı, “Geçmiş olsun, şimdi nasılsın? Çalışmaya hazır mısın? ”dedi. ”Sağolun, şimdi iyiyim, çalışmaya her zaman hazırım! ”dedim. Hüsnü Baykoca Öğretmen benim için tam duyamadım ama yüzündeki güleç bakışından anladım güzel sözler söyledi. Müdür Bey eliyle bana geç dedi. Arif’e sordu, “Çalışmana engel bir durumun var mı? ”dedi. Hüsnü Baykoca Öğretmen Arif için de olumlu sözler söyledi. Köylerimizi tanıdığını, teftişlerimizi yaptığını anlattı. Müdür Bey ikimize de bugün dinlenin yarın dinlenik olarak iş seferberliğine başlayacağız! ”dedi ardından seferberliğin anlamını bilip bilmediğimizi sordu. Hüsnü Baykoca Öğretmen cesaretle: “ Aaaa, bilmez olurlar mı? Onlar Rumeli çocuğu, savaşlar, seferberlikler onların ninnileridir! ”dedi. Müdür Bey, bu sözü yeterli görmedi, bana baktı. Seferberliği soru sorarak anlattım. Seferbrliğin sözlük anlamını mı soruyorsunuz yoksa tarihimize bu adla geçmiş dört yıl süren büyük olayı mı? Müdür Bey çok memnun olduğunu anlatan bir gülüşle “Tamam tamam! ”dedi sağ elini kaldırarak konuşmamı kestirdi, eliyle çıkmamızı işaret etti. Arifle biraz sevinerek biraz şaşkın dışarı çıktık. Arkadaşlar çevremizi sardı. Olayı olduğu gibi anlatıp oradan ayrılarak okula gittik Oradaki arkadaşlara durumu anlatınca bize inanmadılar. “Bu anlattıklarınız için sizi oraya neden çağırsınlar? ”Arif de ben de yemin ettik ama gene kuşkulu kaldılar. Arif’le çağırılışımı bir şans saydım, başka biri olsaydı arkadaşları inandırmakta güçlük çekecektim. Arif ağır başlı, sözünün eri bir arkadaş olarak bilinmektedir. Bu kez Arif’le Ali Yılmaz Öğretmenin evine gidip benim akordiyonu aldık. Ali Öğretmen köyde bir yere davetliymiş, biz gittiğimizde eşi ud çalıyordu. Geldiğimize çok sevindi. Bize çayla kendi yaptığı taze pide getirdi. Yeni Müzik öğretmenimizi çok sevmiş, biz bir süre övdü. Bu arada “Sakın ona göz koymayın, nişanlı, belki de yakın zamanda evlenecek! ”dedi. Biz konuşurken Ali Öğretmen geldi. Ali Öğretmen evinde çok değişik bir insan. İnanılmayacak kadar yumuşak, hanımıyla şakalaştı. Bizi gene çağırdı. Akordiyonu alıp ayrıldık. Abla akordiyonu tozlanmaması için bir renkli beze sarmış, Simli mimli bir değerli bez, o, ona Hacı bezi diyor, “Sonra getirirsin, şimdi kullan, yazıktır akordiyonuna! ”dedi. Hacı bezi deyince ben “Olmaz! ”deyip, diretmeye kalktım. Ali Öğretmen, “Hadi canım sende ne hacı bezi? Saman Pazarında sergicilerde dolu, ben gene alırım! ”dedi gülüştüler, ayrıldık. Arif yapıcılık bölümünde bu nedenle, Ali Öğretmeni pek tanımıyor. Onun atölyedeki konuşmalarını anlattım, şaştı. Bu adam, o dediğin gibi olur mu? Akordiyonu ranzanın altına, Hilmi’nin başı altına Hacı bezine sarıp koydum. . Ali Öğretmen bana bir zincirle asma kilit getirecek, açılmasını önlemek için kilitleyeceğim. Aslında nöbetçi olduğundan birilerinin karıştırması söz konusu değil. Bizim toplanma yerimiz okul bahçesindeki ara bölüm. Gündüz ara ara orada başka sınıflar da çalışma yapıyor. Bayrak töreni için gene bir birimizi izleyerek toplandık. Okul zilini onardılar ama yeterli değil salt okul bahçesi içindekileri uyarıyor. Çocuklar neşeli, bir haftadır uzayıp giden inatlaşma olmamış gibi. Müzik öğretmeni parmak uclarını topladı, yüzümüze doğru kaldırdı, işaretle başlattı. Çok karışık başlandı, durdurdu, Açıklama yaptı ama ikinci kez de aynı karışıklık oldu. Bu kez kestirmedi. Marş ikinci bölümde düzeldi. Daha doğrusu, öğretmen öğrencilere uydu. Yemeklerin hazır olduğu duyuruldu, gruplar oluşturarak yemeğe gittik. Bizim sınıfın yarısı, okul arkasındaki çadırda ders yapıyor. Yarın başlayacak hafta sabahları ders sırası bizim grupta. Akşamları okul bahçesinde olmamızın bir nedeni de burada ışık oluşu. Kızlar için okulun giriş kapısına lüks asılıyor. Lüksün ışığı oturduğumuz yeri iyice aydınlatıyor. Kitap okuyan arkadaşlarımız orasını mesken edindiler. Mustafa Saatçı çok kalın bir kitap aradığını söylüyor. Hiç bitmeyecek bir kitap. Böylece orada oturup SS’yi göz altında tutacakmış. Olmayacağını herkes bildiği halde bu söze dakikalarca gülüyorlar. Akordiyonu getirdiğimi gördüler. “Artık bol bol çalarsın! ” diyen oldu. Mustafa Saatçı buna karşı olduğunu söyledi. Nedeni çok önemliymiş:

-SS akordiyonu çok sevebilirmiş, sık sık gelirse, Mustafa onu kıskanırmış. Mustafa Saatçı şakaya getirip düşüncelerini söylüyor, güldürüyor falan ama sonunda kimse pek gocunmuyor. Oysa kimi sinsi kişiler var, düşüncelerini açıklamıyorlar ama içten içe hasetliklerinden yanıyorlar. Hemen, “Kızların çadıra gelmesi doğru olmaz! ”diyenler oldu. Sanki kızlar gelmeye kalkmış gibi. . Kimisi de “Kızların gelmesine ne gerek, akordiyonun sesi uzaklara dek gidiyor, burada çalınca oradan dinlerler! ”Bunu söyleyenlerin de iyi niyeti olmadığı besbelli. “Acaba burada akordİyon çalacak mı? ”Hepsine birden yanıt verdim. “Kepirtepe’de derslikte gelip bir kez bile nasıl çalmadıysam burada da yattığımız çadırda bir kez olsun çalmayacağım. Çalışırsam, akşamları ders çadırımızda çalışacağım. onun dışında kimse için akordiyon çalmaya niyetim yok! ”

2. Sınıfların bir bölümü bir haftadır yeni yapılacak binaların alanlarında çalışıyormuş. Kepirtepe gibi burasının da planı yapılmış. O plana göre binalar çizilen yerlere dikilecekmiş. Arkadaşlardan kimileri biz de öyle mi yaptık? diye sordular. Ben öyle yapmadığımızı, bu nedenle de kimi yaptıklarımızı yıktığımızı, daha sonra mimar Emin Onat’ın yaptığı plana uymaya başladığımızı anlattım. Emin Onat okulumuza geldiğinde bizim atölyeye de uğramıştı. Çizdiği planlar gelince Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren öğretmenlerin bu planı bize göstererek anlattığını, İlk yaptığımız büyük okul binası dışında tüm binaların yıkılıp plana göre yapılacağı o zamanlar anlatılmıştı. Örneğin yatakhaneler iki katlı olacak, atölyeler şimdiki yerlerden daha uzağa taşınacak. Asfaltın karşısına, konukevi, kooperatif, öğretmen evleri yapılacaktı. Ben yapılacaktı, deyince Mehmet Yücel, “Üzülmeyin arkadaşlar, yakında biz geri dönüp onları gene yapacağız! ”dedi. Bu arada gene Çoban Mehmet sözü edildi. “O da bizimle gelirse, orada da çalışmam! ”diyenler oldu. .

Yarın bir değişiklik olmazsa bizim grup öğleye dek ders yapacak. Geçen hafta ders yapanlar, derslerden hiçbir şey anlamadıklarını, saatlerce öğretmenleri dinlediklerini söylediler. Matematik, Türkçe dersleri boş geçmiş. Selçuk Korol bitki toplamak için kırlara çıkarmış. Türkçe dersine gelecek olan Yeni Müdür, işi çokluğundan derse gelememiş. Tarih-Coğrafya dersinde Reşat Tekinay Öğretmen kendi öğrencilik günlerini anlatmış. . Müzik Öğretmeni notaları yazdırmış, herkese takrar tekrar okutmuş. Haftalık ders programımız. Pazartesi, öğleden önce 2 saat tarih, 2 saat coğrafya. Gerçekte bir saat olan bu dersler, inşaatlar başlayınca kesileceği için iki ay bir aya indirilmiş. Tüm dersler böyle, üç saat olan Türkçe, 6 saat, 3 saat olan matematik 6 saat. 2 saat olan müzik 4 saat. Böylece derslerin çoğu 4 saat sürmektedir. Pazartesi 4 saat Selçuk Korol öğretmen. Salı günü dört saat Behire Bil öğretmen. Çarşamba, 2saat Resim-Mustafa Güneri-2 saat Türkçe Yeni Müdür. Mehmet Tuprul, Perşembe 4 saat, Türkçe-Mehmet Tuğrul, Cuma, Tarih-coğrafya: Reşat Tekinay…Cumartesi, ”Askerlik-Beden-Eğitimi…. 6 saat matematik boş, 6 saatte Türkçe boş geçmiş eder oniki saat. Haftanın üç günü gene derssiz geçiyor. Bunun neresine dersler başladı deniyor?

 

2 Haziran 1941 Pazartesi…

 

Kalem, defter, kitap hazırlayıp. Yataklarımız üstüne koyarak kahvaltıya gittik. Yatak çadırımızla derslik çadırımız yakın olduğu için bu yolu seçtik. İçimizde en sevinçli Sami Akıncı. Sami yememiş içmiş köyde okuyan öğrencileri aramış. Ankara’da okuyan iki lise öğrencisi bulmuş, tanışmış. Birinin soyadı ilginç: Köylüoğlu. Sami onların kitaplarını almış Biyoloji, Mantık, Edebiyat kitaplarına baktım. Edebiyat kitabını İsmail Habib Sevük yazmış. Cumhuriyet gazetesinde yazılarını okumuştum. Mantık kitabını ise Hasan Ali Yücel yazmış. . Hasan Ali Yücel Lüleburgaz’a gelmişti. Okul bahçesindeki atölyede çalışıyorduk. Daha önce Kepirtepe’ye inşaata uğramış, sonra Lüleburgaz’a gelmiş. Hasan Üner'le ikimiz makine başında çalışıyorduk. Bize:

-Siz neden arkadaşlarınızdan ayrısınız? diye sormuştu. Ben :

-Elektrik yokluğu nedeniyle! ” diye yanıt vermiştim. Hasan Ali Yücel’i resimlerinden de tanıyordum. okullarda, (Örneğin buradaki okul koridorunda da var. ) Atatürk, İnönü resimleri yanında onun da resmi var. Kültür Bakanı, resminin altında siyah renk üstüne beyaz olarak adı yazılmış, salt soyadı yazılı, imzasıymış. “YÜCEL”

Kahvaltıdan sonra kitaplarımızı alıp çadıra gittik. Çadır hemen okulun arkasında, aradan bir yol geçiyor. Çadırın kurulduğu yer düz bir meydan ama gerçekte bir tarla, uzun bir süredir sürülmemiş şimdilerde kırlaşmış durumda. Dikenli, sert otlar var, Çadırı kurarken çevresini temizledik ama az ilerlere gidince dikenli otlar karşımıza çikiyor. Mustafa Saatçı hemen ayırt etti, kızların kaldığı okulun arka pencereleri biraz yan da olsa bize dönük, SS bakınca görecekmiş. Yusuf Asıl, “Ben gözetirim SS çıkınca sana haber veririm! ”dedi. Mustafa buna razı değil, “Ben kıskanç biriyim, kendim gözetirim! ”dedi. İlk dersimize Selçuk Korol Öğretmenin gelmiş olmasına çok sevindik. Selçuk Öğretmen öğrenciliğinde Tabiat Bilgisini çok sevdiğini, sonraki zamanlarda da bu konuda oldukça kitap karıştırdığı, bize yararlı olacağına inandığı için geçici olarak bu dersi aldığını anlattı. Genel olarak Türkiye iklim bölgelerini özetledi, İklim bölgelerine göre canlıların toplandığını, bitkilerin kümeleştiğini anlattı. Orta Anadolu Bölgesinde bulunan Ankara dolaylarındaki önce hayvanları sonra bitkileri sıraladı. Hayvanlarda özellikle koyun, keçi üzerinde durdu. Tiftik keçilerinden söz etti. Arkadaşlar, Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca romanını anımsattılar. Selçuk Öğretmen “Maalesef, diyerek söze başladı, tiftik keçilerinin özelliklerinden sonra yapılan ihmalleri, bu ihmaller yüzünden tiftik keçilerini elimizden çıkardık! ”dedi. Bu kez devlet çiftlikleri aracılığıyla gene bir hamle yapıldığını, yakınlarımızda tiftik keçisi çiftlikleri bulunduğunu, olanak bulunca gidip gezeceğimizi anlattı. Bitkiler için, Lalabel yoluna tepelere çıktık. başta kekikler olmak üzere on kadar değişik kır bitkisi seçtik. İlgimizi çeken, bitkiler, sert kumsal yerlerde, kupkuru kayalar arasında çıkmış, renkli renkli çiçekler açmış. Koparınca minicik kökleri kupkuru yerlerden çıkıyor. Çekince de “Çıt edip kolayca kopuveriyor. Sulak yerlerde yetişen bitkilerin, özellikle lahana, pırasa, soğan türü bitkilerin kökleri düşünülürse kırlardaki bitkilerin kökleri için yok denilecek kadar az. Değişik görüntüde de olsa kır çiçeklerinin çoğu gene de tanıdık türler. Bugün yeni olarak topak topak çiçek açmış, katmerli kekikle, geven denilen bir dikenli otu tanıdım. Kuşkonmazlar, eşek dikenleri, Peygamber çiçekleri, çoban atlatanlar, koyun gözleri farklılıklarına karşın özünde bildiğimiz bitkilerdir. Haftaya köyün hemen arkasındaki tepelere çıkmaya karar verdik. Tepede değişik bitki ararken benim ayrıldığımı gören arkadaşlar sordular, “Sen değişik bir şey arıyorsun! ”söyledim. “Ben Röslein arıyorum. Sami Akınsı güldü, “Röslein auf der Heiden! ”birlikte aradık. Bir çukurlukta, gerçekten bir çalılıkta açmış küçük yaban gülleri bulduk. Ancak bu güllerin renkleri ne beyaz ne de kırmızı. yaprak uçları kimisinin kırmızımsı, kimisinin beyazımsı. . Üstelik iyice açılmışlar, ortalarında da kocaman birer göbek oluşmuş. Sami şiiri anımsadı, arkadaşlara anlattı. Benim de aynı düşüncede olduğumu sanan arkadaşlar, önemli bir kuşkuya kapılmadan konuyu geçiştirdik. Güzel bir gül bulsaydım acaba aklımdan geçeni yapabilecek miydim? Yapabilsem güzel bir olay olacaktı ama olmadı.

Oğle paydosunda mandolincilerin çalışmalarını uzaktan izledim. Dım dım dım, boş tellere vuruyorlar. Öğleden sonra, çalıştığımız yere arkadaşiların profesör dedikleri adam geldi. Sarışın uzunca boylu. Ensesinden başının tepesine dek traşlı, kulaklarında öne taraf saçlı. Hüsnü Baykoca gibi traşlı, Alaburus traşmış. Böyle olsun yerine”Böyle olacak,

Böyle kesecek! ”diyor. İki metre, bir buçuk metre, bir metre boylarında 50 adet sivri kazık istedi. Su yolu için çakılacakmış. Ali Yılmaz Öğretmenle konuştuktan sonra bana, ”Bunları sen yapacak! ”diye sordu. (Sen yapabilecek misin? ”demek istemiş. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek,

“O yapacak! ”dedi. Profesör gülümsedi sağ elini şapkasına doğru kaldırarak selam verip gitti. Ali Yılmaz Öğretmen bize kazık sivriltme yöntemi öğretti. Bir ucu olabildiğince dar açı biçiminde testere ile kesiyoruz. Sonra da yanları keserle alıp sivri uc bir yanda olmak üzere kazıkları tamamlıyoruz. Sivri ucun oryada ya da yanda olması önemli değilmiş. Önemli olan kazıkların eşit boyda olması ile üst başının düz kesilmesiymiş. Salih Baydemir, Orhan, Harun dördümüz yanımıza birer arkadaş alıp başladık, paydostan önce de bitirdik. Arkadaşlar profesörün konuşmasını tekrarlıyorlar, “Bunları sen yapacak? Bunları sen bitirecek? Bunları sen yiyecek? Kazık yemek deyimi ortaya getirildi. Yeni Müdüre karşı gelme olayında “Kim kazık yiyecek? ”Sessiz geçmesine karşın alttan alta kuşkular sürüyor. Halil Basutçu başta olmak üzere bizim sınıftan birileri birkaç kez Müdür Odasına gitmişler. Halil ‘in o günlerde nöbetçi olması onu olayın içine çekmiş.

Paydostan sonra mandolinciler çalışma yerine çıktılar. Ben de akordiyonu alıp öbür uca gittim. Çok yavaş olarak çalışmaya başladım. Parmaklarım uyuşmuş gibi, uzun süre gam yaptım, yavaş yavaş arpejler falan derken yarım yarım parçaları tekrarladım. Bir de baktım ki, mandolincilerin çoğu yanıma gelmiş bana bakıyorlar. Bu kez onların kimilerinin tın tınladığı, Yalancı, Daha Dün Annemizin, Manastırın Ortasında türü melodileri bastıra bastıra çaldım. Gül’le arkadaşları da yanıma kadar geldi. Bir aydır elime almadığımı söyleyerek akordiyonu çıkardım. Gül düzeltme yaptı:

-Bir ay değil bir buçuk aydan fazla oldu! ”dedi. Bu kez de ben:

-Olsun, bundan sonra her gün çalışacağım, kısa zamanda ellerimi alıştırırım! . Yemeğe gittik. Müzik öğretmenimiz, alıştı, 2. sınıfların masalarında yemeğe oturuyor. Sami Akıncı bir lüks ayarlamış, çadırda ders hazırlığı yapacakmışız. Ancak, öteki grup da şakadan, “ Biz de ders hazırlayacağız! ”deyip geldiler. “Siz bizi sokmazsanız sonra biz de sizi sokmayız! ”şeklinde koşul öne sürdüler. Sıralara dörder kişi olarak sıkıştık. Benim akordiyon çalışım, kızların oraya gelişi fısıltı olarak dile getirildi. İdris Derstan Mustafa Saatçı’ya “Senin SS gelmedi! ”deyince Mustafa Saatçı, gelmemesini tembih ettiğini söyledi. Buna herkes güldü, “Yarın gelirse ne olacak? ” diye soranlar oldu. Mustafa, o zaman ben ona izin vereceğim! deyince zırvaladığını söyleyenler oldu. Sami Akıncı dayanamadı, “Siz hepiniz zırvalıyorsunuz, bakın bu tür konuşmalarınızı sürdürürseniz, bu konuşmalar bir gün yöneticilerin kulağına gidecek, birilerinin canı yanacak! ”dedi. ”Bunu sen söylemezsen başka kimse söylemez diyenler olunca, Mustafa Saatçı, “Arkadaşlar ben bu şakadan vazgeçtim. Lütfen bunu burada bırakalım, arkadaşımız Sami haklı, Yeni Müdür, bildiğimiz gibi değil, çağırıp çağırıp küçük çocuklarla konuşuyormuş! ”deyince konu gene geçen hafta olan olaylara döndü. Halil Basutçu, “Adam, o günkü olayı kendisine karşı bir tavır olarak algıladı, bunun öcünü almadan geçiştirmeyeceğe benziyor! ”dedi. Değişik varsayımlar öne sürüldü. Selçuk Öğretmen geldi, gülerek, sıraları özlediniz değil mi? yatmayı bile düşünmüyorsunuz! ”dedi. Hep birlikte kalkıp çadırımıza gittik. Yatınca arkadaşların konuştuklarını düşündüm. Geçekten Yeni Müdür kin tutup öfkesini bir ya da birkaç kişiden alır mı? O kızdıysa tüm öğrencilere kızmıştır. Tüm öğrencilere kızınca da içlerinden bir ya da ikisini cezalandırınca içi rahatlar mı? Bu düşüncelere aklım hiç yatmadı ama arkadaşların böyle bir kuşku duymalarına da sevindim. Biraz korku duysunlar da kendilerini toplasınlar. Okulumuza Yeni Müdür atanmasının nedenini bir türlü anlamıyorum: Bizim müdürümüz neden bizimle gelmedi. Orada öğrenci olmadığına göre neden orada kaldı. Oradaki eşyalari, okula sahiplik içinse Hüsnü Baykoca Öğretmen orada kalabilirdi. Yeni Müdürün kötü bir insan olmadığına inanıyorum ama neden öyle konuştu? Neden öğrencileri çağırıp sorguluyor? Bir gruba da “Sizi disipline veririm! ”diye bağırmış. Öğretmenler de Yeni Müdür için hiç konuşmuyor. Özellikle Hidayet Öğretmen “Yeni Müdür dendiğinde:

-Yeni Müdür eski Müdür sözünü uzatmayın, işte bir Müdür atanmış, siz işinize bakın! deyip konuyu kapatıyor. Oysa eskiden Nejat İdil müdürümüz için övücü sözler söylüyordu. Belki de susmayı yeğliyor.

 

3 Haziran 1941 Salı. .

 

Kızlar geçiyor, sözleri arasında uyandım. Nöbetçi iki kız hazırlanıp mutfağa gitmiş. Kapımıza yakın geçerken seslerini duyan olmuş. Bu bile olağanüstü bir sorun yapıldı. Halil Basutçu çıkıştı:

-20 tane kız var, bunların ayda 20 gün nöbeti olacak. Her ayın yirmi gününü böyle “Kızlar geçiyor! ” diye bağıracak mısınız? Mustafa Saatçı, “SS geçerken bağıramazlar! ”İsmet, Mustafa’ya çıkıştı:

-Yeter be , bıktık şu senin SS midir, SY midir nedir? deyince bir gülüş koptu, İdris, Yusuf Bekir, Abdullah Mustafa Saatçı’yı uyardılar. İmam dikkat et! İsmet S’ye göz koymuş “SY” dedi, yani Sevim Yanar olarak değiştirmiş. Bu kez Mehmet Yücel araya girdi, “İsmet’in günahını almayın, çocuk düpedüz, Sevim Yücel olarak açıklamak istemediğinden “SY” deyip kesti. Ortalık iyice karıştı. Şimdi de Sevim Yücel olayı ortaya çıktı. Mustafa Saatçı, “Bunların ikisi de benim arkadaşım, bana ihanet etmezler! ”deyip tatlıya bağladı. Kahvaltıya neşeli bir şekilde gittik. Kahvaltıda Nahide Öğretmenle Behire Öğretmen vardı. Bizim grupça gülüşerek geldiğimizi görünce onlar da gülüştüler. Bekir Temuçin, yavaşça, “Bizim gülecek lafımız var, peki bunlar neye gülüyorlar? ”diye sordu. Halil Basutçu bunun yanıtını verdi, “Onlar da bizim halimize gülüyorlardır. , başka neye olacak? Kahvaltıdan sonra dersliğimize yöneldik, tam bilmiyoruz ama Türkçe olabilir. Eğer Türkçe ise Yeni Müdürümüz gelecek. Salih Baydemir, kendi görüşünü söyledi, “Bu adam konuşmasını bilmiyor, nasıl Türkçe dersi verecek? ”Başka sorular da ortaya atıldı, “Bilmediğini nereden anladın? ”Salih görüşünü açıkladı, “Adam, ağzını açmadan söz söylüyor. Konuşurken dikkat ettim, alt çenesi kıpırdamıyor, çıkardığı sesleri dişlerinin arasından dışarıya itiveriyor! ” Salih Baydemir’in, İ “İtiveriyor! ”sözü dillere takıldı:

-Silivermek, uyuyuvermek, kalkıvermek, biliverme , gülüvermek, düşüvermek, bakıvermek, itivermek, gelivermek, gelivermek yapıvermek, edivermek, söyleyivermek…. 4 Mehmet bir öneride bulundu:

-Gelin, bunu yeni Türkçe öğretmenimize soralım! Bir çok arkadaş buna karşı oldu, “İlk derste böyle soru sorulmaz. Sorulur -sorulmaz tartışması uzunca sürdü. Derse gelen giden olmadı. “Öyle ise bugün matematik dersi var, Türkçe yarın, dendi. Sıraları özlemişiz, tartışma martışma derken öğleyi yaptık.

Öğleden sonra mandolincilerin yanına gittim. Benim akordiyon çaldığımı arkadaşlar öğretmene söylemişler. Öğretmen beni çağırdı. Kaç yıl çalıştığımı, kimden ders aldığımı sordu. Notaları nasıl öğrendiğimi ise iki kez sordu. Adem Gürçağlayan Öğretmeni söyledim. Adem Gürçasğlayan Öğretmen için “O Müzik Öğretmeni değilmiş, kemanı da amatörce çalıyormuş gibi bir söz söyledi. “Amatörce nedir öğretmenim? diye sordum. “İşte, senin gibi, üstünkörü öğrenme! ”dedi. Üstünkörü sözünü Büyük Ablamla babam da çok kullanıyor. Bu sözle onlar; kusurlu yapılan, yarım yapılan, doğru yapılmayan işleri kastediyorlardı. Birden tüm bedenimde bir sıcaklık duydum. “Adem Gürçağlayan Öğretmenin yerinde siz olsaydınız şimdi ben akordiyonu daha mı iyi çalacaktım öğretmenim? ”diye sordum. Öğretmen ağız ucuyla, “ Ben akordiyon öğretmiyorum, kemanlar gelince sen zaten akordiyonu bırakacaksın! ”dedi. Mandolin getiren bir öğrencinin mandolinin tellerini germeye başladı. Amatör, üstünkörü sözlerini tekrarlayarak ayrıldım. “Sen zaten kemanlar gelince akordiyonu bırakacaksın! ”sözleri kulaklarımda bir süre çınladı. Kendi kendime sordum “Niçin? ”Birden kendim kesin bir karar vermeden İsmet’le konuştum, İsmet, “Dayı akordiyon senin, İstediğin gibi çalarsın. Keman versin bakalım, iyi öğretirse onu da öğrenirsin. Senin akordiyonunu öğretmen elinden alacak değil ya. O belki okulun diye düşünmüştür, keman verince onu alırım, demek istemiştir. ”İsmet inandırıcı, düşündürücü konuştu ama gene de içime bir kuşku oturdu kaldı. Behire Öğretmenin küçücük çilli yüzü gözlerimin önünde yayıldı, giderek bazlama gibi oldu. Sinirli, sabırsız, azarlayıcı bir öğretmen görüntüsüne dönüştü. Durumu anlattığım öteki arkadaşlar da bana çok destek oldular, “Sabret, akordiyonu onun olmadığı zamanlarda çal, keman da çalış, ilerlet, ilerde onu da çalmana izin verir! ”

Arkadaşların uyarıları beni yatıştırdı. Dediklerine uygun karara verdim; akordiyonu zorunlu olmadan çıkarmayacağım, kemanı alıp çalışacağım.

Öğleden sonra işbaşı yapınca Profesör dediğimiz Sili Usta(Kendisini bu adla çağırmamızı söyledi)kazıklar için geldi, gülerek “Bunları yaptı siz? ” diyerek, beni, Salih’i, Orhan’ı, Harun’u gösterdi. Ali Yılmaz Öretmene “Benimle gelecek! ”dedi. Onunla gideceğimizi anladık. Birer kucak kazık alıp arkasına takıldık. Kazıkları bir yere bıraktırdı, o kadar daha getirmemizi söyledi. Birer yük daha alıp geldik. Kendisi iki kazık aldı ikişer de bizim almamızı söyledi birlikte, çeşmenin yanından karşı yakaya, su akağına göre sağ yamaca yöneldik. Elimizdeki kazıkları, belli aralıklarla yerlere bıraktık. Birlikte gene su başına döndük. Bu kez Orhan’la Harun’u kazma kürek almaya yolladı, bana üstünde bir kutu olan üç ayaklı bir sehpa verdi. Salih’e de bir çanta almasını söyledi, kendi elinde bir küçük oturak, boynunda bir büyük gözlük gene kazıkların yanlarına yollandık. Sehpayı önce dere kenarında bir yere yerleştirdi, defalarca karşı tepeye sonra da dönüp bu taraftaki dereye bakarak ilk kazığın yerini gösterdi. Böylece ilk kazığı, nedenini niçinin bilmeden çaktıkOrhan’la Harun arkadaşlar da geldi. Onlara da ölçülü bir çukur kazdırdı. Bir kazık bir çukur. Beni yanına çağırıp bir yer tarif etti, oraya gidip dikildim. Bir iki sağa sola döndürüldükten sonra kıpırdamadan durmam söylendi. Bu kez de Sili Usta elindeki aygıtıyla yanıma geldi, benim bastığım izlere basarak sehpasını yerleştirdi. Beni gene kazık bırakılmış tarafa yolladı. Bu kez çakılan kazıkla bana baktı. İleri, geri diyerek beni bir süre kıpırdattıktan sonra gene bulunduğum yerde durmamı söyledi. Durumu iyi kavradım. Bunu Sili Usta da sezince gülerek, olayı açıkladı: “. Buraya su yolu açılacak, bu su, yeni yapılacak okul yerine gidecek! ”Söyleneni anladık ama, bulunduğumuz yerden su gelecek çeşmeye bakınca tam anlamıyla şaşırdık. Çünkü çeşme aşağıda kalmış bizse yükseğe çıkmıştık. Su aşağıdan yukarıya çıkar mı? Bunu Sili Ustaya söyledik. Güldü, sehpa üstündeki kutuyu göstererek,

“ Bu yanılmaz! ”dedi. Sonra da sağ elinin işaret parmağına kaldırarak dört beş kez bu sözü tekrarladı, “Bu yanılmaz! Bu akıllıdır! ”Aynı işlemleri yapa yapa derenin yamacını bitirdik. Sırt doruğuna çıkınca bizim de aklımız yattı, buradan ötesi kolay, meyilli olduğu gözle görülüyor. Sırta çıkınca kazık çakmayı durdurduk. Kazıkların yanlarından çeşmeye indik. Çeşmeden kazıkları izledik. Bize göre kazıklar çeşmeden yüksek, Sili Ustaya göreyse 2, 5 metre alçakAlçak olmazsa akıntı ağırlaşırmış. “1 km’de 2, 5 metre çok iyi çok iyi deyip seviniyor. Bize göe ise en tepedeki kazık en az 10 metre yüksek. Karşılıklı gülüşerek paydos ettik. Sili Usta bizim çalışmamızdan çok memnun kalmış, “Yarın gene çalışacağız! ”dedi. Öteki arkadaşlara durumu anlatınca onlar: “ Daha önce köy okuluna getirdiğimiz Beşkavak suyunda böyle bir durum yoktu, orada hep yokuş aşağı geldiği için kazdık, su geldi! ”dediler. Orası 2 km. Burası daha kısa gibi geliyorsa da yokuş yukarı bir durum olduğundan zor olacak. Sili Ustaya göre bu iş kesinlikle olacak. Sili Ustayla çalışacağıma çok sevindim. Öyle ki Müzik Öğretmenine olan öfkem bile geçti. Sili Usta kendisi de sarışın ; benim saçımı gösterdi, sonra da kendi saçına parmağını götürerek: Attilla’nın torunlarıyız! ”dedi. Sili Usta Macaristan’dan gelmiş. Ali Yılmaz Öğretmenle karşılaştık:

- Sürekli izin vermem, bizim işler başlayınca sizi oradan çekip alacağım! dedi. Dedi ama göz kırparak güldü, elinin ucuyla da başıma dokundu. Ali Yılmaz Öğretmenin de sevgi gösterisi böyle, elini uzatıp parmaklarının ucuyla başımızın yan tarafına dokunuyor.

Paydosla yemek arasında akordiyonu çıkarıp çalıştım. Arkaya çekilip çalıştığım için kimse gelmedi. Yemekten sonra gene dersliğimize gittik. Sami’den lise1. sınıf Edebiyat kitabını aldım. Yahya Kemal Beyatlı’nın kısacık bir şiri var, Mağurdan Gazel, onu okudum. , 10 satır, beş beyit. defterime yazdım. Mahur, meh, duş, busiş, nermin, damen, işve, fağfur, damen, zevrakçe, mah-ı nev, fevc, dur, va’de-yi teşrif, Cedvel-i sim, fevvare-yi zerrin, mahur…Anlamadan okudum, okudukça anlar gibi oldum. Kitaptan ayrıca Ömer Seyfettin’in bir çevirisini okudum. İki kahraman kumda çarpışıyor: Hektor’la Aşil. Çok etkilendim. O kitabı bulsam okuyacağım. Arkadaşlar Çoban Mehmet’i unutmuş durumda. Mandolincilerin dilinde müzik öğretmeni. Çok sertmiş. Müzikle sertliği bir arada düşünemiyorum. Bana göre, “Ya gerçek müzikçi değildir ya da sert olamaz! ”

Kadir kapının öbür tarafındaki sırada kaldı Orhan’dan uzaklaştı. Kepirtepe’deki gibi sık sık lafa tutamıyor. Yavaşça gene “Guten Şchlafen! ” dedik Kadir bunu duymuş, ”Profesör Alman’mış onunla konuşun! ”diyerek biez yol göstedi. . Orha “, ”Konuşuyoruz zaten! ”dedi. Kadir kendi kendine konuştu, “Sizin işleriniz zaten hep şans işi! “Bu bir sevdi sözü mü yoksa haset tepkisi mi? ”Bunu düşünmemeye çalışırken uyumuşum.

 

4 Haziran 1941 Çarşamba…

 

Uyanınca gördüğüm rüyamı anımsadım. Çok yağmur yağmış, bizim çaktığımız kazıkları sular götürmüş. Ankara’ya gitmişiz, polisler bizi kamyondan indirmiyor. Kamyondan inmek için Ankara’da kayıtlı olmak gerekiyormuş. Bizim , Ankara’da kaydımızın olduğunu söylüyorum. Karşımdaki adamlar beni duymazdan geliyor. Bu kez daha fazla bağırıyorum. Bağırırken uyandım.

Orhan’la gene Almanca’ya başladık. Bu kez daha sıkı sarılacağız. Kahvaltıda bazen süt veriliyor. Bugün de öyle oldu; sütle köylü ekmeği. Kendimi köyde sandım.

Dersimizi boş varsayıyorduk. Reşat Tekinay Öğretmen çıktı geldi. Müdür Beyle dersleri değişmişler. Önümüzdeki hafta Müdür Bey girecekmiş. Reşat Öğretmen, ilk derslerin alıştırma dersi olduğunu söyleyerek söze başladı. Sonra kendi öğrenciliğine geçti. 2. ders bittiğinde henüz Öğretmen Okulu son sınıfına geçmişti. Öğretmenin arkadaşlarından başka Öğretmen Okulu Müdürü Reşat Tardu’yu da baldızı Nurefşan’ı da tanımıştık. Okul önündeki çeşmelerden su içip gene çadıra döndük. Öğretmen bu kez konuşmasını kesti, ”Biraz da coğrafya yapalım! ” deyip bize dünyayı, gezegenleri, ayı, kutup yıldızını anlattı. Bunları çok iyi öğrendiğimizi sanıyordum, öğretmen anlatınca oldukça şaşırdım. Çünkü öğretmenin anlatış biçemi çok başkaydı. Ders bittiğinde tek aklımda kalan Kutup yıldızı ile Büyük Ayı takım yıldızlarıydı…Ders bitiminde öğretmen yarın gene geleceğini söylediğinde hiç şaşmadım. Bize ders yapmak değil ders yapmış göstermek için böyle bir çalışma gösterişi yapılıyor. Bir bakıma da iyi oluyor, sabahtan akşama dek çalışacağımız da söyleniyordu. Böylesi daha iyi. Arkadaşların çoğu zaten derslerin kesilmesinden memnundu. Derslere dönmemiz onlar için iyi olmadı.

Öğle yemeğinde Müzik Öğretmeni duyuru yaptırdı, “Mandolin alanlarla kemana yazılanlar çalışma yerinde bulunsunlar! ”Sevinerek gittim. Keman meman geldiği yok, öğretmen tahtaya bir porte çizdi, do’dan do’ya gam sıraladı, onları okuttu. Yazılanları kağıtlara yazıp tekrar tekrar okuduk. Bir saate yakın do-re-mi-fa-sol-la-si-do diye bağırdık. Bana iki kez soru sordu, ince do’dan önce gelen ses, si, re’den sonra gelen ses? nedir gibi sorulardı. ”Bunları çok iyi bildiğimi, tüm seslerin majör, minör gamlarını öğrendiğimi, diyez, bemol sıralarını ezberlediğimi, akordiyon baslarını da kullandığımı söyledim. Öğretmen, yüzüme acayip acayip bakıp, bunları bana neden söylüyorsun? ”diye sordu. “Bildiğimi bilin de bana ona göre soru sorun! ”dedim. Bu kez öğretmen, “Ben kime nasıl soru soracağımı bilirim, sen benim sorduklarıma yanıt vermek zorundasın, o kadar! ”dedi. Yanımdaki öğrenciyle ilgilendi. O öğrenci henüz notaları bilmiyordu, notaları yerine yazamamıştı. Öğretmen kağıdını alıp düzeltti. O an kararımı verdim; “Kemanlar dağılıncaya dek bir daha gelmeyeceğim. Sabırla oturdum. Kağıdın öteki portelerine sıra ile sol, re, la, mi, si majör gamlarını yazdım. Arkasını çevirip bemol sıralamasına göre si-mi-la-re-sol-do gamlarını sıraladım. ”Oho! ”dedi, sen gereksiz şeylerle vaktini harcıyorsun, onların keman çalmakla alakası yok! “Bu kez onlar benim işimi kolaylaştırıyor. ! ”dedim. Bu kez öğretmen bana “Sen, kemanlar gelinceye dek çalışmalara katılma öyleyse! ”dedi. Zaten öyle karar vermiştim, “Peki! ”dedim. Belli etmedim ama sevindim. Ancak keman işinin de olmayacağını kesin kez anladım. Öğretmen kendisi bir şeyler öğretmek istiyor, fazla ya da değişik çalışmalara gerek duymuyor.

İş saatinde, biz gene su yolunda çalıştık. Bu kez 2. sınıflardan 10 öğrenci daha bize katıldı, onlar çekilen çizgiler üstünden hendek kazmaya başladılar. Hendeklere çimentodan yapılan künkler döşenecekmiş. Kışın donmaması için derin kazılıyor. Oldukça zor bir kazım. Dünkü diktiğimiz kazıklar arasına birer tane daha diktik. Sili Usta asıl bundan sonraki işin dikkat istediğini anlattı.   Su, su gibi akacak! ”dedi. Elleriyle gösterdi, “Döşenecek künkler, (Beton borular )böyle böyle olmayacak, düz, doğru olacak. ! ”Eğilerek alçaklı yüksekli ya da yılan izi gibi eğilmeler olmayacak, diyerek iki elini yanlara açarak anlattı. ). Tariflere güldük ama ne dediğini çok iyi anladık. Doğru, düz…. Sili usta bize yeni bir anlayış getirdi, ne yaptığımızı rahatça soruyoruz, o da çırpınarak bize anlatmaya çalışıyor. Anlatırken onda yanlış aramıyoruz, anlatmak istediğini, onun sözünü bitirmesinden önce anlamaya çalışıyoruz. Bir ara hiçbir amaç gütmeden, sanırım dalgınlıkla “Ende gut, alles gut! ”dedim. Birden baktı. Was? . Sprechen sie Deutsch? Nein! ”Ah, ah, ah! diye güldü. ”Sözlerin Türkçe değildi. İsterseniz konuşuruz, ben Almanca konuşuyorum! ”dedi. Hiç düşünmeden Heil Hitler! dedim, birden gerildi Nein, neinnnnnn! Hitler ein istTeufelsker oder Rauber! …

Sili Ustaya bugün iyice ısınarak ayrıldık. Orhan, “Tamam Abi, Almanca’mızı da bu arada iyice ilerletiriz. Öteki dersler nasıl olsa kış uykusuna yattı! ” dedi. . Almanca kitaplarımızı hazırlayıp, çalışmaya başlayacağız. ! ”Seviniyoruz. Guten Tag! Sind sie ein Deutscher? Wie? Sie sprechen Deutsch? Noch nicht lange. Vier sinde einer Schuler…Atıyor muyum? Ganz richtik. Wier lernen jets Deutsch. İch heisse: İbrahim! -İch heisse: Orhan! …En sevinçli biziz. Ancak kimse bizim neden sevindiğimizi düşünmüyor. Kadir bana kızar gibi yaparak, “Hemşerim senin neden neşelendiğin belli”, elini ağzına kapatarak, ”Gene Pomak kızını gördün herhalde? ”diyor. Orhan, Kadir’e “Bilemedin, Sili Ustanın yetişkin kızı varmış bize onu anlattı: ! ”dedi. Kadir inandı, “Ben bildim işte sizi neşelendiren kesinlikle bir kızdır, bunun için dedim! ” Buna daha çok güldük. Kadir, kendi aklındakileri böylece ortaya döküyor.

Yokuş yukarı su çıkarma olayı tüm köylüleri ayaklandırmış, “Olamaz, yazık emeklere, gavur aklı, işleri aksatma”, türünden sözler. Bunlar öğrencilere hatta öğretmenlere dek gelmiş, herkes dikkatle izliyor, aralarında konuşuyorlar. Ali Yılmaz Öğretmen çaktırmadan bana sordu, “Sili Usta yaptığı işin iyi sonuç vermeyebileceğinden söz ediyor mu? ”Öyle bir söz duymadığımı söyledim. “Gavur akıllı adam, bir bildiği olmasa o işe kalkışmazdı! ”Tüm sorun gidecek denilen suya yapılan olun yokuş yukarıya çıkması. Gerçekten çeşme yanından bakınca bizim çaktığımız kazıklar yüksekte görünüyor. Sular aktıkça su yolunu çok aşağıya düşürmüş. Kenarlar oldukça yüksek. sıfırdan başlayan yükseklik on metre kadar aşağıya iniyor. Bizim sıfırdan çakmaya başladığımız kazıklar yar yüksekliğinin ortalarına geliyor. . Sili Usta son kazığı göstererek, “Şimdi çeşmeden 2, 5 metre aşağıdayız deyince şaşırdık. Ancak aşağıdan bakılınca çeşmenin yüksekte oluğu görülüyor. Yukardan aşağıya bakılınca bu yükseklik kesinlikle anlaşılmıyor. Namık Öğretmen söylenenlere gülüyor, “Sili Ustanın elindeki alet insan gözü değil ki aldansın! ”deyip eliyle işaret ediyor: “Mükemmel, Sili Usta yaman usta! ”

 

5 Haziran 1941 Perşembe

 

Ders konuşmaları arasında uyandım. 4 saat matematik. Ne var ki matematik öğretmeni yok. Mehmet Yücel, “Merak etmeyin, Çoban Mehmet gelir matematik yaptırır! ”dedi. Bir kurup bağırdı, “Senin şakanın da suyu çıktı, söyleyeceksen gülecek şeyler söyle, Çoban Mehmet’le kimseyi güldüremezsin! ”Mustafa Saatçı, “İsterseniz ben güldüreyim:

-Bugün Çoban Mehmet derse gelecek, tam dört saat güreş yaptıracak! “Seninle mi güreşecek? ”diye soranlar oldu. Kahvaltıya güreş konuşarak gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen kahvaltıya gelmiş, çoktandır gelmiyordu. Çoban Mehmet’le arası iyi değilmiş. Belki de bizimkilerin uydurduğu bir olay. Sözde Çoban Mehmet’in bizimle ilk konuşmasına o da tepki göstermiş. Kahvaltıdan sonra dersliğimize gittik. Öğretmen bekliyoruz. Sami Akıncı sordu:

-Bilin bakalım bu derslikte ne eksik”Herkes “Öğretmen! ”diye bağırdı. Öğretmen değilmiş. Sorunca Sami yanıtını verdi:

-Kara tahta! . . Kara tahtalık yer yok. “Tahtasız ne yapacağız? ”Kara tahtanın zaten fazla bir nesne olduğu üzerinde konuşuldu. Çadıra kömürle yazmayı salık verenler oldu. Bugün derse başlayalı dördüncü günümüz, “Ne öğrendik? ”diye sorular soruldu. Bir çok yanıt verildi. En güzeli Yusuf Asıl’ın oldu. “Bu yıl boş geçen derslerimizin eksikliklerini tamamlamak için başlanan bu derslerin de tümden boş geçeceğini öğrendik! ”Bu yıl hangi derslerimiz boş geçmişti? 1-Haftada 3 saat Matematik. 2-2 saat Fizik-3_2 saat Kimya-4-2 saat Yabancı dil, 5-2 saat Müzik, 6-1 saat Coğrafya, 7-1 saat Resim, 8-1 saat Bedene Eğitimi, 9-2 saat Tabiat Bilgisi. . Bunlardan şimdi hangisini okuyoruz? ”Okuyoruz! ”değil okuyacağız: Coğrafya. Bir saat olan coğrafya dersini iki saat okursak tamam olacak. Bir gerçekte coğrafya dersini 2. sınıfta da okumadık. Bunları konuşurken öğleyi yaptık. İşteki çocuklar dönerken 4 saatlik boş dersimizin birini daha geride bıraktık. Umulduğu gibi Çoban Mehmet güreş için gelmedi. Mehmet Yücel, “Çallının eşek bağladığı ağacı keselim arkadaşlar! ”dedi. birileri güldü. 4 Mehmet bu söze gülmedi, yeni bir öneri getirdi. Başkasının sözünü olduğu gibi almak zorunda mıyız? “Çallının ağaca bağladığı eşeği keselim! ”Mehmet Aygün'ün sözü o denli beğenildi ki, sevgi gösterisine uğradından bir süre yerde yatmak zorunda kaldı.

Yemekten sonra bir süre derslik çadırımızda dinlendik. Müzik çalışmasına katılmadım. İşbaşı yapınca su yolu işaretlerini dikmeye devam ettik. İlginç bir durumla karşılaştık. Dere yarı bir yerde alçalıyor. Oradan sağa sapıp okul alanına gideceğiz. Yar bitiminde bir çukurluk var. Sili usta çukurluğa inmemek için yarın arkasından gene köye doğru döndü. Ortaya u şeklinde bir durum çıktı. Durumu kendi kendimize anladık. Doru gidersek alçalma, arkasından gene yükselme olacak. Bu su akıntısını etkileyecek. Bu nedenle yolu uzatmayı göze aldık. Bir süre sonra Sili Usta Orhan’a sordu, ”Bu dönüşü niçin yaptık? ”Orhan anlattı. Sili Usta gülerek “Sehr schön! ”dedi. Getirdiğimiz kazıkları bir yere bırakıp ileriye okul binası yapılacak yere gittik. Oralarda çocuklar çalışıyor. Onar kişilik gruplar oluşturmuşlar, Harman yeri hazırlar gibi toprak kazıyorlar. Buralara öyle büyük bina değil küçük küçük binalar yapılacakmış. Oralarda çalışanlar beş kadar bina yeri hazırlamışlar. Yolunu işaretlediğimiz su oralarda bir yere gidecekmiş. Namık Öğretmen yanımıza geldi, bana takıldı, “Dikkat et, su getirmenin inceliklerini iyi öğren, Kepir’e dönünce Ergene’den su getirelim de bahçeler suya doysun! ”dedi. Gittiğimiz yoldan geri döndük. , eşyalarımızı toplayıp paydos ettik. Sili Usta, “Yarın yokum, siz de yoksunuz! ”dedi. Ankara’ya gidecekmiş.

Paydostan sonra derslikte toplanmayı gelenek edindik. Tam kitap okuyacak zaman, ama kitap yok. Sami Akıncı bir öneride bulundu, kitap okunmak isteyenler ortaklaşa bir liste yapsın, listedeki kitapları kitap okumak isteyenler birer kitap alsın, böylece okuyacak 30 kitabımız olur. Ben hemen katıldım. Sami Akıncı adları yazmaya başladı, Hasan Üner, İsmet Yanar, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Yusuf Asıl, Hilmi Altınsoy, sıraya girdiler. Herkes istediği kitabı alsın, diyenler çıktı. Sami Akıncı açıkladı;

-Herkes kendi istediği kitabı alırsa, çok bireysel seçim olacağından, okuyucusu azalmış olur. Senin seçtiğin kitabı ben beğenmemiş olabilirim. En iyisi, kitap listesini birlikte hazırlamamız. Kitap seçmeye başladık bile. Lamartine: Graziella, Viktor Hugo: Sefiller-Alfred dde Mussed: Bir Zamane Çocuğunun İtiraflar-George Sand: Şeytanlı Göl-Stendal: Kırmızı ve Siyah-Balzac: Vadideki Zambak, İki Yeni Gelinin Hatıraları, Mutlak Peşinde, Gorio Baba-Prosper Merime: Carmen-Aleksandr: Monte Kristo, Üç Silahşörler-Jüles VerneKaptan Gran’ın Çocukları, Esrarlı Ada, İki Sene Mektep Tatili-Charles Dikens: Davit koperfild. Sami Akınca “Durun arkadaşlar! ”diyerek uyardı, on beş arkadaş, on yedi kitap yazdırdı. Öteki arkadaşları da bekleyelim. Bu kitapların ederlerini de öğrenip ona göre para toplayalım! ”Sami Ankara’da okuyan arkadaşına listeyi verip ederlerini öğrenecek, bizlerden ona göre para alacak. Uzun iş ama bir gün kitaplar alınınca güzel olacak. Listeye göre benim okumadığım bir sürü kitap var, daha da olacak. Arkadaşlar çadıra geldikçe olayı dinleyip katılıp katılmayacağını söylüyor. Şimdilik dört arkadaş çekimser kalmış, Emrullah, Hüsnü, Ali Aga, Abdullah Erçetin. . “Abdullah Erçetin’i kandırırım! ”dedim. Hüsnü ile Emrullah’la da Sami kendisi konuşacak. Sami Akıncı yazılan kitapların hiç birisini okumamış, “Alırsak en karlı ben çıkacağım! ”diyor. Sanırım Hasan Üner hepsini okudu, en zararlı da o çıkacak. Ben şimdilik yarı yarıya durumdayım. Akşam yemeğinde de bunları konuştuk. Kitap yazdırmamış arkadaşlara şunu yaz bunu yaz gibi öneriler yapılınca, İsmet başta olmak üzere Yusuf, Bekir, Aili Önol karşı çıktı. Konunun özünü bilmedikleri anlaşıldı; yatıştılar. Yatınca düşündüm:

-Okuduklarımı anımsayabiliyor muyum? Üç Silahşörler’den kılıç çekmeleri, adam öldürmeleri dışında bir şey anımsamıyorum. Hele, kişileri göz önüne getiriyorum ama adları yabancı olduğu için doğru olarak yazamıyorum bile. Cihan Şampiyonları da öyle, yazılmaları kolay olduğu için Nadin’le Nado’dan başkasını yazamıyorum bile. Hele Balzac’ın kahramanlarını bakarak yazarken bile yanıldığım oluyor. Jüles Verne’nde öyle tek aklımda kalan kaptan Nemo. . Olsun gene de okuyacağım….

 

6 Haziran 1941 Cuma

 

Mustafa Saatçı, yatağına oturmuş, “Bugün kesinlikle Çoban Mehmet gelecek. Düşünüyorum, ağaca bağlanan eşeği mi kesecek, yoksa hala ağacı kesmeye mi devam edecek! ”Mehmet Yücel bağırdı:

-Hafız Mustafa, senin bu konuştuklarını duyarsa, sanırım senin dilini kesecek! Halil Basutçu anımsattı:

-Hani bu tür şakalar yapılmayacaktı, söz verdiniz, unuttunuz mu? Mustafa ranzadan atladı, “Ben sözü yerde vermiştim, şimdi anımsadım, deyip çıkı.

Müzik öğretmenimiz nöbetçi, masalar arasında gezdi, tanıdığı çocuklara gülümsedi. Yusuf Asıl Sefer Tunca’ya, “Sen de mandolin çalışıyorsun, öğretmenin sana neden gülümsemedi? ” diye sorunca, İsmet, Sefer'den önce yanıtladı, “Sefer'den korktuğu için! ”Mehmet Yücel, Hilmi Altınsoy bu söze takıldılar; “Sefer korkulacak bir insan mı ki? ”Sefer sinirlendi:

-Sizin konuşacak başka sözünüz yok mu? Öğretmen oturan tüm öğrencilere gülmek zorunda mı? “Ne söylerse söylesin, salt gülmek için söz söylemiş olanlar gülmeyi sürdürdüler.

Dersimiz gene boş, işe çağrı beklerken Reşat Tekinay Öğretmenin geldiğini gördük. Bizim masaların yanından geçerken İsmet kalkmıştı, İsmet’e “Size geliyorum, bugün gene beraberiz! ”dedi, geçip gitti. İsmet söylenenden bir şey anlamadı. Sefer Tunca İsmet’e “Al işte birisi sana tebessüm etti, için rahat olsun! ”dedi. Arkadaşlar açıkladılar. Öğretmen İsmet’in iş grubunda olduğunu düşünmeden söyledi. Biz dersliğimize gittik, az sonra Reşat Tekinay öğretmen geldi, öğretmenin boyu çok kısa olduğu için hemen sıfat yakıştırdılar: Bücür. Daha önce Bekir arkadaşımıza diyorlardı. Bekir Temuçin durumdan memnun. Öğretmen çadıra girerken biz ayağa kalktık, ”Günaydın bekliyoruz. Öğretmen tökezler gibi yaptı, “Kusura bakmayın, şu çadır olayından bıkmışım, girerken ürperiyorum! ”dedi. Yerimize oturduk, ama pek de sevimli bulmadık bu ilk gün konuşma başlangıcını. Öğretmense askerlikte hep çadırlarda kaldığı için, öyle söylediğini anlatmak için böyle bir giriş yapmışmış. Arkadaşlar, “Siz askerliğinizi yaptınız mı? diye sordu. Sorulduğu için değil anlatmayı tasarladığı için öğretmen hazırmış; en eski, delik çadırlardan padişah otağlarına dek çadır türü barınakları anlattı. Derslerimizin iki saati çadırda, çadırları konuşarak geçti. Kanuni Sultan Süleyman’ın otağının çok büyük olduğunu, elçileri orada kabul ettiğini anlatınca, Yavuz Sultan Selim’in çadırını, Fatih Sultan Mehmet’in çadırını tahmin etmeye çalıştık. Öğretmen gene dönüp Kanuni’nin çadırı en büyük deyince ben parmak kaldırdım, , Kanuni Sultan Süleymanın çadırı için memleketimizde belki ama dünyada en büyük diyemeyiz, örneğin, Napolyon’un çadırı daha büyüktür! ”dedim. Öğretmen bana sordu, “Neden? ”Öğretmen’e, ”Siz Kanuni Sultan Süleyman Viyana kuşatmasına 200 000 kişilik ordu ile gitti dediniz. Oysa Napolyon Bonapart Moskova’ya 1. 000, 000 kişilik bir ordu ile gitmiş! Öğretmen birden sinirlendi, “Bunlar doğru değil, yalan yazılar, bunlara siz de inanıyorsunuz! ”Bunların doğrusunu yeri geldikçe ben size anlatacağım”diyerek kalktı, kitaplarını topladı. “Hava biraz sıcak ama bir gölgelik yerde çevremizi inceleyip değerlendirelim, ben biraz araştırma yaptım, öğrendiklerimi size de aktarayım! ”deyip önümüze düştü. Okulun arkasından köy tarafına doğru yokuşa tırmandık. Okula suyunu getirdiğimiz Beşkavak kaynaklarına doğru oldukça yürüdük. Bir set üstünde durduk. Öğretmen elindeki notlara bakarak karşıdaki Lalabel tepelerini, onun arkasında yükselen dağlara Elma Dağı dendiğini, yamacında bulunduğumuz dağı İdris Dağı olduğunu, Batıya uzanan sıra dağların köye adını veren Hasan Dağları olduğunu, üstünde bir yatır bulunduğunu, oralarda savaşlar yapılmış olduğunu anlattı. Coğrafya bilgisi olarak, dağ, tepe, ova, düzlük, yayla, terimlerini tekrarladı. Bunları defterlerimize yazmamızı, Hasanoğlan köyü nüfusunu, tarihini, hanesini bilmemizin yararlarını söyledi. Yuvarlak olarak köyde 1300-1400 insan yaşadığını, 250 dolayında aile(Hane) bulunduğunu, çok eski bir köy olduğunu anlattı. Bunları daha önce öğrenmiştik ama, öğretmenin tekrarlaması daha iyi oldu. 4 Mehmet gene bir kurnazlık yaptı, öğretmene, ”Köyün nüfusunu yuvarlak olarak 1400 dediniz, bundan sonra soranlara 1660 diyebilir miyiz? dedi. Öğretmen önce “Anlamadım? ” diye sordu hemen arkasından, “Tabi tabi! ”dedi, ”Mademki bu köydeyiz, yurttaş olarak biz de burada sayılırız! “Bu kez de Yusuf Asıl sordu, “Okulumuz köyün kenarında kuruluyor diye biz o köyden mi sayılacağız. Kepirtepe de Yeni Bedir köyü yakınındaydı ama biz kendimizi o köyden saymadık! ”dedi. Yeni bir tartışma çıktı. Yeni Bedir Kepirtepe arası ile burada kurulacak okul köy arası karşılaştırıldı, Yeni Bedir Kepirtepe arasını km olarak doğru dürüst kimse veremedi. Burasını da Orhan’la ikimiz verdik. Yakınına gittiğimiz Beşkavak’la köy okulu arası 2 km. Hasanoğlan köyü ile yeni okul arası da o kadar! ”dedik. Konuşa konuşa döndük. Öğretmen çok memnun kaldı, bizim masamıza oturdu. Yemekte nedense benim Napolyon ordusu için verdiğim sayıya değindi. “Napolyon’un Moskova kuşatması, karışık bir konu, Napolyon’la birlikte Rusya’ya daha 5-6 devlet savaş açmış. Bunların ordularını katınca sayı milyona ulaşıyor ama, bu devletler askerlerini gerçekten gönderdi mi? Bu tam bilinmiyor. Söylediklerini pek anlamadım ama benim söylediğim sözler üzerinde durması beni sevindirdi.

Öğleden sonra biz de okul yerine zemin tesviyesine gittik. Bina yapılacak yerin, benim bildiğim, bizim köyde sık sık yapılan harman tabanı düzeltmesine benzer işe burada zemin tesviyesi deniyor. İp geriliyor, su terazisi ile ip düzgün geriliyor. İple yer arasındaki yükseklik farkı kazılarak sıfırlaştırılıyor Bunu burada yapmak Kepirtepe’ye göre daha rahat. Toprak daha kolay kazılıyor. Ancak taş olan yerler de çıkıyor. O zaman işler biraz zorlaşıyor. Şimdiye dek 6 bina yeri hazırlanmış. Bu sayı on olacakmış. Namık Öğretmen’le Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Ben su terazisi ile ipi gerdiriyordum. Mustafa Güneri ne yaptığımı sordu. Anlattım. Bunu başka türlü yapamaz mıyız? diye sordu. Yapabileceğimizi ancak, o yöntem de daha çok ölçmek zorunda kalacağımızı söyledim. Mustafa Güneri Öğretmen, “Nasıl yani anlamadım, anlatır mısın? ”dedi. Anlattım. Düzelecek yerin bir noktasını esas alırız. O noktadan köşelere kazarak gideriz. Kazdığımız yerleri sık sık ölçerek bir saptama yaparız. Saptanan bu yere uyacak şekilde genel kazmaya geçeriz. Namık Öğretmen beni öven sözler söyledi. Mustafa Güneri de beni iyi tanıdığını, rahatsız olduğumda telaşlanıp ilgilendiğini, Müdür Beye de bilgi verdiğini anlattı. Bu kez sözü Sili Ustaya getirip, “Sili bu işlerin profesörü, ondan olabildiğince yararlanmaya çalış, ondan hepimiz çok şey öğrenmeliyiz! ”Namık Öğretmen de inşaatlar başlayınca İbrahim’i çatı işlerine alacağız, Kepir’in çatı ustalarından biridir o, onu bırakmayız! ”diyerek bana baktı. Namık Öğretmen beni unuttu sanıyordum. burada karşılaşmamıza çok sevindim. Öğretmenlerin durup benimle konuşması, beraber çalıştığımız 2. sınıf öğrencileri üstünde çok olumlu etki bıraktı. Onlar gittikten sonra dediklerimi daha candan yapmaya başladılar. Aralarında nöbetlerimden tanıdıklarım var onlar zaten çok saygılı. Az da olsa hiç karşılaşmadıklarım de var, bu kez onlar da ötekiler gibi daha titiz davranmaya başladılar.

Akşam yemeğinde bir yeni haber yayıldı, yarın Hasan Ali Yücel gelecekmiş. Çocukların çoğu büyük sevinç gösterdi. Onların gösterdiği sevince bizim katılmadığımızı görenler sordular. Bize daha önce geldiğini, kendisiyle konuştuğumuzu anlattık. Bizim arkadaşlardan da yakından görmeyenler varmış. Bize geldiğinde Kepirtepe büyük bina yapımı sürüyordu. Arkadaşlar işbaşında olduğundan çoğu ya uzaktan görmüş ya da hiç görememiş. Oysa biz okul kapı, çerçeve işlerini Lüleburgaz’daki okul bahçesinde yaparken yanımıza geldi. Bana, “Neden sen arkadaşlarının yanında değil de buradasın? ”diye sordu. Ben de, orada elektrik yok, makineleri çalıştıramıyoruz. . “Makinesiz çalışın! ”dediğin de, “O zaman bina işleri gecikir, ders yılına başına binamızı yetiştiremeyiz! ”dedim. Bu kez hemen yakınımdaki Hamdi Bağ Öğretmene bunu iyi yetiştirmişsiniz, laf altında kalmaya niyeti yok! ”demişti. Hemen oracıkta Lüleburgaz belediye başkanına, “Sayın Başkan, okula elektrik ulaştırmayı düşünüyor musun? ! ”diye sordu. Belediye başkanı Kemal Bey o gün söz vermesine karşın Kepirtepe’ye elektrik ancak kendi çabalarımızla gelebilmişti.

Hasan Ali Yücel’in gelişi öğrencilerde yeni bir canlılık uyandırdı. Yemekte küçüklerin coşkusuna katılmayan arkadaşlar, giderek sözü Hasan Ali Yücel’e çevirdiler. Okullardaki resmi, kaşları, imzası, derken şiirleri ortaya getirildi. . Benimse gözümün önüne Lüleburgaz’da okul bahçesinde bir sürü adamın önünde yürüyen arada arkaya ya da yana dönüp soru soran bir insan geliyor. O insanı, duvardaki resimle doğrudan doğruya ilişkili düşünemiyorum.

Uzun zaman konuşuldu sanırım, uykum arasında İsmet’in sinirlenip küfrettiğini duydum. Ne dediğimi tam bilemiyorum ama, küfretmenin ayıp olduğunu, Kültür Bakanı(Milli Eğitim Bakanı) konuşulurken küfrün geçmemesi gerektiğini söylemeye çalıştım. Bu arada gülenler oldu, bana güldüklerini anladım ama neden güldüklerini pek anlayamadım. Kalabalık bizim çadırın önüne gelip dayandı. Arkadaşların hedp sustuğunu görünce telaşlandım: Telaşımdan uyandım. Herkes mışıl mışıl uyuyordu, gözlerimi gene kapadım.

 

7 Haziran 1941 Cumartesi….

 

Yatarken Hasan Ali Yücel kalkarken gene Hasan Ali Yücel. İyice anımsadım, Lüleburgaz’da da böyle olmuştu. Geldi gelecek derken iki gün geçmişti. Herhalde gelmeyecek, derken bir öğle üstü çıkıp gelmişti. Gene öyle olabilir. 2. sınıflar planlar hazırlamış, sorular soracaklarmış: Kepirtepe’ye ne zaman döneceğiz. Bizim müdürümüzü neden orada bıraktınız? Biz izinli gidemeyecek miyiz? Bizim sınfta soru sorma hevesi yok. Sami Akıncı önerdi, öğretmenlerimizin tamamlanmasını isteyelim. . Kitaplığımız olsun. Ankara’yı gezip tanıyalım.

Dersliğimize girdik. Bugün, Reşat Tekinay Öğretmenin gerçekten dersi var. Az sonra öğretmen geldi. Hasan Ali Yücel’in geleceğini o da çocuklardan duymuş, “Böyle söylentiler hep çıkar! ”dedi, konuşmasına başladı. Dünkü gezimizin de bir coğrafya dersi oluğunu söyledi. Coğrafya dersinin daha yaralı olması, rahat işlenmesi için haritaların, atlasların olması gerektiğini, bizde ise karatahta bile bulunmadığını söyledi. Arkadaşlar güldüler. Bu kez öğretmen alınır gibi oldu:

-Dersi dikkatle dinlerseniz memnun olurum, arada gülerek ya da konuşarak, benim sözlerimi aksatırsanız(O, inkıta dedi)dersin tadı kaçar! dedi. Yusuf Asıl parmak kaldırıp söz istedi, tara tahta konusunda arkadaşların daha önce yaptıkları şakaları anımsadıkları için gülündüğünü söyledi. Öğretmen bu sözlere katıldığını, çadıra gök yüzü haritası çizerek yıldızları yerlerine koymayı, bunlara bakarak ders yapmanın yararlı olacağını, gülerek anlattı. Orta direk Kutup yıldızı olur, ötekileri de etrafına dağıtırız! ”dedi. Sorular sordu, enlemleri, boylamları anımsattı, tanımlarını yaptırdı. Güneş tutulmanın, ay tutulmasının nedenlerini sordu. Aldığı yanıtlardan çok hoşnut olan öğretmen, bu ara bir de bizi övücü şaka söz söyledi. “Siz iyi ki geçen yıl coğrafya okumamışsınız, okusaydınız, şimdi ben size anlatacak bilgi bulamayacaktım! ”dedi. Saatine baktı, su içme molası verdi. Okul bahçesine su içmeye gidince, Hasan Ali Yücel’in geldiğini duyduk. Koşarak çadıra döndük. Öğretmen bizi yatıştırdı:

-Hasan Ali Yücel de bir öğretmendir. Bizim işleri yakından bilir, öğrencileri fazla sıkıştırmaz! dedi. Öğretmen sözünü tam bitirmişti, Hasan Ali Yücel, yanında iki kişi ile bizim çadırın önüne geldi. Çadırın önünde uzakta başkalarıyla kısa bir konuşma yapıldı. Hasan Ali Yücel, az ötedekilere, “Siz bizi orada bekleyin! ”deyip bizim çadıra girdi. Yanındaki iki kişi az geride durdular. Öğretmen biraz yüksek sesle, kendini tanıttı, sınıfımızı, dersimizin adını söyledi. Dersin mevsim boyu öğretmensiz geçmiş olması nedeniyle genel bir tekrar yapıyoruz! ”dedi. Öğretmen bunları rahat söyledi ama, sesi gibi bedeni de tir tir titriyordu. Hasan Ali Yücel eliyle saçını düzeltir gidi yaptı, ağır ağır en arkadaki bizim sıranın önüne gelip geri döndü.

”Okulunuzu bırakıp geldiğiniz için üzgün olduğunuzu biliyorum. Sizin üzüntünüz bizim de üzüntümüzdür. Bizim ayrıca sorumluluğumuz da var. Biz sizden daha zor durumdayız. Ancak siz burada konuksunuz, biz sizi konuk olarak çağırdık, en yakın bir zamanda sizi sıcak yuvanıza uğurlayacağız. O gün gelince duyacağımız sevinci düşünerek bu günkü üzüntülerimizi umursamıyoruz. Burada yapacağımız güzel çalışmalar da bizim mutluluğumuzu pekiştirecektir! ”dedi. Kapıya yakında oturanlardan başlayarak arkadaşların adlarını, illerini sordu. 4 Mehmet Aygün, Kırklareli-7 Fettah Biricik, Edirne-15 Hüseyin Serin Edirne-18 Sam Akıncı, Edirne deyince Hasan Ali Yücel gülerek “Bu kardeşçe bir dağılım değil, Edirne 3, Kırklareli 1 ! ”dedi. devamla, 26 Mehmet Yücel, Kırklareli der demez, bu kez de “Bak bak, Kırklareli’de bir de adaşım çıktı! ”diye güldü. 42 Mustafa Saatçı, Edirne-48 Yusuf Asıl Tekirdağ-Yusuf’a ilçesini sordu, yaşını sordu; ilkokulu nerde okuduğunu sordu. Yusuf rahat konuştu, sorulanları yanıtladı. Arkası bize dönük olarak az durduktan sonra sol yana dönerek Sami Akıncı’nın sırası üstündeki kitapları karıştırdı. Sami Akıncı Hasanoğlan’da arkadaş edindiği lise öğrencisinden lise 1-2. sınıf kitaplarını almış, sırası üstüne koymuşmuş. Hasan Ali Yücel bir tanesini alıp karıştırdı. Kitabı kapattı ama elinden bırakmadan Sami Akıncı’ya sordu:

-Bu kitap lise 2. sınıflarda okutulur, sen bunu şimdi niçin okuyorsun, zamanı gelince okusan daha iyi değil mi? Sami biraz kaçamak yanıt verdi. Bu kez Hasan Ali Yücel kitabı açıp içinden sorular çıkardı. Newton Çarkı, Renk Kuşağı, Yerçekimi nedir? gibi değişik sorular sordu. Tam olmasa bile parça buçuk yanıtlar verildi. Yerçekimi ile Kutup yıldızı ilişkisi ortayagetirildi. Hasan Ali Yücel gülerek, “Beni siz zorluyorsunuz, ben de soruyorum, Kutup Yıldızının yerini nasıl saptarız? ”İşin içine bu kez de Büyük Ayı, Küçük Ayı takım yıldızları girdi. Bunları da değişik arkadaşlar yanıtladı. Bu kez de Newton’un, hangi ulustan olduğunu sordu. Arkadaşlar sıra ile Rus, Alman, İspanyol, Fransız, dediler. . Söylenmedik önemli ülkelerden İngiltere kalmıştı, parmak kaldırdım, “İngiliz! ”dedim. Aferin bekliyordum, Hasan Ali Yücel, bana baktı, “Başka kim kalmıştı ki? ” diyerek güldü. Birden içimden bir direnme duygusu geldi, gözlerinin içine baka bak: ”DOĞRU GEÇ DE SÖYLENSE, ERKEN SÖYLENEN YANLIŞTAN İYİDİR! ”dedim. Hasan Ali Yücel gülümseyerek baktı, ”Efendim efendim, bir daha tekrarla! ”dedi. Bu kez “ERKEN SÖYLENEN YALIŞTAN GEÇ SÖYLENENE DOĞRU İYİDİR! ” Yanındakilere gülümseyerek baktı. Elindeki kitabı bana göstererek:

-Sen, bu kitabı okuyabilirsin, bir dahaki gelişimde bunu da tartışacağımızı umuyorum! ”dedi Gene Kutup yıldızına döndü, “Kutup Yıldızı ile Büyük Ayı arasındaki uzaklığın nasıl bulunduğunu sordu. Sami Akıncı:

- Büyük Ayı Takım Yıldızlarının arka ikisi arası 5 kat uzatılırsa bulunur! Sami sözünü bitirirken başka bir arkadaş. Bu uzaklığı 7 kata çıkardı. . Sonunda Hasan Ali Yücel:

- Tüm işlerimi bırakıp bir gece buraya geleceğim, kaç kat olduğunu hep birlikte öğreneceğiz! Hep bir ağızdan “Bekleriz! ”Hasan Ali Yücel gülümseyerek yüzlerimize baktı:

- GELECEĞİMM! diye tekrarladıktan sonra Reşat Tekinay Öğretmene çok teşekkür etti, öğretmene de gene geleceğini söyledi. Arkasından da, “Çocukları çok cesur yetiştirmişsin, hem bilgililer hem de ataklar. Hep böyle olsunlar, istiyoruz, gayretlerinizin devamını bekliyorum! ”dedi. Hasan Ali Yücel çıkınca öğretmen bir “Oh! ”çekti. Yerine oturdu, Sami Akıncı’dan kitabı istedi, . Lise 2. Sınıf Mantık yazan Hasan Ali Yücel…Öğretmen de merak etmiş, Newton’u okuduk. İsaac Newton 1642-1727 arası yaşamış İngiliz-Matematikçi. . Öğretmen, çok rahat bir tavır içince, çok hoşnut olduğunu saklayamıyor. Saatine bakıp, dersimizin bittiğini söyledi. . Hepimiz rahatlamış durumdaydık ama nedenlerini hiç düşünmeden bir rahatlamaydı bu. Düşünüp konuşmaya başlayınca neşemiz kaçmaya başladı: Örneğin bizi kim yetiştirdi? Neremiz yetişmiş? Reşat Tekinay Öğretmenin bu ilk coğrafya dersi. Belki de Hasan Ali Yücel’in bizim Kepirtepe’ye döneceğimizi söylemesi hoşumuza gitti, o sevinçle biraz canlandık. Öğrencilerin okul bahçesinde toplandığını görünce Hasan Ali Yücel’le birlikte gelen konukların olabileceğini düşünerek toparlanıp hızla yerimizi aldık. Boşuna telaşlanmışız, Behire Öğretmen her zamanki gibi ağır ağır konuşarak işaretler verdi, parmaklarını birleştirerek yüzümüze doğru çekiçler gibi sallamaya başladı. Bayrak çekildikten sonra Hidayet Öğretmen “Sayın bakanımız okulumuzu onurlandırdılar! ”diye söze başlayıp açıklayıcı bilgiler verdi. . Buradan Elmadağ’a gittiğini, dönüşte gene uğrayabileceğini söyledi. Öğleden sonra çalışmaların süreceğini, diğer günler gibi bu günde bir saat öğle dinlenmesi olduğunu, dinlenmeden sonra herkesin iş başı yapacağını tekrarladı. Öğle yemeğinde tüm çocukların neşeli olduğunu gözledik. Onlara da hoşlanacakları sözlerin söylendiği belli oluyordu. Bir başka sevindirici olay da çoktandır yemediğimiz fırın ekmeği gelişiydi. Sözde bundan böyle ekmekler Ankara’dan trenle getirtilecekmiş.

Öğleden sonra biz gene Sili Ustayla çalıştık. Gene tren yolu yönüne dönük olarak işaretleri dikip kazıcılara hazırladık. Bundan böyle iş kolay, Sili Ustanın terazisini bile kullanmıyoruz. 100 metrede 10 cm. lik hesaplıyoruz. Önce bunu az bulduk. Km. ’ de 1 metre olduğunu hesaplayınca fazla bile oluyor. Çünkü bir metre, az bir eğilim değil. Sili Usta memnun, “Kafanız çalışıyor! ”dedi. Orhan da “Vier nicht dunkop! ”deyince Sili Usta “Yok, yok , yoooook, İhr Verkmeister, çok çok güzel, çalışıyorsunuz…. Namık Öğretmen gene geldi, Sili Ustayı alıp aşağılara götürdü. . Yeri saptananlardan başka daha dört alan düzeltmesi yapılacakmış. O alanların yerlerini ölçmeye çalışıyorlar. Sili Ustanın üç ayaklı göstergesi bu işi en hatasız yapmaya yarıyormuş. Bulunduğumuz yerden daha aşağılara iniliyor. Gerçekte burası da bizim Kepirtepe’ye benziyor. Ancak burada dağlar daha yakın görünüyor. Ayrıca doğu tarafındaki dere geniş, daha yeşillik, Ergene Nehri kadar büyük değilse bile dere çok yaygın görünüyor. Kuzey doğuya düşen taraftaki bağlar oldukça geniş bir alanı, daha doğrusu derenin iki yakasını kaplıyor. Binalar yapıldığında sanırım oralardan güzel görünecek. Yalnız buranın kışları çok soğuk geçiyormuş. Herhalde kışa kalmayacağız. Orhan’la sabahki durumu gülerek bir kez daha konuştuk. Hasan Ali Yücel’den isteklerimiz vardı: Ankara’yı gezecektik, izin isteyecektik. Hiç birini söyleyemedik. Biz kendimize gülerken Sili Usta geri geldi, saatini gösterdi. ”Es ist jest siebzehn Uhr! ”Ben sehpayı, Orhan da üst kutuyu aldı, Sili Usta da boynunda asılı iki kutu ile önümüze düştü, köy yolundan değil de bağlar yanından döndük. Sili Usta köy yolundan dönen öteki öğrencilerin arasına girmek istemiyor. Böyle bir şey demedi ama, bakışlarından bu anlaşılıyor. Dersliğe dönünce tüm arkadaşların toplandığını gördük. Konu gene Hasan Ali Yücel, kutup yıldızı tartışmasında geçen uzaklığı bu gece saptayacağız. Sami Akıncı 5 katı uzaklıkta demişti. Sami Akıncı ne derse o doğru sayılır bizim sınıfta öteki arkadaşın 7 kat demesi(İsmet Yanar) zayıf kaldı. Nitekim Hasan Ali Yücel gülerek “Neden 7 kar olmasın? diye sordu. Sonra da arkadaşlara bir daha sormaya başladı. Sami Akıncı’ya olan güvenleri nedeniyle arkadaşlar hep 5 katı, deyince, Hasan Ali Yücel bu kez: “ Önemli işim olmasaydı, kalıp size doğrusunu ölçtürecektim! ”dedi sonra da akşama benim yokluğumu düşünmeden kendiniz ölçün! ”diye tembihledi. O nedenle arkadaşlar akşamı bekliyor. Ben gene hoşlarına gitmeyecek bir söz söyledim. “Bu denli önemsediğinize göre bari öğretmene de sorsaydınız. Bizi böylesi iyi yetiştiren öğretmen herhalde bunu bilirdi! ”dedim.

Yemeğe gidince ayrı bir sevinç nedeniyle karşılaştık. Ekmekler bundan böyle hep Ankara’dan gelecekmiş.

Yemekten sonra gene kitap alma işi öne çıkarıldı. Kitap listesini yapma işini üç arkadaşa verdiler:

-Hasan Üner, Recep Kocaman, İsmet Yanar. İsmet Yanar’a karşı gelenler oldu, “İsmet kendisi kitap okumuyor, bu nedenle bu işi geciktirir! ”diyenler oldukça direttiler. Sami Akıncı ise “Bu iş olacaksa, hiç kimse engelleyemez, paraları toplayıp, ısmarlayacağız, kitapları İsmet almayacak ki! ”dedi. Hasan Üner, “Liste zaten yapılmış gibi, biz gözden geçirip vereceğiz! ”diyerek tartışmayı noktaladı. Yatak konuşmaları Hasan Ali Yücel’di. “Onu dedi, bunu demek istedi, bizim için sahiden üzülüyor mu? “Eksik ders öğretmenlerimizi neden tamamlamıyor? ”diyecek oldum. “Onun elinde mi? ” diye çıkışırca bana karşı oldular. Pikeyi başıma çekip sustum.

 

8 Haziran1941 Pazar.

 

Bugün, dinlenme günüdür Kim dediyse dedi, arkasından “Belli olmaz, değişmez mi yani? .

Dün öğleden sonra da dinlenme günüydü ama hepimize, “DİNLENME! ”dendi, unuttunuz mu?

Söylene söylene kahvaltıya gittik. Hüsnü Baykoca Öğretmen masalar arasında gezdi, arkamızdaki 2. sınıflar masasının başına oturdu. Konuşmasını duymak amacıyla dikkat kesildik. Her sözde güldüğü özellikle de çok ses çıkararak güldüğü için pek bir şey anlayamadık. Ara ara Hasan Ali Yücel’i övdüğü anlaşılıyordu. Bir ara, bizim yan masadaki arkadaşlara da takıldı. “Sizi çok sevmiş! ”dedi. Mustafa Saatçı karşılık verdi, “Biz o sevilenler değiliz, o masadakiler! ” diyerek bizim masayı gösterdi. Yanındakile anımsattılar:

-Sınıfın yarısı ders yapıyor. Öteki yarısı da haftaya yarım gün ders yapacak! ”dediler. Hüsnü Baykoca Öğretmen kahkaha ile gülerek:

-Öyleyse size haksızlık olmuş, “Bakan Beyi bir daha davet edelim! ”dedi. Bu kez biz sorduk “Bakan Bey davetle mi geldi? ” Hüsnü Baykoca Öğretmen kem küm etti, “Canım altında araba var onun için sorun değil on beş dakika sonra burada olur! ”dedi. Konuşmalara beklediği gibi katılmadığımı gördüğü için mi yoksa rastlantı mı, bana “Çeşmekollu sen de Bakanımızla konuştun mu, Bakan Bey sana da soru sordu mu? dedi. Hiç düşünmeden, “Ben ona sordum, Kepirtepe’ye ne zaman döneceğiz? ”dedim. Hüsnü Baykoca Öğretmen inandı, ilgiyle “Ne dedi? ”diye sordu. “Çok yakında dönecekmişiz, dönmemiz için elinden geleni yapacakmış! ”dedim. “İnşallahhhh! ”dedi, sustu. Kalkınca arkadaşlar bana “Neden yalan söyledin? ” diye sordular. Onlara da, “Yalan değil Hasan Ali Yücel, ben sormadan bunları söyledi mi söylemedi mi? Bunları söylediğine göre, benim soruşumun hiç bir önemi yok. Önemli olan bize verilmiş sözler var. Bunu masadaki çocuklara duyurmuş olmam benim için çok önemli. Biz burada geçiciyiz, bunu herkes duysun! ”

Dersliğe dönünce kitap listesi gene sorun oldu. Yazılmamış arkadaşlara kitap adı yazarak seçmelerini söyledik. Arkadaşlar seçtiler: Esat Mahmut Karakurt. Allahaısmarladık, Vahşi bir kız Sevdim-Aka Gündüz: Dikmen Yıldızı, Emile Zola: Hakikat, -Güstave Flaubert: Madam Bovary, Leo Tolstoi: Hacı Murat, Anton Cehof: Maske-Anatole France: Penguenler Adası, Pierre Loti: Izlanda Balıkçısı-Stendhal-Kırmızı ve Siyah, Charles Dıckens’den David Copperfield yerine İki Şehrin Hikayesi. Sami Akıncı, ilke olarak katılmak istemeyen arkadaşları zorlamayacağız. Onlar isterlerse bizim kitaplarımızı okuyacaklar, İlerde karar değiştirirlerse birer kitap alıp bize her zaman katılabilirler. Liste yapıldı, herkes gördü, listenin arkasına imza attı. Kitap ederleri öğrenilince paraları toplanacak. Bir grup arkadaş, “Kitapları geri almayalım, okula bırakalım! ”deyince bir vaveyla koptu; kimisi “Buraya zırnık bırakmam! ” derken kimisi, “Kepirtepe Kitaplığı’na demek istedik! ”diye açıklamalar yaptı. Sami Akıncı gülerek “Alınmamış kitabın bağışı mı olur? ” deyip listeyi cebine koydu. Geçen hafta bağlık yanından tren durağına inenler, aşağılarda derin göller olduğunu görmüşler. Oralarda yıkanabileceğimizi söyleyince hepimiz gitmeye karar verdik. Fazla insanın ilgisini çekmemek için köyden çıkarken Ankara yolunu izledik. Okul yeri hazırlılarını geçince sola dönüp dere kıyısına indik. Oldukça bol sulu akıntı, yer yer gölleşmiş birikintiler var. Tertemiz su. Gözcü bırakarak sırayla yıkandık. Bağlarda çalışan yok. Yol da tepe arkasından tren yoluna dönüyor. Tam yıkanılacak kuytu bir yer. Hemen de su kıyısında gölgelik var, uzun süre oralarda oturduk. Ben biraz erken dönmek istedim. İsmet, Orhan, Hasan, Salih. Harun bana katıldı, okula döndük. Ankara yolundan köye girerken Ali Yılmaz Öğretmen bizi gördü, çağırdı. Arkadaşlar çekindiler. Ben İsmet’in kolundan tutup kapıya yönelince arkadaşlar da bize uydu, içeri girdik. Dışarda kalan olmuş, Ali Yılmaz Öğretmen dışarıda kalanlara darılacağını söyledi. Onlar da geldi. Bizim seslerimizi duyan Müzik Öğretmeni gülümsedi: “Bu ne samimiyet böyle, bir pazar ben de beklerim! ”dedi. Öğretmenin hanımı çay yapmışmış bize çay getirdi. Ali Yılmaz, Öğretmen “Burası da bizim yurdumuz ama biz şimdi burada hepimiz gurbette sayılırız. Bu bakından hepimiz yalnızız . Öğretmenlikten, öğrencilikten öte hepimiz insanız! ”diyerek bize bir şeyler anlatmaya çalıştı. Abla beni göstererek, “Çekinmeden gelir, bizi sevindirir! ”deyince İsmet’in dili çözüldü, “Dayım, getirseydi ben de gelirdim! ”dedi. Abla bu söze güldü, “Ay siz dayı yeğen aynı okulda mısınız? ” diye sordu. Arkadaşlar, “Aynı sınıftalar ama ayrı sırada oturuyorlar! ”diyerek güldüler. Ali Yılmaz Öğretmen gene gene memnun olduğunu söyleyip bizi uğurladı. Abla akordiyon çalıp çalmadığımı sordu. Çalıştığımı söyledim. Bu arada Müzik Öğretmeninin akordiyonu sevmediğini, yerine keman çalmamı istediğini söyledim. Ali Yılmaz Öğretmen “Olmaz öyle şey! ”derken abla, daha da ileri giderek:

-Akordiyonu on kemana değişmem! ”diye tepki gösterdi. Biz çıkarken öteki arkadaşlar yetişti. Arkadaşlara Ali Yılmaz Öğretmenin davranışını söyleyince şaşırdılar. Nedenler, niçinler üstüne yorumlar yaparak dersliğimize gittik. Yapı bölümündeki arkadaşlar Ali Yılmaz Öğretmeni yakından tanımadıkları için olayı normal buluyorlar. Oysa Marangozluk bölümünde olanlar, onun sinirlendiği zamanki konuşmalarını bildiklerinden bugünkü durumunu olağanüstü olarak karşılıyorlar.

Bayrak Törenine çıktık. Müzik Öğretmeni gelmemiş. Hidayet Öğretmen az bekleyelim! ”dedi. Öğrencileri oyalamak için, “İleriki günlerde işleriniz çoğalacak, fazla gezme olanağı bulamayacaksınız, bu günlerde çevreyi tanımaya bakın! ”gibi öğütler verdi. Bu arada Behire Öğretmen yetişti. Hidayet Öğretmene bir şeyler söyledi. Hidayet Öğretmen, “Estafurullah, hepimiz insanız, benzer durumlara hep düşüyoruz! ”dedi, kenara çekildi. Behire Öğretmen bir işaret verip İstiklal Marşını söyletti. Sanırım gecikmesinden dolayı utandı, kendini suçladı. Bu yüzden de, marş üzerinde durmadan, söyletip bitirdi. Dağıldık. Arkadaşlardan “Oh olsun! ”diyenler oldu. Benim de öyle söyleyeceğimi bekleyenler vardı belki ama ben kesinlikle üzüldüm. Yeni öğretmen olmuş, üzülecek duruma düşmesini asla istemem.

Yemekte uzaktan hep izledim, yüzü uzun süre gülmedi. Nahide Öğretmen bir ara kulağına bir şeyler söyledi. Ne söylediyse ondan sonra hep güldü. O gülünce içim rahatladı. Dersliğe dönünce Orhan’la Sili Ustaya Almanca sözler hazırladık. “Lehrer meister-Sili Meister-Herr Sili Meister-Herr Meister Sili”. . Bunları yazdık yazmasına ya söyleyince hiç birisi kulağımıza hoş gelmedi. “Sili Usta bize yakınlık gösteriyor ama belki bu tür yaklaşımları sevmez, bir gün sert bir söz söyleyiverir, bir daha yüzüne bakamayız! ”dedim. Orhan da buna benzer bir düşünceyi aklından geçirmiş. Öyleyse, Günaydın, Guten Tag-Allahaısmarladık-Aufwidersehen-Çok güzel-sehr schön-Nasılsınız-Wie geht es ihnen-Afedersiniz-Entschuldigung si bitte- İyi yolculuklar-Gute Reise-Geçmişolsun-Gute Besserung-Müsader eder misiniz? -Erlauben Sie mir? -Bu ne demektir? -Vas bedeutet das? -Sanırım güzel olacak-İch glaube es vird schön-Bunun Almancası nedir? Vie heisst das auf Deutsch? -Günaydın-Guten Morgen-İyi akşamlar-Guten Abend-İyi günler-Guten Tag-Teşekkür ederim. Dankeschön……Bunları ya da bunlara benzer sözleri söyleyelim, hoşlanırsa yavaş yavaş ilerletiriz. Zaten o hoşlanırsa kendiliğinden bize olanak tanıyacaktır…. Orhan’la bu kez tam kararlız. Benim Almanca-Türkçe büyük Lügat işimize yarayacak, taşıdığıma inşallah pişman olmayacağım. Gözüm gibi koruyorum. Ön kapakta Ragıp Rıfkı Özgürel en üstte. Birinci tabı, altında kaffei hukuku mahfuzdur yazısı var. Daha altında İstanbul-Sahip ve naşiri: Kanaat Kitabevi-Ankara Caddesi yazıyor. Orhan uyardı”Bu lügat senin değil mi? şaşırdım”Benim, bundan kuşkun mu var? ” diye sordum. Gülerek, ”Baksana burada sahibi, Kanaat Kitabevi yazıyor! ”dedi. Lügati tanımaya yeni başladık. Arka kapağı çevirip okuyoruz: Grosses, Deutsch-Türkisch, Wörterbuch. -Erste Auflage-Alle Rechte vorbehalten-İstanbul-Verlagsbuchhandlung: Kanaat-Ankara Strasse, 1931. . Kapaktan öğrendiklerimiz: Wörterbuch: Sözler kitabı-Lügat. , Strasse, cadde. erste-1. Aulage: Tab-baskı. Birden lüks lambamız söndü. Lüks yakıcılar, yatma zamanı yaklaştığı için yan çizdiler. Bizde gülerek, çadırın önüne çıktık. Orhan “Tam lügatı açıp çalışacaktık, lüks söndü dedi. ”Akşamdan beri ne yaptınız diyenlere, “Lügatın kapağını inceledik! ”deyince bir çok arkadaşın dilin takıldı:

-Bu nasıl kitap böyle, kapağı bile bir akşam bakmaya yetiyor! diye güldüler. Gündüzleri çaldığında dışarılardan duyulmayan ilkokulun zili akşamları bizim çadırdan iyice duyuluyor. Karanlıkta toparlanıp yatak çadırımıza gittik. Yatarken Kepirtepe sözü açıldı. . Halil Basutçu, “Hadi hadi, Kepirtepe’ye dönünce de burasının özlemini çekeceksiniz! ”dedi. Kepirtepe’ye dönünce burasının adına anmayacaklar çıktı. Hilmi Altınsoy, bir de küfür savurdu. Çadırın kapısı önünde birisi öksürür gibi “ Ihı ıhı”yaptı. Ben konuşmuyordum, sesin Namık Öğretmenin bir uyarısı olduğunu anladım. Herkes sustu. Sessizlik sürerken uyuduğumu sanıyorum.

 

9 Haziran 1941 Pazartesi. .

 

Nöbet değişimi var, kimi arkadaşlar seviniyor, kimisi de üzülüyor. Bizim grupta Sami Akıncı sürekli derste kalmak istiyor. Ancak değişme olanağı yok. Fettah Biricik de derslere girmek istemiyor, değişmek istiyorlar. “Giysileri değişelim gibi bir söz edince İsmet, Fettah’a takıldı, “Senin giysilerin içinde Sami kayıplara karışır! ”dedi. Bu söze Fettah sinirlendi:

-Ne demek istiyorsun? ” diye dikeldi. İsmet’in sinirli zamanına rastladı, “Sen giysilerini Sazanla değiştirirsen daha uygun olur! ”dedi. Bu kez Fettah iyice bozuldu. Araya girenler oldu, kahvaltıya gergin bir hava içinde gittik. Mehmet Yücel İsmet’i, Sefer Tunca Fettah’ı yatıştırmak için oldukça çaba gösterdi. İsmet için beni de olayı önlemem için çağırdılar. “İs met’i haksız bulduğum için söyleyecek sözüm yok, kendisini savunsun! ”dedim. Kahvaltıda Sili Ustayı gördük, Ankara’dan dönmüş, buna sevindim, gene onun yanında çalışacağız. Kahvaltıdan sonra okul önünde toplandık. Namık Öğretmen geldi, Orhan’la beni ayırdı, “Sizin işiniz belli dedi, öteki arkadaşları aldı gitti. Biz, onların arkalarından bakarken Sili Ustanın bize el ettiğini gördük, koştuk. Bugün çeşme başında çalışacağımızı söyledi. Biz çeşme başına gittik, o da yönetim binasına gitti. Biz onu çeşme başında bekledik. Uzunca bir bekleyişten sonra çoktandır görmediğimiz Okul Müdürü, Hüsnü Baykoca, Mustafa Güneri, Namık Ergin, Köy Muhtarı Ahmet Çakır birlikte çeşme başına geldiler. Sili Usta onlara uzun uzun bir şeyler anlattı. Sonra bizi çağırdı. Bana bir noktaya gösterdi, gittim orada ayakta durdum. Orhan’a da bir başka nokta gösterdi. Biz bir süre o nokalarda durduk. Onlar yanımızdan geçip tepeye doğru birkaç kez gidip geldiler. Daha sonra Sili Usta ile Namık Ergin, Mustafa Güneri öğretmenler gene bizim yanımızdan geçip su yolunun yokuş sonuna dek gittiler; bir süre sonra da gülerek geldiler. Az sonra onlar da gitti. Sili Usta bizi çağırdı, iki elini açarak Bu iş tamam, hemen başlayacağız! ”dedi. Dedi ama, tamam olan neydi, şimdiye dek yaptıklarımız yarım mıydı? . Sormamıza gerek kalmadan Sili Usta bize anlattı. Karşı yamaçlarda hazırlanan su yoluna suyun çıkması için çeşmeden yokuş altına dek özel bir kapalı kanal yapılması koşulu varmış. Çeşme bitişiğindeki alan köyün ortaklık alanı olduğundan izin gerekiyormuş. Okul Müdürü ile Muhtar bu izini almış-vermiş oluyormuş. “Bizim için özgün bir söz: Almış-vermiş olmak! “Sili Usta önümüzde biz onun arkasında kazılan hendeği izleyerek son noktaya dek gittik. Yakınlardan taşlar toplayarak gösterilen yerlere taşlar koyduk. Taşların konduğu yerde su toplanacak, oradan da yapılacak binalara dağılacakmış. Usta önümüzde biz arkada bu kez Ankara Yolundan köye döndük. Yemekten sonra işbaşı yapmak üzere ayrıldık. Henüz paydos olmamışmış, ortalıkta kimse yoktu. Okul önündeki gölgeliğe gittik. Gölgelikte dört yabancı oturuyordu. Bizi görünce biraz tedirgin oldular. Yabancı olduklarını anladığımız için yanlarına gidip konuştuk. Kastamonu -Gölköy Köy Enstitüsü’nden gelmişler, burada çalışacaklarmış. Yeni Müdür oradan gelmiş, bunları da o çağırmış. Önce önemsemedik. Az sonra öteki arkadaşlar da geldi. Onlar da gelen konuklarla ilgilendiler. Öğrenciler bizden bir alt sınıfta olmalarına karşın benim boyumdalar, sanırım yaşları da benden küçük değil ya da ilk bakışta bana öyle geldi. Kastamonulu konuklar bizim arkadaşlar arasında hemen duyuldu, duyuruldu arkasından bir de soru sorulmaya başladı, “Neden geldiler? Bu sorunun yanıtı önemsendi, onların adı geçince herkes bunu sormaya başladı, Neden geldiler, bunlar neden getirildiler? Haklı ya da haksız, bunun Yeni Müdürün bir numarası olduğu ortaya sürüldü. . Haksızlık yapıldığını bile bile tüm öğrenciler, bu dört konuğa yan bakmaya başladı. Kimse ilgilenmedi. Onlar da bu ilgisizliği sezdiklerinden kenarda köşede büzülüp kaldılar. Yemekten sonra çeşme çıkışı ile hendek arasını çizip işaretlerimizi koyduk. “Döşenecek borular ne zaman gelecek? ”diye sorduk. Sili Usta “Yarın-bugün! ”dedi güldü, düzeltme yaptı, “Bugün-yarın! ”Orhan “Bizim Almanca konuşmalarımız da böyle işte, belki de daha berbat! ”Sili Usta bir düzeltme daha yaptı, “Boru yok, künk var, beton künk. Kazılmış hendekle çeşme arasını da işaretleyip kazıcılara bıraktık. Kazıcıları Mustafa Güneri Öğretmen gönderdi. Tüm grupları Mustafa Güneri Öğretmen görevlendiriyor. Onlar gelince Sili Usta onlara yapılacakları söyledi, birlikte su deposu olacak yere gittik. Bizi bekleyen on öğrenci toparlandı. Sili Usta terazisiyle bir kez daha kontrol ettikten sonra kazma başladı. “Derinlik belki iki metre olacak! ” deyince çocuklar bir “Ooooooo! ”çektiler. Sili Usta, başını sallayarak “Hep siz yok! ”dedi. Sonra da düzeltilen bina yerlerini gösterdi. “Hepsi 2-3 belki 4 metre var kazmak! ”diyerek güldü. Göğsünden bir plan çıkarıp gösterdi. Merdivenli bir bina, bir salon bir oda. Altta da benzeri iki oda bir salon. Ancak tamamına yakını toprak altından. Parmağıyla çekiçler gibi aşağıya doğru vurarak “Kazılacak! ”dedi. Gülerek, “Yo, yo, yoooo, hep siz değil, başkaları da! ”

O sıra Mustafa Güneri Öğretmen geldi, Okul İçi ana yoldan söz etti. Sili Usta gene koynundan kağıtlar çıkardı iki ucunu bana iki ucunu da Orhan’a tutturup açıklamalar yaptı. Elinin üç parmağıyla çizer gibi gösterdi. Okul binaları içinde aslında üç yol. Olacakmış. Bunlarda ortadaki daha geniş, Strasse deyince Mustafa Güneri “Anayol! ” Sili usta da “Anayol! ”dedi. Daha sonra da gülerek “Yok baba yol? ”diye sordu. Daha sonra köy tarafına dönüp aleti kurduk, yol yerlerini taşlarla, kazıklarla saptamaya başladık.

 

 

Akşam döndüğümüzde Kastamonu-Gölköy’den gelenler üstüne konuşmalarla karşılaştık. Onlar günlerini çoğunu Okul Müdürü yanında geçirmişler. Bir ara Okul Müdürü onları alıp köy içinde gezdirmiş. “Ne var bunda? ” diyecek oldum, birkaç kişi birden “Bu bir ayırıcılıktır! ”dediler. Bu kez ben, “Onlar belki öğrenci değildir, eğitmen olmasınlar? ”Bu sözüme gülenler oldu. Gölköy için yazılmış yazıyı anımsattım. Yazıda “Öğrencilerle eğitmenleri hep bir arada” diye yazıyord! ”dedim. Arkadaşlardan konuşanlar olmuş, çocuklar öğrenciymiş.

Akşam yemeğinde duyuru yapıldı, kemanlar gelmiş, yazılanlar yarın öğlede müzik öğretmenini görecekmiş. Nedense sevinemedim. Akşam İsmet’le tartışa tartışa ona mektup yazdık. Üzücü şeyler yazmaya kalkıyor. Annesini, (Zühre teyzemi)üzeceği sözleri yazmasını istemiyorum. Bir yığın tartışmadan sonra dediğim oluyor ama, İsmet, oldukça zorluk çıkarıyor. Ben birkaç gün önce yazmıştım, Bu kez İsmet ona neden haber vermediğimi sorun yaptı. Yat ziliyle tartışmamız kesildi. Yatınca gene Kastamonu-Gölköylü öğrenciler konuşuldu; değişmez soru, “Onlar neden gelmiş? ”Bir çok söz arasında biri çok etkili oldu: Çoban Mehmet onları aramıza casus olarak sokacak. Arkadaşların çoğunluğu bunun olabileceğini söyleyince ben de inanmaya başladım. Üstüne üslük, arkadaşım Halil Basutçu o adamın böyle şeyleri yapabilecek biri olduğunu öne sürünce buna iyice inandım. Yatınca kendi kendime:

-Adamın aleyhinde konuşmuyorum, bana ne zararı olabilir. Üstelik beni iyi tanıdı bir daha da unutmadı: Gördüğü yerde “Bir ağrı duyuyor musun, aman dikkat et, tekrarlatma! ”diye beni uyarıyor. Tam uyumak üzereyken, fısıltılar duydum:

-En iyisi onları bir güzel dövelim, defolup gitsinler! ”Rüya mı gerçek mi? kestiremedim o denli uc uca söylenmiş bir söz. Ama beni derinden etkiledi. Rüyamda uzun uzun kaçma-kovalama olaylarına karıştım.

 

10 Haziran 1941 Salı …

 

Uyanınca Orhan’a sordum; “Akşam hangimiz önce uyuduk? ” Orhan, “Sen uyudun! ”deyince sordum; Kastamonu-Gölköylü çocuklar için kimler ne konuştu? Orhan, kimsenin konuşmadığını ya da onun duymadığını söyleyince şaşırdım:

-Ben o sözü rüyada mı duydum? Ne biçim rüya? Aklımda tek o söz:

-Onları dövelim! Orhan’a bir şey söylemedim. Dövme ya da dövüş sözünü en çok eden Hüseyin Serin’e bu kez o sözü ben ettim:

-Onlar dört kişi, biz çoğuz, istersek onlara iyi bir dayak atarız! ”dedim. Hüseyin, daha sözüm biter bitmez beni ayıpladı. “Bize konuk gelmiş garibanlar dövülür mü? ”Hüseyin’i haklı bulduğumu söyleyip sözümü geri aldım. Gerçekten böyle bir söz söylenmedi mi? Kahvaltıda konukları Hasan Gülümser’in masasında gördüm. Hasan Gülümser çok girgin bir arkadaş. Kısa sürede onların kim olduklarını, buraya neden geldiklerini öğrenir, diye düşündüm. Buna biraz da sevindim.

İşbaşı yapınca künklerin Lalahan’a geldiklerini öğrendik. Gelirken önünden geçtik ama tam gözleyememiştim, Lalabel’den önce Bir de Lalahan var. Orası biraz uzak ama kamyon gidip gelebiliyormuş. Künkler kamyonla taşınacakmış. Sili Usta çok sevinçli. Duvar çalışmalarında çok çok çooook su! ”diyor. Kamyon, tren yoluna yakın bir yamaçtan gelecekmiş, bunu duyunca sık sık o tarafa bakıyoruz. Bu arada benim aklıma Lalabel, Lalahan adları takıldı. Tarihte lala sözleri var ama acaba bu lala adları buralara neden takılmış? Öykülerde, romanlarda da çocuk bakıcısı olarak geçiyor ama onlar için böyle ad koymazlar. Sili Usta da kamyonun gecikmesinden sıkıldı, Kaç künk gelecek? diye sordu. Ben, ”Onu siz bilirsiniz, kaç künk ısmarladınızsa o kadar gelir! ”dedim. Güldü, kağıt kalem çıkarıp uzattı. 1500 m. Aralık. künkler 40 cm. 5 cm. geçme payı…. Kalemle kağıdı aldım. önce tek tek düşündüm, vazgeçtim. İki künk birleşince 75 cm. oluyor. 1500 m’de 75 cm’yi aradım. 1500000 cm. 75’e böldüm. 2000 künk çıktı. Sili Usta aldı, kağıdın arkasını çevirip Orhan’a verdi. Orhan biraz uzattı, sonunda getirip kağıdı ustaya verdi. Sili Usta bir süre gülümseyerek, yaptıklarımıza baktı. Matematik biliyorsunuz ama ikiniz de ayrı sonuç çıkardınız! ”dedi. Orhan 35 cm üzerinden yapmış 2288 künk bulmuş. Sili usta gülerek: ”İkiniz de eksik yaptınız. ”Sizi sevdim, matematik biliyorsunuz. Binaları yaparken benimle çalışacaksınız. O zaman çok matematik olacak. Benimle çalışacaksınız! ”dedi. Giderken durdu, ”Çalıştım bir okulda, buraya oradan geldim. O çocuklar, matematik yapamıyordu. Sordum sordum, bir daha sormadım. Siz çok iyi. Bu kez ben, ”Bizim yapığımızın neresi yanlış? ”Yo yo yoooo, yanlış değil eksik. Defterini çıkardı, 5000 künk gelecek. 5000 künk aldık! ” Orhan benden önce “Siz, çok almışsınız, başka yerlerde kullanacaksınız! ”deyince, ”Belki! ” deyip yürüdü. Lalahan yolunda toz kalkınca o tarafa baktık, gerçekten bir toz bulutu bizim tarafa geliyordu. Yolun geçtiği yöne yöneldik. Kamyon deyince biz, alıştığımız bizim okulun Scania/vabisi gibi bir şey bekliyorduk. Gele gele perişan bir nesne geldi. Sürücü yolda su kaynattığını anlattı. Şimdi iyiymiş, bir kez daha gidip gelecekmiş. Sili Usta bizim de arkadan gelmemizi söyledikten sonra sürücünün yanına çıktı, köye yöneldiler. Biz yetiştiğimiz zaman oradaki çocuklar künkleri indirmişti. Namık Ergin, Mustafa Güneri Öğretmenler sevinç içinde çocukları izliyorlardı. Mustafa Güneri Öğretmen, elimde üç ayaklı sehpayı göstererek, “Seni görünce, seyyar fotoğrafçıları anımsıyorum, tatillerde bir dene iyi bir fotoğrafçı olabilirsin! ”dedi. Bu sözün övme mi yerme mi olduğunu düşünürken Namık Ergin Öğretmen yetişti:

-Nerde İbrahim’de öyle bir şans, onun şansı da hepimizin gibi, üç yıldır beraberiz uzunca bir tatil yapamadık. Bu yaz için umudumuz vardı, o umudumuz da buraya kadarmış! dedi . Onlar güldü, ben de Mustafa Güneri Öğretmenin sözünün kötü anlam taşımadığı kanısına vararak rahatladım.

Kamyon Lalahan yoluna çıkınca, Sili Usta bir süre öğretmenlerle bağıra çağıra konuşu. Sevinçli olduğu belli oluyordu. Birden bizi gösterdi, ”Benim arkadaşlar, hep beraber çalışacağız, bunlar benim hesapları yapacaklar. onlara çok çok güveniyorum! ”dedi. Mustafa Güneri, bize bakarak “Biz de güveniyoruz! ”dedi. Namık Öğretmen ise, “Onlar okulun en iyi marangozlarındandır. Sanmam Ali Yılmaz Öğretmen onları elinden kaçırsın! ”deyince Sili Usta, “Ben de çatılar için istedim, isteyeceğim! ”dedi. Bu kez Namık Öğretmen Mustafa Güneri Öğretmene dönerek, ”İşte İbrahim’in yapacağı fotoğrafçılık bu kadar! Sili Ustanın üçayaklı sehpasını bu yaz da taşıyacak. İnşallah seneye, uzun bir tatil yapacağız! ”dedi. “İnşallah! ”Namık Öğretmen kamyonun gelme olasılığını düşünerek iki nöbetçi bıraktı, öteki çalışanları, haber verildiğinde gelmek üzere paydos etti. Biz de elimizdeki araçları yönetim binasındaki odaya bırakıp dersliğimize gittik. Çadıra girince şaşırdık. Sami Akıncı, İsmet Yanar, Mustafa Saatçı, Kastamonu-Gölköy’den gelen çocuklara oturmuşlar, konuşuyorlar. Çocukları böylece çok yakından görmüş olduk. Sami Akıncı onların yanında küçük kalıyor. Sanırım buraya gönderilirken seçilmişler. Buraya çalışmaya gelmişler, bize yardım edeceklermiş. Onlar bizim gibi marangoz-dülger olarak henüz ayrılmamışlar.

Öğle yemeğinde, keman çalışacak olanların da mandolincilerle toplanması duyuruldu. Yemekten sonra toplandık. Öğretmen, geri almak üzere keman verdi. Kemanları elimize aldık, kemanların gövdesini, göğsünü, boynunu, yayını öğrendik. İşbaşı yapmak üzere ayrılırken kemanları nöbetçi öğrencilere bıraktık. İşbaşı yapınca su deposu çalışma yerine giderken Sili Usta yolda bize gene sordu:

- Yüz ton su alacak bir deponun, iki deponun ölçülerini sordu. Bir depo için, 5X5X4, 4X4X6, 3X6X8 iki depo için 3X4X5 ile 3X3X4, 4X4X4 iki adet ya da 3X3X6 ile3X4X4 ölçülerini söyleyerek depo yerine vardık. Az sonra öteki çalışanlar da geldi. Bu kez Sili Usta onlara da sordu. Az sonra kamyonun geldiğini muştuladılar. Sili Usta yola çocuk gönderdi:

- Gelen kamyon buraya boşalacak! Nedenini kendisi açıkladı, buradan taşımak daha kolay, orası yokuş yukarı, burası ise iniş durumunda. Kamyon boşalırken de daha sonra da havuz ölçüleri uzun bir süre konuşuldu. Sili Usta bu kez, “Ben bu tür depodan vazgeçtim, daire olarak yüz tonluk bir depo istiyorum, bunun ölçüleri ne olacak? ”diye sordu. Çocuklar “Ohoo, moho çekerken ben derinliği de bize mi bırakıyorsunuz? ”dedim. “Evet! ”deyince “Yuvarlak olarak 10 metre çapı olan bir depo! ”dedim. Nasıl olur? diye sordu. Çapı 10 metre, derinlik üç metre, 10X3. 14 “İş bir matematik daha! ” deyip, öğrencilere örnek gösterdi:

- Siz konuştunuz, o düşündü! Bu söz çocuklar arasında bir süre konuşuldu:

- Biz konuşuyoruz, ağabey düşünüyor. İçlerinden biri yavaşça bir şarkı mırıldandı, ”Boş fıçıdan bilmem neden bu kadar ses çıkar! ”dedi durdu. Orhan, “Sili Usta bu soruları bize kasıtlı soruyor. Bizim yapacağımızı, onlarınsa yapamayacağını biliyor. Böylece bizim bilgi üstünlüğümüzü kanıtlatıp belli bir ayrıcalık olduğunu onlara söylemeden anlatıyor! ”dedi. “İyi mi oluyor yoksa zararımıza olan bir durum mu sezdin? ”diye sordum. Orhan çok memnun, “Çocuklar hayranlıkla bakıyorlar. En çok cıvıklaşan Şevki Türkoğlu ile Evrensekizli Selim Gezen bile tavırlarını değiştirdi! ”

Sili usta, Kamyon yok, beklemeyeceğiz! ”deyip saatini gösterdi. Kendisi kazdığımız su yolu boyunca yürüyünce biz de onu izledik. Orhan haklı çıktı, çocuklar yolda yürürken bizden öne geçmemeye dikkat ettiler. Dersliğe gidince arkadaşlar Çoban Mehmet’i dilliyorlardı. Çalışırken yanlarına gitmiş, Kepirtepe’deki hayvan sayılarını sormuş, Susuzluk durumuna üzüldüğünü söylemiş, “Neşesizsiniz, oyun oynamıyorsunuz, boş zamanlarınızı değerlendiremiyorsunuz, Gölköy’den gelenlerden oyun öğrenin! ” demiş. Arkadaşlar buna çok üzülmüşler. “Çıkıp meydanda oynamak bir marifet mi? ”deyip verip veriştiriyorlar. Konuşmalara karışmadım. Söylenenlere de üzülmedim. Bizim arkadaşlar, yeni bir şey öğrenmek istemiyorlar. Dersler için de böyle konuşuyorlar. Zaten hepsi değil, içlerinde birkaç kişi var, onlar öyle konuşunca ötekiler susuyor. Öyle sanıyorum ki, öteki sınıflar, Çoban Mehmet’in dediklerini yapacaklar. Onlar daha öğrenmeye istekli. Çoban Mehmet’e tepkiyi onlar gösterdi ama, haklı bulduklarında onun sözlerinden de yararlanmasını bilecekler. Yemekten sonra dersliğe azıcık geç gittim. Gittiğimde Sami Akıncı, Orhan’ın sırasına eğilmiş bir şeyler çiziyordu. Çok yakınlarından geçmek zorunda kaldım, gözüme çizilmiş bir daire çarptı, birden anladım, Sami bizim daire biçimindeki havuz hesabını yapıyordu. Sami konuşmasını sürdürürken Orhan’ın “Tamam! ”dediğini duydum. Orhan’ın huyunu öğrendiğimden sorun yapmadım. Ancak anlamazdan da gelmek istemedim. Sordum, “Yaptığım doğru muymuş? ”dedim. Orhan’dan önce Sami, “Doğru! ”dedi. Sami uyarıda bulundu, “Kitap listesi geldi, kitaplar 50 kş ile 200 kş arasında değişiyor, en kısa zamanda kitapları seçip parasının verilmesi, istedi. Herkes başka konularda konuşurken ben Sami Akıncı’ya Kastamonu-Gölköylü öğrencileri sordum. Sami, “Anladığım kadarıyla onlar da bizim gibi kültür derslerini okumamışlar. Aradaki fark, biz 1: sınıfta çok iyi okumuşuz, bir temel oluşmuş, onlarda öyle bir durum yok. İlkokul bilgileriyle duruyorlar. Onların bizden farklı bir tarafı, haftalık eğlenceleri, oyunları, şarkıları, türkülere, saz çalmaları önemsemişler. Hemen hemen hepsi oyuna kalkıp oynuyormuş. Bağlama çalanlar çokmuş. Atölyelerden çok tarım işlerinde çalışıyorlarmış. Sami konuşurken arkadaşlar dikkatle dinlediler. Söylenenlerden bir şeyler anladılar sanıyordum. Tersine, verdiler veriştirdiler: “Öğrenciler oyun mu oynarmış? Öğretmen mi olacaklarmış yoksa tiyatrocu mu? Yat ziline dek bunlar tartışıldı.

Yatınca bunları düşündüm, üzüldüm. Ahmet Gürsel Öğretmene mektup yazmaya karar verdim. Üzülecek biliyorum ama gerçek bu, burada çalışmam olanaksız. Ahmet Gürsel Öğretmen derken askerdeki ağabeylerimi, evi babamı, köydekilerin hepsini gözümün önüne getirdim. Ablalarım, yengelerim, Büyük Ablamın kızı Gülsüm, Küçük Ablamın oğlu Saim, Mahmut Ağabeyimin oğlu Yahya, Bektaş Ağabeyimin oğlu Ali Rıza ne yapıyorlar? Onları rüyamda görme isteğiyle gözlerimi yumdum. Arkadaşların fısıltıları arasında uyudum.

 

11 Haziran 1941 Çarşamba. .

 

5. Kol sözleri arasında uyandım. Nedir 5. Kol? İsmet sesimi duymuş, “Dayı sen 5. kolu nasıl bilmezsin? ”Bilmiyorum, “Böyle sözler duydum ama aslını bilmiyorum! ”deyince İsmet, ”Aslını ben de bilmiyorum ama burada ne için kullanıldığını biliyorum! ”İsmet’in yanına gittim, sordum, “Konuşulan nedir? ”Kastamonu-Gölköy’den öğrenciler 5. Kolmuş, bizden aldıkları haberleri Çoban Mehmet’e ileteceklermiş. “Ne haberi? ” diyecek oldum, “Örneğin şimdi sen Çoban Mehmet, dedin, onlar bunu duyunca gidip söylüyormuş. İşte 5. Kolluk buymuş:

-Almanya bu yolla bir çok ülkeyi kendi içinden vurarak yenmiş! Kafam karıştı, o çocuklar da bizim gibi öğrenci, niçin böyle bir iş yüklensinler? Onlarla uzun uzun konuşan Sami Akıncı’nın söylediklerini tekrarladım. Ayrıca onlarla ben de konuştum. Onların bu işi yapmaları için önce bizleri tanımaları gerekir. Oysa onlar kimsenin adımı bile sormuyor. İsmet benim açıklamalarımdan sıkıldı, “Dayı sen ne dersen de bizim arkadaşlar onlara 5. Kol, diyor. Onların Çoban Mehmet’e söz getirip götürdüğü ya da götüreceğine inanmışlar. Çoban Mehmet’in kapısı onlara her zaman açıkmış! ”Bunları konuşa konuşa kahvaltıya gittik. Konuk öğrenciler bu kez 2. sınıfların masalarına dağılmış durumdaydılar. 2. sınıflarla çalışmaya da katılacakmış. Ayrıca bunlar öncüymüş, yakında onların okulundan 2 öğretmenle 20 öğrenci daha gelecekmiş. Onlar ayrıca bir bina yapacaklarmış.

Kahvaltıdan sonra su başında toplandık Künkler hendek boyunsa sıralanacak. Sili Usta önce anlattı:

-Künkler burada, toprak orada. Orhan’la Sili Ustanın dilini iyice anlıyoruz; “Künkler toprak tarafına konmayacak, çünkü onların topraksız taraftan kullanılması daha kolay olacaktır! ”Biz çalışırken Çoban Mehmet, yanında Hidayet Öğretmenle çıktı geldi. Başı öne düşük düşük yürüyor. Konuşurken kollarını dirseklerinden ikisini birden kullanıyor, ellerini yumruk yapıp sağ elinin işaret parmağını hep yere doğru çekiç vurur gibi sallıyor. Sözcükler de ağzında kalır gibi söyleniyor. Gülmesi de bir başka türlü. Hidayet Öğretmenin tamı tamına tersi. Başı iki yandan sıkıştırılmış gibi, yüz daralarak öne doğru çıkık. Sili Ustayla konuşurken doğrudan bakmadım ama kulaktan, sürekli izledim. Söyleyecek sözlerini rahat söyleyememesine karşın sürekli emir vermeye çalışıyor. Birden bana döndü, gülümseyerek, “Atalarımız loncalarda usta-çırak güveni içinde sanatlarını sürdürüyordu. Siz de Sili Ustayı böyle bilin; ondan olabildiğince çok pratik bilgiler alın, bu sizin için az bulunur bir olanaktır! ”dedi. Elini omzuma koydu, yavaş bir sesle, “Seni biraz bana benzetiyorum, öğrenmeye çok heveslisin, ben de öyleyim; bunu bu nedenle sana söylüyorum! ”dedi, güldü. Gülerken dişleri başkalarına göre daha çok dışarı çıkıyor. Müdür Bey benimle öyle konuşurken öğrencilerin biri ikisi ne söylediğini duydu. Ötekilerin bakışları ilginçti: Bana göre hepsi o an benim yerimde olmak istiyordu. Bunu o an düşündüm:

-Çoban Mehmet kötü düşünen bir insan mı? Hiç değilse benim için kötü bir insan mı? Kendi kendimi sorularla sıkıştırdım. Bu sıra kamyon geldi, kamyonu boşaltınca atlayıp çeşme yanına gittik.

Yemekte arkadaşlar bize takılı, “Sili Usta sizi şımarttı, arabalarla gezdiriyor! ”diyenler oldu. Mehmet Yücel ise gülerek, “Tatlı canınızı yolda mı buldunuz, o kamyona binilir mi? ” diye sordu. Arkadaş haklı, kamyonun yanları olduğu gibi altı da delik, döşeme tahtaları yamalı bohça olmuş.

Öğle çalışmasında kemanların tellerine yay sürmeye başladık. Behire Öğretmen arkamdan sol elini omzuma koydu sağ eliyle sağ bileğimden tutarak aşağı yukarı bir süre benimle birlikte yay çekti. Azarlar gibi konuştu. :

-Notaları, sesleri biliyorsun bunları içinden duyup yayla dillendireceksin! dedi. Öyle yapmaya başladım. Biraz gıcırtılı olmakla birlikte ara sıra doğru sesler de çıkardım. Bir ara da Behire Öğretmenden bir “Aferin! ”aldım.

Öğleden sonra ara ara depoda çalıştık, ara ara da kamyon geldikçe künkleri dizdik. Akşam paydosunda akordiyonu alıp bizim çadırın az ilerisindeki çukura gittim, parmak çalışması yaptım, parçaları tekrarladım. Sefer Tunca ile İsmet geldi. İsmet, “Dayı kızlara mı çalıyorsun, öyleyse boşuna uğraşıyorsun buradan oraya ses gitmez! ”dedi. Ben de, “İyi ki geldiniz, aynı sözü söyleyecek başkaları da çıkacaktır, onlara duyulmadığını siz söylersiniz! ”dedim. Sefer, “Onu söyler miyiz, tam tersi, “Kızlar çıkmış pencerelerde dinliyordu! ”deriz.

Gülüşerek birlikte döndük. Akşam, yazmaya başlayıp da yarım bıraktığım Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu tamamladım. Azıcık yalan söyledim:

-Matematik derslerimiz gene boş geçiyor ama ben sürekli çalışıyorum! dedim. Oysa çalıştığım malıştığım yok. Oldukça da üzüldüm. Kültür dersi yapan grup bugün öğleden sonra bağlık yamacına üç büyük çatır kurmuş. Bu çadırlara üç Köy Enstitüsü’ündan 60 öğrenci gelecekmiş. Mustafa Güneri Öğretmen söylemiş. Şu işe bak, biz dört Gölköylü için dertlenirken 60 kişi gelecekmiş. Arkadaşlar ekledi hemen onlardan sonra da 60 kişi daha gelecekmiş. Bizim marangoz arkadaşlar da yemek masası yapıyormuş. Reşat Tekinalp Öğretmeni merak ettim, sordum:

-Derste ne anlatıyor? ”onlara da Edirne Öğretmen Okulunda geçen günlerini anlatmış. Okul Müdürü Reşat Tardu onu çok seviyormuş, o da Tardu’nun baldızı Nurefşan’ı seviyormuş. “Neden evlenmemiş onunla? ”Arkadaşlar, “Haftaya sen sorarsın! ”dediler. Haklılar!

Yatınca önce Çoban Mehmet’in söylediklerini düşünmek istedim, içimden gelmedi, belli başlı bir yorum yapamadım. Gündüz Gül’le karşılaşmıştım:

-Neden akordiyon çalmıyorsun? diye sordu. Ben de, keman çalışmaya başladığımı, bir süre akordiyonu bırakacağımı, söyledim. Yüzünün şeklini değiştirerek “Ay, yazık, keman akordiyondan daha mı iyi? ”diye sordu. Bir daha karşılaşınca akşamları çadırın az ötesinde çalıştığımı söylemeyi düşündüm. Birden kendimi yargılamaya başladım. Maden ki onun hakkında bir şeyler düşünüyorum, azıcık yoklasam ne olur! Bu durum benimle ilgilenme midir, yoksa laf olsun diye konuşma mı? Pekala o bana akordiyon çalmayı bırakma dediği zaman ben, “Sen de müzikle ilgilen, örneğin mandolin ya da keman pek ala çalabilirsin, neden çalmıyorsun ? diyebilirim. Neden onunla konuşurken bu tür sorular aklıma gelmiyor? İki ikiye konuşurken sorucu o oluyor yanıtlayıcı ben. Oysa bunun tersini yapsam durum daha aydınlanmış olabir. . Belki vereceği yanıtlar gerçek niyetini belli edecektir!

 

12 Haziran 1941 Perşembe…

 

Uyanınca duyduğum sözler gene Kastamonu-Gölköy dörtlüsü üzerine. Bu kez de onların bağlama çaldıkları söylentisi yayılmış. Sözde Çoban Mehmet onları, Kepirtepelilere bağlama öğretsinler diye çağırmış. Bunu kendisi söylemiş, “Siz de bağlama çalışın! ”demiş. Hidayet Öğretmen bağlama çalıyor, öğrencilerinden kimse bağlamaya heveslenmediğine göre sanmam bizden biri onlarla oturup bağlama çalışsın. Bir zaman bağlamaya heveslenen Hasan Çetin belki gene bağlamaya döner.

Sili Usta bizim sınıfın çalışma grubunu toplayıp çeşme başına götürdü. Kısa bir açıklamadan sonra kendisi önce hendek dışında dört künkü bir bine taktı. Sonra ayni işlemi hendek içinde yapıp arkadaşlara gösterdi. Önce Mustafa Saatçı, Sefer Tunca, Arif Kalkan. deneme yaptı. Sili Usta “Tamam, böyle olacak! ”dedi. Elleriyle işaret verdi, böylece künkler döşenmeye başlandı. Bizim sınıfın iş haftası grubunda bulunan 7 Fettah, 15 Hüseyin, 18 Sami, 26 Mehmet Yücel, 42 Mustafa, 50 Abdullah, 53iAli Önol, 76 Arif, 78 Hüsnü, kurulacak olan okulu suya kavuşturacak suyolunu yapan ustalar olarak anılacaklar. Sili Usta bana, arkadaşların adlarını, numaralarını yazmamı sonra da kendisine vermemi söyledi. Künkler dizilince su akmaya başlamış gibi sevindik. . Orhan daha yakınlık duyduğu Abdullah Erçetin’e “Oğlum, şu küngü ters koymuşsun sular ters akacak diye takıldı. Sili Usta heyecanla, “Ne var ne oldu? ” diye sordu. Şakayı öğrenince o da güldü:

-Çok iyi, daha dikkatli olur! dedi. Bir süre sonra biz Sili Usta ile depo yerine gittik. Lalahan’dan künk taşıma bugün bitiyor. Depo kazısı da bitmek üzere. Bir çok depo ölçüsü düşündük hesaplayıp önerdik ama depo gene küçük ölçüde tek olarak tamamlanıyor: 3X3X6=54 m3. 2. depo daha sonra eklenecekmiş. Sili Usta, “Belki yeri değişecek! ”dedi. Biz kamyon beklerken bir kağnı grubu geldi, yeni kesilmiş söğüt, kavak ağaçları getirdiler. Bunların ne olacağını sorduk. Kalıp işlerinde, direk olarak kullanılacağını öğrendik. Orhan, ”Kağnıyla taşınacak keresteyle kaç binanın betonu dökülür ki? ”diye sordu. Sili Usta da Orhan’a La Fontaine okudunuz mu? diye sorarak soruya soruyla yanıt verdi. Arkasından da, “Bizimki karınca çalışması, toplaya toplaya çoğaltacağız! ”dedi.

Öğle yemeğine dönerken dersteki arkadaşlarla karşılaştık. Hasanoğlan köyünün batı tarafındaki dereye gitmişler. Reşat Tekinay Öğretmen onlara Hasan Dağlarını, Gelinkaya söylentilerini anlatmış. Sözde dağların tepesinde yollar varmış, bir yerden bir yere gelin götürürken olaylar olmuş, gelin kendini kayadan atmış o nedenle tepeye Gelinkaya denmiş….

Öğrenciler grup grup gelip su yoluna bakıyor, künklerin döşendiğini görünce seviniyorlar. Nedense ben pek sevinç duymuyorum. Belki su aktığını görünce ben de sevineceğim. Yemekten sonra keman çalıştık. Ben gene uzun uzun yay çektim. Behire Öğretmen bir ara geldi, birinci parmak için yer gösterdi açık telden sonra birinci parmakları basmaya başladım. Behire Öğretmen dinlemiş, uzaktan:

-Sesleri iyi bulduruyorsun, devam! dedi.

Öğleden sonra arkadaşlara katıldık, ara ara künk taşıdık, ara ara da yerleştirmelerde çalıştık. Arkadaşların konuşmalarını özlemişiz, gülerek dinledik. Mustafa Saatçı 5. kol olarak Kastamonu-Gölköy grubuna girebilmek için bağlama çalışacakmış. Neler yapacağını anlatıyor. Anlattıkları olacak şeyler değil ama arkadaşlar gülüyor. Örneğin onları inandırmak için Kastamonu’yu çok sevdiğini söyleyecekmiş, babasının ortada askerlik yaptığını, orada savaştığını anlatacakmış. O bunu anlatınca arkadaşlar, gülerek, Kastamonu da asker olmadığını ayrıca orada savaş da olmadığını söyleyince, bu kez de arkadaşlara soruyor:

-Siz söyleyin onlara ben ne diyeyim? Arkadaşlar, “Kastamonulu bir kız sevdiğini söyle! ”diyorlar. Mustafa buna razı olmuyor; bu onun sevdiği SS için bir ihanet sayılırmış. Bu kez de SS’nin Kastamonulu olduğunu söyle! ”diyorlar. Bu kez de, ”Ya gidip sorarlarsa? ”Herkes gülüyor:

-Onlar SS’nin kim olduğunu nereden bilecekler? ”

Namık Öğretmen sık sık geldi, Mustafa Güneri Öğretemen de buradan geçiyormuş, (Gerçekte bizim çalışmalarımızı gözetliyor) uğradı:

-Kolay gelsin! deyip gitti. O gidince bir süre sözü edildi:

- Amacı besbelli bizi izlemek, o bunu, kendini sık sık göstererek, güler yüzle yapıyor!

Künk döşeme işini düzlüğe çıkarmak üzereyken paydos ettik.

Parmaklarım oldukça uyuşmuş gibi, bir iki ovuşturup yumuşattıktan sonra bir de güzelce yıkadım. Kimseye takılmadan akordiyonu alıp kuytuya gittim. Az yukarıdaki Lalabel yolundan köylüler geçti. Onları izleyen gelen iki genç yanıma gelip, selam verdiler. Ben gitmelerini beklerken onlar geçip karşıma oturdular. Sorular sordular, özellikle de neden burada çaldığımı öğrenmek istediler. “Arkadaşları rahatsız etmemek için! ”deyince şaşırdılar; birisi, “Akordiyonun sesi çok güzel bundan kim rahatsız olur ki? ”diye sordu. Ders çalışanlar olduğunu, ayrıca her gün aynı sesleri duyunca bıkacaklarını, söyledim. Bu kez de öteki sordu:

-Sen de Enistos Mektebinden misin? Güldüm, “Evet, o dediğiniz yerdenim! ”dedim. “Kolay gelsin! ”deyip gittiler. Arkalarından ben de kalktım. Köylüleri düşündüm, bizim köydekilerden farksız. Dillerinde, kullandıkları sözcüklerin söylenmesinde biraz değişiklikler var. Sorular aynı, “Neden onları çalıyorsun? Bizim şarkılarımızı çalsana! ”Bizim köydekilere sorduğumu bunlara da sordum, “Bizimkiler dedikleriniz nelerdir? ”Bizim köyde, Dağlar dağlar viran dağlar, Alişim, Sarı kurdelem sarı adları söylenmişti. Bu kez de Ankara’nın taşına bak, Kızılırmak parça parça olaydın, Sarı kurdelem sarı şarkıları söylendi. “Bunları da çalarım ancak bunların sözleri söylenmezse güzelliği kalmaz. Onları önemseten sözleridir, ne söylediği bu sözleriden anlaşılır! ”dedim. Bu kez de “Sözlerini de söyle! ”dediler. Güldüm, “Ben türkücü değil öğretmen olacağım, öğrencilerime okul şarkıları öğreteceğim. Onlar nota ile öğretiliyor. Ben bu notaları çalışıyorum! ”dedim. ”Hı mı! ”dediler ama sanırım anlamadılar. ”Bizim köydekiler de “Bizim şarkılarımız! ”deyip tuttururlar. Oysa “Bizim”dedikleri şarkıları genelde bizim kahvedeki gramofon plaklarından kaparlar. Örneğin Kızılırmak, Alişim, Ey On beşli, Yörükler Yaylası, Sarı Kurdelem, Çanakkale İçinde, İzmir’i, n Kavakları, Yadeller, Beyler Bahçesi, Kavaktan Bir Dal Kestim vb. türü şarkılar hep plaklardan alınmıştır.

Akordiyonu bırakıp dersliğe dönerken arkadaşların yemeğe gittiğini gördüm, onlara katıldım. Onlara sordum, “Siz de Enistos Mektebinden misiniz? ”Gülerek bana baktılar, ”Sen nerden duydun onu? ”Az önce yanıma gelen iki gençle konuştuğumu, ayrılırken bana bunu sorduklarını anlattım. Ben geç kalmışım, günlerdir derslikte bu konuşuluyormuş: Köylüler bizim okula Enistos Mektebi adını vermişmiş. Üstelik köylü kadınlar, bizim günlerce çalışarak yaptığımız çamaşırlığı, hamamı eleştiriyorlarmış, “Enistoslular geldi, bizim güzelim çamaşırhanemizi bozdu! ”diyorlarmış. Bunu öğretmenler de duymuş, Namık Öğretmen, “Bunları duymazdan gelin, zamanla alışacaklar, bize dua edecekler! ”demiş, Hidayet Öğretmense, “Onlar alışkanlıklarından vazgeçemezler, elle yemeğe alıştıklarından kaşık kullanmaya bile yanaşmazlar! ”deyip arkadaşları güldürmüş. Yarın için yatakhane nöbetçisi olduğum duyuruldu. Çadır yatakhanemizde ilk kez nöbet tutacağım. Nöbette neler yapılığını sordum. Bugünün nöbetçisi Hilmi Altınsoy, “Temizleyeceksin, etrafını dolaşacaksın, kapaklarını açık havalandıracaksın! ”dedi sonra da, “Abi ne soruyorsun, kapının iç tarafında yapılacaklar yazıyor! ”dedi. Orhan üzüldü, “Ben de yarın gene künk döşeyeceğim! ”Bir gün boyunca çadırda nasıl duracağımı düşünürken, mektup yazmak aklıma geldi. Babama, Kamber Amcama, Hasan Hamcama, Muhittin Enişteme, Eğitmen Mustafa Güvener Ağabeye mektup yazmayı tasarladım. Bir süre de akordiyon çalışacağım. Mustafa Saatçı nöbetçi olduğumu duyunca, “Yarın akordiyon çalma, SS duymasın, sonra benden de akordiyon çalmamı ister! ”dedi. İsmet, söze karıştı, “Dayımı çağırırsın! ”deyince Mustafa Saatçı İsmet’e, “Ben dayınla konuşuyorum, bu çok önemli bir konu, büyükleri ilgilendiren bir konu, ergin olmayanlar bu tür konuşmalara karışmaz, dayın kızar sonra! ”dedi. Mehmet Yücel, “Sen ne tasalanıyorsun Hafız, Hafız Burhan’dan bir gazel çekersin, olur biter, SS mest olur, akordiyon makardiyon aramaz! ”Mustafa ona da, “Sen sus iskelet, iskeletler bu işlerden anlamaz! ”diyerek tersledi. Ben de SS okulda olduğu sürelerde akordiyon çalmayacağımı söyledim. Bu kez de bana, “Sen onun olmadığı zamanı nasıl bileceksin? ”Gidip soracağımı söyleyince, “Olmaz! ”dedi. “Oraya giremezsin, en iyisi çadırın deliğinden gözetle, o gidince akordiyonunu çal, o dönünce sus! ”Bizi dinleyen arkadaşlar önce güldüler sonra da özellikle İdris Destan, “Yarın sabah çadırın önüne otur, akşama dek akordiyon çal! ”dedi. Bu kez başkaları söze karıştı, “Çoban Mehmet’în Kastamonu-Gölköy’den özel olarak getirttiği bağlamacılar, kızlara bağlama öğretecekmiş” sözü ortaya atıldı. Şaka maka derken bu ciddiye dönüştü:

-Yapar mı yapar! Yaparsa ne olur? ”sorusu ortaya atıldı. Konuştukça sahileşti, ortaya atanlar da inanmış olacak, herkes bunun yapılmasına karşı tavır almaya yöneldi. Öyle ki iftira önerenler bile çıktı. Kime iftira atılacaktı? Çoban Mehmet’e mi, kızlara mı? Söz döndü dolaştı Çoban Mehmet’in üstünde kaldı. Nasıl bir iftira olacaktı? Az sonra Sefer Tunca, Arif Kalkan, Halil Bacutçu, Bekir Temuçin daha birkaç kişi”İftiraya ne gerek, biz bu adamı sevmedik, bu daha ilk günden belli oldu, öyleyse istemediğimizi apaçık belli edelim, ilgililer bunu duysun. Suç işlemeden görevlerimizi yapalım, öğretmenleriz bizim yanımızda olsun, öteki sınıflar da bize katılırsa Çoban Mehmet bunu anlar kendiliğinden gider! ”Öyle yapmaya karar verildi. Mustafa Saatçı bu konuşmaları dinlememiş gibi sordu:

-Şimdi ne oldu yani SS’ye gene bağlama öğretecek mi o veletler? İsmet pusuda bekliyormuş, “Dayımın akordiyonuna razı olursan öğretmeyecekler, olmazsan orasını sen düşün! ”Mustafa Saatçı, “ Hepiniz bana düşman, küçük bir istekte bulundum, neler çıktı; vazgeçtim! ”deyince birden sordular, “Neden vazgeçtin SS’den mi? ”Mustafa Saatçı, “SS’den asla, konuşmaktan vazgeçtim, uykum geldi uyuyacağım! ”Halil Basutçu son sözü söyledi:

-Çok geç kalmıştın ama gene de iyi ettin, yoksa bu tartışmalar sabaha dek sürecekti! ”Susssssss, gelen varrrrrr!

 

13 Haziran 1941 Cuma….

 

Orhan uyandırdı: Guten Tag. Heute der Freitag Schulglocke lautet. Herr Schutzmann. . ”Guten Tag, nicht Schutzmann , İch bin Diener…. Gülüyoruz Sami Akıncı geçerken yanımızda durdu, düzeltme yaptı. Arkadaşlar hep kalktı. Hava oldukça sıcak. Çadır kapalı olunca öndeki kalın halatları düğümlü gibi bir birine takılıyor. Ben de gerekeni yapıp kahvaltıya gittim. İçimde bir rahatlık var. Künk çalışmasını sevmemiştim, o işten kurtulduğum, İş haftasını geçirdiğim, mektupları yazacağım, bunlar benim için ivedi yapılacak işler. Yatakhaneye döndüm. Yapılacak pek de iş yokmuş. Bir iki arkadaş yatağını dağınık bırakmış, onları topladım, numaralarını yazdım. Kepirde de böyle yapıyorduk. Nöbetçi öğretmen gelip sorarsa bu numaraları veriyorduk. Gerçi ben nöbetlerimde böyle bir numara hiç vermedim ama, verenler oluyordu. Kağıtlarımı alıp en arkada bir yatağa oturdum. En kolayından başladım. Mustafa Ağabeye yazacaklarım en kolayı, ona olayları, dersleri, yaptıklarımızı, 250 hanelik köyde 3 sınıflı okul oluşunu yazdım. 2. Mektubum Kamber Amcama oldu. Ona da önce köyü, sonra yaptıklarımızı anlattım. Kamber Amcamın mektubumdan Okul Müdürümüze söz edeceğini düşünerek, Çoban Mehmet olayının azıcığını anlattım. Hasan Amcama ise akordiyon çalmaya devam ettiğimi; nota bulamadığım için işi biraz pratiğe döktüğümü, anlattım. Vahit Dedemin adresini bilmediğim için yazamadığımı ama onu hiç unutmadığımı ekledim. Güzel yeğenlerimin (İki kızı, Şetvan’la Elvan) gözlerinden amcamla yengemin ellerinden öperek mektubumu bitirdim. Muhittin Enişteme yazarken çok düşündüm. İsmet’in neler yazdığını bilmediğim için salt kendimi anlattım, İsmet’le iyi anlaştığımızı, benim sözlerime İsmet’in saygı gösterdiğini, derslerini çalıştığını yazdım. Sıra babama geldi. Babamı üzmemek için her sözü ölçerek yazmaya çalıştım. Sağlığımın iyi olduğunu, burada günlerin iyi geçtiğini, büyüklerimizin söylediğine göre, burada fazla kalmayacağımızı anlattım. Ayrıca Sili Usta ile çalıştığımı, ondan çok bilgiler kazandığımı ekledim. Mektupları tamamlayınca çıkıp bahçede oturdum. Nahide Öğretmenle ablası, geldi gitti. Müzik Öğretmeni iki tanımadığım bayanla geldi, uzun süre okulda kaldı. Onların geliş gidişlerinden başka daha tanımadığım insanlar girip çıktılar. Şimdiye dek bilmediğim bir başka olay da burası şimdilerde köy okulundan çok, bizim okulun yönetim makamı, kızların, bayan öğretmenlerin yatma yeri. Öğle akşam paydoslarında tenha gibi görünmesine karşın, bir çok insanın başvuru uğrağı. Bunu gel-git durumu görünce akordiyonu alıp rahatça çalmaktan çekindim. Çadıra girip gene arkalarda bir alt ranzaya oturarak çalıştım. Olabildiğince az ses çıkardım. Çoban Mehmet duyarsa gelir belki söz söyler diye düşünüyordum. Korktuğum başıma geldi. Bir kol çadırın kanadını kaldırdı, “Bu güzel müzik nereden geliyor, kim bu usta müzikçi? , diyerek biri içeri girdi, arkasına dönerek bir başkasını da “Gel bir dakika! ” çağrısı yaptı. Beni görünce de “Kaçak değilsindir her halde diyerek, güldü. “Devam et! ”dedi. Dondum kaldım, Çoban Mehmet karşımdaydı. Gel! ” dediği de Mustafa Güneri Öğretmendi. Mustafa Güneri Öğretmen beni görünce telaşlandı, “Rahatsız mısın İbrahim? ”dedi. Nöbetçi olduğumu, temizliği yaptıktan sonra. . derken, “Eee, azıcık oturup çalman hakkın! ”dedi. Rahatladım. Çoban Mehmet, “Notadan mı çalıyorsun? diye sordu. Notadan çalıştığımı anlattım. İkisi ne çok övücü, güzel sözler söyleyerek ayıldılar. Çadırdan çıkarken, Çoban Mehmet’in, Mustafa Güneri Öğretmene “Biz kaçak ararken nasıl bir cevherle karşılaştık, gördün mü? ”dediğini duydum. Onlar gidince akordiyonu bıraktım, dışarı çıktım. Öyle rahatladım ki, ne yapacağımı da şaşırmış durumdaydım. Aklıma geldi, dersliğe uğradım. Çadır boştu. Reşat Tekinay Öğretmenin dersi vardı. “Herhalde kıra gitmişler! ”deyip bir süre derslikte oturdum. Az sonra onlar geldi, nedense o an öğretmene görünmek istemedim; okul bahçesi geçtim. Gül’le karşılaştım. O gülümseyince durdurup çadırda akordiyon çalarken Müdür Beyin geldiğini söyledim. Önce telaşlanır gibi oldu, anlattıklarımı dinleyince hem şaşırdı hem de sevindi. “O adam öyle yumuşak davrandı demek! ”diyerek şaşkınlığını belirtti. İyimserliğim bir kat daha arttı. Gülüşerek ayrıldık. Ben, sonradan ayırdına vardım, bizimkiler Gül’le konuştuğumu görmüş, Yemekte hemen dile dolandı. Mustafa Saatçı’ya “Gözün aydın, nöbetçi SS’ye değil başkasına akordiyon çaldı, gördük! ”dediler. İsmet sordu, anlattım. İsmet Gül üzerinde hiç durmadı ama Çoban Mehmet için, “Dayı bu adamı bize yanlış tanıtıyorlar. Bu adam o kadar kötü biri değil galiba! ”dedi. Arkadaşların bir bölümü, bu sözleri biraz yadırgadılar. Ya da bakışlarından ben öyle bir anlam çıkardım.

Öğle dinlenmesinde keman çalıştık. Behire Öğretmen benimle pek ilgilenmedi, bugün daha çok mandolincilerle cebelleşti. . Mandolincileri ikişer ikişer çalıştırdı. Çoğuna kızdı, payladı. Kızınca yüzü kızarıyor; kızarınca da o güzel yüzü genişlemiş gibi oluyor. Çaktırmadan hep onu izliyorum. Çok çabuk kızıyor, çok çabuk da yumuşuyor. Behire Öğretmenin anlattıklarını anlamakta zorluk çekiyorum:

-Kesin gibi konuşmuyor. Belki bu dersin özelliği bu, diyecek oluyorum. . Ancak Adem Gürçağlayan Öğretmen yanlış-doğru kesin konuşurdu. Behire Öğretmen öyle değil:

-Şunu yap! diyor; ama sanki “Yapmasan da olur! ”dercesine seslendirdiği için, insan kendini zorlamıyor. Oysa Adem Gürçağlayan Öğretmen yapacaksın deyip, yaptırıyordu. O nedenle onun öğrettiği marşların, şarkıların notalarını hiç unutmadık, şarkıların kendileri bir yana notalarını şimdilerde bile ezberden okuyabiliyoruz. Bir arkadaşa si-do-mi-re-do-si-la. . si –do-is-la-sol-fa-mi-re-la-sol-la-si…desem arkadaş Kır atınla geçiver şu dağlar inlesin efem, diyebiliyor. Ezber mezber dense de bu bir çalışma, bir çaba sonucudur.

Arkadaşlar işbaşı yaptı, bizim grup yarın geleceği söylenen konuklar için kurulan çadırları düzenliyormuş. (Orhan-Harun-Salih-Hasan-Recep)Ötekiler de yemekhaneye yeni masalar, kanepeler eklemişler. 20 kişilik, üç grup gelecekmiş. Biri Samsun’dan, Fikret Madaralı Öğretmenin ilk çalıştığı, o anlata anlata bitiremediği ilden(Onun anlattıkları çoğunlukla Çukurbük Köyü ile ilgiliydi. )gelecekler. Onlarla konuşunca ilk soracağım, ”İçinizde Çukurbüklü var mı? ”olacak. Öteki grupları tam bilmiyorum. Erzurum’la Isparta’dan gelen olursa çok sevineceğim. Erzurum’da ilkokul 4. 5. sınıf öğretmenim Ahmet Korkut Öğretmenim, müdür. Isparta da ise hepimizin çok sevdiği Almanca-Resim öğretmenimiz Ömer Uzgil Öğretmenimiz Müdür. Belki onlar da gelirler. Gelirlerse ne iyi olur. İçim içime sığmıyor. Çadıra girdim, çekinecek hiçbir durum yok, çok ses çıkarmamak üzere kollarım düşene dek tekrar tekrar tüm parçaları çaldım. İzmir Marşı, Dağbaşı, İstiklal Marşı, Asker Marşı(Marşmilitary)Dumlupınar…Tuna Dalgaları, Carmen Silva, Volga Volga, Kafkas Dansı, Çardaş Früstin, Macar Dansı 5, La Komparsite, La Polama, Martılar, Çok Ağladım, Saz Semaisi, Mevlana peşrevi(yarım olarak)Türk Marşı(Radyoda çalınan kadarı), Rıza Tevfik zeybeği, Harmandalı, Kır At, Biz Kimleriz, Son Bahar, Manastır vb. Ayrıca anımsayabildiğim, ezberimdeki öteki okul şarkılarını tekrar tekrar çaldım. İki omzumun da uyuştuğunu, boynumun tutulduğunu anlayınca bırakıp dışarı çıktım. Mustafa Saatçı ile 2. sınıflardan Süleyman Gege, Rasim Dereli, Tevfik Uğurlu çeşmelerde çalışordu. Az sonra Nazmi Aybar Öğretmen geldi. Musluk ekleyeceklermiş. Nazmi Öğretmen bana, Ahmet Gökay’la mektuplaşıp mektuplaşmadığımı sordu. Ahmet Ağabeye çok yazmak istediğimi ama mektup atmanın çok zor olduğunu düşünerek yazamadığımı söyledim. Ahmet'de öyle tahmin ediyormuş, bana yazdı, senin onda 7, 5 lira alacağın varmış, paranı ben vereceğim, istediğin zaman alabilirsin! ”dedi. Sevindim, kitap aldığımızı, onlar için para gerekeceğini, o zaman isteyebileceğimi söyledim. Param vardı ama, bunu unutmuştum, “Sağolsun Ahmet Ağabey, unutmamış. Edirne-Karaağaç’a ilk gittiğimde, paramı kayıtları yaparken Fikret Madaralı Öğretmen, paramı sormuştu. Olan paramı söyleyince “Senin paran fazla, senin mutemedin Ahmet Ağabey olsun, ben daha az olanlara bakıyorum! ”deyip beni Ahmet Ağabeye göndermişti. Ahmet Ağabey kalın bir deftere adımı yazdı. Bana göstererek, “Her zaman gelip bu defterden para durumunu öğrenebilirsin! ”demişti. 3 yıldır ben o deftere bir kez bile bakmadım. Ancak aldığım paraları hep kendim yazıp hesaplıyordum. Bu 7, 5 lirayı nasıl unuttum? Sanırım, gideceğiz-kalacağız-gittik-gidiyoruz, derken unuttum. Sanırım Ahmet Ağabey de kendi işleri gereği o sıra ilgilenemedi. Sonradan görünce haber verdi. İyi oldu, bir yerine iki kitap alabilirim! ”.

Bu günümün iyi geçtiğini düşünerek arkadaşları karşıladım. Herkes yarın gelecek konukları merak ediyor. Halil Basutçu, “Siz dört tanesine hoşgörüyle bakamazken 50-60 tanesiyle nasıl uzlaşacaksınız? diye sordu. Bence de öyle, sanırım bizim arkadaşlar onlara çok uzak duracaktır. Belki Erzurum’la Ispartalılara daha yakınlık duyulacaktır. Doğal olarak İzmirlilere. Oradan gelenler arasında benim arkadaşım Ziya Fikri ya da ağabeyi Fevzi, olursa ben onları hiç yalnız bırakmayacağım. Onlar olmasa da İzmirliler, müdürümüz Nejat İdil’in öğrencileri, o nedenle de onlarla iyi anlaşacağız. Gelecekler, olacaklar diyerek yemeğe gittik. Yemekten sonra da genellikle konu bundan sonraki varsayımlar oldu. Öteki okullardan bizim aramıza gelenler oluyor; acaba biz de onların okullarına gidecek miyiz? Bu soruya önce ben olumsuz yanıt verdim. Çünkü bu gelenler buraya çalışmaya geliyor, inşaatta çalışacaklar. Biz gidince de kesinlikle oralarda çalışacağız. Üç yıldır iyi öğretmenler yanında güzel işlere yönelmişken yaptığım işleri değerlendiremeyecek insanlar yanında bir kez daha hendek kazmak istemem. Ali Yılmaz Öğretmenle bile anlaşamıyoruz. İşi yaptıktan sonra beğeniyor ama, işe kalkışırken bir beceri değerlendirmesi yapmaya gerek görmüyor. Örneğin Sili Usta öyle değil, “Sen şunu, sen bunu yap diyerek, beceriye önem veriyor. Ben böyle düşünüyorum ama arkadaşların çoğu bu tür düşüncelere önem vermiyorlar. Onlar, ” “Gidelim, gezelim! ”havası içinde konuşuyorlar. Kepirtepe’deyken göçeceğimiz söylenince uzun uzun tartışmıştık. Gideceğimiz yerde bize rahat bir yer hazırlanmamıştır, gidince zorluk çekeğiz! ”diyenler olunca çoğunluk, “Nerden biliyorsun? ”deyip üstüne yürüyordu. Hele Ankara adı çıkınca Ankara içini hayal edenlerin üzülecek tavırları vardı. Ankara içinde gezecekler, anneleri, babaları gelecek, onlara Ankara’yı gezdireceklerdi. Şimdi bunları söylesen hiç birisi, “Ben böyle düşünmüş, böyle söylemiştim! ” demez. Bunları düşünerek yattım. Yatakhane nöbetim iyi geçti.

 

14 Haziran 1941 Cumartesi….

 

Birileri, “Öğleye dek çalışma, öğleden sonra çalışma yok, kararımız bu, çalışmıyoruz arkadaşlar! ”Ahmet Güner’in sesi duyuldu, “Akşam, çalışmak için başka yerlere gidiyordunuz, bugün kendi okulunuzda çalışmaktan kaçıyorsunuz! ”dedi. Ali Önol yanıtladı:

-Kaçmıyoruz, öğleden sonra banyo, temizlik yapacağız! Kahvaltıdan sonra bizim marangozluk grubumuz topluca su deposuna gittik. Beton kalıplarını yaptık. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, konuştuklarımızı duymuş gibi, öğleye dek bitirirseniz, öğleden sonra dinlenirsiniz! ”dedi. Biz zaten daha önce Ali Yılmaz Öğretmenle bitirmeye karar vermiştik. Kararımız gereği bitirecektik. Böylesi daha iyi oldu, öğleden sonra izini almış olduk. Ali Yılmaz Öğretmen de bizim gibi çalışmaya başladı, arada Salih Baydemir’e takılıyor: Bir çiviye on çekiç vurmak ustalık değil, savurganlıktır, güç savurganlığı deyip yumuşak tahtalara iki üç vuruşta çivileri çaktığını söylüyor. Yusuf Asıl sözünü esirgemeden. “Öğretmenim biz marangozluğu çivi çakmak olarak anlamıyoruz, aksine bu güne değin pek çivi de çakmadık. Biz, geçme, yapıştırma, cila işlerinde çalıştık. Biz çakma işlerini yeni başlayan kardeşlerimize bırakıyoruz! ”dedi. Ali, Yılmaz Öğretmenden sert bir yanıt beklerken hiç de öyle olmadı, Ali Yılmaz Öğretmen, “Haklısın abi, ama bazen bunu da yapacaksın; çivi çakmak için adam arayacak değilsin ya! “diyerek sıralanan tahtaları hızla çakmayı sürdürdü. Ali Yılmaz Öğretmeni bugün kızdıramadık. İşin ilginci kim ne söylerse ya “Peki abi, ya da abi, o dediğin öylemi, yoksa böyle mi? ”diye soruyor. Hiç durmamacasına çalışıp bitirdik. Bayrak törenine de yetiştik. Arkadaşlar sıraya girmişti. İstiklal Marşı söylenip bayrak çekilince Hidayet Öğretmen bizim adımıza, gelen konuklara: “Hoş geldiniz! ”dedi. Ayırdında değiliz, Samsun-Ladik’ten 20 öğrencilik ilk grup gelmiş. Öğretmen konuşurken o tarafa bakınca biz de bakıp göz ucuyla gördük. Hidayet Öğretmenden sonra öğrencilerinin başında gelen Okul Müdürü konuşmak için çıktı. Selçuk Korol Öğretmenin konuşmasını andıran bir sesle aramıza katıldıkları için duydukları sevinci belirterek söze başladı. Önce Samsun’u daha sonra da okullarını anlattı. Dostluk, arkadaşlık üzerine çok güzel sözler söyledi. Bu arada adını da öğrendik; “Nurettin Biriz”. Biriz soyadının çağrıştırdığı anlam üzerinde durdu, bundan sonra her söylediğini birlik beraberlik, arkadaşlık üzerine getirerek, arkadaşlığın, insan olmanın ilk koşulu olduğunu, özellikle okul arkadaşlıklarının, giderek okullar arasında kurulacak sıcak ilişkilerin yurt sevgisini de arttıracağını belirtti. O denli güzel konuş ki, sözünü bitirince şimdiye dek kimseye yapmadığımız belki de bir örneğini bizim de görmediğimiz ölçüde alkışladık. Nurettin Biriz adı, tüm öğrencilerin dilinde gezdi; tören alanını doldurdu. . Büyük bir çoğunluk da “Müdür dediğin böyle olur! ”diyerek yemeğe gittik. Nurettin Biriz yemekte Hidayet Gülen’le Mustafa Güneri Öğretmenler arasında oturdu. Yemek süresince arkadaşlar bir yandan onlara baktı. “Bizim Çoban Mehmet nerede? ” diyenler oldu. Müdür Nurettin Biriz, Ladik’den gelen öğrencileri daha görmeden bize sevdirdi. İşin ilginci, kendi okulunda yaptığı herhangi bir işten de söz etmedi. İşten, başarıdan, emekten, alın terinden, bilgiden, ilerlemekten söz etti ama bunların bireysel çabalarla olabileceğini, elbirliği ederek de kat kat arttırılacağını anlayabileceğimiz sözlerle anlattı. Hiç aklımdan geçirmediğim bir olaya bu kez ben de katıldım. Yemekten sonra gelen konuklara “Hoş geldin! ” demeye gittik. Onlar yerleşme telaşındaydılar, fazla kalmadık ama, geldiğimize sevindiklerini gördük. Fikret Madaralı Öğretmenden, Samsun’dan Çukurbük köyünden söz ederek ayrıldık. İki sözden biri Müdür Nurettin Biriz oldu.

Müzik çalışmasına katıldıktan sonra demiryolu yakınındaki söğütlüğe yıkanmaya gitmek üzere anlaşıp dağıldık. Behire Öğretmen bu kez önce beni çağırdı, kemanın akordunu yaptı, telleri tekrar tekrar kontrol etti, tüm tellerde yayı atlatarak gezdirdi. Sonra kemanı bana verdi, karşı köşeyi gösterdi “Orada birinci parmağını bas, sen sesleri biliyorsun, açık telle bastığın sesin uygunluğunu ayırt etmeye çalış! ”dedi. Keman metodunun ilk sayfasında bu söyledikleri var, biliyorum, açıp çalışmaya başladım. Benden başka daha dört kemancı var öğretmen bir süre onlarla çalıştı. Bir tanesi(Doğan Güney) oldukça ileri, ara ara daha önce çalıştığından oldukça ustalaşmış. Buna karşın öğretmen onunla birden daha çok uğraşıyor. Yay tutmasından, çenesini kemana dayamasına dek yeni baştan alıştırmaya çalışıyor.

Çalışmamız bitince, arkadaşlarla su kanalı yanından dereye indik. Öteki sınıfların bir bölümü başlanacak inşaat yerlerinde çalışıyor. Yıkandığımız yerin herkesçe bilinmesini istemediğimizden, biraz aşağılara gidip dere içinden geri dönüyoruz. Burada da Nurettin Biriz bizim konumuz oldu. Adamın nasıl bir yüzü var? Dışarıda görsek tanıyabilecek miyiz? Kendi müdürümüz Nejat İdil’le yeni müdür Çoban Mehmet’le karşılaştırıyoruz. Söylediği sözlerin aklımızda kalanlarını anımsatıp demek istediklerini tartışıyoruz. En çok merak konumuz ise acaba Nurettin Biriz, kızdığı zaman öğrencilere gerçekten haklı, adaletli davranıyor mu? Bizim müdürümüz Nejat İdil gibi sözünde duruyor mu? Yoksa o da, Çoban Mehmet gibi “Çallının eşek bağladığı ağaçları kestiriyor mu? ”Bunları konuşurken on kadar Köy Enstitüsü’ünden öğrenci geleceği, hepsinin müdürleri gelirse on kadar müdürü tanıyacağımızı, konuşup sevindik. Ömer Uzgil Öğretmenimizi andık. Islanmış olan giysilerimizi kurutunca geç vakitler okula döndük. Derslikte geçen hafta ders yapanların bizden farklı ne yaptıklarını öğrenmek istedim. Hiç kimse farklı bir deş demedi. Reşat Takinay Öğretmen sevgilisi Rurefşan’ı anlatmış, Selçuk Öğretmen Ankara dolaylarındaki bitkileri, canlıları anlatmış. Türkçe-matematik dersleri gene boş geçmiş. Bu hafta yapılacakları da öğrenmişler: Hasanoğlan köyünün tarihi ile gelir durumları incelenecekmiş. Ben sormasam onu da söylemeyeceklerdi, ” “Programda müzik dersi de var! ”deyince, müzik öğretmeninin geldiğini, gam yaptırdığını, “aaaaa, aaaa”diye bağırdıklarını söylediler. Tamam, demek bu hafta biz de aaaa aaaa diye bağıracağız. “Öyleyse biz bu hafta Orhan’la sıkı bir Almanca çalışması yapabiliriz! ”Sami Akıncı, on bir arkadaşın kitap parası verdiğini, yazılı yedi kitabın bulunduğunu, iki yazarın da bizim yazdığımız kitaplar yerine aynı yazarın başka kitabı alındığını açıkladı. Emil Zola, Hakikat yerine Germınal, Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi…İsmet, Stendahl’ın Kırmızı ve Siyah’ını, ben de İki Şehrin Hikayesi ile Germınal’ı aldım. Ben, ya da İsmet’le biz, ikimiz sıramızı savuyoruz. Bu kitapları okuduktan sonra isteyenlere vereceğiz. . Bundan böyle bu tür girişimlere gene de katılacağız. Arkadaşların çoğu işlerde çok yorulduklarını, havaların sıcak olması nedeniyle de gündüzleri okuyamayacaklarını öne sürüp, kitap girişimini durdurdular. ”Okul yönetimi okumamızı istese kitaplık kurar! ” gibi sözler söylediler. Azınlıkta kaldığımız için, aldıklarımızla yetinip sustuk. Gene de Sami Akıncı, isteyenlere kitap getirtebileceğini söyleyerek bir umut kapısı açtı. Kalan dört kitabın birini Sami Akıncı kendisi, birini Hasan Üner, birini Recep Kocaman, birini Hüseyin Orhan, birini de İbrahim Ertur almış. Bir rastlantı dördü de okuduğum kitaplar: İzlanda Balıkçısı, Maske, Penguenler Adası, Hacı Murat…Hepsi güzel. Özellikle Maske öykü kitabı olduğundan her zaman okunabilir. Bir süre “Okudum! ”dediğim kitapları düşündüm. Hacı Murat kitabından bende ne kalmış? Yazarının Lev Tolstoy oluşuyla anlattığı insanlar özellikle kahramanı Hacı Murat’la Kafkas yöresinin değişik yaşam anlatılarından başka anımsadığım pek bir şey yok. İzlanda Balıkçısı için de fazla bir şey anımsamıyorum. Adını bile doğru okuyamadığım güzel kız Goud’la sevgilisi Yann bir de genç Sylvestre. Yaşamları balıkçılıkla geçen fakir ama gayretli insanlar. Gece gündüz demeden denizlerde dolaşan, denizle mevsimlerin koşullarına göre yaşayan insanlar. Bir de Fransa ile İzlanda arasındaki okyanusu karış karış öğrenmiş insanlar. Bunların arasındaki ilişkiler benzer insanlar gibi bir birine benzer olduğundan aralarından birini seçip de anlatacak ölçüde belleğimde derin bir iz kalmadı. Tek unutulmaz üzücü olay ya da ibret alınacak örnek Goud’un varlıklı oluşu nedeniyle Yann’ın onunla evlenmemesi. Ta ki sonraları Goud’un yoksullaşıp bedenen çalışmaya başlayınca Yann’ın Goud’a yaklaşması, ancak bu kez de kötü şansın birleşen iki kalbi erkenden ayırması gibi acı bir sonuçla kitap belleklerde de son buluyor. Penguenler Adası da benzer bir durumda:

-Yarılara dek ilgi çekici olaylar, olumlu gelişmeler giderek geriye döş yapmaya başlıyor, sonunda gene sevimsiz başa dönülüyor. İnsana iyimserlik aşılayan olumlu girişimlerin sürmemesi okuyanı zaten üzüyor, isteksiz bir okuma evresine giriliyor. Giderek başarısızlıkların ardı ardına gelmesi bellekte pek iz bırakmadığından çabucak unutuluyor. Sanırım öykülerin kolay anımsanmaları, hem kısa oluşlarından hem de tek olayı etkileyici bir biçemde anlatılışından ileri gelmektedir. Örneğin Maske kitabındaki Maske öyküsünün, yeri, kimler arasında geçtiği unutulsa bile bir maskeli yüzün gizliliği ile açıldıktan sonra yapacağı etki tüm insanlarda az çok bir merak konusudur. Bu bağlamda anlatılan bir olay ilgi çekeceği için bellekte kolay kolay silinmeyecek bir iz bıraktığından, uzun süre anımsanacaktır. Kitaptaki otuza yakın öykünün adlarını bile anımsamak oldukça zor olmakla birlikte olayların çoğu kolay unutulmuyor. Örneğin bir gayretkeş çavuşun yaptıkları, Muharrir, Fazla İnsanlar, Mustantik Bahis, Ayna, Duvar öyküleri de böyle, Salt olayla ilgili sunumla sınırlı olduğu için biraz zorlanınca bilince çıkıyor. Oysa romanlarda olaylar uzun zamana, daha geniş mekana, üstelik daha çok kişiye yaslandığından bellek kolay bir ayrışma yapamamaktadır. Ben düşünürken konuşmalar kesildi. Alt kattan horultular gelmeye başladı. Söyleyince sinirleniyor, asla kabul etmiyor ama Kadir Pekgöz küçümsenmeyecek ölçüde horluyor. Halil Basutçu da arada bir Kadir’e katılıyor. Erken uyuduğum için ben pek etkilenmiyorum ama duyanlar için oldukça rahatsız edici bir durum. O öyle zor soludukça ben onun adına rahatsız oluyorum. Bir süre kaygılandım:

-Acaba ben de horluyorum mu? Ablamla aynı odada yattığım oldu. Babamla yakın zamana kadar aynı odada yattım. Horlama üstüne onlardan bir uyarı almadım. Var da onlar mı söylemedi; yok olduğum için mi söz konu olmadı? Kendi kendime dert ettim, uykum açıldı. Şiir okumaya başladım. Han Duvarları bölük börçük sürmesi bir yana dizeler yer değiştiriyor, tekrarlar rahatsız edici durumda. Gemiciler tamam, Suvariler tökezleyerek bitti. Takıntısız olarak Röslein kalmış, ona sevindim. Röslein’ı Röslein’e bir gün okyacağım: Röslein, Röslein, Röslein rot; Röslein auf der Heiden…Sah ein Knap’ein Röslein stehn, -Röslein auf der Heiden, War so jüng und mogenschön, lief er schnell, es nah zu e-sehn, sah’ mit vielen Freuden. Röslein Röslein Röslein rot, Röslein auf der Heiden…. . Röslein sprach: ”İch steche dich, dass du ewig denkst an mich, und ich wills nihct leiden”……. . Orhan, uyandı sandım, tam söz söyleyecektim, öbür tarafına döndü, derin derin solumaya başladı. Çok geç olduğunu anladım, ters yöne dönüp gözlerimi kapadım. Köyde böyle uykum açılıyor muydu? diye düşündüm. Bir kez olmuştu, ablamların köpekleri havlamıştı. Kalkıp onlara gittim. Olağanüstü bir durum olmadığını görünce geri döndüm. Çaldaris lakaplı. Hüseyin Çavdar’ın evi arkasını dönerken önümden hızla bir karaltı geçti. Bir an korkuya kapıldım ama çabuk toparlandım. Karaltı önümdeki yoldan çok hızlı uzaklaştı. Zorunlu olarak karaltının arkasından yürüdüm. . Yürüdükçe, önümde hiçbir nesne olmadığını anladım. Eve gidince yatar yatmaz uyuduğumu hiç unutmuyorum: Sanırım korkun un etkisi oldu. .

 

15 Haziran 1941 Pazar…

 

“Biriz, beraberiz, her zaman böyle olacağız! ”sözleri arasında uyandım. Orhan daha önce kalkmış, dışardan geldi. Samsun-Ladik konukları çoktan kalkmış, topluca geziyorlarmış. Okul bahçesine gelmişler. Arkadaşlar duyunca dışarı çıktılar. Konuklarla konuşanlar oldu. Ben, hemen sokulmaya gerek görmedim, zaman içinde elbette konuşacağız. Su kaynağına gitmek için sözleşenler oldu; onlara da katılmadım; bugün kitap okumak niyetindeyim. İsmet şimdilerde okumak istemiyormuş:

-Böylece elimde okunacak üç kitabım var, bunları okuyacağım. Germinal, Kırmızı ve Siyah, İki Şehrin Hikayesi. Hangisinden başlama kararı vermek için duraksıyorum. En iyisi, (İsmet’e güven olmaz, sıkıldım, dayı benim kitabımı ver, diyebilir) önce Kırmızı ve Siyah’ı okumak. Ne ilginç, benzer adda bir kitap okumuştum, Mai ve Siyah(Mavi ve Siyah) Halit Ziya Uşaklıgil’in İstanbul’da yaşamın zorluğundan bıkan, mutluluğu Anadolu’da aramaya çıkan Ahmet Cemil’in öyküsü. . Kitabın adı, İstanbul’dan ayrıldığı gece, İstanbul’a son kez bakarken kentle denizin görüntüsünden etkilenen Ahmet Cemil’in duygusal benzetmesin almıştı. Bakalım bu kitapta renkler romana neden başlık olmuş? Derslik çadırımızda kimseler yoktu, kapısına yakın bir yere oturup okumaya başladım. Başlangıçta kısa bilgiler verildi, onları önce toparlayamadım. Sonra sonra belirli kişiler ortaya çıkmaya başladı. Fransa’da küçük bir kent, Belediye başkanından söz edilmese neredeyse bizim köyü andıran bir yer, diyecektim. Ancak, doktordan, papazdan söz edilmesi oldukça değişik bir yöre ile karşı karşıya kaldığımı çabuk anladım. . Kitapta önce o anlatılmamakla birlikte ben onu daha önemsediğim için öne alıyorum, benim yaşlarımda bir delikanlı var, Julien, Jülien Sorel. Okumamış, sert yaratışlı bir babanın çocuğu. Baba Sorel, fakirlikten çok çekmiş, yaşamı ancak parasal kazanımlarla sürdürebileceğine inanmış bir kişi. Julien’den büyük oğulları var. Bunlara da oldukça haşin davranmakta, onlara göz açtırmadan çalıştırmaktadır. Julien, okula gitmemiş ama kiliseye gidip gelirken, olanak buldukça okuma bilenlerden yararlanarak okur-yazar durumuna gelmiş, özellikle de okumaya karar vermiş bir gençtir. Ağır beden işlerinden kaçamak yapmakla birlikte okumaya tutku ölçüsünde bağlıdır. Latince öğrenmiştir. Herkesçe bilinen Latince kitaplarını o ezber okumktadır. Bu becerili yanıyla yakın çevresinde olumlu bir etki bırakmıştır. Bedence zayıftır ama, derli toplu bir görünümü vardır; , insanlarla ilişkilerinde ölçülüdür. Buna karşın baba Sorel, Julien’e haşin davranır, onu, yaşına başına bakmadan pat küt döver, adam olmayacağını bağıra çağıra yüzüne vurur. Baba böyle davranınca ağabeyler de benzer tavırlarla Julien’i ezerler. Çevrede bir başka önemli kişi belediye başkanıdır. Eski bir askerdir, çalışkandır, tutumludur. Daha çok kazanmak için elinden geleni yapar. Tutucu olduğu ölçüde cimridir ama, kazın geleceği yerden tavuğu esirgemeyecek derecede sözde alışverişçi görünür. Gönlü-gözü doymaz bir alımcıdır. Beldeye de yararlı olmakta, halka kendini öyle tanıtmaya özen gösterir. Evlidir, varsıllığı, dışa dönük tavırlarıyla albenili olduğundan güzel bir bayanla evlenmiştir. Eşi, Belediye başkanına yakışır tavırlar içinde çevresindekileri etkiler, saygınlığı ile ilgi toplamaktadır. 30 yaşlarındadır, en büyüğü 12 yaşında olmak üzere üç çocuk annesidir. Kocasıyla uyumlu olmakla birlikte duygusal olarak ya da kitapların yansıttığı boyutlarda ona aşık değildir. Aşık olmak istemiştir ama bunu başaramamıştır. Çünkü bunun salt kendi isteğiyle olamayacağını, karşısındakinin de çaba göstermesi gerektiğine inanmıştır. Öteki kişileri geride bırakarak öne çıkan bu üç kişi, bir olay sonunda bir üçlü düğüm oluşturup roman örgüsünün büyük bölümünü kapsayacaktır. . Bu örgünün ilk düğümleri, belediye başkanının bir kurnazlık numarasıyla başlar. Belde de çocuklu aileler, çocuklarına eğitici tutmaktadırlar. Bu bir yarış durumuna sokulmuştur. Kimin eğiticisi daha bilgili, daha iyi eğitir, hatta daha alımlı-çalımlı gibi değerlerle ölçülmektedir. M. de Renal, bu bakımdan iyi bir seçim yapmış durumdadır. Sorel ailesinin(Onlara göre)haylaz çocuğu Julien, hem genç, hem yakışıklı hem de Latince bilmektedir. Üstelik, kilise ölçülerine göre yetişmeye istekli biridir. Henüz 18 yaşlarındadır. Ancak, halk takımındandır, hem de yoksul takımındandır. M. de Renal, Julien’i babasına önemli bir para karşılığında alır. Aldığı gün daha Julien’i kendi ailesine uygun giysilerle donatır. Amacı , dosta düşmana karşı iyi bir eğitici bulduğunu ivedi olarak duyurmaktır. Bayan de Renal, olaya önce duyarsız gibidir. Ancak Julien yeni giysileri içinde olağanüstü bir görünümdedir. Henüz çocuk denecek tavırlar içindedir. Bayan de Renal böyle düşünmektedir: “Büyük oğlum 12 yaşında, Jülien 18 ! ”deyip karşılaştırmalar yapsa da, içinden bir ses onun duygularını istemediği bir yöne çağırmaktadır. Bu sesi, olabildiğince duymamaya çalışır. M. de Renal kendi havasındadır:

-Julien’i aldığna sevinmesi bir yana onu başkalarının kandırıp kaçırmasından kuşkulanıp, anlaştıkları aylıklarını arttırır. Çocuklar da Julien’i çok sevmiştir. Julien, zorluklar içinde bir çocukluk geçirmiş olmasına karşın, yaşamında büyük başarılar kazanmayı düşleyen, düşlediği ölçüde buna inanmış durumdadır. Düzenli bir öğrenim görmemesine karşın, okuduklarından yararlanmış durumdadır. Sayılı-sınırlı okuduğu kitaplardan modeller seçmiş onların başarılarına özenip kendine bir yol aramaya kalkışmış durumdadır. Örneğin Napolyon Bonapart’ın genç yaşındaki başarıları Julien için bir örnektir. Gene gene bunları okur, bunları anımsayarak kendini buna göre ölçüp tetikler. Bu duygusal durumu onu oldukça atak yapmıştır. Bu durumu, Julien’e girdiği topluluk içinde etkin bir görünüm kazandırır. Konuşur, tartışır, ataktır, inattır. Bu özellikleri nedeniyle, okumamış, dar düşünceli insanları kolay etkiler bir bakıma da rahatça sindirir. Öte yandan papaz adayı oluşu onu, insanlarla ilişkilerini sabırla sürdürmeye zorlamaktadır. Okuduğu kitaplar, aynı zamanda o günlerin Fransız toplumundaki değerlerini içerdiğinden, güncel olaylara katılımlarında bunlardan yararlanmayı ustaca başarır. İlişki kurduğu sınırlı insandan onların özelliklerine göre ders almaktadır. Julien, çocuklarla çok kolay anlaşmıştır. Çocukların Julien’i sevmesi, Bayan de Renal için bir ölçüdür. Çocukları sevdiğine göre bir anne olarak o da Juien’i sevecektir. Böyle düşünür ama burada kalamaz; günden güne başka yönden de etkilenir. Kendinden bile saklamaya çalıştığı duygusal bir ikilem içindedir. Julien’le sık sık konuşur. Julien de Napolyon Bonapart’ın kadınları etkileyen sözlerini anımsayıp arada kullanmaktadır. Bayan de Renal, kuzeni aynı zamanda Manastır dönemi arkadaşı olan Madam Derville’i çağırır. İki arkadaş uzun aralıktan sonra buluşup özlem giderirler. Madam Derville, bayan de Renal’e göre daha açık, toplumsal değerlere daha yatkın biridir. Gelir gelmez, kuzeninin eskiye göre daha neşeli olduğunu anlar ama nedeni üzerinde durmaz. İki kuzen sık sık aralarına Julien’i de alıp bahçde otururlar, konuşurlar. Julien ikisini de etkiler. . Madam Derville’in Julien’e yaklaşımlarından da cesaret alan Bayan Renal, Julien’in kendini sevdiğini çoktan anladığı halde uzak durmasına karşın giderek bu yaklaşımı kolaylaştırır. Julien, Madam Derville’in yanında Bayan de Renal’in elini alıp okşamıştır. Bu, uzun süredir içten içe gelişen aşkın ilk gün yüzüne çıkması olur. Konuşmalardan, iç çekişlerinden, sitemlerden anlaşılacağı üzere Madam Derville’de Julien’e aşık olmuştur. İşin bir başka yanı da ev işlerini yapan genç kız Elisa, Julien’ sırıl sıklam aşıktır. Julien bunlardan hep haberlidir ama onun gönlü bayan Renal’dedir. Madam Derville bir bahaneyle ayrılır. O gidince bayan Renal işi daha da ilerletip, Julien’i odasına alır. Önce Julien’in diretişiyle başlayan buluşmalar sonra sonra karşılıklı isteklerle sıklaştır. Önceleri çekingen davranan Bayan Renal, giderek artan isteklerini dizginleyemez duruma girmiştir. Elinde olmayan bir itiyle sonunda kendisi Julien’in odasına gitmeye başlar. Bu arada Elisa durumu öğrenir, olay çıkarıp ayrılır. Tüm bu karmaşık, karmaşık olduğu ölçüde ortaya dökülmüş aşk işlerinden M. de Renal habersizdir. Ona yansıyan Elisa işi, sınırlı söylemler içinde, M. de Renal’in parasal, biraz da yönetim gücüyle atlatılır. Julien için bir seçim yapma zamanı gelmiş belki de geçmek üzeredir. İlerlemek, makamlara tırmanmak, daha büyük aşklar yaşamak isteği yok olmuştur, Bayan de Renal onun tüm geleceğini durdurmuştur. Kendisinin geleceği önemli bir çok öneriyi sayısız olanağı geri çevirir. Bayan Renal’le olmak yaşamının tek amacı olmuştur. Çevrede ayyuka çıkan sözde gizli aşk, imzasız mektuplarla M. de Renal’e duyurulur. . Olayları hep kazanç açısından değerlendirip, sonunda kazançlı çıkan M. de Renal, büyük bir sarsıntı geçirmekle birlikte gene işi hesap kitaba vurup en zararsız bir yöntemle işin içinden çıkma yolunu seçer. Bayan Renal, hem kocasından dolaylı olarak çocuklarından ayrılmamak, hem de Julien’le ilişkisini sürdürmek istemekte. Julien ise Bayan Renal’i kaybetmek istememektedir. M. de Renal ile karısı, 12 yıl önce evlenmişlerdi. 12 yıl sakin bir yaşam sürdürmüşlerdi. Her zaman olduğu gibi gene gittikleri bir parkta, 2. oğlu duvara tırmanınca düşmesinden korkan Bayan Renal’ın heyecanla bağırması üzerine çocuğun duvardan inmesi üzerine M. de Renal, konuyu değiştirip:

-Şu kerestecinin oğlunu çocukların eğitimi için eve alacağım! demesiyle başlayan Julien Sorel, ilişkisi, Bayan Renal’in yatağını paylaşmasını aşmış, sevilen üç çocuğa karşın karı-koca ayrılma noktasına gelmiştir.

Kitabın 1/3’ünü okudum. Bir engel çıkmazsa yarın da okuyacağım. Yemekte herkes yaptığı işlerden, ya da gördüğü yerlerden söz ediyor. Dinliyorum; ben ne yer gördüm ne de birileriyle konuştum. Okuduğum kitabı anlatmak istesem anlatamam. Ancak okuduğum kitap, daha önce okuduğum kitaplardan oldukça farklı. Bu fark, hangi özelliğinden ileri geliyor tam anlamış değilim. Güzel mi, güzel! Anlatılan yerler bildiğim yerlere benzemiyor. İnsanların kimileri bizim insanlarımıza benziyorsa da kimileri çok değişik. Julien’in çocukluğunu bir yanını kendi çocukluğuma benzettim. Kardeşlerin en küçüğü, tıpkı benim gibi. Ancak Julien onlardan durmadan dayak yiyor. Bunu anlayamadım. 18 yaşına girmiş bir delikanlı kendini nasıl dövdürür? Sık sık azarlamaları bir yana, babası da Julien’i kanlar içinde bırakıncaya dek dövüyor. Oysa benim babam bana vurmak şöyle dursun, parmağıyla dokunmamıştır. Böylece aramızda benzerlikten söz ettiğim Julien’le benzerliğimiz; yaşımız, okuma isteğimiz buna karşın uzun süre okuma olanağı bulamayışımız dışında örtüşen bir tarafımız yok gibi. Buna bir de büyük kentlerden uzak kırsal kesimde büyümemiz katılabilir. En belirgin benzerlik bence çok istememize karşın düzenli bir okuma olanağına kavuşamamamız gösterilebilir. 17, 18 yaşımıza geldiğimizde bunu bulur gibiyiz, ben şimdi bulduğumu sanıyorum. Julien de bulduğunu sandı ama galiba gönlü onu o büyük isteği yolunda gitmesini çelmelemeye çalışıyor. Ne rastlantı, Julien’le bir benzerliğimiz de bu konuda var. Onun bayan Renal’i gibi benim de bir E ablam olmuştu. E abla , küçük ablamın yakın arkadaşıydı. Onlar çok sık görüşürlerdi. Ben ablamlarda kaldığım günler, E abla ile konuşuyorduk. Bayan Renal ile konuşurken Julien’in aklından geçenler benimde aklımdan geçiyordu. Geçmese bile E abla kesinlikle keçmesi için elinden geleni yapıyordu. Bu kitabı okurken bir süre onu düşündüm: Ne benzerlik! E ablanın henüz küçük bebeği vardı. Bebekten söz edilse, bebek bakmanın zorluğu üzerine başlayan konuşmalar, hemen bebek öncesi olaylara yamandırılıp, benim bu konuda düşüncelerime dönüşüyordu. Kendimi savunma gereğini duyduğum zamanlar oldu. Ancak, içimden bir ses, son bir şans olarak önüme çıkan okuma olanağımı düşünerek E ablanın sözsel saldırıları karşısında yenilgiye boyun eğerek kurtuluşu yeğledim. Bu kitabı okuyup Julien’in durumunu görünce doğru yaptığımı daha iyi anladım. Bakalım bundan sonra Julien ne yapacak?

Öğleden sonra tren yoluna indik. Kimimiz Lalabel kimimiz de Lalahan tarafına gitmeyi önerdi. Lalahan tarafa gitmeye karar verdik. Görünüşte düz, çayırlık gibi izlenimi, veriyorsa da o düzlüklerin zor geçilen çukurluklar gizlediğini gezerek öğrendik. Uzaktan dümdüz sanılmasına karşın inişli çıkışlı. Bir süre yürüdük. Lalahan yakın gibi görünmekle birlikte oldukça uzak olduğunu anladık. Dere gibi görülen çukurluk geniş bir alan kaplıyor. Bir tern yolu boyunda yürürken bir Kayseri-Sivas treni geçti. Tren Lalabel yokuşuna tırmanırken atlayanlar oldu. Biz onları önce kaçak sandık. Ellerinde torbalarıyla bize doğru gelince durumu anladık. Yolcular hep Hasanoğlan köylüleri. Lalabel yerine daha yakın yerden inmeyi yeğlemişler, tren yokuşta çok ağırlaşınca tren sorumluları da inmelerine göz yumuyormuş. Arkadaşlarda bir sevinç:

-Biz de Ankara’dan dönünce atlarız! Gülüşerek yeni okul alanından köye döndük. Dört bina yeri düzeltilmiş. Su yolundan dereye indik Künkler kapatılıyor. Bayrak törenine yetiştik. Samsun Ladik konukları bizim sınıfın yanına dizildi. . Behire Öğretmen azarlar gibi konuşarak bir kaç kez girişi tekrarlattıktan sonra marş söyletti. Bence hiç güzel söylenmedi. Samsun-Ladik müdürü öğrencilerini topluca alıp çadırlarına götürdü. Derslikte yemek zilini beklerken bir gürültü oldu. Bizim öğrenciler toplanmış birilerini alkışladılar. Çıkıp baktık; yeni bir grup gelmiş: Kayseri-Pazarören. Bu grup oldukça uzun boylu, esmer tenli. Bir kaç tanesi benim boyumda. Yemekte gözler onlardaydı. Onlar oldukça neşeli göründüler. “Bu okulun öğrencileri hem iri hem de neşeli, diyecek oldum. Arkadaşlar bunu daha önce düşünüp konuşmuş olacaklar birden:

-Onlar seçilip gelmiştir! dediler. Dersliğe döndüğümüzde konumuz, önce Kayseri, sonra da Pazarören oldu. Kayseri İli üzerine hemen hemen hiç birimizin bilgisi yokmuş. Belleklerimizi yokladık, önemli bir bilgi ortaya çıkmadı. Pazarören adı, bileşik söz ilgimizi çekti: Pazar, bildiğimiz Pazar, haftalık toplu alım-satım yapılışı, haftanın tatil günü, ören, örücü, ”Haftanın örücüsü! ”diyen oldu, kahkahalarla güldük. Pazarören sözü giderek tartışmalı bir dilbilgisi dersine dönüştü. Pazarören’le Kırklareli Tekirdağ, Çanakkale, Gelibolu , Babaeski, Lüleburgaz , Kepirtepe sözleri yan yana kondu. İsmet Yanar, Bekir Temuçin, Recep Kocaman, Mehmet Yücel, sözcüklerin benzerlikleri ayrılıkları üstünde uzun uzun tartıştılar. Bir bakıma iyi oldu, çoktandır Türkçe dersi gündeme gelmemişti. “Çoban Mehmet derse gelirse bunları sorar, mahcup oluruz, bildiklerimizi bir birimize anımsatalım ! ”deyip her akşam bir konu üzerinde durma kararı alındı. Arkadaşlar bağıra çağıra konuşurken ben hep Kayseri’yi düşündüm. . Yurdumuzda 63 ilimiz olduğunu biliyordum, onlardan birisi de Kayseri’dir; öteki 62 ili biliyor muyum ki? Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, İstanbul, Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Bilecik, Bolu, İzmit , Zonguldak, Konya, İzmir, Aydın, Manisa, Adana, Hatay, Erzurum, Erzincan, Trabzon, Samsun, Van, Isparta Tokat, Ankara, Kastamonu, Eskişehir, Muğla, Afyonkarahisar. . Bu iller hakkında kısa da olsa biraz bilgim var. Öteki illeri de ad olarak biliyorum ama kişilerle ya da oraların belli özelliklerine bağlayıp sürekli anamıyorum…Kırklareli kendi ilim. Balıkesir, annemlerin iki yıl kaldığı, küçük ablamın doğduğu yer. Bursa ile Bilecik, Osmanlı Devletinin ilk kurulup başkentlik yaptığım yerler. Babam, Nacak deyip gösterdiği bir baltanın yapıldığı yer olarak Bilecik’i anar. Bolu, Köroğlu şarkılarında geçiyor, İzmit, köyden çoğunun askerlik yaptığı il. Zonguldak, kömürü bulan Uzun Mehmet’in memleketi. Konya’daki yatılı asker okuluna gidecektim, o zaman öğrendim. İzmir’e giden Şerif Eniştem tanıtmıştı. Aydın, Şerif Eniştem askerliğini Aydın’da yaptığı için aralardan sık sık söz ederdi. . Manisa’yı, padişah çocukları nın kaldığı önemli bir yer olarak tarih derslerinde öğrendim. Adana’yı pamuğu, Hatay’ı kurtuluşu ile ilgili konuşmalardan anımsıyorum. Erzurum-Pulur, İlkokul öğretmenin Ahmet Korkut oranın müdürü olunca öğrendim. Erzincan’geçirdiği büyük depremi nedeniyle tanıdım. Trabzonlu ustalar her yaz çalışmaya gelirdi, babamın tanıdıkları vardı. Samsun’u Atatürk’ün oraya gidip Kurtuluş Savaşı’nı oradan başlatması nedeniyle öğrendim. Van’ı haritadan önce gölünü sonra da İl olduğunu öğrendim. Isparta-Gönen Almanca öğretmenimiz Ömer Uzgil oraya müdür olunca, Tokat’ı 15’liler türküsü, ayrıca askerlik derslerimize gelen üsteğmen nedeniyle, Ankara’yı başken oluşundan, Kastamonu-Gölköy, okul hakkında okuduğum bir yazıdan, ayrıca yeni müdürümüzün oradan gelişi ile yine oradan gelen dört öğrenci üstüne yapılan konuşmalardan unutulmayacak bilgiler edindim. Eskişehir-Çifteler’i mektup arkadaşımdan, Muğla’yı da İzmir-Kızılçullu da okuyan mektup arkadaşım Ziya Fikri Özlen’in memleketi, ondan, Afyonkarahisar’ı Kurtuluş Savaşı’ından biliyorum. Sıraladığım illeri. kurduğum bu bağlantılar nedeniyle kolay kolay unutmuyorum. Bunları düşünürken gene Kayseri’yi anımsadım; bundan böyle Kayseri de belleğimde yer edecek. Kayseri-Pazarören: İlk izlenimler, “Neşeli 20 öğrenci. Yanlarında hiç konuşmayan bir öğretmen. Bir başka öğretmen daha varmış ama ben onu göremedim. Yatarken gene Julien’i düşündüm. Ne güzel düşünceleri vardı. Kendine örnekler seçmiş onlar gibi olmayı düşlüyordu. Neden o kadına kapıldı? Üstelik kendisinden yaşça çok büyük. Kadın önce kendisine söyledi:

-Benim büyük oğlum 12 yaşında, neredeyse arkadaşın olacak! Julien, Napolyon Bonapart gibi bir kahramanı incelemiş, yaşam savaşından onun düşüncelerinden yararlanmayı düşlüyordu. Nasıl oldu da 30 yaşındaki 3 çocuk annesi bir kadına böylesi tutuldu? Daha önce hiç kız arkadaşı olmamıştı, acaba ondan olabilir mi? Bunu kurcalayarak, kendimi savunmaya çalışıyorum; E Ablaya kanmayışımın daha önce C, sonra A ile arkadaşlık yapmamın bir yararı oldu mu? Onlarla kesinlikle Julien’le Bayan Renal gibi bir ilişki olmadı demek bile fazla, benzeri bir düşünce kırıntısı bile aklımızdan geçmedi, yaş olarak da geçemezdi zaten. Aslında onlarla o tür ilişkiyi bu gün bile düşünemiyorum. Ben nedense bugün de Gül’le ilgileniyorum ama öyle bir durumu aklımdan geçirmiyorum. O tür ilişkilerin ötesinde arkadaş olmanın da güzel bir yanı olduğunu sanıyorum. Belki de böyle düşündüğüm için Juliern’in yaptığı yanlışı yapmadım. Bakalım kitabın kalan bölümünde Julien ne yapacak! Kadınla evlenemez. Evlenirse mutlu olamaz. Kadının 3 çocuğu var. O çocuklar birkaç yıl sonra, üç tane Julien olup çıkacaklar. Kendimi bir yana bırakıp Julien’i düşündüğüme güldüm. Bu bir kitap, tam yüz yıl önce yazılmış. Bu kez de dikkatim kitaba çevrildi. Bu kitapta değişik bir anlatım var. Yazar, her kişiyi kendi olarak yazıyor. Üstelik, okuyucuya okuması gereken kitapları da duyuruyor. Örneğin J. J. Rousseau’nun İtirafları, Nouvelle Helois ile Napoleon Elbe Sürgünü, Napolyon Bonapart’ın anıları türü kitapları ilgi çekici yerlerde muştulayıp okuyucu önüne koyuyor. Özellikle o günlerin Fransa’sının kilise, sıradan halk’la kralcılar arasındaki karmaşık ilişkileri çok güzel anlatıyor. Kitaptan çok yazarı sevdim. Başka kitaplarını bulursan okuyacağım.

 

16 Haziran 1941 Pazartesi….

 

Akşam geç uyumuştum, uyanamadım, Orhan dürtünce uyandım. Kadir:

-Rüya gördün herhalde, sakın benim köylümü gördüğünü söyleme, asker kocasına yazarım, köyden geçirmez! Gülerek:

-Arkadaşa bakın arkadaşa, rüyada gördüğüm köylüsü için beni ele verecek, köyden geçirtmeyecek! “Kim bu hayin? ” diyenler oldu, Kadir gülerek, “Ben değilim, kimse onu bana da söyleyin! ” diyerek sıvıştı. Gene Pazarörenliler konuşuldu. Kahvaltıda onları gördük, oldukça gürültülü kahvaltı ettiler. Kahvaltıdan sonra bizim grup ders çadırımıza gittik. Öğretmen beklemeye başladık. Pazaröerenliler okul önünde sıra olup durdular. Tam o sıra bizim kızlar da topluca okuldan çıkıp, galiba çamaşırlığa doğru yürüdüler. Ellerinde birer paket vardı. Arif Kalkan, Mustafa Saatçı’ya “Hafız, senin SS Kayserililere kaçıyor, bak bohçası da elinde! ”dedi. Arkadaşlar bu söze çok güldüler. Mustafa Saatçı, daha önce gözlemiş, yalnız o değil hepsi birden kaçıyorlar ama Kayserililere değil, onların hepsinin sevgilisi var, onlara kaçıyorlar! ”dedi. Mustafa konuşurken Çadırın arkasından Reşat Tekinay çıktı, söylenen sözleri de duymuş, gülerek Mustafa’ya:

-Kızlarınız kaçıyor siz burada aval aval bakıyorsunuz, sizde ağabeylik duygusu yok mu? Gidin çevirin, “Yaş doldurmadan kaçmak yasak! ”diyemiyor musunuz? Mustafa kurnaz, “Öğretmenim yanlış anladınız, Kız arkadaşlar okuldan kaçıyorlar! ”demiştim. diyerek sözde düzeltme yaptı. Reşat Tekinay Öğretme “Ya, demek gerçekten kaçsalar, durduracaksınız, bunu anladım; bu doğru mu? ” diye sordu. Arkadaşlar: “ Doğru ! ”dediler. Reşat Tekinay Öğretmen bu kez de “Sizin doğrunuzun da doğru olduğuna inanamıyorum ama gene de inanmış gibi susacağım! ”dedi, güldü. Bu kez ben yavaşça “Biz de! ”dedim. Bir sessizlik oldu. Öğretmen bana baktı, “Ne o, gene bir can kurtaran simidi attın dalgalara; yetişebilen tutsun getirsin! ”diyorsun ama ben yokum bugün, başka bir gün yaparız söz yarışımızı! ”deyip. Elindeki, kitapları, dergiler, gazeteleri açtı. Önce bir kitaptan Kırıkkale fabrikalarının kuruluşunu okuttu. Daha sonra yakınımızdaki Elmadağ fabrikasını anlattı. Fabrikaların neden buralarda kurulduğunu sordu. Arkadaşlar güzel yanıtlar verdiler. Öğretmen bugün kendisi pek konuşmadı. . Son derste çadırın dışına çıktık, öğretmen, ”Hasanoğlan’ın topografik bir haritasını yapalım! ”dedi. Topografik sözünü anlamadık, açıkladı:

-Yerin fotoğrafı ! Gene anlamayanlarımız oldu. Kendisi bir şeyler çizdi, bu kez biz de benzer çizgiler çizdik. Topoğrafik, topografya sözlerini önce söylemeye sonra da anlamını doğru olarak öğrenmeye çalıştık. Hasanoğlan köyü ile köyden demir yoluna dek derelerin, tepelerin yerlerini çizgilerle gösterdik. Gözümüzle gördüğümüz yerlerin resmi, ya da toprağın görünen resmini yaptık. Ummadığımız gibi yararlı bir ders oldu. Bu yaptıklarımıza benzer çizimleri köyde dere kumluklarında çizerdik. Benim hiç beceremediğim bir oyundu ama arkadaşların yaptıklarından ders alıyordum. Özellikle Halamoğlu Hilmi’nin çizdiği Istranca dağları ile Ergene’ye akan dereleri çizişine şaşardım. Dere kıyılarındaki köyleri rastgele çiziyordu ama, bildiğimiz bizim köyle öteki komşu köylerin duruşu gibi sıralaması inandırıcı oluyordu. Bunları anımsayınca yerimde Hilmi’nin olmamasını onun şanssızlığı olarak düşünüp üzülüyorum. Böyle düşünmemi de kimi kez tartıyorum:

-Bu benim kendime bir haksızlık mı acaba? ”

Öğle çalışmasında biz keman, mandolin çalışması yaparken Pazarörenliler geldi, okulun önünde kendiliklerinden önce şarkılar söylediler, sonra da el ele tutuşup oyun oynadılar. Elele tutuşup ileri geri giderek çok düzgün aynı zamanda sözlerle söyleyerek oynamaları ilginç. Bir oyunmuş gibi görünmekle birlikte bir kaç oyun ardı ardına oynadıkları için uzun da sürüyor. Oyunun adı: Tımurağa, Dizinin başındaki ile sonundaki çocuklar çok güzel oynuyor. Onları ben çok beğendim. Kardeş mi ne, birbirlerine de çok benziyorlar. Çalgıları mandolin. Melodi çok basit. Mandolin çalanlardan çıkarmaya çalışanlar oldu. Akordiyonla rahatça çıkaracağımı sanıyorum. Bir daha gelirlerse alıp akordiyonu çalacağım. Çalışmaları durdurup baktığımız için Behire Öğretmen sinirlendi. Gerçekte onların gürültüsü, onlara bakan çocukların bahçede toplanması, bizim çalışmamızı gölgeledi. Öğretmen pek bir şey demedi ama oyunları bizim engellememizi bekler gibi bir durum takındı. Ancak bizim gruptan kimse olumsuz bir tavır takınmadı. Tersine oynayanlara yaklaşanlar oldu. Onlar oyunları bırakınca büyük bir kaynaşma oldu. Kalabalık bir grup çeşme yönüne doğru gitti.

Öğleden sonra okul bahçesinde tezgah kurup çalışmaya başladık. Marangozluk yapıyoruz. Yemek masası, oturak. Yığınla kavak ağacı geldi. 15 masa 30 kanepe yapacağız. Ali Yılmaz Öğretmen bizi özlediğini söyledi. 6 arkadaşız: Mehmet Aygün, Yusuf Asıl, Hasan Üner, Orhan, Mehmet Başaran. yaş kavak ağaçlarını kesmek zor, Destere işi çoğunlukla bana kalıyor. Oldukça yoruluyorum. Mustafa Güneri Öğretmen burada da sık sık yanımıza geldi. Her geldiğinde dolaylı olarak geçmişle bir ilişki kurup yaptıklarımızdan memnun kaldığını söylüyor. “Arkadaşım Nejat İdil sizi çok iyi yetiştirmiş! ”deyişi hoşumuza gidiyor. Ne var ki, bu sözü marangozluğumuz için diyorsa, bizi Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren öğretmenler yetiştirdi. Okul müdürü olarak arkadaşı Nejat İdil’i biz de çok seviyoruz ama o bize çok başka beceriler kazandırdığı için seviyoruz….

Paydosta Pazarörenliler gene geldi gene aynı oyunları oynadılar. Dizi başlarındaki oyuncuları tanıdım, baştakinin adı Veli, soyadı Dalak. Arkadakinin ise adı Hüseyin soyadı Öztürk. İkisi de uzun boylu, güleç yüzlü insanlar. Timurağa oyunlarını akordiyonla çaldım, şaştılar. Akordiyon görmemişler galiba ilgiyle dinlediler. Yalnız onlar değil bizim arkadaşlar da şaştı. Kızlar kapı önüne çıktı. Nahide Akalın Öğretmenle ablası da pencereden gülerek baktılar.

Akşam yemeğinde Pazarörenlilerle Ladikllilerin karışık oturmaları ilgimizi çekti. Samsun-Ladik Müdürü Nurettin Biriz bize biriz miriz dedi ama biriz sözlerini duymamış olan Pazarörenliler birliği kendiliğinden becerdiler:

-Yarın birlikte oynarlarsa kimse şaşmasın! dedim. Arkadaşlardan yüzüme tuhaf tuhaf bakanlar oldu:

-O öyle istiyor belki! ” diyen de çıktı ama aldırmadım. İnsanlar, karşısındakileri kendisi gibi düşünür, sevgiyle yaklaşırsa anlaştığı gibi el ele tutuşup oynar da!

Yemekten sonra Julien’nin ne yapacağını merak ederek kitabı okumaya başladım. Julien, Renal ailesi yanına girmeden önce bir süre kilisede kalmış, orada iyi izlenimler bırakmışmış. Kendisini seven, başarılı olacağına inanan papazlar vardır. Örneğin Abbe Pirard bunlardan biridir. Onun da yardımıyla Julien gene kiliseye döner. Kilisede üç yüz yirmibir öğrenci vardır. Bu kalabalık içinde Julien başarılı olur, özellikle Latince’de üstüne yoktur. Ancak kiliseye girmek üzere geldiğinde, kiliseye girmeden önce tanımadığı bu kentte yalnız yalnız dolaşırken yemek yemek üzere bir yere girer. Girdiği yer, kabadayıların bulunduğu bir yerdir. Tezgahtaki kızla konuşurken, kızın belalılarından biri Julien’e takılır. Olay büyümek üzereyken önlenir. Yardım amacıyla kız kendisine bir kart vermiştir. Julien kartı saklar. Kiliseye girdiğinde, oranın yöntemlerine göre papaz adaylarının eşyaları aranırmış. Julien’in çantasından tezgahtar kızın kartı çıkınca, bu büyük bir sorun olur. Buna karşın Julien başarılı sayılmıştır. Julien papaz olmak için can atarken, Bayan Renal’i de unutmaz Onun izindedir. Bu arada büyük bir dinsel tören düzenlenir. Julien bu törende önemli görevler üslenir, kendisini sevenlerin yardımıyla başarılı olur. Kendisine yeni görevler bulunur. Onun gönlü yükseklerde uçar. Daha yükselmek için Paris’e gitmelidir. İşte bu olanak doğmuştur. Törendeki başarılı çabaları sonunda Paris yolu açılır. Uzun, uzun olduğu ölçüde sıkıntılı bir yolculuktan sonra Paris’e ulaşan Julien’i, koruyucu papaz Abbe karşılar. Papaz Abbe Pirard ünlü Marquis de la Mole’e Julie’ni över, yanına almasını ister. Dediğini yaptırabilmek için de Julien’in adından önce özelliklerini anlatır. Marquis papazın sözünü kesip, ”Siz Julien Sorel’den söz ediyorsunuz! ”diyerek papazı susturur. Papaz şaşırır, Marquis’e sorar: ”Siz nereden biliyorsunuz? Marquis söylemez. Böylece Julien Paris’te işe girmiş olur. Artık, düşlediği yükselme yolu açılmıştır. Latince bildiği gibi, tarih, felsefe, konularında da oldukça gelişmiştir. Voltaire, Rousseau, J. Lock’tan söz ettiği gibi Tacitus, Horatius’tan Latince şiirler okuyabilmektedir. Bu durumu Julien’i içine düştüğü çevrede çabuk ünlendirir. Çevre varsılların, bir bakıma da tembellerin çevresidir. Onlar ünlü olmak için çalışmazlar, daha doğrusdu ünlü olmaya gereksinimleri yoktur, doğuştan ünlüdürler. Ünleri baba adından ya da krallara yapılan hizmetlerden, dolayı bir asalet ünü almışlardır. Bu sürer gider. Akıllarınca asildirler ama hepsinin akıllı olduğu söylenemez. İşte böyle bir ortamda Julien göze batacak ölçüde tanınmıştır. Bu göze batma olumlu olduğu ölçüde belki de daha fazla olumsuzluk olarak gelişmektedir. Julien çalışkandır, bu özelliği Marquis’in gözünden kaçmaz, ona güven gösterir, gelişmesini sağlayacak işler yaptırır. Aile içindeki konumunu geniş tutar. Oğlu ile denk tutacak ölçüde yakınlık gösterir. Yaptığı işlerdeki becerisi nedeniyle, dış ülkelere bile gönderir. Julien bir papaz adayı olmaktan öte içine girdiği insanlar gibi yukarılara tırmanmayı istemektedir. Tarihte böyleleri vardır, örneğin Richlio bir papazdır ama büyük bir devlet adamı da olmuştur. Julien seçkinlerle tartışırken bir yandan da aydınlatıcıları severek okur. Örneğin Voltaire’in tüm kitaplarını kitaplıkta görünce sonsuz bir sevinç duymuştur. Ancak ailede bir kitap sever daha vardır, Mathilde. Mathilde Marquis’in kızıdır, özgürce yetiştirilmiş ancak benzerlerine göre daha zeki, daha uyanıktır ya da uyanık olmak istemektedir. Çevredekilerin Julien yakınlaşmasına karşın Mathilde tartışmalara katılmasına karşın Julien’e kadın olarak uzak durur. Julien bu duruma üzülür. O kolay elde etme düşüncesindedir. Bayan Renal onun için bir ölçü olduğundan Mathilde Julien’i çileden çıkarır. Jılien bir olanak yaratıp Bayan Renal’e gider, her şeyi göze alıp adeta zorla odasına girer. Bayan Renal’in karşı koymalarına aldırmaz. Zaten bayan Renal’de gerçekten karşı koymak niyetinde değildir. Julien dönünce yeni bir görevle uzaklara gider. Aklı fikri Mathilde’yi elde etmektir. Gittiği yerde bir Rus prensi ile tanışır general Korasoff. Korasoff kendini, eski bir asker olmaktan öte kadın kandırma uzmanı olarak tanıtır. Julien durumunu Korasoff’a açmaktan kaçınmaz. Korasoff Julien’e sayısız örnekleri anlattıktan sonra yazılmış mektuplar verir. “Bu konuşmaları dinleyen, bu mektupları okuyan bir kadının karşı koyması düşünülemez! ”diyerek Julien’i cesaretlendirir. Julien dönünce Mathil’de üstüne bu yöntemleri dener, sahiden de başarılı olur. Julien önce bayan Renal’e yaptığı gibi zorlayıcı bir diretmeyle Mathilde’nin odasına girer. Sonra sonra da Mathilde Julien’in odasından çıkmaz olur. Olay duyulur ama çevreye yayılmaması için bir süre susulur. Ancak Mathilde gebe kalır. Artık gizlenecek bir durum kalmamıştır. Mathilde Julien’le evlendirilirse asaleti elden gidecektir. Anne-baba buna razı değildir. Öte yandan Mathilde Julien’i sever, ayrılmak istemez dahası ayaklarına kapanır, “Ben senin kölenim! ”der. Marquis’in ünü iki paralık olmak üzeredir. Bir süre çare düşünülür. Sonunda bol paralar gözden çıkarılarak Julien’e asalet belgesi alma yolu denenir. Bu işler yoluna konmaya çalışılırken güncel işler, doğal yaşam sürdürülür. Marquis’e imzasız mektuplar gelir. Bunlardan bir tanesi, bayan Renal’den gelmiş olabilir. Bu Julien’i çıldırtmaya yeter. Julien bayan Renal’den öc almak için, Verrieres’e koşar. Bayan Renal kilisede dua ederken Julien iki el ateş eder, öldü sanıp çıkar güvenlik güçlerine teslim olur. Bayan Renal ölmemiştir. Olay büyük bir skandal olarak çevreye yayılır. Eski dostlar yardım için Julien’in yanındadır. Ancak karşıtları da dirence geçmişlerdir. Durum bir yandaşlar savaşına dönüşür. Julien, öldürme amacıyla ateş ettiğini söyler, sözünden geri dönmez. bayan Renal’in öldüğünü sanmaktadır. Oysa bayan Renal ölmemiştir, yarası da pek önemli değildir. Olayı duyan Mathilde gelir, avukatlar tutar, araya adamlar koyar, Julien’in ifadesini değiştirtmeye çalışır. Julien ifade değiştirmez. Mahkemesi olur, başı kesierek öldürelecektir. Sayılı günler beklenir. Julien günah işlediği düşüncesindedir, bayan Renal’den özür dilemek ister. Mathilde Julien’i kocası olarak bilir, ona öyle yaklaşır. Varını yoğunu harcayarak son görevini yapmaya çalışır. Halka bağışlarda bulunur. Julien’in sevdiğini söylediği bir mağara vardır. Çocukluğunda oraya gidip çok mutlu olduğunu söylemiştir. İlginç bir rastlantı, Mathilde’nin de geçmişinde bir mağara olayı vardır. Atalarından biri 1574 yılında kraliçe Marguerite tarafından başı kesilerek öldürülmüş. Kraliçe sonra bu başı siyahlar giyinmiş olarak kucağına alıp bir tepeye kendisi gömmüş. Gömülen baş, Mathilde’nin büyük büyük dedesi La Mole’dur. . Bu olayı ailede de en çok Mathilde önemsemektedir. Belki de bu öykü nedeniyle benzer bir durum hazırlanır. Julien’in başı kesilinse Mathilde siyahlar içinde kesik başı alıp Julien’in sevdini söylediği mağaraya gider, kendi eliyle gömer. ayrıca hazırlattığı mermer heykellerle mağarayı donatır. . Mathilde olağanüstü bir sabırla Julien için gereken dinsel sorumlulukları yerine getirmiştir. Bayan Renal, acıya dayanamaz, Julien’den 3 gün sonra çocuklarını severken kalbi durmuş olarak, eli çocuğunun başında ölü bulunur.

Kitabı kapatınca gerçek insanlardan ayrılmış gibi oldum. Arkadaşlarım bana yabancı gibi geldi. Bir süre burnumun delikleri yanar gibi oldu. Bir kitap mı okudum yoksa yaşayan bir grup insandan mı ayrıldım? Bunu düşündüm. Yalnızlık duygusu içinde bir süre öyle oturdum. İsmet, “Dayı, Pazarörenlilere akordiyon çalacak mısın? Sormaya geldiler, dediği zaman baktım kaldım:

-Ne akordiyonu. ? dediğimde Mathilde siyahlar içinde karşımda duruyordu. Burnuma kaşıdım, dudaklarımı ısırdım, birden elimi sıraya vurdum. Avucumun yandığını duyunca İsmet’e bir daha sordum, Ne akordiyonu? İsmet, çocukları gösterdi. Veli ile bir arkadaşı beni bekliyormuş, çıkıp konuştum, “Siz gidin ben geliyorum! ” Pazarörenliler yarın akşam gene gösteri yapacaklarmış, benim akordiyonla çaldığımı söylemişler, onlar için de bir yenilik olacakmış, çalmaya söz verdim, döndüm. Bu bir bakıma iyi oldu, kitabı bıraktım, Julien, bayan Renal, Mathilde, Abbe Pirard, Vera ya da Judo dağları, papaz Chelan, Doubs ırmağı, Verriers Dük de Castrie’in dedikleri(Dük, d. Alambert ile J. J. Rousseau yılda 1000 frank kazanamazlar ama gene de her konuda fikir yürütürler, demiş. )gözlerimin önüne geldi geldi gitti. Yazar Stendhal’ı daha önce hiç duymamıştım. Kitabın sonu çok acıklı bitti ama girişi çok güzeldi. Küçük Verrieres kasabası ne güzel anlatılıyor. Yazar, bildiğimiz sözleri kullanıyor ama o sözler, bildiğim sandığım varlıkları bana bildiğimden daha güzel gösteriyor. “Kırmızı kiremitle örtülü, sivri çatılı beyaz evler, küme küme kestane ağaçları”. . . Ben de köyümü anlatsam ne yazarım acaba? Gerçekte benim köyümde de yazılacak güzellikler var: Kestane ağacı yok ama gümüş yapraklı, rüzgarda ışıl ışıl sallanan arkası önü değişik renkte kavak ağaçları var. Ben bunları düşünürken arkadaşların konuştuklarını duymaya başladım, kızlardan söz ediyorlar. Arkadaşlar bu kitabı okuyup, Mathilde’yi tanısalar gene böyle konuşurlar mı acaba? Ya Mathilde gerçek olsa, Julien ile tartıştığı gibi bizimle tartışsa onunla konuşabilir miyiz acaba? 1574 tarihinde ailesinden birinin ölümünü, ölüm nedenlerini biliyor, olayı kafasında yaşatıyor. Bana, dedemi sorsalar yanıt veremem. Onunla nasıl konuşurdum? Arkadaşlar yatmak için kalkınca ben de kalktım. Çoktandır ayrı yerlerde oturduğumuz arkadaşım Halil Basutçu, geldi “Hasta mısın, yoksa çok mu yorgunsun? ” diye sordu. Kitabı göstererek ona doğruyu söyledim:

-Şimdiye dek okuduğum kitaplar içinden bu beni en çok etkiledi! Halil güldü, “Sen kitaplardan pek etkilenmezdin, ne oldu sana aşık mısın yoksa? ” dedi. “Aşık olsaydım, bunu okuduktan sonra hemen vazgeçerdim, aşıkları öldüren bir kitap! ”dedim. Halil gülerek Mustafa Saatçı’ya bağırdı, “Bak seni akıllandıracak bir kitap var burada! ”dedi. Gitmek üzere kalkanlar da geri dönüp kitabı görmek istediler. Okumak isteyenler oldu. Kitabın üstüne İsmet’in adını yazmıştım, gösterdim: Sa

-Sahibi verirse okursunuz! ”dedim. Biraz toparlanarak gittim yattım. Bayan Renal’ı anımsadım; 13 yıl evli kaldığı kocasını, üç oğlunu düşünmeden nasıl böyle bir duruma girer? Mathilde’yi giderek hoş görmeye başladım. Gene Emine ablayı anımsadım; o da bir bayan Renal olabilir mi? Çok sevdiğini söylediği bebeğini düşünmeden böyle şeyler yapar mı? İçim cızladı. Heideröslein’ı okudum. 2. dörtlük bir türlü aklıma gelmedi. Bahçede fısıltılar oldu, uyanık olduğumu görmemeleri için ters dönüp uyur gibi yattım…. .

 

17 Haziran 1941 Salı

 

Sabahleyin Orhan “Neden öyle ters yattın? ” diye sorunca, kıpırdamadan, yattığım gibi uyuyup kaldığımı anladım. Olayları gene anımsadım ama bu kez bayan Renal’in ölmüş olmasını yerinde bularak, onu olay dışına çıkardım. Mathilde’yi zaten pek suçlu görmüyordum. Acaba zamanla gene neşesine kavuşacak mı? gibi sorular sorarak, dünkü üzüntülerimden kurtulmaya çalıştım. Kitabı da İsmet’e överek verdim. Kahvaltıda yeni konuklar geldiğini öğrendik. Kars-Cılavuz’dan 20 öğrencilik bir grup gelmiş. Gelenlerin giysileri bir birine benzediği için gözle ayırmak zor. Kahvaltıdan sonra biz çadırda toplandık. Dersimizi soranlara boş, diyemediğimizden, “Matematik! ” diyoruz. Gerçeği bilmeyenler “Ay, bu sıcakta matematik dersi olur mu? ”diyorlar. İşin ilginç yanı ben bu sıcakta matematik çalışıyorum. Yeni bir konu öğrenmesem bile eskileri tekrarlıyorum. Kitaplarımdaki geometri sorularını hep yaptım. Çözemediğim cebir problemleri var, nedense onların üstüne bir türlü gitmedim, öyle kaldı gibi. Bugün kendimi sıkmak istemiyorum, onları gene bıraktım. Orhan’la Almanca sözler aradık: die Grenze=Sınır, hudut. . der Fluss=Nehir, schlau=kurnaz. , hinab=aşağıya, dauern=devametmek, zurück=geriye, zu viel=pek çok, erfinden=icat etmek, tapfer=cesur, drücken=sıkıştırmak, eröffnen=açmak, schnitzen=oymak Orhan bunlarla cümle yapacak, sorularda kullanacak. on iki sözcük uzun zamanımızı aldı. Lügatten sözcük seçmeyi bile tam beceremiyoruz.

Öğle yemeğinden sonra okul önünde konuklar gene toplandı ama onlardan bir öğretmen oyuna izin vermedi, topluca gittiler. Behire Öğretmen sevindi, “Her gün her gün gelip burada oynayacak mı bunlar? ”dedi. Dört telde de birinci parmakları basmaya başladım.

İşbaşı yapınca masalara devam ettik. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, yapılan altı masayı taşıttı. Altı da kanepe yapmıştık, Mustafa Güneri Öğretmen ivedi olarak altı kanepe istedi, masaları bırakıp kanepe yetiştirdik. Paydosta Pazarörenliler geldi. Akordiyonu çıkarıp Timurağa oyun havalarını çaldım. Bir süre benim çalışıma uyamadılar. Melodi ritminden değil akordıyon sesini yadırgadılar. Birkaç kez çalınca anlaştık. Çok sevindiler. Oyunları yöneten Veli ile iyi anlaştık. Veli adı benim hoşuma gitti, bizim köyde de bu ad çoktur. Anımsadıklarımdan bazılar: Bodur Veli, Kel Veli, Abbas Veli, Koca Ali Veli, Kara Veli, Şişman Veli, Dede Ahmet Veli, Nadar Veli. Belki daha var ama aklıma bunlar geldi. İsmet’in köyünde de tanıdıkların var: Karaburun Veli, Soti Veli. Nedense bizim okulda bu addan kimse yok.

Yemekten sonraki okuma saatinde konuk öğrencilerin oyunları konu oldu. Samsunlularla, Karslılar oynamadılar ama onların da oyunları varmış, cumartesi akşamı için hep birlikte eğlenmeyi düşünüyorlarmış. . Bizim arkadaşları gene bir tasa aldı:

-Bizden de oyun isterlerse, ne yapacağız? Ben güldüm, “Her zaman aynı laflar. Ne yapacağız? ”Biz de oyundan başka bir şeyler yaparak katılırız. ! “Fettah Biricik, çoktandır bana karşı olmuyordu, dayanamadı, “Sen akordiyon çalıp kurtulacaksın! ”dedi. . İsmet, sanırım bana arka çıkmayı düşünmeden, Fettah’a, “Sen de kalkıp oynarsın! ” deyince küfürle karşılaştı. Fettah, eskiden kendisine yapılan takılmaları aklından çıkaramadığından, İsmet’in kasıtlı söylediğini anlamış. Sefer Tunca, Arif Kalkan, Mehmt Yücel araya girdiler, kavga önlendi. Ancak, beklenmedik bir öneri geldi; Ali Güleren, Fettah’a “Sen neden böyle sinirleniyorsun, kalk oyna! ”dedi. Fettah gene sinirlendi, “Kaz Ali ben oyuncu muyum? ” diye bağırdı. Bu kez de Ali Güleren ayağa kalkıp bağırdı:

-Başkaları oyuncu mu? Bu kadar insan çıkıp oynuyor, onlar oyuncu mu oluyor? Fettah sustu. Mustafa Saatçı, Yusuf Asıl, Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin, Kadir Pekgöz, Ali Güleren’i alkışladılar. Fettah Biricik’in “Ben oyuncu muyum? ”deyişine takılanlar oldu:

-Oyuncu olmadığına göre bari oynatıcılığı üslen, sana bir ayı bulalım, onu oynat! ”Sessiz duran arkadaşlarda gülmeye başladılar. İsmet gene konuştu:

-Ben ayı olurum! İsmet’e “Kalk, nasıl oynayacağını azıcık göster! ”dediler. İsmet koşulunu kesin söyledi:

-Ayı kendiliğinden oynamaz, ayıcı onu şarkılarıyla oynatır, Fettah şarkısını söylesin kalkayım! Fettah sustu. Bu kez Mustafa Saatçı:

-Şarkısını bana öğretin, İsmet’i ben oynayayım! Mustafa Saatçı bunu dedi ama dediğine hemen pişman oldu. “SS ayıcıya varmaz, avucunu yala! ”dediler. Mustafa Saatçı sözünü geri aldı. En çok neşelenenlerden Yusuf Asıl’la Kadir Pekgöz “Ayıcı aranıyor! ”diye yüksek sesle konuşurken Selçuk Korol öğretmen çadırın kapısından başını uzattı, ”Ne o Trakyalılar, Kakava hazırlığımı yapıyorsunuz? Onun zamanı geçti ama, birilerine hergün bayram örneği kakava da yapılabilir! ”dedi. Hepimiz sustuk, öğretmen, “İyi ki çadırınız uzakta, siz başkalarını bayağı bayağı rahatsız edecek derecede gürültülü çalışıyorsunuz! ”dedi. Arkasından da “Herkes yattı! ”diye ekledi. Sami Akıncı, “Buradan zil duyulmuyor! ”diyecek oldu. Öğretmen, Sami’ye baktı, “Bu gürültüden zil değil top bile duymazsınız! ”dedi. Çadırın önüne çıkıp durdu. Önünden birer ikişer geçip okul bahçesindeki çadırımıza yöneldik. Çadırla musluklar bir birine zıt köşelerde. Büyükçe bir dikdörtgen açı ortayı çiziyoruz. Kızların kapısına yakın geçiyoruz. Kızların kaldığı odalar iç tarafta kalıyor. Okul koridoru bizim tarafta. Böyleyken birileri her akşam, “Şunu gördüm, bunu gördüm, gibi tevatürler üretiyor. Bu akşam birine tanık oldum. Arkadaş önümden gidiyordu. Az geri kaldım. Okul tarafından hiç kimse girip çıkmadı. Çadıra girdiğimde arkadaş iki kızın adını verdi, onlar musluklardan su alıyormuş. Çadıra girince bana sordular, ”Sen de gördün mü? ”Ben hiç duraksamadan, “Ne görmesi, arkadaş yürüyüp gitti ama ben durdum, onlarla bir süre konuştum! ”dedim. İnananlar oldu. Az sonra arkadaş, yalan söylediğini açıkladı. Arkasından da benim de yalan söylediğimi ekledi. Bu kez ben, “Az önce yalan söyleyen şimdi bana yalancı! ”diyor. Musluklarda beraberdik, oysa o benden önce geldi, ben neden geciktim? Onu söylesin, ondan sonra bana yalancı desin! ”dedim. Herkes sustu. Oysa düpedüz yalan söylemiştim. . Böyle dedim ama, dediğime de pişman oldum. Kendi kendime sordum, “Bundan ne kazandım? Üstelik zor durumda bıraktığım Abdullah Erçetin sevdiğim arkadaşlardan biriydi. Onun gönlünü almayı bir süre düşündüm. Başkaları yapınca ayıpladığımı kendim neden yapıyorum? Bir süre uykum kaçtı……. .

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ