Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Kitap Tutkusuyla Kurulan Arkadaşlıklar

 

10 Ağustos 1941 Pazar

 

Ali Önol konuşarak kaldırıyor. ”Unutmayalım bugün işbaşı var. Kalktım. Bugün dinlenme olacaktı, ben öyle biliyordum. Bugün Yapıcılar su yoluna gidecekmiş. Onlar gittiği için Marangozlar da işbaşı yapmak zorundaymış. Abdullah Özkucur’la bekli de konuşamayacağım. İçimden “Aldırma, yarın konuşuruz!”dedim. Kahvaltıda Abdullah kendisi geldi, “Öğle paydosunda geleyim mi? ”diye sordu. “Bizim oyunumuz var! ” derken Yusuf, “Bugün oyunumuz yok, Mustafa bugün gelemiyor! ”dedi. Abdullah ile anlaştık. Ayrılırken kitabı getirmemi de tembihledi. İçimden “Herhalde okutacak birini daha buldu! ”dedim. İsmet bizim masaya geldi. Yusuf takıldı, “Su yolunda yeni ceketle iyi çalışırsın! ”dedi. İsmet Yusuf’la konuşurken, İsmet, tıpkı evdeki İsmet oluyor, iyice çocuk. Zühre Teyzeme naz yaptığı gibi, kardeşleriyle şakalaştığı gibi falan!

Arkadaşlar toplandık yola çıkarken anımsadım:   “Bizim öğretmen bugün yok. Dün birlikte gittik, akşam bizimle dönmedi”. Atölyede oturalım mı? yoksa öğretmen varmış gibi çalışalım mı? İkisini de yapacakmış gibi tartışarak gittik. Tam atölyeye vardık ki öğretmen arkamızdan hız hızlı geliyor. Geldi, gülerek:  “Size yetişemedim, anladım ki bensiz de çalışacaksınız! ”dedi. Günaydın demedi, bu kez biz “Günaydın, hoş geldiniz! ”dedik. Öğretmen:   “Gerçekten hoş geldim, akşam trenin saatine yetişemedim, gece gelmek zorunda kaldım! ” Bana sordu, “Bir sorun çıkmadı, değil mi? Arkadaşlara dönerek: “Bugün tam anlamıyla bir pazar çalışması yapalım! ”deyip güldü. Bu sözüyle ilgili bir öykücük anlattı. Adam galiba sebzeciymiş, (Bahçıvan ya da benzeri bir şey). Haftanın çalışma günlerinde çalışanlara belli bir para veriyormuş. Pazar günü çalışmalarında ise sık sık papazı örnek veriyormuş. Çünkü pazar günleri işler çok yoğun oluyormuş. “Papazlar, pazar günleri, öteki günlerden daha çok çalışır, bunda bir hayır olmalı! ”diyormuş. Çalışanlar, uzun bir süre bu sözlere kanıp işleri sürdürmüşler. Ancak bahçıvanın can alıcı işgünü Pazar kurulduğu günleriymiş. Çünkü ürünü toplayıp pazara sunabildiğince kazancını çoğaltıyormuş. Böyleyken, çalışanların gündeliklerini öteki günler gibi ödüyormuş. Çalışanlar bir süre buna göz yummuşlar. Bahçe sahibi örneğini tekrarlıyormuş;  “Pazar günleri çok çalışmada bir hayır olmasa papazlar çalışmaz! ”diyormuş. Sonunda işçiler karşı durarak:

-Papaz da parsayı senin gibi Pazar günü topluyor! demişler. Ali Yılmaz Öğretmen, “Biz, öyle pazar çalışanı değiliz, bizim pazarımız da pazartesi, salı ya da çarşambadan farksızdır. Öyle varsayalım! ”dedi. Gülerek, “Pazar çalışması” sözünü geri aldığını söyledi. Biz de güldük geçtik ama örneklediği ”Pazar Çalışması” sözü ile açıklamasının uyuşmadığı gözümüzden kaçmadı.

Üç gruba ayrılarak her grup bir binada çalıştık. İnşaatı süren Çifteler, Aksu, Savaştepe binalarının iki küçük odasının pencere altı kalıplarını hazırladık. Bizim çalıştığımız Aksu ekibi bugün bina çevresini düzelttiler. Tuğla bekliyorlarmış. Tuğla olsa duvarları bitirip gideceklerini söylediler. Birkaç gün sonra gideceklermiş. Öğretmenleri teselli etti;  “Olsun yerimize gelecek arkadaşlar bitiririler, şunun şurasında ne kaldı ki? ”Oysa iki ekip geldi gidiyor, biz henüz bugün pencere altı yapıyoruz. Kepirtepe duvarları çoktan pencere üstüne ulaştı. Öğlede bunları konuşarak döndük. Su yoluna gidenler geç kaldı, biz yemekleri tenha tenha yedik. Abdullah bir arkadaşıyla geldi, adı Bekir. O da Benim Üniversitelerim’i okumuş. Ona sordum, “Bu kitabı beğendin mi? ”Bekir, “Güzel bir kitap! ”dedi. Ben de “Aslında bütün kitaplar güzel. Kitaplarda, iyi kötü insanlar var. Bu kitapta sonuna dek iyiliği götüren kimse yok. Tek sağlam kişi yazarın kendisi. O da kendisini yazdığına göre anlattıklarının ne kadarı doğrudur? Bekir bir bana baktı bir Abdullah’a. Abdullah benden böyle bir soru beklemiyordu sanırım, biraz şaşırarak:

-Fakir, masum insanları anlatıyor! Gene ben, “Benim anladığıma göre yazar, içinde yetiştiği fakir insanlar arasından nasıl sıyrılıp çıktığını anlatıyor. Anlattığı zayıf insanların iyi taraflarını gösterip, onlardan iyilikleri biriktirdiğini anlatıyor. O nedenle anlattıkları birer birer kitap sonuna dek ortalıktan çekiliyor yerlerine başkaları geliyor. Kitap sonunda okuyanın karşısında salt yazar kalıyor! ”dedim. Abdullah gülümsedi, “İşte ben de bunu sevdim. O ortamlardan da insan kendini kurtarabilir! ”Abdullah kitabı alıp açtı. Bakmadan öyle bir açılıştı bu, açtığı sayfanın yarısından okudu:

-Kuzenim şöyle yazıyordu. Onu bizimkilerin yattığı Peter ve Paul kilisesinin bahçesine gömdük. Cenazeye gittik, dilenciler de oradaydı. Hepsi onu çok seviyordu. Hepsi ağladılar. Büyükbaba da ağladı. Bizi kovdu, mezarın başında yalnız kaldı. Onu çalıların arasından seyrettik, ağlıyordu. Yakında o da ölecek!

Ağladım. Ama bugünmüş gibi aklımdadır:

-Sanki buz gibi bir rüzgarda kalmış gibiydim. O gece avludaki odun istifinin üstünde oturdum ve birisine büyükannemden söz etmek, onun ne denli iyi, akıllı olduğunu, hepimize analık ettiğini anlatmak istedim. Uzun bir süre bu arzuyu yüreğimde taşıdım. Ama böyle şeylerden söz edebileceğim kimse yoktu. Sonunda bu istek, yerine getirilmeden silinip gitti!

Abdullah duraksadı, sol eliyle ağzını kapatıp burnuyla derin bir soluk çekti. İki gözünde de yaş vardı. Kitabı elinden aldım, karıştırdım, işaretlediğim yeri bulunca sordum:

-Burada çok geçiyor, Tolstoyculuk nedir?  Abdullah, tam olarak bilmediğini, ama Dinsizlik olarak algıladığını anlattı. Ondan da okumuş, ben yalnız Kazaklar’la Kreutzer Sonate’ı okuduğumu söyledim. Benim Üniversitelerim’de geçen öteki kitapların adlarını da arayıp birlikte baktık. Thomas Hobbes:  Leviathan-Machiavelli:  İl Principe. Friedriche Nietzche de geçiyor ama bundan kitap adı vermiyor. Hiç duymadığım daha başka yazar adları da geçiyor:  Pisarev, Mill, Spencer, Taylor, Darwin, Nekrasov, Goçarov, Puşkin. Bu kez Abdullah, az öncenin durgunluğunu atlatarak, yazarın gerçekte köyleri, köylüleri sevmediğini, ancak sevmeyiş nedenlerini de belirttiğini söyledi. Bir süre sayfa arayarak işaretlediği bir yeri okudu:

Yazar bir saatçı ya da saatçılığı övdükten sonra. “İnsan dediğin budur işte! ”diyor, devamla; .

“ Ama köy yaşantısı…Ondan hoşlanmıyordum. Köylüleri anlamak benim için zordu. Özellikle kadınlar, hep hastalıktan yakınıyorlardı. Bazen kalpleri sıkışıyor, bazen göğüslerinde ağırlık oluyor, ama karınlarındaki sancı hiç eksilmiyordu. Bir Pazar ya da tatil günü Volga kıyısında ya da evlerindeki sedirlerde otururken bu tür belirtiler, başka konulardan daha çok hevesle tartışılıyordu. Köylülerin hemen hepsi çok sinirli ve en küçük bir şeye hemen parlayıp ağız dolusu küfürler savuruyorlardı. üç ailenin, yeniyken bile on kapik etmeyecek eski ir porselen için sopalarla birbirine girdiler! Abdullah gülümseyerek:

-İşte yazarın düşüncesi bu. Vallah, bizim köylülerde tıpkı böyledir! dedi durdu. Ben, birkaç kez Kitapta sık sık Tolstoycu’luk sözü ediliyor, bu ne demektir? diye sordum. “Tolstoy’u biliyorum ama Tolstoycu’luk nedir? bilmiyorum! ”dedim. Abdullah ürkek bir tavır trakınarak kalktı. Yakınlarımızdakilerin hareketlendiğini görünce ben de kalktım;  toparlanıp ayrıldık. Dersler başlayınca da mektuplaşmaya karşılıklı sözler verdik. Ben daha önce onların okulundan birileriyle mektuplaştığımızı tekrar anlattım. Mektuplaşmanın kesilme nedenini de açıkladım. Ad vermedim, çünkü o arkadaşlarfın biri de bu ekipte idi. Bu kez Mustafa Atavcı ile olan yakınlığımızı söyledim. Onlar zaten bunu biliyorlarmış. Bizim arkadaşlar gelince el sıkışarak ayrıldık. Abdullah ile arkadaşı gidince bizim arkadaşlar ilgiyle etrafımı sardılar:

-Ne konuştunuz?

Olayı olduğu gibi anlattım. Abdullah Özkucur için;  “İyi bir kitap okuyucu! ” Hasan Üner’in boynuna kolumu doladım, “Bizim Hasan Üneri’miz de çok kitap okuyor ama, okuduklarından aldıklarını hiç anlatmıyor. Abdullah öyle değil, okuduğunun satır satır hesabını vermeye çalışıyor. Herhalde çok duygulu bir arkadaş! Sözü böyle bağladım ama bir süre kendimi düşündüm:  Ben kitabı evirip çevirip işime geldiği gibi konuşmamızı yönlendirdim. Kitap bendeydi. Oysa arkadaş o kitabı daha önce okumuştu. Benim taze bilgime karşı, onda kalanla karşılaştım. Bunları düşünerek bir süre yürüdüm. Arkadaşlar şakalaşıyor, onlara katılamıyorum. Yusuf Asıl’ın gözünden kaçmadı, benim için, “O kendini büyük sayıyor, o nedenle çocuklaşmak istemiyor! ”dedi. Ben hemen kaçamak buldum, “Ne düşünüyorum biliyor musunuz?  “Gelin sınıfça bir gün Ankara’yı gezelim. Bir cumartesi izin alalım, yeter! ”Arkadaşlar bunu hep konuşuyordu ama bunlar, sözde kalıyordu.

Bu kez, daha istekle benimsediler. Öğretmen gelince hemen öğretmene de açtılar. Öğretmen bana bakarak, “Sen bunlara, Ankara’yı çok övdün galiba! ”dedi. Sonra da, “Haklısınız çocuklar, buraya kadar gelmişken Başkent’imizi iyiden iyiye gezmelisiniz. Dün birlikte gittiğimiz iki arkadaşınızın yoldaki sevinçlerini gördüm, hepinizin o sevinci yaşamasını isterim! ”Öğretmen gülerek, “Haydi biz bugün bir pazar çalışması daha yapalım! ”dedi. Savaştepe binasında çalışanlar işlerini bitirememiş, onlar oraya gitti. Biz tüm pencere üstü lentolarını hazırlamaya başladık. Arkadaşlar, öğretmenin sözlerinden sonra sordular, “Öğretmen yolda sizinle konuştu mu? ”Olayı biraz da abartarak anlattım. Müzik öğretmenin de bizimle gittiğini, ivedi işi olmasaydı bizimle gezeceğini söylediğini de anlattım. Bu kez çoğu, “İşte şimdi atıyorsun! ”dediler. “Siz öyle bilin! ”deyip sustum. Kısa bir süre geçince Salih Baydemir, “Ben abiye inanıyorum, o “Konuştum! ” dediyse kesinlikle konuşmuştur. Konuşmadan neden “Konuştum! ” desin? ”dedi, durdu bana baktı. Ben, “Öğretmenle konuşmak çok mu önemli? Yarın dersler başlayınca konuşmayacak mıyız”? diyerek konuyu olağanlaştırmaya çalıştım. Arkadaşlar hep geldi. Onlara da sızlanmışlar, “Tuğla bitiyor! ”demişler. Bu kez öğretmen yüksek sesle, “Onlara söyledik, tuğla Lalahan’a geldi, bugün taşınmaya başlanacak! ”dedi. Bu habere biz de sevindik. Binaların hiç değilse yapı bölümleri bitsin, istiyoruz. Öğretmen gene gülerek:

-Bugün Pazar çalışması yaptık, ama papazlar gibi değil! dedi. Öğretmen yola çıktı, Savaştepe ekip öğretmenini bekledi. Biz, izin alıp yürüdük. Su yolundakiler daha önce paydos etmişler. Derslikte, İsmet dünkü gezimizi anlatıyordu. Müzik öğretmenini anlatmış, dinleyenler inanmamışlar, ben girince İsmet’i susturup bana sordular. Olayı olduğu gibi anlatınca İsmet’ten özür dilediler. Arif, Sefer, Mehmet Aygün, İdris Destan, Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin gibi mandoline hazırlananlar iyi bir öğretmene kavuştuklarına sevindiklerini söylediler. Mehmet Yücel arkadaş, Kendinize pay çıkarmayın, o dayıya öyle davranmıştır, sizi görünce sertleşecektir! ”dedi güldü. Arkadaşlar Mehmet Yücel’e yanıt verdiler “”Karanlık düşünceli, bozguncu! ”dediler. Mehmet Yücel hiç istifini bozmadan bana, “Dayı ben seni övüyorum, bana hiç yardım etmiyorsun, kurtar beni bunların dilinden!

Bayrak törenine bunları konuşarak çıktık. Hidayet Öğretmen töreni yönetti. Yemek biraz gecikti. İçimden, trenin gelip gelmediğini geçirmeye başlamıştım. Nöbetçi kız öğrenci Gülsüm yanımdan geçerken anlamsız olduğunu bile bile Nahide Öğretmeni sordum. Gülsüm, “O, Süheyla Öğretmene gitti, belki gelmeyecek! ”dedi. Böylece müzik öğretmeninin geldiğini öğrenmiş oldum. Yemekten sonra derslikte arkadaşlar, müzik öğretmenini göremeyince, şakacılar, “Öğretmen gelmekten vazgeçmiş, hatta kaçmış dediler. Mehmet Yücel gülerek, “ Dün dayıdan korkmuş o yüzden gelmemiş! ”dedi. Arkadaşlar kızacağımı sandılar. Tersine ben, “O da olabilirdi, ancak ben korkutulmaması gereken insanları asla korkutmam, o nedenle öğretmeniniz gelecektir. Vazgeçmeye niyetlense bile bu defa gelecek, varsa verilecek kararını başka zaman verecektir! ”gibilerde kesin sözler söyledim. Arkadaşlar bakıştılar. Mehmet Yücel bu kez “Öyleyse öğretmen gelmiştir, yoksa dayı bu denli kesin konuşmazdı! ”dedi. Yusuf Asıl Ali Yılmaz Öğretmenin Ankara gezi önerisini getirdi. İsmet çok olumlu sözler söyledi. Bir şeyler alınmazsa çok para gerekmediğini anlattı. Hemen bir liste oluşturuldu. Bir çırpıda 24 arkadaş yazıldı. Arkadaşların çoğu da T. B. M. Meclisini, Meclis bahçesini görmek istediklerini belirttiler. Yat ziline dek konu Ankara oldu. Yatınca Abdullah Özkucur’u düşündüm. Acaba kimsesi yok mu? Arkadaşlarımızdan Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ün de kimseleri yok. Onlar niçin bu tür kitapları okumuyorlar. Okumaları mı iyi, yoksa okumamaları mı? Yazar böylesi bir yaşam sürdürmüş, sonunda kurtulmuş ama o bundan memnun mu? Memnunsa neden yıllardan sonra büyük annenin sözlerini anımsayıp ağlıyor. Ağlamakla da kalmıyor, birilerine içini boşaltmak için bir bakıma kıvranıyor. İşin daha acı yanı hala kendine bir dert ortağı da bulamamış. Yaşam boyu bir yakın arkadaş bulamamak istenen bir durum mu? Acaba Abdullah Özkucur bu yaşındayken böyle bir durumda olduğunu mu seziyor? Kendimi düşündüm:  Ben kimsesiz değilim. Ancak annesizlik de yarı yarıya kimsesizlik gibi bir şey. Böylelerini anlamama yetiyor. Oysa benim iki ablam, üç ağabeyim, beni koruyan bir babam var…Babama yazdığım mektup acaba kaç günde gidecek?

 

11 Ağustos 1941 Pazartesi…

 

4 Mehmet elinde mandolinle tın tın tın yapıyor bir yandan da biraz akortsuz sesiyle “Kalk artık sabah oldu-Her taraf sesle doldu! ”diyor. Mustafa Saatçi yanıt veriyor. “Hadi oradan yalancı, ben buradan dinliyorum; daha kızlar bile kalkmadı! ”Birden sesler yükseldi:   “İmamın aklı fikri kızlarda! ”Abdullah Erçetin mandolini aldı, Mehmet’in tım tımını bir güzel çaldı. Konuşmalar kesilti. Bu kez de dışarıdaki kızların gülüşleri duyuldu. Durumdan yararlanan Mehmet Yücel, “Her işi ehline bırakın arkadaşlar, bakın erbabı çalınca kızı da duyuyor erkeği de. Öğrenin her işin yolu yordamı olduğunu, bırakın işleri ustalar yapsın! İsmet Yanar, yüksek sesle yanıt verdi. Haklısın arkadaşım, işte ben bugünkü işleri ustalara bırakıyorum. “Dokunmayın biraz yatayım! ”Gene bir gülmedir başladı. Kahvaltı sesi gelince herkes yola düştü. Kahvaltıda gözlerim öğretmen masalarında kaldı. Nahide Öğretmen de olmayınca kuşkuya düşmedim. Ankara gezisi planlarını konuşa konuşa gittik. Ali Yılmaz Öğretmenin önerisinin tüm arkadaşları sevindirdiğini öğretmene muştuladık. Buna öğretmen de sevindi:   “Namık öğretmeni de alırız bizim okulu da gezmiş oluruz! ”dedi. Gün boyu konumuz, fısıltılarla Ankara oldu. Ben bilgiç bilgiç sıralamaya başladım:  Yenişehir, Anafartalar, Çankırı caddesi, Ulus Meydanı, Ulus Çay Bahçesi, T. B. M. M bahçesi, bir de sinema diyorum. Sinemanın adını unutur gibi oldum. Yeni Sinema, dedim ama. Sonradan aklım karıştı, Yeni Sinemanın Yenişehirde olması gerekir. Eski Ulus Meydanında yeni sinema olur mu? Söz sinemaya gelince kuşkulu muşkulu Yeni Sinema deyip geçiştiriyorum. Hele tatlıcıları, kitapçıları anlata anlata bitiremedim. Trenle yapılan yolculuğu ise “Gitmeden anlamak olası değil! ” deyip kestim. Gözlerim çevremizde, paydosu onlar bizden önce yapıyorlar. Onların yola çıktığını görünce bizim öğretmen saatine bakıp, paydos diyor. Bir bakıma biz öğretmenden önce öteki çalışanlardan öğreniyoruz. Ben, her zaman pek ilgilenmiyorum ama bugünü olağan üstü saydığımdan bir an önce gitmek istiyorum. Hem gitmeye istekliyim hem de anlayamadığım bir ürkekliğim var. Yemeğe gittiğimizde korkarak öğretmen masalarına baktım. Birden sevindim, öğretmen gelmiş. Nahide Öğretmenle konuşuyorlar. Selçuk Korol, Reşat Tekinay, Namık Ergin öğretmenler var. Sevindim ama, asıl telaşım şimdi başladı;  “Bugün öğlede çalışmalar başlayacak! ” denmişti. Bu çalışmalar nasıl başlayacak? Behire Öğretmen zamanında başlanmıştı, ben o çalışmaları bırakıp ayrılmıştım. Ya o grupları esas alıp çalışmayı sürdürürse? Bugün öyle geçmesini, nasıl bir yöntem uygulanacaksa ona göre davranmaya karar verdim. Zaten Musfata Atavcı imdada yetişti, geldi yan masadaki oturan Ahmet Güner’in yanına ilişti. Bir eliyle de benim omzuma dokundu. Biz oyunlarımızı sürdüreceğiz. Öteki çocuklar da geldiler, biz külhana gittik. Mustafa pür dikkat Arpaslı oyunundaki sağa sola eğilerek dönmeleri anlatıyor:

-Şimdi sağa eğiliyoruz, şimdi sola diyor. Dikkatimi bir türlü toplayamadığımdan tam tersi yapıyorum. Neyse ki Mustafa tam benim önümde. Yusuf görüp bir iki işt pişt dedi, sustu. Ben de biraz daha dikkat edip düzelttim. Gene de aklım fikrim mandolincilerde. Daha doğrusu müzik öğretmeninde. Acaba beni alacak mı? Acaba beni anımsayıp çağıracak mı? Kendi kendime kuruntu yaratıp dikkatimi dağıtıyorum. Biz oyunu bırakınca Arif Kalkan’la karşılaştım. Arif, “Nerdesin Süheyla Öğretmen seni sordu! ”dedi. Yüreğim hopladı ama, içimden gelen bir ses:

-Bu bir şaka olabilir, ”demekte de gecikmedi. Bu sözü çok ciddi söyleyen Arif;  “Söylediğime inanmadığına sevindim, şaka söylemiştim. İyi ki gelmemişsin, ilk gün kargaşası, kadıncağız bunaldı; küçük sınıfların şımarıklığı, söz anlamamaları, öğretmeni çılgına çevirdi. Sonunda da kendi aralarında anlaşmaları için yarına dek zaman tanıdı, yarın anlaşmadan gelinirse mandolinleri toplayıp yeniden kur’a ile dağıtacak! Biz buna çok sevindik. Biliyorsun bizim sınıfa az mandolin verilmişti. Şimdi kur’aya eşit sayıda katılacağız. Bu nedenle anlaşma yapamamalarını bekliyoruz! ”dedi. Bu habere ben de sevindim. Ancak Arif’in sevincinden çok başka nedenlere dayanan bir sevinçti benimki. Arif ayrılırken bir kez daha sordu:  ”

-Şakamdan alınmadın değil mi?  Ben onu çoktan unutmuştum…İçimden şimdi ne olacak? Yarın kesinlikle müzik çalışmalarına katılacağım.

Ali Yılmaz Öğretmen Orhan’la ikimizi diziden ayırdı, “Üçümüz birlikte çalışacağız! ”deyip kollarımızdan tuttu yığın olmuş eğri büğrü kavak ağaçlarının yanına götürdü. Ağaçlar, çalışmaya başladığımız ilk günlerde çevreden alınmış oldukça eğri büğrü işe yaramayacak türden gövdelerdi. İki metre, bir buçuk metre boyda kazanılabilecek olanları ayırıp hızardan geçirerek direklikler hazırlayacağız. Öğretmen üç dört örnek seçti, “İşte bunlar gibi! ”deyip çekildi. Orhan’la konuşa konuşa 20 parça seçip atölye yakınına çektik. Orhan’la ortak tarafımız genelde Almanca. İlk bulgumuz, Almanca kavak ne demek? Kavak? Kolay anımsadık:   Papel. Bir süre güldük. Bizde ise papel yani paranın kavakla ne ilgisi var? . Yoksa kağıt paraların kağıdı kavak ağacından mı yapılıyor? Aramızda gülüyoruz. Güldüğümüzü gören Yusuf duramadı sordu:  S

-Siz neye gülüyorsunuz? Ben çok gizli tuttuğumuz bri buluşumuz var, sonra anlatırız! dedim. Yusuf duramadı ötekilere de açıkladı. Başladılar sormaya, “Neymiş o gizli olan? Orhan sonunda sordu, “Kullandığımız paraların kağıdı neden yapılıyor? ”Arkadaşlarca o denli önemsendi ki, sonunda öğretmene de soruldu. Ali Yılmaz Öğretmen, gülerek:   “Vallahi çocuklar, genel olarak kağıtların ağaçlardan yapıldığını bilirim ama paraların ayrı bir özelliği olduğu üstüne kesin bir bilgim yok! ”dedi. Bu kez de bize:  ”Söyleyin bakalım da biz de öğrenelim! ”deyince Orhan, ”Kavak ağacından! ”yanıtını verince başta öğretmen hepsi güldü. Varsayımlar yapıldı. Güneşte çalışıyorduk. ”Güneş başlarına vurdu”, Konuşacak konu bulamadılar” gibi sözler söylendi. Bu kez öğretmen:  ”Yaptıkları işi değerlendirmek için düşünülmüş bir kurnazlık! ”dedi. Söylenenlere karşı durunca bu kez bizden sordular. ”Ben, ”Kağıt paralara ne deniyor? diye sordum. İlginçtir hiç kimse “Papel” demedi. Lira, mangır, yüzkuruş, kaime, birlik ya da benzeri sözler tekrar tekrar söylendi de kimse papel, demedi. Bu kez, ”Bilemediniz:  Papel! ”dedik. Arkadaşlar da “Gerçekten! ”diyerek duraksadılar. Bu kez öğretmen “Eeee, Papelse papel, dişlerinizin altındakini çıkarın! ”deyince biz ikimiz birden:  ”İşte papel, Almanca kavak, demektir. ! ”Arkadaşlar gülerken, öğretmen, “Bari söylemeseydiniz de biz yarında onu düşünseydik! ”diyerek güldü. Sonra da “Yani siz şimdi ne yapmak istiyorsunuz, kavakları paraya mı çevireceksiniz? ”diye sordu. Orhan, ”Fabrikamız olsaydı, yapacaktık! ”dedi. Öğretmen, “O kolay beni ortak edin, size bir fabrika kurayım! ”diyerek güldü. Sonra da :

-İlahi çocuklar, siz sağ olun, tesellileriniz de sizin gibi içtenlikli. Çalışırken şarkı söylemeniz istense kesinlikle kasvetli şarkılar söylemeyeceksiniz, biliyorum! dedi. Bu kez de Recep Kocaman söze karıştı:   “Bildiğimiz şarkılar kasvetliyse söylemeyip de ne yapacağız? ”dedi. Öğretmen:

-Bu soru bana değil hepimize sorun, soralım; söyleyin bakalım ne yapacaksınız? Salih Baydemir:

-Onu bilmeyecek ne var? Neşeli şarkılar öğrenip onları söyleriz! Bu kez de neşeli-kederli şarkılar sıralanmaya başladı. Yusuf Asıl öğretmene sordu:

-Sizce en kasvetli şarkı hangisidir? Öğretmen, “Benim kasvetli saydığım şarkıları siz bilmezsiniz, onlar gazinolarda, plaklarda geçen şarkılardır! ”deyince ben, “Plaklarda varsa ben bilirim! ”dedim. Öğretmen yüzüme baktı, birden “Her yer karanlık, ay mı tutuldu? . . . . dedi. “Devam et öyleyse'! ” diye bana baktı. . Ben, “Bildiğim gibi söyleyebilir miyim? ”diye sordum. Öğretmen:

-Söyle! deyince:

 

“Her yer karanlık, pir nur o mevki.
Magrip mi yoksa makber mi yarab?
…………………………………. .
Yarim mi meftun, ay mı tutulmuş,
Kabri çiçekten bir türbe olmuş! ”

 

Öğretmen:  Alkışlayarak, ”Güzel, güzel! . . . Anlaşıldı! ”dedi. Arkadaşlar biraz şaşkın bana baktılar. Öğretmen bunu nasıl öğrendiğimi sordu. Köydeki kahvemiz hakkında kısaca bilgi verdim. “Kahveye sürekli gelenlerin hepsi birer plak seçerler. onlar gelin ce genellikle o plaklar çalınır. . Hafız Burhan'ın söylediği 3 plak vardır, üçü de uzun havadır(Gazel şeklinde söylenir)Hafız Burhan'ı isteyenler genellikle bunu isterler. SAyrıca kağıt oyunu oynayanlardan oyun u kazanmaya başlayanlar karşısındakilerin sıkıştığını görünce gülerek:

-Her yer karanlık, ay mı tutuldu? diye sorup karşısındakinin adını andıktan sonra bunu söylerler;  “Her yer karanlık! ” söz gelimi Yusuf oynuyorsa, “Yusuf karanlıkta kaçacak yol bulamayacak! ”derler. Yusuf bir şey söylemek için hazırlanırken öğretmen;  “Bu konuyu kapatalım, tuğla gelmiş, yapıcılar dört elle işe sarılacaklar, onlara yetişemeyiz! ”deyip bizi biraz sıkıştıracağını ima etti. . Kestiğimiz kütükleri sıralayıp ayırdık. İşe yaramaz parçaları yandaki çukurluğa doldurduk. Öğretmenin birden bize böyle görev anımsatmasını yadırgadık ama içimizden acabaları sürdürerek sustuk. Benzer durumlar başka zaman da olmuştu:

-Gene öyle bir şey! deyip çalıştık. Söz birliği etmişçe paydos oluncaya dek hiç konuşan olmadı. Paydosta da öğretmen özellikle bizden ayrı yürüdü. Ya da öyle bir tavır takınınca biz biraz kasıldık. Yusuf papel şakamızı anımsattı. Bir süre ona güldük. Ağaçtan kağıt yapılması olayı üstüne varsayımlarımız oldu. Sayısız olasılıklara karşın inandırıcı bir yöntem saptayamadık. Kalın, kaba ağaçlardan ince, süt gibi beyaz kağıdın yapılamayacağı kanısına vardık. “Belki kalın kese kağıtlarının olabileceği” üstünde birleştik.

Akordiyonu alınca yeni notalarımdan Tiku tiku üstünde çalıştım. Hem sevmedim hem de zorlanacağımı çabuk anladım, vazgeçtim. Serenadın melodisini anımsadım:

-Güzel çoban olarak duymuştum. İlkokuldayken Münevver Öğretmen söylerdi. Kıra gittiğimiz bir gün Münevver Öğretmen herkese şarkı söyletmişti. Münevver Öğretmenin şarkı söylediğini iyi bilen A başta olmak üzere öteki arkadaşlar da isteyince Münevver Öğretmen az ilerideki sürüyü göstererek:

-Aman çocuklar, çoban bizi duymasın sahi sanır!  demişti. Öğretmenin ne demek istediğini önce anlamadığım için;  “Duysa ne olacak? ”deyince A beni uyarmıştı. Oysa ben işi başka açıdan düşünüyordum;  “Çoban bize sataşsa onun hesabını görürüz! ”

Nasılsa daha önce duyduğum melodileri daha çabuk öğreniyorum. Ne var ki, sol eli kullanmakta zorluk çekiyorum. Eli, oldukça düzgün gezdirerek tempo tutmak gerekiyor.

Düşündüğüm gibi olmadı; ortalıkta kimse olmayınca çabuk vazgeçtim. Arkadaşlar derslikte gene Ankara konusunu tartışıyorlardı. Onları da dinlemek istemedim. Arif, Sefer, Yakup, Mehmet Yücel bağlık tarafına yürümüşler onların yoluna çıktım. Geri dönmüşler beni görünce “Yeni Bedir’e mi gidiyorsun? ”dediler. Önce anlamadım, tekrarladıklarında anladım, güldüm:

-Yeni Bedir’e gidemiyorum! dedim. Yaklaşınca “Yakında gideceksin! ”dediler. Yeni bir haber var, diye sevindim, hemen sordum. Haber maber yokmuş, canları öyle istediği için, öylesine söylemişler. “Böyle bir haber olsa, her zaman olduğu gibi biz senden duyardık! ”dediler. Birlikte döndük. Hayret ettim, arkadaşlar, Mehmet Yücel dışındakiler mandolin çalışma heyecanı içindeler; yarını sabırsızlıkla bekliyorlarmış. İkide bir de öğretmenden söz ediyorlar. Ben, “Sizin kadar hevesli değilim. Bayan öğretmenlerle bir türlü anlaşamıyorum; bununla da kim bilir nasıl bir sorun çıkacak, ben gene yan çizeceğim! ”dedi. Kepirtepe' deki Beden Eğitimi Öğretmeni Rukiye Dökmeni örnek verdim, yeni ayrılmış olan Behire Bil ’den söz ettim. Arif Kalkan gülerek:  ”Ama onlar güzel değildi, bu çok güzel, bundan kolay kolay geçemezsin! ”dedi. Arif’e baktım. “Arkadaşım sen ne demek istiyorsun? Öğretmen güzel diye ben onun haksız davranışlarına mı katlanacağım, sanıyorsun? ”Dersliğeliğe geldik. 8. sınıflardan üç arkadaş bizi karşıladılar. Öğretmen onları çağırmış, konuşmuş:  20 kullanılır durumda mandolin varmış. Yuvarlak olarak, 5 mandolin bizim sınıfa, 5 mandolin 7. sınıfa 10 mandolin de 8. sınıflar için düşünülüyormuş. 8. sınıflar kalabalıkmış ama, onlardan isteyenlere keman verilecekmiş. Bizim sınıftan keman isteyen var mıymış?  “Ben, ikisine de katılmayacağımı söyledim. Abdullah Erçetin Keman’a gireceğini söyledi. Öneri getirenlerden Hasan Gülümser, sinirlendiğimi sandı, “Abi senin de bizimle olmanı istiyoruz! ”dedi. Onlarla beraber olduğumu, ancak benim nasıl olsa bir çalgım var, arada arkadaşların mandolinlerinden de yararlanırım! ”deyip işi tatlıya bağlamak istedim. Arkadaşlar, nöbetleşe çalışmaya karar verip, öneriyi benimsediler. Bizim sınıfa ayrılan beş mandolin istekli arkadaşlarca sıra ile kullanılacak. Ben iyice bozuldum ama kimseye karşı değil kendime karşı. Bu durumda öğretmene nasıl yaklaşacağım? Düşündüm;  “Nota sorarım, işaretleri sorarım, olmazsa bildiklerimi de bilmiyormuşum gibi yapıp yanına giderim! ”Ancak, düşündüklerim beni rahatlatmadı. Uzun süre kararsılık içinde bocaladım. Az önce arkadaşlara söylediğim söz gerçekten önüme çıktı. “Ben gene bir sorunla karşılaşır, öğretmene ters düşerim! ”demiştim. Yatınca da bunu düşündüm. Bu kez sorun çıkarmayacağım, ilerde mandolin çoğalınca mandolin grubuna katılacağımı söyleyeceğim. Benim nasıl olsa akordiyonum var, bir arkadaşın daha katılmasına olanak vermek için böyle düşündüğümü söyleyeceğim! ”Bir yandan da önemli bir kayıbım olmuş gibi üzülüyorum. Kederli kederli gözlerimi yumdum.

 

12 Ağustos 1941 Salı

 

Salih Baydemir çadır nöbetçisi, soruyor;  “Arkadaşlar, nöbet yapanlar, gündüz buraya gelip bakanlar oluyor mu? Bir güzel uyumak istiyorum ! ”dedi. Kadir Pekgöz kapının yanında birisine, duyulmayacağını sanarak “Kara Salih uyumak istiyormuş! ”dedi. Salih’in çok kızdığı bir sözdü bu. Koşarak geldi, yüzünü Kadir’e uzatarak, “Benim nerem senden daha kara söyler misin? dedikten sonra Kadir’in önüne dikeldi :

-Şu boyuna bak. Benden önce dünyaya gelmişsin ama seni, geldiğin kapıda bekletmişler. Ben sana ne diyeyim?  diye sordu. Halil Basutçu yanlarındaydı, Salih’e:   “Sen nöbetçisin, burada kal! ” dedikten sonra Kadir’in koluna girip dışarı çıkardı. Kadir biraz şaşkın. “Yahu nerden duydu, ortalıkta yoktu; ben duymayacak sanmıştım! ”diyerek yürüdü. Gözlerim, öğretmen masalarında gezerken bayan öğretmenler arkamızdan gelip yanımızdan geçtiler. Süheyla Öğretmen bu kez arkasını bizim tarafa dönerek oturdu. Gene renkli-çiçekli basma giysilerini giymiş. Ahmet Güner kulağıma eğilerek, “Abi bizi bırakmadığına sevindik! ”dedi. Yusuf Asıl’la konuşmuşlar:

-O gelmezse biz çalışamayız! demişlermiş. “Beraberiz, Kepir’e dönünce de beraber olacağız! ”dedik. Bu durumdan Yusuf da çok hoşnut oldu, yolda durup durup bunu tekrarladı. “Aslında akordiyon çaldığına göre mandolin çalmaya neden hevesleniyorsun?  diye sordu.

Üç atölyenin de duvarları örülmeye başlandığı günlerde çatılarını hazırlamıştık. Demircilik atölyesininö ki ise, yerde kurulmuş olarak duruyordu. Sili Usta geldi onu sordu. Öğretmen Orhan’la ikimizi görevlendirdi. Zaten biz hazırlamıştık, Kolayca söküp ayırdık. Az ilerimizdeki atölye yanına taşıdık. Hasan Gülümser, Cavit Kafkas, Mehmet Özeren, İsmet Özcan, Fahrettin Şen, Celil Altın, Rüştü Gönenç, Hasan Bozkurt, Haşim Nehir yarım kayan duvarları örüyorlar. Fahrettin Şen 8. sınıfta ama küçük, Celil’le Rüştü ona takıyorlar, “Fahrettin, sen küçüksün, iskeleye tırmanma düşersin! ”Bir süre onları dinledik. Namık Öğretmen geldi, onlara, “Benim en çalışkan grubum! ”dedi. Hasan Gülümser, Cavit Kafkas, İsmet Özcan, Mehmet Özeren duvar örüyor, ötekiler vızır vızır onlara yardım ediyorlar. Hasan Gülümser bana takıldı, “Abi üstümüze çatıyı örtün de gölgede çalışalım! ”Ben de “Gölgede çalışılmaz, oturulur. Haftaya da gölgede oturacağız! ”dedim. Namık Öğretmen, benim sözümün orasını duymuş “Ne, ne, ne? diyerek döndü:

-İbrahim, senden bunu da mı duyacaktım? diye çıkıştı. Konuşmamızın bütünü anlatılınca Namık Öğretmen, “Öyle söyledim ama asla başka türlü bir olumsuzluk beklemiyorum! ”diyerek el sallayıp ayrıldı.

Öğle paydosunda arkadaşlar okul bahçesinde toplandı ama biz gitmedik; Yusuf, Ahmet, Mustafa dördümüz çalıştık.

Orhan gelince çalışmaya gittik. Öğleden sonra da Demircilik atölyesinin kapı, pencere üst eşiklerini yerleştirdik, girişe 4 m2 beton kalıbı hazırladık. 8. sınıflarla çalışmak daha rahat oluyor. Onlar bizi büyük sayıp bir dediğimizi iki etmiyorlar. Orhan:

-Hep böyle çalışsak! dedi. Sonra da, “Bizim buradaki çalışmalarımız hep böyle değil mi? ”deyip güldük. Mayıs, haziran, temmuz ayları böyle geçti. Ağustosun da neredeyse yarısını bulduk. Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Bizden çok yapıcılarla konuştu. Öğretmen onlarla daha rahat şakalaşıyor. Hasan Gülümser’e:

-Sen gittikçe olgunlaşıyorsun, eskiden olduğu gibi cıvık şakalar yapmıyorsun! ”dedi. Hasan da sözünü esirgemiyor. “Üzüm üzüme baka baka karar, öğretmenim! ”Öğretmenin tepkisini bekledim, aldırmaz göründü:

-Di mi ya, öyle! deyip geçiştirdi; iyi tarafına geldi besbelli. Paydosta bizim grup birlikte çıktık, birlikte döndük. Öteki arkadaşlar daha önce paydos etmişler. Derslikte mandolincilerle karşılaştık. Sami Akınıcı dışında durumdan herkes memnun. Mandolini biri alıp biri bırakıyor. İşin ilginci mandolini eline alan hemen akort etmeye kalkıyor. Kendine göre bir şeyler yapıyor. Az sonra başkası alıp o da akorda başlıyor. Böylece derslik, mandolin akort yeri durumunda. Sami sık sık, “Yeter be kardeşim, bırakın bu akort işini de biraz çalışın! ”diyor. Akor seslerinden bıkan Sami, mandolin sesine razı olmuş gibi…Abdullah Erçetin:

-Seni müzik öğretmeni sordu! ”dedi. Niçin ya da, neden diye sormadım. İçimden bekledim ama o, başka bir şey demedi. Öyle geçiştirmeme karşın içimden oldukça merak ettim;  “Acaba niçin? ”Öğretmen, bundan böyle her öğlede çalışma yerinde olacakmış ama mandolinciler gün aşırı gidecekmiş. “Yarın gider konuşurum! ”diye düşündüm. Bu da bir rahatsızlık yarattı. Zaten tedirginim . Keşke Abdullah Özkucur’a kitabı vermeseydim!  “Üzerinde düşünecek bir yerleri vardı. Örneğin Eşsiz Gilda olayı ne acıklı, “Neden Eşsiz Gilda? ”Yazar, fırıncı çıraklığı yaptığı günlerde çok soğuk, fırtınalı bir gece, derin bir çukurda inleyen bir ses duyar. Eğilir bakar, sarhoş ya da hasta bir insan, ölmek üzere; geçip gidemez, tutar çıkarır. Sarhoş oluğunu anlamıştır, alır evine götürür. Adam biraz kendine gelir. İçeriye girince karısı söze karışır:  ”Gendin mi Corc? Asıl acıklı durum şimdi başlar. Kadın Mişa’yı sorar. Yazar önce bir şey anlamaz. Oysa Mişa, bu karı kocanın tek çocuğudur. Nedense iki yıl önce intihar etmiştir. Kadın, iki yıldır Mişa bekler. Açıkçası kadın bir tür hastadır. Kocası her saat Mişa’ nın geleceğini anlatır, gelmeyince bahaneler bulur. Gene bir masal uydurmuştur:  Kızları Mişa. Petersburg’a gitmiştir, yollar kapandığı için gelmesi gecikecektir. Yazar iyice şaşırır. İçinde bir kuşku doğar;  “Adamın sabrı kalmamış, kendini ölüme mi bırakmıştır? ”Yazar bunları düşünürken adam konuşur:

-Sen olmasaydın, ben ölecektim. Ölümüm pek önemli değil ya bu kadın ne olacaktı? diye sorar. Neredeyse ağlayacaktır. Yazar iyice sarsılır. Kitabın buralarını anımsayınca benim de gözlerim kapanacağı yerde daha çok açılıyor. Çünkü, ölümü beklediğini sandığım adam ölmediği için, onu ölümden kurtardığı için ona, kurtarana için dualar okuyor;  tekrar tekrar teşekkür ediyor. Öykü burada kesilecek derken asıl acıklı yanı burada başlıyor:  Adam yirmi yaşlarındanken üniversitede okumak üzere evinden ayrılır. Düşleri bulutlarda uçar, umutları dağlardan yücedir, kendine güveni ise sonsuzdur. Kabına sığmaz; kendi ülkesi dar gelir Fransa’ya gider, gerçekten burada başarılı çalışmalar yapar. Tarih öğrenir, özel dersler verir. Paris’te özel öğrencileri arasında bir Alman baronunun çocukları da vardır. Barones genç tarih öğretmenine aşık olur, kocasına bir takım oyunlar oynayarak terk eder, çocuğunun öğretmeniyle birleşip yakalayacakları sandıkları mutluluğa koşarlar. Kadın opera yıldızıdır, ya da öyle olmuştur. Bir de çocukları olur. Adamın babası rahiptir. Başını alıp giden oğluna papaz baba yüz çevirmiştir. Barones kocasını, sevgilisi ise babasını ter etmiş durumdadır. Gençlik düşleri içinde bir bakıma uçan insanlar bir süre sonra dışlanmışlığın acılarını duymaya başlarlar. Bu bunalımlı yürekler çocuklarını nasıl yetiştirebilirler ki? İşte böyle bir ortamda yetişen Mişa, yaşamı kendi eliyle gençliğini bile yaşamadan bitirmiştir. Adam, son olarak;  tüm insanları kapsayan bir söz söyle:

-İnsanlar unutma ve avunma ararlar!  “Güzel düşlerle yaşama başlayan kişi sonunda tüm yaşamını özetleyen bu kanıya varmıştır. Yazar da bu söze takılır kalır. 30 yıl sonra bile buna benzer sözler duydukça hep bunu anımsar. Ancak öteki tekrarlar onu bu ilk söz derecesinde etkilememiştir. “İnsanlar, unutma avunma ararlar! ”Bu sözü belleğime aldım ama doğrusu tam anlamış değilim:  İyi mi , kötü mü? Kitapta bir de Anton Çehov’un öyküsünden söz edildi. Adamın biri atıyla konuşuyormuş. Ben, Çehov’un 30 kadar öyküsünü okudum özetler de çıkardım ama atıyla konuşanını anımsayamadım. “İnsanlar unutma ve avunma ararlar! ” Unutmayı aramaya gerek yok, insanlar bol bol unutuyorlar zaten. Acaba biz unutmayı ararken aradığımızı mı unutuyoruz? Unutma, isteyerek yapılabilse neleri unutmak isterdim? Düşünüyorum da unutmak istediğim hemen hemen önemli bir şeyim yok. Evdekileri unutmam söz konusu olamaz. Belki öğretmenlerden, örneğin binbaşı Cindoruk’u unutmak isterim. Zaten bir çok kimseyi kendiliğinden unutuyorum. Belki Atıyla konuşan öyküdeki adamı da böyle unuttum. Baki’yi, Kasım amcayı, unuttum. Alpullu’da Rasim’i, Rıfkı Beyi unuttum. İlkokuldaki sayısız çocuğu toptan unuttum. Onların çoğunu zaten öğrenememiştim. Şimdiki arkadaşlardan kimleri unutabilirim. Sanırım bunların hiç birini unutmayacağım. Sevsem de sevmesem de çok ilişkilerimiz olduğu için unutamam. Kızdıklarımı kızdığım için, sevdiklerimi de sevdiğim için unutmam söz konusu olamaz. Öteki sınıflardan da öyle, konuşmadıklarımı zaten şimdiden tanımıyorum. Kızlar da öyle:   22 kız var diyorlar, bunların yarsının bile adını öğrenmedim. Nöbetlerimizin birlikte olduklarını öğreniyorum. Bir de kendi gelip benimle konuşanlar var, onları biliyorum. Ayrıca arkadaşların ad takıp çok sık konuştukları var. Onları bile zaman zaman anımsamıyorum. Melahat, Gülsüm, Hatice, Feride, Gül, Sakine, Mukaddes, Nemciye doğru dürüst tanıyıp konuştuklarım. Belki bir iki tane daha olabilir. Arkadaşları anımsadım, sınıfın yarısını yazmış, yarını yazmamıştım. Onları da yarın yazacağım. 51 Bekir Temuçin ya da 53 Ali Önol’da kaldığımı sanıyorum.

 

13 Ağustos 1941 Çarşamba

 

Hasan Üner, Dürterek, ”Nöbetçi uyandırırsa darılma olmaz, zilimiz çoktan çaldı! ”dedi. Gözlerimi açtım, kimse kalmamış. Hemen koştum. Kahvalı masasındakiler de kalkmaz üzereymişler. Hilmi Horlaya horlara uyuyordun, kıyamadık! ”dedi. ”Kendinden söz ediyorsun galiba! ” dedim. Biraz çabukça yutkunup onlardan geri kalmadım. Ankara’ya gitmekten söz edildi. ”Çifteler ekibi yarın geziye çıkıyor! ”denildi. Bunlar söylendikçe gördüğüm rüyamı anımsadım. ”Saçma sapan şeyler! ”dedim ama parça parça gene aklıma gelen taraflar oldu. Kamber Amcamla müzik öğretmeni, babamla İstiklal Marşı yakınlığına şaştım. Ali Yılmaz Öğretmen az geç geldi. O gelinceye dek biz ortalığı topladık. Gelince de çalışmaya başladık. Çatı çalışmalarında hep böyle oluyor; bitti sanığımız yerde ufak tefek kusurlar çıkıyor, orasını öyle bırakma, burası şöyle olsun derken öğleyi bulduk. Ali Yılmaz öğretmen, kiremit altı çitalarını kiremit gelince çakacağız deyip toparlanmamızı söyledi. Çatı kiremitsiz de olsa atölyeyi binaya benzetti. Atölyemize döndük. Paydos etmeye hazırlanırken Mustafa Güneri Öğretmen geldi, yanında iyi giyimli bir genç var. Dikkatle baktım, benim yaşında ya da bir iki yaş farkı. Ali Yılmaz Öğretmene tanıttı, “Arkadaş benim meslektaşım, resim öğretmeni, Kayseri’de çalışıyor! ”dedi. Öğretmen deyince dikkatli baktım, ne genç öğretmen, tıpkı müzik öğretmeni gibi, o bayan bu bay. O müzikçi bu da resimci. öğretmenler aralarında konuşurken ben bunları düşünüyordum. Birden Mustafa Güneri Öğretmen bana “İbrahim, sen Kırklareli’dendin yanılmıyorsam! ”dedi. Ben evet, Kırklareli-Lüleburgaz! ”yanıtını verdim. Yanındaki genç, ”Kırklareli içinde hiç tanıdığın var mı? diye sordu. Ben, var, sinemacı der demez o, ”Pehlivan mı? dedi. Ben de, ”Evet, Pehlivan Amcam. O “Kocaman bir de kahvesi vardır! ”diye ekledi. ”Ben de Kırklareli’nin içindenim. bu kez ben “Orada mı okudunuz? ”diye sordum o, ”Evet, ortaokulu orada okudum, öğretmen okulunu Edirne’de deyince, ben “O zaman Necmettin Efe’yi de tanırsınız! ”deyince “A, evet sınıf arkadaşımdır. Mustafa Güneri Öğretmen gülerek, “Siz yavaş yavaş akraba da çıkacaksınız! ”deyip güldü. Ben kendimi tutamadım, “Helvacılar! ”der demez, “Bezesten’in önünde lokantaları var, damatları Hastane Müdürü. Ben, “İşte o da benim amcam! ”deyip güldüm. Mustafa Güneri Öğretmen, bizim öğretmene:

- Ali Bey, İbrahim’e bugün izin verirsen hemşerisiyle konuşur birlikte köyü gezerler! ”dedi. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek, “Hay hay, o zaten iki gündür çok çalıştı! ”dedi. Başıyla “Git! ” işareti verdi. Biz yürümeye başlayınca paydos oldu. Az sonra arkamızdan arkadaşlar da gelmeye başladılar. Mustafa Güneri Öğretmen, bana “Biz Şerif Beyle birlikte yemek yeriz, yemekten sonra sen idare binasına gelirsin, Şerif Bey orada olacak! ”dedi. Konuştuk anlaştık ama ben bir öğretmeni nasıl gezdireceğim, diye tasalanmaya başladım. Kimseye de bir şey söyleyemedim. Arkadaşlar takıldılar, “Sahiden akraban mı? diyenler oldu. “Öğretmenmiş” deyince de “Buraya mı atanmış? ” diye soranlar oldu. Yemekten sonra oyunu bırakıp yönetim binasına çekine çekine gittim. Hüsnü Baykoca Öğretmen beni görünce, sanki beni bekliyormuş gibi, “Gel bakalım Çeşmekollu, biz de şimdi senden konuşuyorduk. Bak bir hemşerimiz geldi. O da bizim gibi gurbetlere düşmüş. Gurbette insanlar bir birlerine memleket havasını anımsatırlar! ”dedi. Şerif Öğretmene, beni göstererek, merkezde çok akrabası vardır, valinin şoförü, deyinde Şerif Öğretmen çok iyi tanırım, oğlu Bahtiyar vardır. Kızını da tanırım! ”dedi. Konuşmalar sürdü gitti. Mustafa Güneri Öğretmen geldi. O gelince de bir süre konuşuldu. Ancak benim konuşacak başka bir sözüm kalmadı, sıkılmaya başladım. Müdür Bey geldi, gülümsedi. Ben oturuyordum, kalktım. Müdür Bey, omzumdan bastırarak “Benim konuğum sayılırsın, otur! ”dedi. Diken üstünde oturur gibi oturdum. Bir olağan üstü durum sezdim ama ne ya da niçin anlamam olası değil. Şerif Öğretmen Müdür Beyin odasına çağırılınca, onun buraya öğretmen geldiğini düşünüp azıcık rahatladım, “Belki köyde kalacağı yer arayacağız! ”dedim, rahatladım. Mustafa Güneri Öğretmen de içeriye çağırıldı. Hüsnü Baykoca Öğretmenle yalnız kalınca, o bana biraz yaklaşarak. “Çok önemli bir durum karşısındasın, dikkat et, yeni gelen müzik öğretmeni var ya, sen onunla hiç konuştun mu? ” diye sordu. Birden içinde oturduğum bina üstüme çöktü sandım, kekeleyerek “Ankara’ya giderken Ali Yılmaz Öğretmenle” derken Hüsnü Baykoca Öğretmen daha yavaşça

- Onunla iki ikiye konuşabilir misin?  diye sordu. Kekeleyerek dün konuştum, arkadaşlar da vardı. Hüsnü Baykoca Öğretmen:

- Sen müzik seviyorsun, aklı başında bir öğrencisin, biz sana güveniyoruz, karşımızdaki bir değerli genç insan, ikisi de bizim için aynı değerde, bunlara yardım edelim, dedik. Benim aklıma sen geldin, seni araya kattım. Bu genç hemşerimiz müzik öğretmenini daha önce tanıyormuş, buraya atandığını duyunca çıkmış gelmiş. Burası küçük bir köy, kalacak gezecek bir yeri yok. Öğretmenimiz yalnız bir insan. Sen hemşerinle gezip dolaşırken onun niyetini öğreneceksin. Yemekhanede konuşabileceklerin söyleyeceksin. Çok etraflı konuşmak isteyeceklerse hemşerimiz Ankara’ya gidecek, öğretmenimiz isterse o da izin alıp gidecek Ankara’da görüşmelerini yapacaklar. İkisi de gençtir, bunları ben de söylerim ama belki onlar benim ya da arkadaşların sözlerini tepeden inme emir sayarlar, gücenirler. Bunu güzel yapacağından hiç kuşkum yok! İçimden geçen korkunun boş olduğunu anlayınca rahatladım, Şerif Öğretmene her şeyi söyleyebileceğimi düşündüm, hele müzik öğretmeniyle konuşmayı bir şans sayıp sevindim. “Şerif Öğretmen benim dayım olan Necmettin Efe’nin arkadaşı olduğuna göre çok iyi anlaşacağımızı da düşüdüm. Mustafa Güneri ile Şerif Öğretmen gülüşerek çıktılar. Mustafa Güneri Öğretmen, “Konuğumuz sıkılırsa ben, sizin inşaattayım oraya gelirsiniz ! ”dedi. Şerif Öğretmen elimi sıktı, Adını soyadını söyledi. Şerif Baykurt. Okulu yeni bitirmiş. Yeni müzik öğretmenini tanıyıp tanımadığını sordu. Bildiklerimi anlattım, kendisiyle konuşmak istediğini söyledi. Bunu söyleyince biraz yutkundum, “Hemen görüşmek istiyorsanız, yemek yediğimiz yere gidelim, nöbetçiler aracılığıyla öğretmeni çağırtırız, isterseniz biz gezelim, akşam yemeğinde konuşursunuz! ”deyince Şerif Öğretmen, “Ben akşam kalmayayım, burada kalmak zor olacak, Ankara’da okula uğramam gerekiyor! ”dedi. ben biraz rahatladım, yemekhaneye indik. Mandolin grubundan olan nöbetçileri sordum, Ahmet Has’la Hasan Akyol öğretmenin evini bildiklerini söylediler. Onları gönderdim. Nedenini de kısaca yazdım, “Şerif Öğretmen ivedi gitmek zorunda, sizinle görüşmek istiyor, yemekhaneye kadar gelebilir misiniz? Sanırım Süheyla Öğretmen bu çağrıyı bekliyormuş, az sonra heyecanla geldi, O gelince ben kalkmaya hazırlanırken beklemediğim bir sözle karşılaştım. Şerif Öğretmene “Hoş geldin! ”dedikten sonra bana baktı, “Gene sen mi karşıma çıktın! ”dedi. Ben bu sözü doğru anlamadım, sanırım, önce gülümsedim. Şerif Öğretmen, tane tane söyledi, “ Hemşeriyiz, az daha araştırsak akrabalığa bile ulaşacağız” dedi. Ben izin isteyip karşı masada oturan nöbetçilerin yanına gittim. Arkadaşım Hasan Üner yatakhane nöbetçisi o da oraya gelmiş, öteki nöbetçilerle karşılıklı bir süre konuştuk. Kimi nöbetçiler, çalışıyormuş numarasıyla azıcık konuşanlara yaklaştılar. Bir ara tartıştıkları söylendi. Konuşma çok uzamadı, el sıkışıp ayrıldılar. Şerif Öğretmen bizim bulunduğumuz tarafa gelirken, Süheyla Öğretmen masa sırasının öbür tarafından hızlı yürüyerek Şerif Öğretmenden önce önümde durdu, “Ay, no'lur, o benim sözümden sakın alınma! Çok iyi anlamama karşın anlamazdan gelip, yüzüne dikkatle bakarak “Affedersiniz, hangi sözünüzden? ”diye sordum. Bu kez Şerif Öğretmen, “Yok canım, merak etmeyin; biz Kırklarelililer, hoşgörülüyüzdür! ”karşılığını verdi. Biri masanın bir tarafında biri öbür tarafında karşılıklı bakışarak ayrıldılar. Şerif Öğretmen, kendisi gidebileceğini söylemesine karşın yanında yürüyüp ayrılmadım. Mustafa Güneri Öğretmen bekleyeceğim, dediği yerden ayrılmış. Şerif Baykurt Öğretmenle Lalabel yokuşunun doruğuna dek birlikte gittim. Süheyla Öğretmenle ilişkisin anlattı, evlenmek istediğini, tekrarladı, Süheyla Öğretmenin kendisinin değil ailesinin henüz evlenmesine izin vermediğini, gene de kendisinin bu işte direteceğini anlattı. Beni tanıdığa sevindiğini, ileride gene gelebileceğini, bu işin ardında olduğunu tekrarladı, ayrılırken de bana sarıldı, neşeli gibi görünmesine karşın çok üzgündü. Bir süre ikimiz de dönün dönüp karşılıklı el salladık. Köylülerin Durak kulübesi dediği bir yer var tren yolunun köy tarafında, orada bir yükseltiye oturup, tren raylarına baktım. Biden bir takırtı oldu; baktı, . hemen önümden tren geçti, Şerif Baykurt Öğretmenle göz göze geldik. Eskiden beri tanıştığım biri gibi geldi, deminki ayrılışımızdan daha çok bu karşılıklı bakışımızdan sonra üzüldüm. İnşaata doğru kederli kederli yürürken arkadaşların yola çıktığını gördüm. Yetişmek şöyle dursun görünmek bile istemedim. Büyük tabelanın altına oturup, aşağıdaki söğütlüklere baktım. Süheyla Öğretmen eski bir tanıdık gibi gözümün önüne geldi, söylediği söz, sonra gelip özür dilemesi. Birisi tarafından sevilmesi, evlenmek istemesi ya da verdiği sözden dönmesi, onu gözümde hem değerlendirdi hem de olağanlaştırdı. Onunla konuşurken bunları hep anımsayacaksam, bir gün kuşkusuz açık veririm. Hele keman çalışmayı sürdüreceksem, daha ciddi olmak zorundayım. Nazlana nazlana gittim arkadaşlar yemeğe giriyordu. Çeşme tarafından girdim, öğretmen masalarının yanından geçerken Süheyla Öğretmen, gülerek, “Hemşerini uğurladın mı? ”diye sordu. Lalabel'e dek birlikte gittiğimizi, çok beklemediğini trenin hemen geldiğini, selam söylediğini anlattım. Ben yürürken bizi dinleyen Nahide Öğretmen arkamdan, “Aferin bak ne güzel hemşerilik yapmış! ”dedi, Bizim masaya gidince kaşıklar durdu, gözler bana döndü:

-Nerdesin?  Hilmi Altınsoy, “Doğru söyle abi, ne oluyor?  Gene ne dümenler çeviriyorsun? Nöbetçi Hasan Üner geldi, “Hemşerini uğurladın mı? ”deyince işim kolaylaştı:  Kırklareli’den dayımın okul arkadaşı geldi, ona okulu tanıttım, uğurladım gitti. Yusuf yalan söyleme, Mustafa Güneri…deyince, “Neden yalan söyleyeyim, işte İsmet burada;  ikimizin de dayısı olan öğretmen Necmettin Efe’nin okul arkadaşıydı, onu gezdirdim. Arkadaşlar sustu. “Müzik Öğretmeni! ” diyenler oldu. “Okuldan tanışıyorlarmış, burada olduğunu öğrenince bir merhaba demek istedi, çağırdık şurada konuştular, değil mi nöbetçi arkadaşım? ”dedim. Hasan da “Öyle! ” deyince konu kapandı. Soranlara böyle anlatarak bir konuyu iyi saptırdım ama kendime karşı bir türlü kararlı bir anlatım hazırlayamadım. Başkasına “Şunu derim, bunu böyle derim, bunu böyle sorarsa ona da şöyle bir yanıt veririm! ”diyorum ama kendime gelince bunların hepi geçerliliğini yitiriyor. Sami Akıncı’dan Lise birinci sınıf tarih kitabını aldım, bu gece hiç kimseyle konuşmayıp tarih okuyacağım. Lise kitabı da orta birinci sınıf kitabı gibi başlıyor. Sayfalar bakınca hepsini biliyorum sanısına kapılıyorum. Oysa okuyunca neler var neler!  Tarihin konusu, Tarihin bölümleri, Yontma Taş Devri, Cilalı Yaş Devri, Maden Devri. Bunları biliyorum. Çünkü öteki devirler gibi kesin tarihler yazılmıyor. Türklerin Ana Yurdu-Göçler. Ana Yurtta Kalanlar-Hunlar. Hunlarda belli başlı iki ad olduğunu unutmadım:   Bilinen ilk hakan Teoman’la oğlu Mete M. Ö. 200. yıllar. Bu bölümdeki yer adlarını bir türlü öğrenemiyorum. Kansu-Hotan-Kaşgar-Yarkent, öteki adları doğruca okuyamıyorum bile. Yeüçi mi, yoksa Yüeçi mi? Silenpi, Siyenpi birbirine karışıyor. Hele Çin adları:  Kao-Ti, Mao-ti’ler nedir anlayamıyorum. Geçen defaki okuduklarımızda bunlar yoktu. Yatarken haritayı gözümün önüne getirdim. Bizim yurdumuzun kuzeyindeki Macaristan’a dek gelen Attila ile kardeşi Bleda’yı düşünerek uyudum.

 

14 Ağustos 1941 Perşembe

 

Hilmi Altınsoy nöbetçi, kime tembihlemişse biri geldi onu uyandırdı, fısıldaştılar. Daha doğrusu kaldıran fısıldadı ama Hilmi yüksek sesle “Sahi mi yahu? ” diyerek ranzayı sallayınca uyandım. Bu kez de Hilmi benden özür dilemeye kalktı;  “Benim uyanacağımı bilseymiş, onun uyandırılma görevini benden rica edecekmiş. Hilmi’ye:

- Sen şu ricalı micalı konuşmayı bırak, benim seni kaldırabilmem için senin önce kalkıp şu ranzayı sallaman gerekecek, onu düşün!  Hilmi alındı:

-Abi ayda bir, güç hal erken kaldırılıyorum, bunu da çok görme!

Zil çaldı. Hilmi bu kez yüksek sesle konuşmaya başladı, “Şuraya bir saat koysalar da doğru dürüst kalkmayı öğrensek! ”dedi. Mehmet Yücel, “Herkes zamanında kalkıyor, saate ne gerek var?  ama sen istersen boynuna bir çan takalım, ipi çekince sesinden uyanırsın! ”Hilmi’yi başka bir canlıya mı benzetiniz diyenler oldu. Hilmi, kızdırmayın beni, başlarsam okumaya;  “ İşlerde ellerinizi çekiçle, malayla yaralarsınız sonra! ”dedi. İsmet koşarak geldi. (İsmet’in gelişinden telaşlandım, )Oysa İsmet, Hilmi’nin boynuna sarıldı:

-Ben sana hiç takılmadım, senin arkadaşınım, benim kulağıma söyle, onlara ne söyleyeceksin?  Ötelerden İsmet’e “Yalancı, en çok sen konuştun” diyenler oldu. İsmet, Mehmet Aygün’le Yusuf Asıl’a sarıldı. “Sizi şamatacılar sizi! ” diyerek ikisini birden kapıdan dışarı çıkardı. Ayrılırken ben de Hilmi’ye “Paydostan sonra gelip yerine nöbet tutacağımı söyledim. Hilmi buna çok sevindi. O da “Esaslı bir temizlik yapacağım, yarın sen rahat edeceksin! ”dedi ayrıldık. Çifteler ekibi Ankara’ya gitmiş. Ekipler Ankara gezilerini sıraya koymuş, bir gün arayla gideceklermiş. Çifteler Ekibinin merdiven kalıpları sökülecek, öğretmen “Gönüllü dört kişi ayrılsın! ”dedi. Salih Baydemir’le Hasan Üner ayrıldı. Ötekiler birbirine bakarken ben de ayrılmak için kıpırdanırken Ali Yılmaz Öğretmen beni durdurdu:

-Sen dün çok dinlendin! dedi. Bu kez Salih Baydemir, geri döndü. Salih geri dönünce öğretmen sordu. “Ne o gitmekten vaz mı geçtin? ” Salih :

-Öğretmenim biz oraya iş yapmak için gidecektik, oysa siz orasını dinlenme yeri olarak sayıyorsunuz! Öğretmen;  “Bak, bak, bak çektikten son bana, “Haydi sen de git, tabii ki orası da iş! ”deyip Recep Kocamanı da bize kattı. Bizi az beklettikten sonra birlikte Çifteler inşaatına gittik. Merdiven kalıplarını sökmemizi, pencere altlarının kalmasını söyledikten sonra öğretmen ayrıldı. Öğretmen gidince azıcık çekiştirdik. “Öğretmen çok kez düşünmeden konuşuyor! ”Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler anıldı. Onlarla geçen üç yıl içinde buna benzer bir söz söylenip söylenmediği anımsanmaya çalışıldı. . Onlardan bizi üzen, unutamadığımız söz olup olmadığı konuşuldu. Onların en ağır sözü soruşturuldu. Burada geçen dört ay içinde karşılaştığımız üzücü durumlar anımsandı. Öteki üç yıla karşı son dört ay daha tatsız geçtiği kesin olarak benimsendi. Arkadaşlar bunları konuşurken ben, dün duyduğum sözü anımsadım:  Müzik öğretmeni ne demekse (? ) beni görünce;  “Gene mi sen karşıma çıktın? ”demişti. Belleğimi yokladım, sahiden böyle mi söyledi? Yoksa bunu andıracak bir başka türlü mü söyledi? Örneğin, ”Aaa, sen misin? anlamında ya da senin burada oluşuna sevindim, anlamında söylenmiş olamaz mı? Uzun süre düşündüm bu anlama gelecek böyle bir söylem oluşturamadım. Üstelik söylediğinin yanlış anlaşılacağını düşünmüş olacak ki kalkınca arkamızdan gelip:

-O sözüm için kusura bakma! demiş olması söylediği sözün onu da rahatsız ettiğini kanıtlamaktadır. Bunları düşündükçe iyice kederlendim. Bu durumda ben öğretmene ısınıp keman çalışamam. Çünkü en küçük uyarmalarda hep bunu anımsayacağım. Ayrıca Şerif Öğretmeni düşündüm;  daha önce ikisi arasında bir anlaşma olmasa ta, Kayseri’den kalkıp buralara gelir mi? Dün yöneticilerin biri bırakıp biri konuştu. Bu konuşmaları bakalım Şerif Öğretmen bekliyor muydu? Belki de o, kendisine haber verince koşarak gelip konuşacak bir sevgili bekliyordu. Daha önce sözleşip anlaşmayanlar böyle sevdiklerinin arkasından koşabilir mi? Öyleyse ben neden C ile konuşurken hala sıkıntı çekiyorum. Hele A ile konuşamıyorum? Söyleyeceği bir aykırı söz ya da tavır beni çok derinden yaralar diye çekiniyorum. Bende olan bu duygu kuşkusuz Şerif Öğretmende de vardır. Demek oluyor ki onlar bu durumu daha önce açıklığa kavuşturmuşlar, buna güvenerek çıkıp gelmiş. İşin ilginç yanı Şerif Öğretmen, ailesinden bir olumsuz yanıt gelmeyeceği inancını taşıyor gibi konuştu. Sanırım, “Gelip onlarla da konuşacağım! ”deyişi bundandı. Kendi kendime içimden konuşarak bir süre çalıştım. Söktüklerimi öyle atıyorum, arkadaşlar topluyor, gülerek bir şeyler konuşuyorlar. Son kez Salih’in sesini duydum, “Hey, dalgın usta, Demirbilek’ten azar mı istiyorsun, onlar sökülmeyecek! ”dedi. Bir de baktım ki, ben pencere altlarını sökmeye başlamışım. Gülerek söktüğümü öyle yerine koydum, iskeleden indim. Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Bana “Aferin, hemşerine iyi rehberlik ettin. Şerif’i sevdim. O da benim okulumdan , benim öğretmenlerimin yetiştirdiği bir genç öğretmen. Ben son sınıftayken o 1. sınıftı. Okuldan tanırım; çalışkandı, iyi karikatür çizerdi. Konuk ağırlayacak yerimiz olsaydı onu bırakmayacaktım! ”dedi. İçimden “Süheyla Öğretmeni de tanıyor herhalde! ”diye düşündüm. Çatısı tamamlanan atölyeyi gösterd:

-Bir yerden kiremit sözü aldık, bu nedenle kiremit bulduk, diye seviniyoruz. Onu getirtip bir de kiremitlersek, bu dağınıklık ortadan kalkacaktır. Bina olunca insanın gözleri çatıları arıyor. Çatıyı da meydana çıkaran kiremit! Görüyorsunuz, şu köyün görüntüsü ne berbat. O evlerde çatı olsa göze ne güzel görünür. Toprak yığınları arasında ağaç yeşillikleri bile kaybolup gidiyor. Kırmızı kiremitler arasında olsa o yeşillikler ayrı bir güzellik verecektir!  Salih Baydemir:

-Öğretmenim, bu durumuyla o evlere çatı yapıp, kiremit çekilemez mi? Mustafa Güneri Öğretmen Salih'e:

-Salih'çiğim, o dediğini ben hep düşünmüşümdür; hatta Sili Ustayla da kaç kez konuştuk. Yapılır yapılmasına ama astarı yüzünden pahalı olur. O türlü yapılacak harcamalar, yeniden yıkıp yapma ölçüsünde olacaktır. O zaman da , yani yıkıp yeniden yapmalarda da yer sorunu ortaya çıkacak. Bir bakıma köy tabanı genişleyecek. Bu düşündüğümüzü köyde de düşünenler var ama cesaret demiyorlar. Sili Ustanın bu konuda bir çalışması var. Okul geliştikçe köy de genişleyecek, insanların yaşamları değişecek. O zaman eski evler yıkılmasa bile köy daha berilere kayacak. Bir bakıma yeni bir Hasanoğlan oluşacak. Ankara da böyle olmuştur. Siz Ankara’yı gezip tanımadınız, bir eski bir de yeni Ankara vardır. İnşallah size Ankara’yı tanıtacağız. Kimse yapmasa bile benim aklımda Kepirte’ye Ankara’yı iyi tanımış olarak döneceksiniz! Mustafa Güneri Öğretmen gülerek:

-Beni gene konuşturdunuz. Oysa bekleyenler vardı! deyip gitti. Mustafa Güneri Öğretmen gidince Recep Kocaman sordu;  “Mustafa Güneri, genç mi, yaşlı mı? Hem bizim müdürümüz Nejat İdil’in sınıf arkadaşı hem de dünkü okulunu yeni bitirmiş öğretmenin. Bu nasıl olur? ”Recep’in sorusu gerçekten önemli, konuştuk çözemedik. Sormaya karar verdik. Kimden soracağız. Salih , Hidayet Öğretmeni salık verdi:

-O da müdürümüzün sınıf arkadaşı, bilirse en doğrusunu o bilir. Yusuf Asıl el etti, “Gidiyoruz! ”dedi. Onlara yetiştik. Daha doğrusu biz gidinceye dek çalışmışlar. Salih Baydemir Yusuf’a;  “Hani gidiyordunuz? ”diye sorunca öğretmen, “Sizi bırakıp gideceğimizi mi bekliyordunuz? ”diye sordu. Salih, “Tabii ki öğretmenim onu beklemiyorduk! ”yanıtını verdi. Söz burada bitti sanırken öğretmen bu kez:   “Ya neyi bekliyorsunuz? ”diye biraz ses değiştirerek bir daha sordu. Bu kez de Yusuf Asıl, sanırım hiçbir şey düşünmeden, “Ondan başka her şeyi! ”dedi, çıktı. Ali Yılmaz Öğretmen , “Vay insafsızlar, biz düşman mıyız. Neden böyle konuşuyorsunuz? ”dedi. Bu kez hepimiz:

-Estağfurullah öğretmenim, biz onu hiç düşünmüyoruz, sizin ciddi ciddi söyler gibi söylediğiniz sözleri biz şaka olarak anlıyor, cesaretle konuşuyoruz! . Bu kez bana baktı, “Bunlara sen öğretiyorsun bunları, bunlar daha çocuk, nereden biliyorlar böyle insan tavlamasını? ”diye sordu. Güldü. Gülünce Salih, “Siz soruyorsunuz, o yanıt hazırlıyor, biz de arada ikinizden de yararlanıyoruz”. Öğretmen:

-Ve böylece boynuzlar kulakları geçiyor! desene, deyip yürüdü. . Biz de arkasından yürüdük. Yusuf, “ Sizi takip ediyoruz öğretmenim! ”dedi. Öğretmen memnun olurum deyip yavaşladı. Yusuf dayanamadı, Hidayet Öğretmen için konuştuğumuz soruyu Ali Yılmaz Öğretmenden sordu. Ali Yılmaz Öğretmen, Ankara’da bulunan Gazi Terbiye Enstitüsü’nü bize anlattı. Okulun, İlk, Orta, lise bölümleri olduğu gibi liseden sonra, 1 yıllık, iki yıllık, üç yıllık bölümleri de varmış. Örneğin Müzik-Resim bölümleri üçer yıllıkmış. Böylece o okulda okuyanlar, yaşları farklı da olsa bir birini tanıyıp sonraki yıllarda arkadaş olabiliyormuş. Hidayet öğretmenin lise, yani öğretmen okulu bölümünden olduğunu, Mustafa Güneri’nin de orta bölümüne girip dokuz yıl orada okumuş olabileceğini, böylece o dokuz yıl içinde orada okuyan bir çok kimseyi tanıyabileceğini söyledi. Ama gene de benim söylediklerimden değişik bir durum olabilir. En iyisi bunu siz Mustafa Güneri Öğretmenden sorun! ”diye öğütledi. Yemekte gözlerim Süheyla Öğretmeni aradı. Yoktu, Ankara’ya gitmiş olacağını hatta, dünkü davranışından üzülüp hemşerimle konuşmak istemiş olacağı bile aklımdan geçti. Bu düşünceme, azıcık üzüldüm de, kalkmak üzereyken bir de baktım, Süheyla Öğretmen, öğretmenler masalarını öğrenciler yönüne sarkan ucunda oturuyor. Sevineceğimi sanıyordum, sevinemedim. Yürüdüm. Abdullah’ı gördüm. Abdullah kemanı hazırlamış, bana “Gel birlikte gidelim, ben öğretmene anlaştığımızı söylerim, o buna sevinir, hayır demez! ”dedi. Abdullah’ın dediğine aynen uydum. 20 kadar mandolinci var, üç küme oluşturmuşlar;  zımbırdatıyorlar. Topu topu beş keman var. Öteki sınıflardan, eskiden beri tanıdığım küçük Doğan, İsmet Özcan’ın kardeşi İlyas oldukça güzel ses çıkartıyorlar. Az sonra öğretmen geldi. Biz gölgeliğin son ucunda, mandolinciler de bizim çadıra yakın kapı yakınındalar. Öğretmen bahçeye girdi, mandolincilere yönelirken bizim tarafa da baktı. Yanılmıyorsam beni gördü, birden döndü gülerek, “Ay geldin mi?  Gelmeyeceksin sanıyordum, deyince ben, “Sizi yanıltmış olmayayım, gelmediğimi varsayalım, hemen gideyim! ”dedim. Öğretmen yüzüme baktın “Ne alıngansın sen öyle, geldiğine sevindim. Keman veremediğim için üzülüyordum. Arkadaşla anlaştığını sanıyorum, benim kemanımı da verebilirim. Akordiyonun olduğuna göre müzik aleti kullanmasını biliyorsun demektir. Bu nedenle kemanımı emanet edebilirim! ”dedi. Elindeki dosyayı bizim yanımızdaki uzun tabureye koydu, ”Birkaç dakika sonra geleceğim deyip en uzak uçtaki kümeye gitti. Ben oturdum, Abdullah metottan gösterilen parçayı çalmaya başladı. Gerçekten bir süre sonra öğretmen geldi, Abdullah’ı dinledi, yay tutuşunu, sesleri buluşunu beğendiğini söyledi ama yeterince çalışılmadığın da besbelli! ”dedi. Abdullah gülerek, duvarları yükseltiyoruz öğretmenim ne yapalım, elimizden bu kadarı geliyor! ”yolunda yanıt verdi. Bu kez öğretmen bana yanlış bilmiyorsan sen Behire’yle bir süre çalışmıştın! ”dedi. Çalıştığımı söyledim. ”Görelim bakalım! ”deyerek, kemanın akordunu yokladıktan sonra bana uzattı. Titreyerek kemanı aldım, çenemin altına koymaya çalıştım, yayı tuttum bir süre durdum. Nasıl bir tavır takındım bilmiyorum, öğretmen, ”Heyecanlısın, ilk kez almıyorsun kemanı, hem sen akordiyon çalıyorsun, ben dinledim çok ta güzel çalıyorsun! ”dedi. ”Ama sizin önünüzde ilk kez! ” dedim sustum. ”Ne oluyormuş benim önümde, işte arkadaşın da burada, çek yayı! ”dedi. Açık tellerde, yay çekmeye başladım. Sesleri doğru çıkardığımı biliyordum. üçüncü parmağı da kullanmayı denedim. Öğretmen, yay çekişimi, sesleri buluşumu çok beğendi, çekingenliğimi anlayamadığını söyledi. ”Yarın geleceksen kemanımı getireceğim, sakın gemlemezlik etme emi! ”dedi. Süheyla öğretmenle ilk keman dersim böylece bir sinir gerilimi içinde geçti. Abdullah’a baktım, Abdullah çok rahat. Abdullah da aramızdaki gergin durumu sezmiş. ”Öğretmen senden çekiniyor, o bizi çocuk yerine koyup ona göre davranıyor, seni çocuk yerine koyamıyor. Sen de “Nerdeyse ben çocuk değilim! ” der gibi duruyorsun. Ama öğretmen iyi niyetli bence senin nazını çekecek. Bence azıcık sıkıntıya katlan birlikte çalışalım! ”Abdullah kemanı bana verdi. ”Yarın nöbetçisin çalışırsın! ”dedi. Sevindim. Çalışma sonunda bizim sınıftaki mandolinciler bana takıldı:  Öğretmenimizi gene tutsak ettin, bugün de tüm zamanını sana ayırdı! ”dediler. Ben de, ”Asıl siz dün görecektiniz, bugünkü ne ki? Hasan Üner’e sorun;  bundan sonra hep böyle olacak, yakın zamanda da sizi ben çalıştıracağım! ”Arif Kalkan, ”Vallahi buna ben çok sevinirim! ”diyerek, beni destekledi, gönlümü de almış oldu. . Çalışmaya giderken Yusuf Asıl bir tartışma konusu açtı. Milli oyunları bize öğreten Çiftelerli Mustafa’nın Ankara’ya gitmiş olmasını konuşurken, Yusuf, ”Daha onlar yeni geldi! ”demesi üzerine Mehmet Aygün, ”Ne yenisi neredeyse yirmi gün olacak! ”yanıtını verdi. Böylece tartışma kızıştı. Orhan 3. ekip çalışıyor, işte onlar da gitmek üzere yirmişer gün kaldıklarına göre günleri hesaplayabiliriz! ”Bizim Hasanoğlan’a gelişimizden başlanarak, ilk ekiplerin gelişi sayılıp döküldü. 15 haziran, 5 temmuz, 1. ekip, Pazarören, Hanuniye, Ladik-5 temmuz 25 temmuz. Arifiye-Gölköy-Cilavuz. 25 temmuz-15 ağustos, Çifteler, Aksu-Savaştepe. Tamam mı? Ben, ”Bunları yazıyorum, gidince okuruz. Bir iki gün ileri ya da geri olabilir! ”dedim. Herkes sustu. Dedim ama kendim de düşündüm:  Sahiden öyle mi idi. Eklplerden arkadaş edindiğimi adlarını yazdığımı anımsattım Pazarören. Veli Dalak-Hüseyin Öztürk, Ladik. Enis Deveci, Ahmet Öztürk………, Cilavuz. Osman Alkan-Hayri Kızılyel, Haruniye:   Mevlut Alkan, Salim Öztorun, Arifiye:  Selahattin Odabaşı, Ali Yavuz. Çifteler:  Mustafa Atavcı-Abdullah Özkucur, bunlar benim mektup arkadaşlarım. Mektup yazıp yazmadığım soruldu. Yazmayış nedenim var:

-Arkadaşlar gider gitmez tatile çıkacaklar. O nedenle mektuplaşmalarımız ders dönemlerinde olacak, öyle konuştuk. Bu kez son iki ekipten arkadaş. Seçmediğimi, bunun nedenlerini anlattım. Savaştepe’den iki arkadaş seçmek istedim, Balıkesirli birini gösterdiler Adı Recep, kendisinden bir ricada bulunacağımı söyledim. Biraz çekimser kaldı. Arkadaşları, “O yapamaz, bu yapsın dediler bir başkasını gösterdiler. Onun adı da Akif Korkmaz. Sanırım o da ricamın zor bir şey olacağını sandı, alnını gerdirerek yüzüme bakmaya başladı. . Oysa soracağım, Balıkesir yakınındaki bir köydü, Şamlı köyü. Onlardan yakın bir ilgi göremeyince adları bende kaldı ama bir daha sözünü edeceğini de sanmıyorum. Varsın benim de Savaştepe’de arkadaşım olmasın. Ben de okulu bitirince gider Şamlı köyünü kendim görürüm. Aksu için de buna benzer bir şey oldu. Onlara da daha geldikleri zaman 66 numarayı arkadaşlarını sordum, “Yok! ”dediler. Benim adımda arkadaşları olup olmadığını sordum. Önce var ama onun adının Halil İbrahim olduğunu söylediler. Buna daha çok sevindim:  Benim de adım çift Halil İbrahim. Buna onlar da güldüler. O arkadaş şimdi burada yok dediler. Öyle bir ilgisiz karşılama oldu ki başka bir soru soramadım. Arkadaş o anda orada mı değildi yoksa Hasanoğlan’a gelmemiş miydi ?  Bunu bile öğrenmeye kalkışmadım. Eğer buradaysa gelir beni bulur, bulmazsa canı sağ olsun deyip Aksu üstüne de bir çizgi çektim. Oysa onların çalıştırıcı öğretmenlerini ne kadar çok sevmiştim. O bizi daha ilk günler Aksu’yu görmeye çağırmıştı.

Yarın onlar da gidecekmiş, güle güle gitsinler. Ali Yılmaz Öğretmen yakınımıza dek geldi,

“İşler nasıl gidiyor? ”diye sordu. Öğretmenin gösterdiği kavak yığınının tümünü kesmiştik. Öğretmen, “Ben bunların işe yaramayacağını o zaman daha söylemiştim, ilk heyecanla bunları getirttik. Biliyor musun, bunlar odun olarak bile kullanılmaz! Köylüler bun-ları odun sayıp kullanılıyor ama bunlar ısıdan çok duman yapıyor! ”. Arkadaşlar, “Kışın burada çok soğuk oluyormuş, okul nasıl ısınacak? ”diye sordular. Öğretmen gülerek, “Ne o gün geçtikçe umutlarınızı yitiriyor musunuz yoksa? Hani kışa kalmayacak Kepir’e dönecektik? ” Yusuf hemen:

-Biz umudumuzu yitirmedik, gideceğiz belki sizi burada bırakırlar, sizi düşünerek söylüyoruz! Öğretmen:

-Yok öyle şey, birlikte geldik birlikte gideceğiz. “Anca beraber kanca beraber! ”dedi. Öğretmenin yumuşak davranışını görünce arkadaşlar azıcık gevşettiler Orhan:

-Öğretmenim bu pappelleri. nereye yığalım? ”diye sordu. Öğretmen, arka arkaya:

-Efendim, ne dedin ne dedin ? diye sordu. Orhan bu kez “Kavakları nereye yığalım? ”dedi. Öğretmen, son söyleneni duymazdan geldi, “Sen demin ne demiştin? ”sorusunu tekrarladı. Orhan hata yaptığını anladı, azıcık sakınarak,

-Ben Almanca çalışıyorum, sözcükleri unutmamak için içimden tekrarlıyorum, Almanca kavak, Pappel olduğu için onu söyledim!  Ali Yılmaz Öğretmen:

-Aaa, evet. onu konuşmuştuk! ”deyip kesti. Öğretmen aşağılara doğru gitti. O gidince Yusuf’la Hasan Üner’e bu konuşma dert oldu:

-Öğretmen Orhan’ın papel sözünü ne olarak anladı da birden sordu? Papel, e benzeyen hangi sözler var? ”Bu kez herkes ses uyumu yapacak sözcük aranmaya başlandı. Papel, çapel, sapel, kapel, hapel… derken Yusuf, ”Bokel deyip güldü:  ”En uygunu bu! ”diyerek “Bokel! ” sözcüğünde karar kıldığını söylemesine karşın; . bunda da duramadı:  ”Bokherif! ” deyip kendi kendine güldü. Öğretmen dönüp gelirken arkadaşlar telaşlandılar. Yusuf, gülmekten bir türlü geçip toparlanamadı. Öğretmen gelirken yere çökük olara duruyordu. Öğretmen:  ”Ne oldu? ” diye sorunca geçici bir sancı duyduğunu, bunun sık sık olduğu, çabuk geçtiğini söyleyip kalktı. Öğretmen inanmış gözüktü, ”Geçmiş olsun, olur öyle şeyler. bende de sık sık olur! ”dedi. Bu kez de Orhan’la Hasan’da gülme nöbeti başladı. Öğretmen, gülmenin yararlarını anlattı, ”Gülme neşenin belirtisidir, gülme şarkı gibi bir boşalmadır! ”dedi. Motorun başına gidip baktı, ”Bunu bir güzel temizleyelim mi? ”diye sordu. Sonra da bana bakmadan “Bunu kim kullanıyordu? ”dedi. Ben “Pazar günü temizleyeceğim! ” dedim. ”Çok iyi olur! ”Öğretmenin işareti üzerine ortalığı toplayıp paydos ettik. Birlikte konuşa konuşa giderken birileri geri geri kalıp gülünce öğretmen:  ”Sizin benden sakladığınız bir şey var, umarım bu benimle ilgili değildir! ”. Bana bakarak, ”Ne dersin? ”diye sordu. Olur mu öğretmenim? ”deyince “İnanıyorum, ötesi sizin bileceğiniz bir şey! ” Bu kez ben kesinlikle sizinle ilgili değil ama bizim aramızda geçen bir söz, bunu sizin duymanızı kesinlikle istemiyoruz. Siz de bize güvenin! ”Öğretmen bana bakarak:  ”Gene sağlama bağladın sözü! ”deyip güldü. sonra da, ”Haklısınız, sizin aranızda özel konuşmalarınız olacak, bu hakkınız. Dikkat edin bunlar çok cıvımasın, birbiriniz için çok kırıcı olmasın! ”dedi. Bu kez Yusuf’a “Birbirinize ad takıyor musunuz? ” diye sordu. Yusuf bir çok arkadaşın takılmış adı olduğunu söyleyince öğretmen, ”En incitici birini bana söyle ama kime söylendiğini belirtme! ”dedi. Yusuf, ”Gulu gulu, yani hindi! ”dedi. Öğretmen :  ”Ohoooo, o da ad mı?  ben bizim adları anımsıyorum da gülmekten çok, onlara arkadaşlar nasıl katlanırlardı, hala şaşıyorum! ”deyince Yusuf:  ”Bir tanesini siz de söyleyin! ” deyince öğretmen, ”Yengeç! ” deyince Yusuf:  ”Ne var bunda! ”diyecek oldu. Öğretmen dur bakalım dur, yengeç dedikleri arkadaş özürlüydü, çarpık çarpık yürüyordu. . ! ”bu kez “Aaaaaa! ” dedik. Ben bizde öyle incitici söz yok, en fazla iskelet, imam, hafız, artlik, aga. Öğretmen bana sordu:  ”Sana ne diyorlar? ”Ben “Yüzüme bir şey diyemiyorlar, deseler başlarına geleceği biliyorlar ama arkamdan belki diyenler vardır, onları da ben duymuyorum! ”dedim. Öğretmen vay, sen efesin yani! ”dedi. Öğretmenin evi önünde ayıldık. Ben yatakhaneye Hilmi Altınsoy’a gittim, o dışarı çıkmak istiyordu. Önce bir süre keman çalıştım. Uzun uzun yay çektim, bayağı güvenim arttı. Yay çekmeyi geliştirince sesleri temiz çıkarabileceğimi anladım. Cesaretim arttı. Akordiyonla Tiku Tiku’yu çalıştım. Serenadı rahat çalıyorum. Öteki parçaların hepsini tekrarladım. Özel olarak da Gülnihali tekrar tekrar çaldım. Arada bahçeye de baktım. Akordiyonu kapatıp dışarı çıkarken bayan öğretmenlerle kızların yemeğe çıktığını gördüm. Geri döndüm. Az bekledim. Sonra da yaptıklarımı çok çocuksu buldum. ”Ne yapıyorum, ne yapmak istiyorum? ”diye kendime sordum, efkarlanıp yemeğe gittim. Hilmi teşekkür etti. ”Asıl ben sana teşekkür ederim! ”dedi. Hasan Üner, ”Teşekkür edecekse asıl kızlar sana teşekkür etmeli, pencerelere dizilip dizilip akordiyon dinlediler! ”dedi. Hiç ilgilenmemiş gibi poz takındımsa da içimden büyük bir sevince kapıldım. ”Önemli olan kızların dinlemesi değil benim keman öğretmenimin dinleyip beni beğenmesi, beğenip bana kemanı da öğretmesi! ”dedim. Hilmi Altınsoy, ”Abi senin ondan kuşkun mu var, akordiyonu öğrendiğin gibi kemanı da öğreneceksin, biz bir mandolin tutamazken sen hepsini başaracaksın, bunu hepimiz biliyoruz! ”dedi. Kemanın zorluğundan söz edecek oldum, bu kez Hasan Üner, ”Sen o öğretmen için bütün zorlukları göz aldın be abi, yapma şimdi! ”deyip güldü. Hasan dün benim ne yaptığımı, özel bir görev sürdürdüğümü görmüştü, bunu arkadaşlara anlatsın istiyordum. Bu söz üzerine azıcık kurcaladım. Meğer Hasan derslikte daha dün gördüğü kadarıyla olayı anlatmış. Nedense bana kimse bu konuda bir şey çıtlatmıyor. İsmet geldi, ”Necmettin dayımın arkadaşı gelmiş sen onu nereden tanıyorsun? ” diye sordu, Arkadaşların yanında olayı istediğim şekle sokup anlattım. Ancak Şerif Baykurt’un Süheyla öğretmen için geldiğini özellikle sakladım. Okuldan tanıştıkları için burada karşılaşınca konuştuklarını ekledim. Salt laf karıştırmak için Gazi Eğitim Enstitüsü üstüne geniş bilgiler verdim. O okulda 3 yıllık Resim bölümü varmış ayrıca 3 yıllık bir de müzik bölümü varmış. Bunlar ayrı bölümlerde okumalarına karşın bir birini tanıyorlarmış. Bu bilgileri sanki dün öğrenmiş gibi anlatmama karşın bunları bugün Ali Yılmaz öğretmenden öğrenmiştim. Anlattıklarımın hiç birisi yalan değil, dosdoğru ama ben anlattıklarımı hep kendime göre evirip çeviriyorum, kendime bir pay ayırmaya kalkışıyorum. Yalnız kalınca bunları düşünüp üzüldüğüm oluyor. Şerif Baykurt’un buraya gelişinin gerçek nedenini söylemiş olsam benim zararıma bir durum olur mu? Bana bunu sakla diyen olmadığına göre neden saklamaya çalışıyorum? Acaba Süheyla öğretmeni kıskanıyor muyum? Onun bana herhangi bir yakınlığı yok ki neden kıskanayım? Bana karşı değişik bir tavrı var gibi görünüyorsa belki de arkadaşların dediği gibi benden çekiniyor. Belki de Behire öğretmenle konuştu, o, benim için olumsuz bir şeyler söyledi, o sözler nedeniyle bu da değişik davranıyor. Behire öğretmen:  ”Orada akordiyon çalan birisi var, aman ona dikkat et! ”dediyse Süheyla öğretmen o söz üzerine benden çekinir. Kemanını vermesi ise belki dün Şerif Baykurt’la olan tanışıklığımızdandır. Tarih kitabını açtım, tamda lüksün altında, kendi gölgesinde Hunları okurken bunları düşünüyorum. Attila sağ kaldı ama Bleda’yı bu kaçıncı öldürüşüm bilmem gene de Bleda’nın ne olduğunu öğrenemedim. Çevirip çevirip aynı sayfalara bakıyorum. Yarın nöbetçiyim, akşama dek keman çalışacağım. İyi güzel de sonra ne olacak? Ya yaklaştıkça öğretmene iyice bağlanırsam o da bunu anlarsa, bundan yararlanarak beni oyalarsa? Okuduğum kitaplarda sayısız örnekleri var. Örneğin Emil Zola’nın Germinal’indeki Etienne gibi sabırlı olabilir miyim? Etienne, sevdiği Chaterine Chaval’a kaptırır, boyun eğip katlanır. Hayvan Chaval Chaterine’n poposuna tekme atar, ona eziyetler eder. Etienne bunlara katlanır. Bunu ben yapabilir miyim? Hiç değilse uzaklaşır giderim. Ya da Yusuf gibi, ne olursa olsun kurtarmayı göze alırım. Bunları düşünmeye ne gerek var? Ben öğrenciliğimi sürdüreceğim. Göç haritasına bakıyorum, Ok biçiminde çizgiler her tarafa dağılıyor. 1. sınıfta bunları okumuştuk. Oklu haritayı anımsıyorum:  Fikret Madaralı öğretmen gidip gidip uzun cetvelle okları gösteriyordu. Anımsadığım bir olay da, öğretmen gösterip gösterim batıya güneye giden okları cetvelle izliyordu. Bir derste sorumuz olup olmadığını sorunca kalkıp:  ”Öğretmenim oklar dört yana gidiyor, sizse hep batıya giden okları izliyorsunuz. ! ”deyince öğretmen:  ”Sen şimdilik Batı’ya gidenleri öğren, ileride ötekileri de öğreneceksin! ”demişti. İki yıl sonra gene Batı yolları üzerinde duran bir kitabımız oluyor. Sahiden Kuzeye gidenler ne oldu acaba? Oldukça uykum geldi, sallanarak gittim, yattım.

 

15 Ağustos 1941 Cuma. .

 

Hasan Üner uyandırdı. . Nasıl uyandığını sordum, Gece boyunca dişi ağrımış, pek uyuyamamış. Üzüldüm. Benim yerime nöbet tutabileceğini söyledim. Hasan çok sevindi. Hasan’ı sevindirdim ama bende bir ikircil durum doğdu. Hani keman çalışacaktım? Bir süre içim içimi yedi. Akşamki düşündüklerimi anımsadım. Kesin kararımı bir kez daha tekrarladım:  Kendi kendime verdiğim kararların üstünde durup bozmayacağım. Keman çalışamadımsa, ”Çalışamadım! ”deme cesaretimi göstereceğim. Hazırlanıp nöbeti Hasan’a bırakarak kahvaltıya gittim. Pişman değilim. Oldukça da neşeliyim. Hilmi Altınsoy, ”Ne o abi, neşelisin, gene ne düşünüyorsun? ”diye sordu bile. Çalışmaktan, gitme kararını aldığımız Ankara’dan söz ettim. Laf olsun diye, Gazi Terbiye Enstitüsü’nü de göreceğimi söyledim. Onlar da “Biz de gideriz! ” dediler. Hasan geldi, bütün planlar bozuldu, ; nöbete kalmaktan caymış, ”Yalnız kalınca daha çok sıkılıyorum, ağrı artarsa izin alırım! ”dedi, oturdu. Buna da üzülmedim ama arkadaş için özveride bulunmam, öteki arkadaşlar üzerinde etkili oldu. Hasan’a “Geçmiş olsun! ”deyip yatakhaneye döndüm. Yatakhanede her gün nöbetçi var söz de her gün temizleniyor, gündüzleri hiç kimse girmiyor ama gündüz gözüyle bakılınca hiç de temiz değil. Gezilenler yerler süpürülüp bırakılmış. Ranza ayaklarının kenarları, hele çadır etekleri çer çöp içinde. İki süpürge var, süpürgenin birini alıp musluklara gittim, iyice ıslatıp köşelerin tozunu aldıracağım. Ben süpürgeyi ıslatıp kenarlara vururken arkadaşların çok andığı, Mustafa Saatçi için SS yakıştırması yaptıkları Sevim geldi. Beni öyle yaparken güldü. Sırayla nöbet tuttuğumuz hep biliniyor. Sevim, ”Bugün ben de nöbetçiyim, ”Abi, öyle olmaz, süpürgeyi ver! ”dedi elimden aldı. Onun kovası varmış, yarıya kadar doldurup verdi. ”Az az ıslatarak süpür diye de tembih etti. İşim bitince kovayı, muslukların yanına koymamı söyledi. Dediğini yaptım;  çadırı güzelce temizledim bir güzel de ıslatıp eteklerini açtım. Kovayı muslukların önüne bıraktıktan sonra, uzun süre keman çalıştım. Açık telleri beğendirmiştim, 3. parmağı iyice alıştırdım, 1, 2, 3 çalışmasına başladım. Sesleri çok iyi çıkardığıma inanıyorum:  Akordeon Hilmi Altınsoy’un yatağı üstünde ikide bir sesleri karşılaştırıyorum. Bir ses oldu, kapıya dönünce bir de baktım, Gül’le Sevim gülerek bana bakıyorlar. Sevim, sanırım benim süpürge ıslatmamı ya da ıslatamamamı anlatmış, aralarında gülmüşler, öğretmenden izin alarak nasıl temizlik yaptığımı görmek istemişler. Gerçi çadır henüz ıslaklık kokusu içindeydi ama oldukça temizdi. Güldüler, şaştıklarını söylediler. Galiba azıcık da benim adıma üzüldüler. ”Erkeklerin elinden bu kadar gelir! ”dediler. Arkasından, benim çok güzel temizlik taptığı söyleyip ayrıldılar. Kaç günlerdir Röslein şirini okumuyordum. Durdum, aklımda kalmış olan dizeleri okudum. İkinci dörtlüğü bir türlü çıkaramayınca kavuştakı tekrarlayıp eski Almanca kitabımı aradım. Kitap Orhan’daydı. Defteri anımsayıp onu çıkardım. Uzanıp sesli okumaya başladım. Sesler oldu, müdür kimi zaman gelirmiş, gene öyle bir şey sandım, kuşkuyla dinleyip kapı önüne çıktım. Gerçekten kapı önünde okul müdürü, yanında Hidayet Gülen öğretmen, Hüsnü Baykoca ile Mustafa Güneri öğretmenler. Okulun bahçeye bakan tarafının sıvaları dökük, pencerelerinin camları kırıktı onlara bakıp hemen yapılmasını konuştular. Hidayet öğretmen, ”Bir süre daha burası bizim okulumuzdur, düzgün görünüşünü gönüller istiyor! ”dedi. Konuşa konuşa gittiler. Buna da sevindim, sanırım müdür tekrar geri gelmez. Bu kez akordiyonu alıp gönlümce çaldım. Bir yandan da kızların seslerini izledim. Onlar yemek zilini nasıl olsa duyarlar. Elimdeki tüm notaları tekrarladım, ezberimdeki okul şarkılarını, zeybekleri birer ikişer kez sıraladım. Beklediğim oldu, sesler duydum, aralıktan baktım, kızlar topluca gidiyor. Onlar köşeyi dönünce ben köy tarafından çeşmeye yürüyüp o kapıdan girdim. Öğleye kadarki çalışmam çok iyi geçti. Ekip masaları boş, Çifteler dönmemiş, ötekiler de bu sabah Ankara’ya gitmişler. Biz, bugün de oyun çalışması yapmayacağız. Buna da özellikle sevindim. İçimden “Bakalım öğretmen kemanını getirecek mi? Şimdi kemanım var ama, aklım takıldı bir kere, öğretmenin bana özel bir tavır takınması, ”Öğretmen ona kemanını bile verdi! ”dedirtmek. Abdullah’la birlikte gittik. Abdullah ikide bir bana çalış, deyip kemanı uzatınca “Bugün çok çalıştım, bıktım diyorum. Oysa kuşkum, öğretmen elimde kemanı görünce Abdullah’a “Arkadaşın kemanı bulmuş al bununla da sen çalış! ”derse, o kemanı bir daha Abdullah bana vermez! ”diye düşünüyorum. Düşünmekten öte bundan korkuyorum. . Ben böyle düşünürken öğretmen çiçekli giysileri içinde, gölgelikli şapkasıyla çıktı geldi. Kapı tarafındaki kümeye sapıp çocuklarla çalışmaya başladı. Gözlerim orada kaldı, kara kara da düşünmeye başladım. Oturuyordum kalkıp direğe sarıldım. Abdullah metodu açık çalışmaya başladı. Bir an kalıp kalmamayı düşündüm. Meydana inip yürümekten daha doğusu öğretmene görünmekten korkuyor r gibiydim. Çıkıp öyle ulu orta, sallanarak gidemeyeceğimi anladım. Gidersem öğretmen görmemelidir, dedim. Ben bunları kurarken nasıl gelmişse arkamdan biri “Abi, öğretmen sana keman gönderdi, sende kalacakmış! ”dedi. Çocuktan önce kemana baktım sahiden, temiz, üstünde özel süsleri olan bir keman kutusu. Aldım, elim titreyerek açtım. Kutuda silme bezleri, süslü reçine kutuları. Kutunun bir kenarında öğretmenin adı, soyadı yazılı. Kemana parmak uçlarımla korka korka dokundum. Dikkatimi toplayarak elime aldım. Mandolin gibi tutup tellerinı tınlattım. Abdullah gelip tebelleş olacak, ortaklık kuracak diye hemen yerine koydum. Bir süre öyle durdum. Neden durduğumu tam olarak ben de bilmiyordum. Ancak öğretmen gelip sorarsa ne diyeceğimi de düşünmeye başladım. Hemen bir yalan uydurdum. ”Nöbetçiyim, paydos kargaşalarında yatakhane içinde olmam söylendi. İş zili çaldıktan sonra akşama dek zamanım va, hiç durmadan çalışacağım. Kemanı aldım ortalıktan bizim çadıra yürüdüm. Öğretmenin baktığını gördüm, olağan karşılamış olacak ki çocuklarla ilgisini kesmeden sürdürdü. Çadıra inince aralardan gözetledim. Her günkü gibi zil çalana dek çalıştı, mandolin akordu yaptı. Zil çalınca da kızların oraya girdi. Çok rahatladım, bir süre uzandım. Neredeyse uyuyacaktım. Koşup yüzümü yıkadım. Kemanı açıp uzun uzun yay çektim. Keman bana kolay geldi. Yayı güzel, telleri güzel. Bastığım sesler güzel çıkıyor. İnanamıyorum, açtım akordiyonu sesleri karşılaştırdım hepsi doğru. Sevinçten uçacağım. Bu kez de kemanı korumak telaşına kapıldım. Ya biri salt kötülük yapmak için kemana bir zarara verirse? Kendi kendime teselli aradım:  ”Arkadaşlar akordiyonuma ellerini bile sürmedi, öğretmen kemanına bir kötülük yapmayı düşünmezler! ”gene de bir çare buldum. Yatağım ranza boyuna göre kısa. Yatağı ayak ucuna çekip yastık altını boşalttım. Kemanı ablamın her olasılığa karşı hazırladığı amerin bezi torbaları kemanın iki tarafına takıp yastığın altına koydum. Pikemi katlayıp örtünce hiç bir belirti kalmıyor. Üst kat olduğu için de birinin oturması söz konusu değil. Girdim çıktım kontrol ettim. Rahatlamış olarak gene çalışmaya başladım. Bu kez sabahki varsayımlar uçmuştu. Çok rahat olarak çalıştım. Tıku Tıku’yu bile çözmeye başladım. Çok ağır çalınca olacak ama kağıdın üstünde ff yazıyor. Çok çabuk demekmiş. Bahçede sesler duyunca bakmadan akordiyonu aldım şarkılarla başladım , aklıma gelenleri tekrarladım. Dışarıdan sesler gelmeye başladı. Bu saatte kim olur ki?  Sesler çoğalınca anımsadım bugün tören var. Akordiyon boynumda baktım Mehmet Aydemir, bizim şarkıcı grup mandolincilerinden, ”Öğretmen, seni akordiyonla istiyor! ”dedi. Birden şaşırdım ama sevinerek gittim. Öğretmen güldü, ”Seni yormayacağız, yalnız marşın ilk sesleri vereceksin, ”dedi. Akordiyonu taktım. Re –sol seslerini verdim. Öğretmen adeta çekinerek, acaba do-fa olarak veremez misin?  deyince akorları basarak tüm gücümle do-fa. sol laa fa la sollll!  Seslerini uzatarak bastım, Öğretmen gülümsedi, bu kadarı kafi bizim için! ”dedi. ”Dikkat! ” dendikten sonra baş parmağımla ince do’dan kalın do’ya bir baskı-ses zinciri çektim:  tırrrrrrrrrrrrrr! ” sonra akorlarla birlikte son gücümle Doooo-faaaa seslerini bastım. Öğretmen işaretini verdi. İstiklal Marşı çok güzel söylendi. Öğretmen yüzünü yaklaştırarak teşekkür etti. Hidayet öğretmen de Süheyla öğretmene, Behire öğretmenden önce bizim tören yöneticimiz İbrahim’di! ”deyince Süheyla öğretmen güldü. Gülünce iki yanağında da çukurluklar oluştu, korkarak onlara baktım. O da:  ”Ya, öyle miiiiii? diyerek anlamlı bir bakışla bana baktı. Hidayet öğretmenle konuşurken onu da öteki öğretmenler gibi algıladım; nedense soruşundan, gülüşünden utandım. Oysa yalnız olunca hiç de öyle olmuyorum, diye düşünmeye başladım. ”Yalnız olunca da rahat konuşacağımı sanmıyorum! ”diye bağırdım. Rahat konuşmak istiyorum ama, bunun olmayacağını biliyorum, dedim. . Karşımdakinin niyetini iyice bilmeden üstüne varmanın zorluğunu bilmelisin, dedim kendi kendime. . Şerif Baykurt’un bile nasıl ezilip büzüldü. Oysa , daha önce söz bile almışmış. Böyleyken yanında bir suçlu gibi oturdu. Ben ne diyeceğim ki? Bunları hiç düşünmeden hayal kuruyorum. Daha doğrusu hayal bile kuramıyorum. Sadece onun yakınında olayım o benimle ilgilensin istiyorum. ”Ya benden sıkılır da bunu da bana belli ederse o zaman ne yapacağım? . Hele bu durumumu arkadaşlar sezerse? Birden irkildim, çevreme baktım: Akordiyon kucağımda Hilmi’nin yatağına öylece kıvrılmış yatıyorum. Ne tören var ne de insanlar!  . Şaşkın şaşkın çevremi dinledim. Ayak sesi duyar gibi oldum;  kalktım, baktım. Hiç kimseler yok. Gelip de benden saklanıyor mu? diye içeri dışarı bakındım. Hasan gelmiş olabilir, bana şaka yapabilir diye düşündüm. Rüya gördüğüme sevindim. Ancak gördüklerimi de o denli anımsıyorum ki, sanki olmuş, tören dağılmış gibi gene kederlendim. Akordiyon çalmaya başladım. Uzun uzun gamlar yaptım, kromotik, arpej derken kimsenin olmadığına inanarak çalışmaya başladım. Çıkıp musluklara gittim. Gerçekten çadır etrafında değil, okul binasında bile kimsecikler yok. Döndüm, kemanı açıp istekle iyi bir öğrenci olarak öğretmenime ödevimi yüz akıyla vermek üzere hazırlandım. Sil yeni baştan”İbrahim, sen bir öğrencisin, karşında bir öğretmen var. Öğretmenin yaşı küçük ama o bir öğretmen, kendini senden üstün görüyor. Arkadaşların dediği gibi senden belki de korkuyor. Sen de böyle düşün, ödevlerini yap, sabret. Hemşire M gibi bu da iyi bir arkadaş olarak kalır. Üstelik bu öğretmen, belki daha iyi olur. Örneğin eski arkadaşı Şerif’le anlaşıp evlenir, ikisi de öğretmenin bile olur! ”Kendi kendime bir güzel güldüm:  ”Ben, bunu bir kitapta okudum galiba. Yeni bitirdiğim Gorky’nin Benim Üniversitelerim’de benzer bir olay geçer. Eşsiz Gilda da bir öğretmene tutulur. Ama sonu acıklı biter. Ya ben bir yanlış davranış yapar okuldan kovulursam? Babam, ailem ne der? Bana bir şey demeleri önemli değil, ele güne nasıl bakarlar. ? Kemanı alıp bastıra bastıya yay çektim. ”Öğretmenim nasıl dediyse öyle yay çekiyorum! ” diyorum içimden. Öğretmen, ”Bastır bastır dediğinde, ”Teller kopar! ”yanıtını verince öğretmen”Kopmaz kopmaz, koparsa tel var;  takarız! ”demişti. Açık tellerin seslerini iyi bulunca 3. parmağı çalıştım. Sonunda 1. 2. 3. parmakları basmaya başladım. 1. parmakta bocaladım. sonra sonra onun da yerini buldum. Behire öğretmenle çalışırken yaptığım hatayı da anlatım. Meğer keman çalışırken yayı, rahat, bastıra bastıra çekmek varmış. Geçmiş bir ayda yapamadığımı bu kez bir günde kazandığımı anladım. Sesler geldi, ”Paydos oldu! ”deyip bıraktım. Oldukça da yorulmuştum. Çadırın arka ucundaki banklara çıkıp oturdum. Arif’le Sefer ellerinde mandolinler geldi. İkisi de “Daha dün annemizin, arkasından Bülbül ne güzel kuş, Çiğdem der ki vb. . tımbırdatıyorlar. Güldüm…. İkisinin de mandolinler akortsuz. Böbürlenerek ellerinden mandolinleri çekip akortlarını yaptım parçalarını çalıp verdim. İkisi de “Sağ ol öğretmenim! ” dediler. Güldüm, ”Bana öğretmenim mi diyorsunuz? deyince söz birliği etmişler. ”Yok biz sana demiyoruz, öğretmene öyle demeye kendimizi alıştırıyoruz! ”deyip güldüler. Onlar da benimle ilgililer. Kim bilir aralarında neler konuşuyorlar! Yemekten sonra da bir süre keman çalıştım. Çadırın lüksü gelmedi, onu sağlamak için biraz dolaştım. Görevliler lüksleri karıştırmış, onları bulup lüksü yerine astırdım. Çadır nöbetinin ern sıkıcı tarafı da akşam yemeğinden sonra yat ziline kadarki süreç. Ayrılmak yok. Akordiyon çalamıyorum, ses çok dağılıyor. Kemanı ise ellemek bile istemiyorum. şiir okudum. Röslein, Röslein Röslein rot-Röslein auf der Heiden….

 

Heideröslein

Sah ein Knab’ ein Röslein stehn
Röslein auf der Heiden,
War so jung und morgenschön,
Lief r scvhnell, es nah zu ehn,
Sah’s mit vielen Freuden.
Röslein, Röslein , Röslein rot,
Röslein auf dr Heiden.
Knabe sprach:   “İch breche dich,
Röslein auf der Heiden! ”
Röslein sprach:  ”İch steche dich,
Dass du ewig dnkst an mich,
Und ich wills nicht leiden. ”
Röslein, Röslein, Röslein rot,
Röslein auf der Heiden.
Und der wilde Knabe brach,
S’Röslein wehrte sich und stach,
Half ihm doch kein Weh und Ach,
Musst es eben leiden.
Röslein Röslein Röslein rot,
Röslein auf der Heiden.

Johann Wolfgang von Goethe

Arkadaşların geldiğini duyunca sesimi özellikle çok çıkardım. Önce Baba Ali geldi( 53 numara)Hiç bir şey demeden girdi. Arkasından da Fettah yetişti. Gelirken yarışmışlar; Ali soluk soluğa girmiş. Ben kapının yanında dururken aralarından konuştuklarını duydum. Fettah, ”Sana bir şey dedi mi, sen gelince ne yapıyordu? diye sordu. Ali, ne dediğimi anlamadığı için, ”Şarkı söylüyordu! ”dedi. Belli etmeden güldüm. Ben şiiri ezberleyemediğim için üzülüyorum, arkadaşlarım onu çoktan akıllarından silmiş. Zaten Almanca sözünü bile Sami ile Orhan’la benden başka kimse anmıyor. Arkadaşlar geldi. Konu, gene Ankara gezisi. Mustafa Saatçi ile İsmet gezi üstüne konuşulurken atışmışlar. İsmet, ”Ankara’yı görebileceğim kadar gördüm, yeni yerler görülmeyecekse neden gideyim? ”deyip gitmekten vazgeçmiş. Gelince ban da söyledi. İsmet’le konuşurken Mehmet Yücel, ”Dayısı yeğenin haksızlık ediyor. Sınıfça gidip Başkent resmi çektirmek istiyoruz! ”dedi. İsmet gülerek:  ”Tamam arkadaşım, yanında boş bir yer ayır, oraya ben bir resim veririm! ”deyince bunun nasıl yapılacağı tartışması başladı. Tartışma, “İsmet’in yerine ne konmalı? ” sorusundan başladı. Ceket, çuval derken İdris Destan, bir ayı bulup koymayı önerdi. İsmet’in kızacağını sananlar oldu. İsmet güldü:  ”Arkadaşımın kardeşine yerimi verdiğim için sevinirim, bir tane de alır, anı olarak saklarım, arkasına da arkadaşımın hatırı için yapmış oluğum fedakarlıkla övünürüm! ”dedi. Gülmeler arasında “Kendi kazdığı kuyuya düşme! ” özlü sözünü anımsatanlar oldu. Sözlerin uzamaması için ben, ”Nöbetçilerin görev maddelerinden birini okuyorum! ”dedim. ”Okuma, biliyoruz! ”diyenler oldu. Sesler kesildi. Dinlenmiş durumdayım, uyumayacağımı sanırken arka arkaya esnedim…

 

16 Ağustos 1941 Cumartesi. …

 

Uyanınca rüya görmediğime sevindim. Dün güpegündüz gördüğüm rüyayı anımsadım. Bugün tören var, beni kimse çağırmayacak, kendim çıkmak istesem ne olur? Sonra da “Dur bakalım, öğretmen nasıl bir yol tutacak, belki bunu gerçekten o ister. Rüyalar kimi zaman olduğu gibi çıkarmış. Ya böyle olursa benim bunda ne yararım olacak? Öğretmenin uyanında bulunacağım. Halil Basutçu arkadaş nöbetçi. Benim kemanı gördü, arkadaş, bundan sonra bir daha çalgı getireceksen, lütfen ağız mızıkası getir, çadırda yer kalmadı! ”dedi. ”Var, var! ”diye bağıranlar oldu. Zurnalık için çadır direğini gösterenler çıktı. Ben, belki de bekleyenler oldu ama ben kızmadım, tersine, ”Siz o davul zurnalar için öğretmen çıkınca evlerinizde yer hazırlayacaksınız. Ancak salt davul zurna için değil onları çalacaklara da birer oda bulunduracaksınız. Çünkü onları sizin çalmanız olası değil, onlarsız da bayramları geçiştiremeyeceksiniz. O günleri şimdiden düşünün de benim akordiyonumu, kemanımı dert etmeyin! ”dedim. Büyük bir sessizlik oldu. Biri öteden Mehmet Yücel’e ne dediyse, Mehmet Yücel ortaya yanıt verdi. ”Doğru söze ne denir, dayı yerden göğe dek haklı. Görüyoruz işte gelen ekipleri, hepsi iyi fena çalıyor da oynuyor da! ”Kahvaltıda aynı konu sürdü. Ben, şaka ile başlayan bu tartışmanın akordeon için bir kıskançlık belirtisi olduğunu hemen anladım. Daha önce, başarılı olacağım umulmadığı için önemsenmedi. Gelen ekiplerle yapılan gösterilerde akordiyonun önemi anlaşılınca kem gözler şaşı bakmaya başladı. Hele kemana da başlayınca özellikle öğretmenin yaklaşımı, birilerinin besbelli rahatsızlığını depreştirdi. Halil bunu kesinlikle şaka olsun diye söyledi ama sanırım o bir olumsuzluk esintisini sezdi de bunu ortaya getirdi. İlk günlerden bu yana zaman zaman iyi anlaşmamıza karşın tam oluşamamış ilişkimiz olan 4-5 arkadaş bunda da zıt tavırlarını, saklamalarına karşın gizleyememektedirler. Başta Sami Akıncı. Sami Akıncı olunca, hiç kuşkusuz, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçi, Fettah Biricik, Ali Önol, sonradan nedense onlara katılmaya yönelen Mehmet Başaran, Ali Güleren. Sami Akıncı’nın kültür derslerindeki yarışmamızdan tedirginliğini hoş karşılıyorum. Üstelik ben on un çok çalışkanlığı beğenip alkışlıyorum. Ancak onun kültür dersleri iyi diye yöneticiler tarafından gözetilmesini eleştiriyorum. Bu eleştirin Sami içim değil, yöneticiler için. Çok sevdiği, m Ömer Uzgil öğretmeni bu tutumundan ötürü hep eleştireceğim. Okul müdürümüz Nejat İdil için de aynı sözleri hazırlamış durumdayım. Okulu bitirince ilk söyleyeceğim bunlar olacak. Durum böyleyken Hüsnü Baykoca öğretmen de burada aynı durumu yarattı:  Kendi işlerini gördürmek için Sami Akıncı’yı işlerden alıkoyup odasında oturtuyor. Bunu b en değil 8. sınıflardan büyük bir grup hoş karşılamıyor. Kepir’deyken bu duruma bir tepki olarak, kooperatif seçimlerinde aday olan Sami Akıncıya tek oy vermediler. Burada da Hüsnü Baykoca öğretmeni genel müdüre mektupla bildirmeyi bile düşündüler. Ancak bu ara Çoban Mehmet olayının gündeme gelmesi onları durdurdu. Hüsnü Baykoca o babacan tavırlarına karşın saygınlığını yitirmiş durumdadır. Ali yılmaz öğretmen, ”Gelin, ekipler yokken onların yaptıklarını görelim, oradan da bizim çocuklara bir kolay gelsin, diyelim, ister misiniz? ”diye sordu. ”Kim istemez ki? ” deyip hemen otaya atıldı. Hepimiz, ”İsteriz! ”dedik. İlk gelen ekipler atölye binalarına başlamıştı. Atölyelere, Pazarören-Ladik-Cilavuz levhaları asıldı. İkinci ekipler büyük binalara başladı. 1. Binada. Gölköy-Çifteler, 2. binada:  Haruniye-Savaştepe, 3. binada:  Arifiye-Aksu adları yazılı. Bu binaları sözde o iki okul ekipleri yapmış olacak. Oysa daha dört dış duvar pencere üstüne çıkmamış. Yarın d gelecek ekiplerin üçü bunların yarım bıraktıklarını tamamlayacakmış. Bir de bina içlerine girdik. Binalar, dört duvar, ara duvarlar da örülmemiş. Örülmek şöyle dursun başlanmamış bile. Birininse kuzey taraftaki küçük bölüm bizim eklediğimiz merdiven basamaklarında duruyor. Kepirtepe binasına gittik. Yükseklik bakımından orası da farksız. Ancak orasının ara duvarları birlikte çıkmış. Çalışan arkadaşlar var. Namık öğretmen bizi karşıladı, takıldı, ”Ben her gün uğradım, siz nihayet şeytanın ayağını çeldiniz! ”dedi. Arkasından gülerek, ”Yakında size devredeceğiz biraz da siz bizi bekleyeceksiniz! ”dedi. Öteki binaları sorduk. Gelecek ekiplerin onları tamamlayacağını umut ettiğini söyledi. ”Gelen ekiplerin öğrencileri daha bir yıllık, iş üretemiyorlar. İş üreten,

bir ikisinde becerikli eğitmenler çıktı, onların yardımları çok oldu! ”dedi. Namık öğretmen bize çatılar için bir de olası tarih bildirdi:  Eylül sonu! Arkadaşlar “Aaaaaa! ” dediler. Çok geçmiş. İki öğretmen de bizim a çekişimize birer “Aaaaa! ”çektiler. 5 km. su yolunun öğrencileri çok oyaladığını, başlanıp yarı edildiği için vazgeçilemediğini, okulun geleceğinin de ona bağlı olduğunu anlattılar. Ayrıca, çatı için ekim ayı başının geç olmadığını, tüm gücümüzle marangozlar çatılara, yapıcılarda iç düzenlemelere sürekli el koyunca ekim sonuna varmadan buraya taşınacağız! ”dediler. Arkadaşlar biraz soğuk bakınca Namık Öğretmen gülerek, ”Pardon Kepirtepe’ye döneceğiz değil mi Demirbilek kardeş! ”dedi. Birden hepimizin yüzü güldü. Namık Öğretmen, “Merak etmeyin, kiremitler geliyor, siz atölyeleri, kuruluğa alın, Ekimden önce Kepirtepe binası da size teslim edilecek! ”dedi. Önce üzüldük sonra sevindik, işimize dönünce bunları konuşarak atölyelerin kiremit altı tahtalarını kesip hazırlamaya başladık. Arkadaşlar genellikle üzüldüler. Öğretmenlerin konuşmaları ekim ayına taşıyordu. Bu kasıma da sarka bilir kuşkusunu doğurdu. Gerçi arkadaşlar salt dönmeyi konuşuyor ama bence acı olan önümüzdeki ders yılı da sanırım öğle geçecek. Ders okumadan sınıf geçmek. ”Ne biçim okul bu ? diye düşünmeye başladım. Derslerimiz aksadı ama bizim hiç değilse bir düzgün kılığımız var, öteki ekiplerin giyecek giysileri bile yok. Yaşar Nabi Nayır’ın sakladığım yazısındaki okullara mı döndürecekler bizim okulları acaba? Okul temelinin atıldığı gün gelen Ferit Oğuz Bayır’ın bayrak tutan arkadaşımız Hüseyin Serin’e bakıp kasketi için tuhaf tuhaf konuşması, sanırım bir düşünceyi muştuluyor. ”Giyim kuşam yok, olabildiğince eski püskü içinde dolaşacağı, durmadan da çalışacağız. Çoban Mehmet kaç kez konuştuysa zaten hemen hemen bunu söyledi. Arkadaşlar, yarın işbaşı yapılacağı için üzülüyorlar ama bugün öğleden sonra serbest kalmamıza sevindiler. Buna ben de sevindim. Sanırım uzun bir süre keman çalışacağım. Yemekte gözlerim Süheyla öğretmeni aradı. Ben oturduktan bir süre sonra bir grup kızla geldi, Röslein da aralarındaydı. Röslein öğrenci kılığında olduğundan biraz çocuksu kalıyor. O da öğretmen gibi giyinse belki de öğretmeni gölgeleyecektir. Saçları, gözleri çok güzel bir kız. Ben bir de konuşmasını sevemiyorum. Sözcüklerin vurgularını kimi kez değişik vuruyor. Sanırım bu, köyden kalma bir alışkanlık. Kadir’in dediği gibi onların köylüleri kendi aralarında Bulgarca konuşurmuş. Tam Bulgarca değil belki ona benzer bir dil; Türkçeleşmiş Bulgarca. Daha doğru n o, ne de bu… Öğle yemeği gecikmiş. Bayrak töreni için toplandık. Dünkü rüyamı gerçekmiş gibi anımsayıp neredeyse titremeye tutuldum. Sanki öğretmen çağırıp rüyayı gerçekleştirecekmiş. Rüyamda n denli sevindimse, şimdi öyle bir şey olmasından o ölçüde korkuyorum. Neyse o tür bir şey olmadı. Ancak öğretmenin verdiği ses güme gitti. Ses pek duyulmadı, değişik bir sesten başlandı. Giderek düzeldi sonu daha iyi oldu ama, doğru ses verilmesi gereği de anlaşıldı. Öğretmen, fazla titizlik göstermeyecek sanırım, “İyi ya da olmadı! ”gibi bir söz söylemedi. Hidayet Öğretmen, öğleden sonra dinlenme olduğunu duyurdu. ”Köy içlerine dağılma yok, okulumuz için çizilmiş alanlarda kalmayı yeğleyeceğiz! ”dedi. örenden bir süre sonra yemek zili çaldı. Yemekten sonra kemanı alıp bizim çadırın yakınındaki gölgeye gittim. Beni orada görünce bizim arkadaşlar da oraya geldi. Bizi gören öteki çocuklar ötelere yayıldılar. Kapıdan giren öğretmen bizi gördü, tıpkı dünkü gibi, hemen sola döndü böylece bugün önce bize gelmiş oldu. ”Gülerek, neden yer değiştirdiniz! ”diye gülerek sordu. Ben sözümü hazırlamıştım, ”Önce bize gelmeniz için! ”dedim. Öğretmen, ”Sıraya koydum, zaten bugün sizinle olacaktım! ” deyip, bir mandolin aldı, akorduna baktı, ”Akort etmek zaman alıyor, bununla deneyelim diye, sırayla arkadaşlara verip dinledi. Benim dışımda beş kemancı vardı, onları birlikte dinledi, uyumlarını beğendi. Kendi alıp, bir yerlerde düzeltmeler önerdi. Beni tek olarak dinledi, ”Aferin diyemiyorum, sen müziği biliyorsun, mekanik olarak aşman gereken engeller var, en kısa zamanda bunları aşacağına inanıyorum! ”dedi. Bir vuruşluk notalarla dolmuş bir sayfa açıp onu uzun uzun çalışmamı söyledi. Gösterdiği parça ilgimi çekti. Metodun birkaç sayfa içinde bulunan bir parça. Atlanan sayfalarda dörtlük, ikilik notlar var onları atlattı. Oysa ilerlettiler dediğim arkadaşlar daha o sayfaya geçmediler. Bunu düşündüm, bir umut mu yoksa yıldırmak için mi? Çünkü Behire Öğretmenle çalışırken o bir gün bana, “Ben sana istediğin parçayı verebilirim ama sen onun üstesinden gelemezsen çabuk yılarsın, bu tür yılgınlığı önlemek için olabildiğince kolay parçaları seçiyorum! ”demişti. Böyle düşünmeme karşın, sayfayı açtım, uzun uzun yay çekerek birkaç kez tekrarladım. Abdullah geldi, çok beğendiğini söyledi. Öteki çocuklar geldi benimle birlikte aynı parçayı çaldılar. Bu ara öğretmen geldi, “Bak ne güzel, yanındakilere de uyabiliyorsun, kemana gelmeseydin üzülecektim, bunu bil! ”dedi, gitti. Öğretmen gidince çocukların çoğu dağıldı. Bu kez ben daha geri çekilere. Tezgah masaların arasında bir süre daha çalıştım. Kemanı toplayıp çadır önünde oturan nöbetçi arkadaşım Halil Basutçu’ya yatağıma koyması için verip dersliğe gittim. Derslikte benim keman çalışım, daha doğrusu keman çalışışım konu edilmiş. Kendimi kanıtlamak için çırpındığım üzerinde durduğum söylenmiş. Ben gelince de benze sözler konuşuldu. Öğretmenin ilgisinden söz edildi. Bunu ben kendim için bir şans saydığımı söyledim. Behire öğretmen zamanında kemana ayrıldığımı ama haksız olarak, kemandan soğutulduğumu, yıllardan beri çalıştığım akordiyonuma engel olunmaması istediğimi oysa o öğretmen bunu önemsemediğini. Süheyla öğretmenin böyle bir engel çıkarmadığı gibi, ” başka bu başka değim daha çok desteklediğini, şimdi de eski bir arkadaşının tanıdığı çıkmam nedeniyle keman sağlanınca ya dek kendi kemanını bile emanet ettiğini anlattım. Arkadaşlar sessizce dinlediler. Bunu öğretmenin iyi niyetine yordular. Ya da öyle göründüler. Bu konuda derslikte yapılacak konuşmaları hiç değilse bugün önlemek için tarih kitabını açtım, notlar alarak çalıştım. Günlük notlarımı yazdım. Serinlikte Halil arkadaştan akordiyonu alıp kapalı yere çekilerek bir süre gene çalıştım. Çifteler ekibi geziden dönmüş, yarın gidecekmiş, Mustafa bir arkadaşıyla geldi, bir süre konuştuk. Mektuplaşacağımızdan tekrar söz ettik. Onlar yarın erken trene yetişeklermiş, iyi dileklerimizle ayrıldık. Yemekte Abdullah Özkucur da geldi, gene kitap üzerinde konuştuk. Benim okuduğum kitaplar üstüne not tutuşumu onunda beğenip benimsediğini, dönünce başlayacağını, not tuttukça da beni anacağını söyledi. Ben de her kitap okuyuşta, acaba bu kitabı o da okusaydı ne diyecekti? diye onu düşünüp anımsayacağımı söyledim. En iyi dileklerimizi dileyerek, gelecek yıllarda karşılaşma isteklerimizi, umutlarımızı sürdüreceğimizi söyleyerek ayrıldık. ”Şaka olsun diye “Tolstoyculuğu öğren! ” dedim. O da öğreneceğim, bir daha karşılaşınca sakın unutma sor benden! ”dedi. Bu sözü çok hoşuma gitti. ”Niçin? ”diye sorunca, ” İlişki sürdürmek istediğini belirtmek için! ”dedi. . Yoksa o da benim gibi “Sen de öğren! ”deyip kestirip atabilirmiş! Arkadaşlar, . yemekten sonra gene gidenlerden söz açtılar; iki aydır üçer üçer olmak üzere 9 ekip gelmiş gitmiş. Daha 6 ekipten söz ediliyor; yuvarlak olarak onlar da bir ay sonra gitmiş olacaklar. Ya biz ne yapacağız? . Ben, konuyu deşmek istemedim, Recep Kocaman, öğretmenlerin bugünkü konuşmalarından söz etti. . Kimisi sevindi kimisi üzüldü. Bu arada gelecek ekipler birkaç kez sıralandı:  Akçadağ, Kızılçullu-Beşikdüzü-Gönen-. Önce kimler gelecek. Ben “Kızılçullu gelsin, arkadaşım belki aralarında olurr! ”dedim. Mehmet Yücel, ”Eeee, dayı bıktık şu senin arkadaşlarından! ”deyiverdi. Sonra da “Bu lafıma kızdın mı”diye sordu. ”Yo kızmadım, bunu birileri zaten söyleyecekti. Onlardan önce sen söyleyiverdin, bir kızan çıkarsa onlardan çıkar! ”dedim. Mustafa Saatçı bu sözümden alınmış:

-Arkadaşlar arasında ayırım yapmayın! ”gibilerden ortalığa bir söz söyledi. Başka bir söz söylemesine olanak bırakmadan karşıladım:

-Sen öyle düşünmüyorsan üstüne alınma, ben senin öyle düşündüğünü de zaten sanmıyorum! dedim. Buna karşın Mustafa Saatçı sözü sürdürmeye kalktı:

-Benim nasıl düşündüğüm beni ilgilendirir, ya da onu andıran bir söz söyledi. Bu kez ben:

-O zaman bir birimizden ayrı düşeriz, ayrı düşünce de tartışma kaçınılmaz olur! ”dedim. “Olursa olur, ben senin düşüncene nasıl karışmıyorsam sen de benim düşünceme karışamazsın! ”dedi. Bu kez de ben:

- Senin düşüncene değil bana karşı takındığın tavırdan söz ediyorum. Tavırların arkadaşlığı aşıyorsa o zaman ben kendimi savunmak zorunda kalırım! Arkadaş susacak diye beklerken bu kez:

- Sen zaten bütün olaylarda hep kendini düşünürsün hep bencil davranırsın! deyip arkasını döndü. Ben:

- Yo, öyle ortaya söz söyleyip yan çizmek yok, benim bencilliğime bir iki örnek vermek zorundasın! Yüzünü döndürmeden “Hiç bile zorunda değilim! ”dedi. Yerimden kalktım:

- O zaman ben gelir senin yüzüne “Yalancısın, söylediğini kanıtlayamıyorsun, iftira atıyorsun! diye bağırırım! ”Sami Akıncı, Mustafa’ya :

- Bildiğin bir şey varsa söyle, yoksa sözünü geri al! Mustafa, döndü, ”Söyleyeyim mi? ”diye sordu. “Söyle söyle, neymiş bencilliğim ben de bileyim? ”dedim. “Akordiyonun varken gidip öğretmenden keman alıyorsun, onu bir başka arkadaş alıp çalışsa daha iyi olmaz mı? ”dedi. Bu kez güldüm:

- Arkadaşım, sana bunu söyleyen seni yanıltmış, ben öğretmenden keman almadım, giden öğretmenin bana verdiği kemanı daha o zaman geri verdim. Bu öğretmen adımın listede olduğunu görünce, akordiyon çaldığımı da bildiği için bana, müzik çalışmalarına niçin gelmediğimi sordu. Ben de durumu anlattım. ”Emeklerine yazık, keman sağlayıncaya dek, benim kemanımla çalış, dedi, kendi kemanını emanet olarak verdi. “Ben bencil değilim! ”deyip öğretmenin kemanını başkasına vermemi mi bekliyorsun benden? Mustafa’nın esmer yüzü beyazlaştı, kısık bir sesle:

- Öyle mi? ”diye sordu. Ben de. sakin sakin “Evet öyle! ”dedim, azıcık kendimden katarak sözü uzattım:  Öğretmen bana, okul dışından bir keman sağlayıncaya dek, onun kemanını kullanacağım, bulunca da o kemanı ben alacağım. Dikkatle dinleyen arkadaşların çoğu besbelli ki olayı Mustafa Saatçı gibi biliyormuş, gülümsediler. Mehmet Yücel, “Yani, senin yastık altındaki keman öğretmenin mi ? ”dedi. İsmet, söze karıştı, “Ne o kemanı çalacak mısın yoksa? ”. Mehmet Yücel işi şakaya döndürdü:

- Ne var yani, dayın her gün çalıyor, ben bir defa çalsam ne olur? Karşılıklı takılmalar gergin durumu yumuşattı. “Keman çalınırsa ne olur?  Yanıtı bulundu. “Keman çalınırsa ya birileri oynar ya da sahibi dendi. Söz oyunu sürdü gitti. Sahibi, kemanı çalındığı için üzüntüden oynar. Bekir Temuçin kıvrak zekasıyla bana çattı:

- O keman çalınsa sen mi oynayacaksın yoksa öğretmen mi? ”Bekir gülmek için benden yanıt bekledi ama ben beklenen yanıtı vermedim:

- O keman çalınırsa kimse oynamayacak. Tıpkı ayakkabılarımın çalındığında olduğu gibi ben o kemanı da çalanı da bulacağım. İşte o zaman böyle bir yanılgıya kapılan hırsız oynayacak. Çadır nöbeti neden tutuluyor, nöbetçi görevleri ilk günden daha kapılara neden yazıldı? Böylece soruyu değiştirin:

-Keman çalınınca ne olur! ? Bu keman benim kemansa eğer, “O günün nöbetçisi oynar! ”Arkadaşlar, çoğunlukla gülüp neşelendiler. Bir yandan da Mustafa Saatçı’yı izledim:  Sami Akıncı kendisiyle hiç konuşmadı. Mustafa , Hüseyin Serin’le bakıştı, Hüseyin, Fettah ile göz kaş etti. O anda ben de bir karar verdim:

- Bunlardan biri kesinlikle dövmeliyim. Kepirtepe’de niyetlenmiştim. Olmadı, orası kendi çevremdi, kesinlikle duyulacak, olay, köye, Hamitabat’a dek gidecekti. Oysa burada ortam bambaşka. Yönetim açısından da fazla bir hlksızlık yapılmayacağını sanıyorum. Yatağa bu kuruntularla girdim. Gerçekten kemana bir zarar verilir mi? Nöbetçi olduğu sürece olamaz. Gene de başka bir yol aramaya başladım. Gül ya da Melahat’a onların kaldığı yerde korunmasını düşündüm. . Onlar, akordiyon için kendileri öneride bulunmuştu. Bundan hemen vazgeçtim, öğretmen duyarsa kemanı alabilir. Öğretmenin almasını kesinlikle istemiyorum. Yatınca uykum kaçtı. Geç vakit tahta bavulumu anımsadım, içini boşaltıp kemanı koyacağım. Çamaşırları yatağın altına tıkıştıracağım. Buna sevindim…

 

17 Ağustos 1941 Pazar.

 

Uyanır uyanmaz tahta valize sarıldım. Orhan baktı, biraz şaşırmış bakışlarla beni izledi. Ne yapıyorsun, yolculuk mu var yoksa? dedi. Ben sıkışık bir şekilde çalışırken, Orhan nöbetçi oluğunu, bana yardımcı olabileceğini söyleyince düşüncemi ona da açıkladım. Keman kutusunu valize ölçtüm uymadı. Orhan, salt kemanı sarıp valize koymamı önerdi. Kemanı ölçtüm çapraz uydu. . Sevindim. Valiz kilitli. Orhan, Bir de zincirli kilit takarsın! ” Onu akordiyon için de düşünüyordum. Şimdi o niyetimi gerçeğe dönüştüreceğim. . Giyeceklerimi yatağın altına serpiştirdim. Kemanı iyice sarıp valize yerleştirdim, valizi gene yerine sürdüm. Kemana zarar vermek isteyenler boş bir kutuyla karşı karşıya kalacaklar. Ben kemanın alınacağına inanmıyorum ama gene bir önlem almak istiyorum. Kahvaltıda yeni bir dedikodu ile karşılaştık:  Sözde Çoban Mehmet demişmiş:  ”Ekipler 20 kişiyle gelip binaları konduruyor, Kepirliler 25o kişi daha bir bina çıkaramadılar! ”Küfredenler oldu. Ben böyle bir sözün söylenemeyeceğini, Biz 250 kişiyiz ama, 250 parça işe bölünüyoruz. Kepir inşaatında sürekli 20 kişi bile bulunmuyor. Bunları okul müdürü görmez mi? ”Dedim ya, arkadaşlar, bir kez Çoban Mehmet’e zıt gitmişler, ondan her türlü tersliği bekliyorlar. Beraber çalıştığım sakin arkadaşlar bile, örneğin Recep Kocaman, ”Söylememiş olsa, söyledi denir mi? ”diye soruyor. Dünkü benim keman işimi örnek verdim. ”Ne demişlerdi? gerçek nedir? ”Bana haklısın! ”dediler ama Çoban Mehmet için kuşkulular. Öğretmen gelince, ”Ne o arkanızdan gözledim, ellerinizi kollarınızı sallayarak konuşuyordunuz, önemli bir sorun var? ”diye sordu. Harun, ”Yok öğretmenim, bizim sorunlarımız, çocukça sorunlar! ”deyince, ”De söyleyin bakalım bu çocukça sorunlar neymiş. Ben çocukluğumu giderek unutuyorum. Ancak belleğimde sanki güzel şeyler kalmış gibi onları da mı yitiriyorum diye kimi zaman kaygılanıyorum! ”dedi. Harun bu kez, ”Öğretmenim siz de biliyorsunuz Kepirtepe’de öyleydi ama burada hepten gündelik işçi olduk çıktık! ”Öğretmen, ”Ne var bunda , hepimiz öyleyiz, biz göçmen durumundayız, bunun esası bu! ”Öğretmen sanırım başka bir şey daha söyleyecekti, Harun devamla, ”Ne düğünümüz var ne bayramımız, yasal dinlenmelerimiz olan cumartesi günleri de sürekli çalışıyoruz, gene yaranamıyoruz. ! ”Öğretmen gülerek “Dur dur dur! ”dedi. Arkasından gülerek bir söz vardır:  ”Deliye her gün düğün bayram! ”derler. Çok şükür biz hiç bayram yapmadığımıza göre kesin kez akıllıyız, bu bir. Siz galiba, müdür beyin söylediği sözü duyup kederleniyorsunuz, bilin ki müdür bey öyle bir söylemez, adam bu okulun müdürü, yatıp kalkıp Kepirtepe öğrencilerine teşekkür ediyor. Ötekilere kalsa biz ortada kalacakmışız, deyip duruyor. O sözü kim çıkardıysa munafıklık etmiş, adamın günahını almıştır. Lütfen bu konuda bana inanın! ”Öğretmen hepimizin yüzüne baktı, ”Sizin duyarlı olmanız, beni, sevindirir ama gereksiz yere üzülmenizi istemem. Bu konuyu kapatalım, başkalarının da haksız yere vebalini almayalım. Pazar günleri çalışmamızı okul müdürü değil Milli Eğitim Bakanlığı istiyor. Müdür beyi severiz sevmeyiz o başka bir konu, ama başkasının suçunu onun üstüne atmak bize yakışmaz. Duyduğumuz her söze de inanmamaya alışalım. Akıl var mantık var, okul müdürü durup dururken yasaların verdiği hakkı niçin elimizden alsın? Gelin bu iftirayı aklımızdan çıkaralım. Dahası bunu söyleyenlere karşı da bunun saçmalığını savunalım! ”Öğretmen çok üzgün bir tavır aldı”Doğrusu bana güvenmez, sözlerimi dikkate almazsanız üzüleceğim, ama bilin ki bu üzüntüm sizin hesabınıza olacak. Yine de siz bilirsiniz. Bayram yapmak da yapmamak da sizin elinizde ! ”dedi güldü. Salih Baydemir:  ”Sağ olun öğretmenim biz bayram yapmak niyetinde değiliz; yeter ki büyüklerimiz bizi iyi anlasınlar! ”Hepimiz Ali Yılmaz öğretmen teşekkür ettik. Öğretmen bu kez sordu:  ”Cumartesi-Pazar günleri birlikte çalışıyoruz; söyleyin, insaf ederek söyleyin bu günler, öteki günlere olabildiğinizce rahat değil misiniz? ”diye sordu. Sonra da “Eğer benden yakındığınız bir durum varsa bunu lütfen bana söyleyin, önce ben duyayım! ”dedi. ”Haydi bu tatsız konuşmaları keselim de biraz çalışalım! ”dedikten sonra Orhan’la bana, elimizdeki keresteler içinde 10x12, 10x14, 10x16 boyutunda kaçar parça olduğunu saymamızı istedi. Öteki arkadaşları alıp duvarları yükselen inşaatlara gitti. Geçen gün birlikte gitmiştik gene gitmelerini iyiye yormadık. Öğretmenin sorduğu ölçüde 10x16 hiç yok, 10x14 6 parça, 10x12 ise 12 adet çıktın. Uzun bir süre bekledik. Onlar gecikince bu kez biz onların yanına gittik. Arkadaşları Kepir binasında çalışır bulduk. Binanın ara duvarları öteki duvarlarla birlikte çıktığı için ahşap olması tasarlanan döşeme kirişlerinin yerleştirilmesine karar verilmiş. Öteki üç binanın ara duvarları beklenecekmiş. Saydığımız kirişleri söyleyince öğretmen, Lalahan’da olduğunu hemen isteyeceğini söyledi. Arkadaşlar, bırakılmış kiriş yerlerini ölçüp kontrol ediyorlar. Gülerek; öteki binalarda yer bırakılmadığını söylediler. Öğretmen, sordu, ”Anımsıyor musunuz, siz ne zaman sanat kollarına ayrıldınız? Arkadaşlar bana baktı. Ben “Lüleburgaz! a geldiğimizde 1939 haziranında! ”dedim. Öğretmen o günden bu yana marangozlukta çalışıyorsunuz. Buraya gelen ekipler daha kollara ayrılmamışlar. Çoğunlukla duvarlarda çalışıyorlar. Buraya gelenleri de bu tür çalışma için ayırmışlar, bozulan sehpalarının çivilerin, bile çakamadılar. Duvarları bu kadar yapmış olmaları bile büyük bir başarı! ”dedi. Sonra da bundan sonra bu binalar bizim, gidenlere müteşekkiriz, sağ olsunlar. Biz kendi evimize gönlümüzce şekil vermeye çalışacağız! ”Öğretmen sözünü bitiremeden Yusuf Asıl, biraz uzaktan, ”Biz gitmeyecek miyiz öğretmenim? ”Öğretmen:   Bunu da mı duydun Yusuf? sana özel bir izin alıp yollayalım. bizi orada bekle! ”dedi. Yusuf bir “Olmaz! ”, çekti; sizden, arkadaşlardan ayrılmam, size çok alıştım! ”dedi. Öğleden sonra burada toplanmak üzere paydos ettik. Pazar çalışmalarında öğle dinlenmesi bir saat uzun. Bizim, oyun arası bugün de sürüyor. Ben öğretmenin gözüne girme hevesiyle azıcık yan çiziyorum. Yusuf’la Ahmet bana uyuyor. Musa, Ali, Hasan, isterlerse kendi aralarında ya da aralarına arkadaşlarını alıp çalışıyorlar. Yemekte Akçadağ-Malatya ekibinin geldiğini öğrendik. Masalarında çıt yok. Ya çok yorgunlar ya da çok sessiz çocuklar. Hemen hemen hepsi esmer. Biraz Pazarörenlilere benziyorlar ama, Pazarörenliler daha canlıydı, oldukça da gürültücüydüler. Süheyla öğretmenin yüzü tam bizim masaya dönük, beni görsün istemiyorum. Uzak ama yemek yerken garip şekillere gireceğimden korkuyorum. O yemek yerken ben bakmak isterim ama ben yerken o ya da başkası görsün istemiyorum. Yemekten sonra kemanı alıp kutusuna koydum, hiç aksatmadan gene en uzak köşeye gittim. Bu kez kemancılar benim yanıma gelmediler. Gölgelik geniş, herke bir tezgah masa kapıp notasını koyup çalışıyor. Mandolincilerden iki grup oluşturulmuş, öğretmen öyle istemiş, onlar bir arada çalışıyor. Ben kimseyle ilgilenmeden bir vuruşluk sayfamı açtım olabildiğince ses çıkararak çalıştım. Öğretmen gene kapıdan girince bizim çadırın yanındaki kümeye gitti. Onlarda az kaldı, sıra ile hemen hemen her öğrenci ile ilgilendi. Bizim arkadaşlar tam ortalardaydı, çalışırken onları gözledim. Sefer’e, Arif’e bir şeyler anlattı. Abdullah’ı dinledi, başıyla devam deyip geçti. Bana yaklaştıkça heyecanlanmaya başladım. Ellerim bir süre titredi. Tam bana gelirken birden rahatladım, geldiğinde de gülerek, ”Bakıyorum da en iyi yerleri sen seçiyorsun, bu ağabeylik hakkı galiba! ”dedi. ”Yok, önce ben geliyorum, geldiğimde her yer boş oluyor! ”dedim. Ama akşamları da hep burada akordiyon çalıyorsun, ben görüyorum! ”deyince. ”Çalışıyorum ama ne yaptığımı ben de bilmiyorum, akordiyonu aldığımdan beri müzik öğretmenimiz olmadı, kimseden de soramadım! ”dedim. ”Ne diyorsun, çok güzel çalıyorsun, ben de hep sormak istedim, müzik dersleriniz boş geçmiş, sen kimden öğrendin? ”diye. Beğendiğinize sevindim, müziği çocukluğumdan beri çok seviyordum. Öğretmen, “ Ailende müzikle ilgilenenler oldu mu? ” deyince Hasanamcamı, Vahit Dede’yi, gramafonu, saydım döktüm. Öğretmen, sen benden daha şanslıymışsın, benim babam ressam, varsa yoksa onun için resim, renklerdi. Gene de ben şansımı Musiki Muallim mektebinde denedim. Şimdiki Gazi Terbiye Enstitüsü işte şimdi müzik öğretmeniyim. Öğretmen, bir elini direğe dayadı benimle arkadaş gibi konuştu. Kendimi topladım, o demeden ben çalmaya başladım. ”Çok iyi! ”dedi. Güldü, ”Sen daha önce keman çalıştın mı? Çalıştın da benden saklıyor musun, yoksa? ”diye güldü. Çalışmadım ama size karşı mahcup olmamak için çok dikkatli çalışıyorum. Kemanınızı almadan önce, bir keman alacak düzeyde öğrenmek istiyorum! ”dedim. ”Sahi keman almaya niyetlendin mi? ”dedi. Kepirtepe’ye dönerken İstanbul’dan almayı tasarlıyorum ama burada biraz çekimserim. Çünkü burada gerçekte rahat değiliz! ”dedim. ”Bak ne güzel kararların var, ne kadar olumlu düşünüyorsun, gücenmezsen yaşını öğrenmek istiyorum! ””Yaşını sorabilir miyim? Hiç duraksamadan, nüfus kağıdıma göre önümüzdeki kasım sonunda 20. yaşıma gireceğim, annemim tuttuğu kayıta öre ise 10 Kasım da 19 . yaşıma girmiş olacağım. Öğretmen sesli olarak güldü, ”Kimse duymasın aynı yaşlardayız, okumakta geç kalmışsın, sınıfta kalacak gibi değilsin, ne oldu hastalandın mı? ”dedi. Köyümde okulun geç açıldığını, ilkokuldan sonra ara verdiğimi anlattım. ”Olsun, burada çok başarılısın, herhalde yüksek okula niyetlisindir! ”deyince ona çalıştığımı söyledim. ”Bizim okul 25 yaşa kadar kabul ediyor, bir düşün! ”dedi. Öğretmenin uzun uzun benimle konuştuğunu görünce çocukların bir çoğu dönüp dönüp baktı. Bizimkiler gitmiş fark edemedim. Öğretmen, çok başarılı olduğumu, keman için tasalanma, bana bura keman gerekmiyor. Belki dersler başlayınca Gereksinim olacak ama bu gidişle derslere de çok var. Bakalım ben burada kalacak mıyım?  “deyince yüreğim sızladı, Şerif Baykurt’u anımsadım, kerata benim öğretmenimi kaçıracak diye düşündüm. Öyle duraksayınca öğretmen siz gitmek istiyorsunuz, ben neden gitmeyeyim? ”dedi, gülerek ben de okumaya bıkmadım, Konservatuvara devam etmek istiyorum! ”bakalım! ”dedi. Hiç bir şey söyleyemedim, Konservatuvarın ne olduğunu bilmiyordum. Sanırım anladı, Ankara’ya giderken bir okul göstermiştim, Cebeci’de İşte konservatuvar orası, yüksek müzik okulu. Bu kez ben, Biz Ali Yılmaz öğretmenle Ankara’ya gezmeye gideceğiz, sizin okulu da göreceğiz! ”dedim. ”A, öyleyse ben de gelirim, sizi konservatuvara da götürürüz! ”dedi. Gülerek, dersi konuşarak bitirdik, akşam biraz daha çok çalışırsın, deyip ayrıldı. Öğretmen okul binasına girdiğinde benden başka ortalıkta kimse kalmamıştı. Kemanı bırakırken nöbetçi arkadaşım Halil Basutçu, bana, ”Kadına ne anlattın o kadar, bir saat ayakta tuttun onu! ”dedi. Arkadaşlar gitmişti, Halil’i yanıtlamadım; koşarak çeşme yolundan kestirme çıktım, işe başlamadan gidenlere yetiştim. İşe başlayınca da kafamda sorular gelip gitmeye başladı:  ”Öğretmen yaşımı sordu, niçin sordu? ”Düşündüm, kendimi inandırıcı bir yanıt bulamadım; en iyisi üzerinde hiç durmamak ! ”dedim, durmadım. Onun benim yaşımda olduğunu ben biliyordum. Şerif öğretmen bile benden bir ya da iki yaş büyük. Sevincim onun okumak istemesi. Babası ressam, Ankara da oturuyor. Konservatuvara gidecekmiş. Nasıl gidecek acaba? Her halde okul yatılı değil. Bizimle geziye gelmek istemesine biraz şaştım. Geçen defa gittiğimizde, ”İşim olmasaydı, sizinle gezerdim! ”dediğinde inanamamıştım. Hiç sorumlu olmadığı halde gene “Ben de gelirim! ”demesi. Çok hoş bir durum. Sevinçten uçuyorum. Ama niçin? Bunu sorunca gerçek yanıtı kendimden bile saklamaya çalışıyorum. Saklıyorum ama giderek acıklı bir duruma girmekte olduğumu duyumsamaya başlıyorum:  Durup durup “Bunlardan bana ne? ”deyipiayağımı yre vursam da ortada bir karışık duygu yumağı var. Yüksek okula gitmemi önermesi de çok güzel bir şey. Meğer ne güzel yüksek okullar varmış. Şerif Baykurt Kırklareli’den kalkıp Ankara’ya gelmiş okumuş. Üstelik ressamın kızını da kandırmaya kalkmış. Daha olay kapanmış değil, belki gene kandırır. Bense okul mokul bilmiyordum. Müfettiş Hayrullah Örs biraz bir şeyler anlatmıştı ama, o da hiçbir okul adı vermemişti. Şu bir iki gün içinde bir çok bilgi edindim. Hem kirişi dengeli yerleştirmeye çalışıyorum hem de bunları düşünüyorum. Ali Yılmaz öğretmen bana baktı, ürperir gibi oldum:  dalgınlıkla yanlış bir şey mi yaptım acaba diye uyarı beklerken öğretmen:  ”Yarın seninle Lalahan’a gidelim mi? ”diye sordu Sevindim, . ”Siz bilirsiniz, ”Gel derseniz gelirim! ”dedim. Öğretmen “Canım onu biliyorum, ”Gel! ” deyince, “Olmaz! ” diyecek değilsin. ! ””Dur bir de Sili ustayla konuşalım, O haftalardır su yolunda burayla ipleri kopardı, bir diyeceği olur belki, Salı günü burada olacakmış, en iyisi onu bekleyelim! ”dedi. Yapmaya başladığımız döşemeler ilk planlarda beton olarak düşünülmüş. Bina tabanının geniş utulması yüzünden ahşaba döndürülmüş. Ortalara direk eklenecekmiş. Altlar depo olarak kullanılacağından direklerin bir sakıncası olmayacakmış. Salih hemen yetişti. ”Beton direk neden düşünmüyorsunuz? Öğretmen, ”Bana kalırsa ben düşünüyorum ama ben bunu söyleyince benim işten kaçtığımı öne süreceklerini, de biliyorum. İstersen yarından sonra bunu Sili ustaya sen söyleyiver! ”dedi. Bu kez Salih, ”Ne işten kaçması öğretmenim, bu geniş salonun beton kalıpları döşemeden daha oyalayıcı daha çok işçilik isteyecek! ”dedi. Öğretmen efkarlı bir sesle “Ah Salihçiğim bunların hepsi gene gene konuşuldu, ”Evdeki hesap çarşıya uymaz! ”sözünü bilir misin? Bizim ki de o hesap. Eldeki malzemeyle işlere şekil vermeye çalışıyoruz. memuru az amiri bol bir ortamdayız. Duvarları yükselmiş bu dört binanın döşeme işi, bizim çatıların bir ay gecikmesine neden oluyor. Hepsi iş, iş ama biraz da Ali’nin külahı Veli’ye giydirilme olayı yaşanıyor. ! ”Namık öğretmen gülerek geldi, ”Kolay gelsin, başladınız mı? ” diye sordu. ”Yarın size takviye kuvveti gelecek! ”dedi. Ali Yılmaz öğretmenin gergin olduğunu biliyormuş, güldürmek için bazı sözler söyledi. Seslerini kısalarak konuşmayı sürdürdüler. ”Olur mu, tamam mı, Eeee sonra!  Gibi sorulu ünlemli sesler çıkararak yürüdüler. Belli ki, ya aralarında ya da ikisiyle başka birileri arasında bir sorun var. Arkadaşlar, hemen okul müdürüyle aralarında sorun olabileceğini öne sürdüler. Bu kez de ben, onlara katılmadım. ”Okul müdürü binanın döşemesine karışmaz. Anlaşmazlık varsa ya Sili usta ya Mustafa Güneri öğretmenle bir başka olasılık da Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileriyle doğan bir anlaşmazlıktır! ”dedim. Ali Yılmaz öğretmen dönünce, konuşmalar kesildi. Öğretmen muştuladı:  Kiriş yerlerini duvarcılar hazırlayacak, kiriş dayanakları beton olacak. Biz, perşembe günü döşeme işlerimize başlayacağız. Öğretmen, buraya çalışmaya bizden başkası da geleceğine göre biz yokmuşuz gibi toplanalım, ”Gel’”dediklerinde gene geliriz! ”deyip toparlanmamızı söyledi. Örnek kiriş taşımıştık, onları geriye bir daha taşıdık. Atölyeler için yetecek kiremit gelmiş, tahtalarımız hazırdı, belki onları tamamlayacağız. . Öğretmen “Töreniniz olacak, gidiyoruz ! ”dedi. Konuşa konuşa döndük. Erken döndüğümüze seviniyorduk. Oysa herkes dönmüş. Sandığımız kadar erken değilmiş. Az sonra tören yapıldı. Törende iki yeni ekip vardı:  Akçadağ ile Beşikdüzü. Tevfik Uğurlu hepimiz adına konuklara “hoş geldiniz! ”dedi. Beşikdüzülü bir öğrenci, bize okullarının selamlarını getirdiğini söyledi. Süheyla öğretmen konuşmaları biraz sabırsızlıkla dinledi. . Ses verdi, ses değiştirdi ama ses gene ince çıktı. Gene de İstiklal Marşı güzel söylendi. Törenden sonra öğrenciler Beşikdüzü ekibinin çevresinde toplandılar. İki öğrenci karşılıklı konuşuyorlar. Biri karşısındakine soruyor:  ”Ha sen nereyü geldisen? O da geldiği yolu, yolda gördüklerini hızlı hızlı söylüyor. Bizim çocukların çok hoşuna gitti. Alkışladılar. Bahçe boşalınca köşeme gidip bir süre keman çalıştım. Sanırım keman sesi karşılara gitmiyor. Kimseler çevirip başını bakmadı. Buna ayrıca sevindim. Yemekte konu, Beşikdüzü öğrencileriydi. ”Ne kadar hızlı konuşuyorlar! ”Ben Karadenizli olarak bizim köye gelen fıçıcıları tanımıştım. Onlar da biraz tuhaf konuşuyorlardı ama çok sevimli insanlardı. Her kış gelip aylarca bizim handa kalır, çoğunlukla kahvede otururlardı. Bir çalışma yerleri vardı, orada fıçı onarımı yaparlardı. Köyde bağcılık yapıldığından herkesin birkaç fıçısı olur. Akıtan fıçıları bu ustalar onarırlardı. Ayrıca başka marangozluk işleri de yaparlardı. Kaşık, beşik, şarapana denilen üzüm ezme teknesi yaparlar, kazma, kürek saplarından okul sıralarına dek tüm köy gereksinimlerini karşılarlar. Akşamları da kahvede en çok onlar konuşurlar. Da, li, seslerini çok çıkarırlar:  Gelmedi mi da?  Nasılsın da? deyişlerini anımsıyorum. Trabozunli, Giresunli…Çalışırken bir yandan da kızların tarafını gözetiyorum. Süheyla öğretmen çıkarsa yayı kuvvetti bastırıp baktırmak istiyorum. Çıkmadı, ya da çıktı da ben göremedim. Onlar uzaklaşınca kemanı yerine koydum. Baktım Halil de gitmemiş, birlikte çıktık. Yemekte Yusuf’la Hilmi Beşikdüzülü çocuklara öykünmüşler, Hilmi soruyor Yusuf Ankara’dan İstanbul’a gidiyor. Sayıyor saydırıyor, An kara, Eskişehir, İstanbul deniyor”. Arada başka yerler de var! ”dedim. Yusuf, ”Ben onları bilmiyorum, onları da siz söyleyin! ”deyip kesti. . Konuşa konuşa bir İzmit’i ekledik. Çok beklediğimiz bir yer var, orası dilimin ucuna geldi geldi gitti, anımsayamadım, kalkarken söyledim, Bilecik. Bu arada bulunduğu yeri tam kestiremesek bile Arifiye denilen bir yerin de tren yolu üstünde olduğunu biliyoruz. İstanbul’dan öte Harun Çerkez köyü, Salih Muratlı’yı ekliyor. Oradan öteye de hepimiz:  ”Ver elini Lüleburgaz! ” diyoruz… Derslikte daha ciddi olarak tarih okumaya başladım. Sami Akıncı gibi lise kitaplarını bir güzel okuyacağım. 25 yaşına dek yüksek okullara giriliyormuş, bunuSüheyle öğretmenden yeni öğrendim. Bu zaman içinde istersem çok çalışıp bilgili bir insan olabilirim. Tarihi sok sevdiğime göre şimdilik ondan başlıyorum. Türkçe okuma kitabı lisede Edebiyat oluyormuş. Sami’den aldım, çok kolay gibi geldi. Lise 1. sınıf kitaplarını hemen aldıracağım. Tarih okuyorum. Başlangıç yine karışık. Birini okuyorum 4000 yıl önce deniyor, ötekine geçince onun tarihi 2000. Az sonra 600 yıllarından söz ediliyor. Mezopotamya tarihi iyice karışık:  Sümer, Elam, Akad, Asur, 1:  Babil, 2. Babil. . Bunları okurken 4000 yıllarından 600 yıllarına geliyoruz. Mısır’da gene 4000 yıllarına dönüyoruz. Bunları sıra ile okusak daha iyi olmaz mı? En eski olandan başlayıp gelsek! . En eski Sümerlerse, ondan sonra Mısır, ondan sonra kim geliyorsa öyle sıralasak! Örneğin, Teoman, Mete İ. Ö. 200 yıllarında yaşamış, oysa biz daha sonraki derslerde gene çok eskilere gidiyoruz. Kendi kendime söyleniyorum. Eskiden bunları sıra arkadaşım Halil’e söylerdim. O da bana “Gene, yeni bir şeyler icat ediyorsun! ”derdi. Halil şimdi başka bir yerde, galiba nerede yer bulursa orada oturuyor. Benim yerim köşede tek kişilik; başlangıçta sıkışık bir yer deyip, kimse beğenmeyince ben seçmiştim. Şimdi de oraya sahip oldum hiç kimse oturamıyor. Bir yanı kapalı olduğu için o taraftan girilemiyor. Süheyla öğretmeni düşündüm, öğretmen olmuş gene okula gitmek istiyormuş. Bu, nasıl oluyor acaba? Ben de öğretmen çıkınca gidebilecek miyim? Bunu kimden öğrenebilirim? Selçuk Korol öğretmene sormaya karar verdim, o hem bilir hem de açık olarak anlatır. Konuyu öğrenmiş gibi sevindim. Babamı düşündüm, acaba o ne diyecek. Sanırım “Hayır, olmaz! ”demeyecektir. Zaten babam daha okula ilk giderken:  ”Şimdi 6 yıl deniyor ama, belli olmaz belki uzatırsın! ”gibilerde konuşmuştu. O, o zaman daha bu tür bir olasılığı düşünmüş olabilir. Yüksek okullu olarak Ankara’ya gelirsem, Süheyla öğretmeni görebilecek miyim? ”diye düşlere saplandım. O giderse kaç yıl okuyacak ki? Yıl olarak söylemedi ama uzun yıllardan söz etti. Öğrenci olarak onu görmek isterim. Ya evlenirse, evlenmiş olarak görürsem. Çocuğu olursa, C gibi, A gibi onu da çocuğu ile görürsem! ”Süheyla öğretmeni çocuklu olarak düşünmek istemiyorum. Daha doğrusu bayan öğretmenleri çocuklu olarak düşünmek istemiyorum. Hamitabat okulunda bir bayan öğretmen vardı. Evinç, Sevinç, Behiç adlarında üç çocuğu vardı. Onları okula getirir akşama dek arkalarında koşardı:  Evinç gel, Sevin dur, Behiç yapma diyerek arkalarında koşardı. Behiç havuza düşüp boğuldu. Öğretmenin durumu içler acısıydı, başka okula gitti. Yıllar sonra bir bayan öğretmen bizim okula beden Eğitimi derslerine geldi. Rukiye Dökmen. O öğretmenle hiç anlaşamamıştım. Sanırım içimde onunla inatlaşmak isteği vardı. Hamdi bağ öğretmen bunu duymuş, bir gün bana, ”Yapma İbrahim, Rukiye öğretmeni üzme diye vana öğütler verirken, onun küçük bebeğinden söz etti. Bebek sözünü duyunca birden geçmişteki küçük Behiç’le annesini anımsadım, içim cızladı. Bundan sonra Rukiye öğretmene ısındım, ayrılırken de en çok ben üzüldüm. Şimdilerde ise bayan öğretmenleri çocuklu düşünmek istemiyorum. Süheyla öğretmeni ise bu düşüncelere katmaktan özellikle kaçınıyorum…. Arkadaşlar konuşuyordu. Birden ses kesildi gibi geldi. Oysa arkadaşlar çoktan uyumuş. Lüks lambası bir süre fıt fıt etti. Kimsenin sesi çıkmadı. Ben, düş kurarken oldukça zaman yitirmişim. Birden karanlık oldu…

 

18 Ağustos 1941 Pazartesi…

 

Orhan nöbetçi “Guten Tag mein Kamerad! ”dedi. Kadir, konuşmaya katıldı. Was ist das? Bir başka ses geldi. Das ist Fenster. Bir başka ses:

-Was ist das, Keris das. Birileri gülerken Kadir sinirlendi:

-Bu insanların benimle ne sorunu var? Herkes bir şeyler söylüyor, onlara bir şey diyen yok. Ben bir söz söylesem, hemen takılmalar başlıyor! Sinirlenip dışarı çıktı. Orhan arkasında gitti. Ben çıkarken Orhan döndü, Kadir yürümüş, koşup yetiştim. Kızgın değildi, güldü. Kahvaltıda bizi Kadir’in köylüsü Mehmet Özalp karşıladı. Hamitabatlıların ünlü 9 Mehmet’i. Kadir’e Kadir, bana ağabey, deyince Kadir gene çıkıştı, “Ben senin ağabeyin değil miyim? ”diye sordu. Mehmet Özalp, , Sen öyle istiyorsan sana da derim, ama sen daha dünkü kızansın be abi! ”diye güldü. Kadir’le ayrı masalarda okuruyoruz, ayrıldık. Akçadağ-Beşikdüzü ekiplerine Gönen ekibi de katılmış. Onlar daha sessiz. Belki yeni gelmiş olmanın verdiği yabancılıktan belki de öğretmenimiz Ömer Uzgil’in disiplinli tutumundan böyle yetişmiş olabilirler. Atölyeye vardığımızda günlerden sonra Sili ustayı gördük. ”Sizi çok özledim! ”dedi. Kiremit gelecek, çok çok son da yağmur gelecek! ”dedi. Kiremit işine başlayacağımızı anladık. Ali Yılmaz öğretmenle gittiler. Onlar gidince de kiremit geldi. Kiremit ya da tuğla ellemeyi hiç sevmem ama çaresiz bir süre elleyeceğim. Dörder dörder sıralanıp iki öbek tuğla yaptık. Öğretmen az sonra geldi:  . ”Haydi çocuklar, biz işimizi sürdürelim! ”deyip iskelelerin yerleşmesine komutlar vermeye başladı. İki atölyenin tahtaları kaçılmıştı. üçüncünün tahtalarını hazırladık ama çakmamıştık. Öğretmen bize, gülerek:  ”Siz onu yarım bıraktınız, tamamlamak sizin göreviniz; hemen başlayın! ”dedi. Recep, Hasan, Mehmet(Aygün) dördümüz, tahta çakmaya gittik. . Öğretmen arkadaşlara, ”Size de yardımcı gelecek, siz şimdi başlayın dedi. Kendi de çatıya çıktı. Ben kiremit ellemekten kurtulduğuma sevindim. Az sonra 8. sınıflardan on kişilik bir grup geldi. Oldukça gürültülü bir çalışma başladı. Salih Baydemir, de kiremit işini sevmez, Kepirtepe’de bir bahane bulup kaçardı. Bu kez yakalandı. Hem de sorumlu durumda. Kendi aramızda konuşarak çakmayı sürdürdük. Bir tarafı bitirmek üzereyken herkesin köye yöneldiğini görünce biz de bıraktık. Akşama bitireceğimizi anladık. Geç başlamamıza karşın yarıyı geçtiğimize göre biteceği besbelli. Biraz hızlı yürüyüp Yusuf’un grubuna yetiştik. Yusuf durup durup bir şey anlatıyor. Meğer öğrendiği oyunları anlatıyormuş. Beni görünce, ”İşte asıl ustası bu! ”dedi. Anlattıkları da benim nöbetlerden ya da başka zaman çalışırken tanıdığım uslu akıllı çocuklar. Ali Kıpçak, Şerif Özvardar, Vehbi dinçer, Şaban Patır, Ahmet Baştürk, Şükrü Akdeniz, Necdet Şıpka, Nedim Menekşe, İlyas Özcan, Ramazan Korkmaz. Orhan yavaşça bana:  ”Yusuf bunmuş dişine göre, dinletiyor! ”dedi. Yusuf hemen anladı, Orhan’a “Bana bak, sonra karışmam ha! ”çekti. İçlerinde mandolin gruplarında keman grubunda olanlar var, onlara çalışmalarını sordum, konuyu değiştirdik. Salih sandığım gibi sıkılmamış, “Gelen çocuklarla çalışmak daha rahat! ”diyerek hoşnutluğunu anlattı. Masaya oturunca gözlerin aradığını buldu. Uykudan uyanır gibi oldum, önüme bakıp yemeğe başladım. Yusuf’a çalışıyor muyuz? diye sordum. Yusuf yanında çalışan çocukları çağırmış, ”Sen gelmezsen biz onlarla çalışırız! ”dedi. İkircil bir durum da kaldım. Keman çalışmayı seçtim. Kemanı alıp gene en uzak uca gittim. Arifler benden sonra geldiler. Beni görünce yollarını döndürüp yakınıma girdiler. Öğretmen, girişten başladı. Bu kez çok geliyor. Bir bakıma sevindim bana gelmeden zil çalacak. Doğru bilmişim, Ariflere gelmek üzereyken zil çaldı. Arif’in grubuna, yarın da sizden başlarım deyip döndü, çok üzüldüm. Kemanı toplarken, öğretmen döndü, ”Senin le de yarın çalışacağız! ”dedi. Ariflerin yanına geldiğimde Arif , tembel-peltek diliyle, ”Yürüyüp gidiyordun be kadın, dönüp daha ne konuşursun! ”deyip güldü. Sözde bana sataştı. Ben de “Kolay mı, bak sen bile bu sözü söylemeden duramadın! ”dedim. Sefer Tunca, ”Bak ben nasıl susuyorum değil mi arkadaşım! ”bana ne başkaların işinden? Bu kez Arif, Sefer, yapma bunu, asıl kurcalayan kim peki? ”diye sordu. Sonra da ikisi birden “Bizim şakalarımız üçümüz arasında! ”dediler. Onlar tam bilmiyorlar ama demeye çalıştıklarını sürdürseler sevineceğim. Elimde olmayarak öyle sözler, şaka da olsa söylensin istiyorum. Kemanı Orhan’a verip arkadaşlara katıldım. Onlar su yolunda çalışıyordu, inşaata dönmüşler. Namık öğretmen Kepir binasının Ekimde biteceğini söylemiş. Ben, ”Daha önce biter! ”dedim. Arkadaşlar beni bekliyormuş, çalışmaya başladık. Sili usta geldi, girdi içerden izledi, çıktı yukardan baktı, gülümsedi, eliyle işaret ederek Orhan’ı sordu. Nöbetçi olduğunu, yarın geleceğini söyledim. Gülümsedi, gitti. O gidince Mehmet Aygün, ”yüzümüze bakmıyor görünüyor ama gavur, hepimizi tanıyor dedi. Mehmet’in Gavur! ”sözüne Recep’le Hasan sinirlendiler. Mehmet, sözü kötü anlamda kullanmadığını halk arasında kullanılan kafir yerine kullandığını, söyledi. Bu kez bana sordu. Ben kullanmıyorum ama kafir sözünü çok duyduğumu, yaramaz, der gibi kullanıldığını duyduğumu tekrarladım. Bu kez de konuşmalarda bu tür sözler konu edildi hangi sözlerin kullanıldığı sıralanmaya başlandı. Gavur, kafir dışında bir o kadar söz öne sürüldü. Salak, açıkgöz, kurnaz, hin, hinoğlu hin, bencil, mübarek, saftirik, asalak, cimri, çıkarcı, cingöz, yalancı, birader, dangalak, yanbakan, yankesici, fesat, şeytan, cenabet, kerata, keriz, şımarık, madrabaz, düzenbaz, haylaz, hokkabaz…Sözleri sıraladık ama bunların aynı şeyler olmadığını da önceden benimsedik. Konuşken çalıştık, düşündüğümüz gibi bitirdik. Ali Yılmaz öğretmen geldi, o da içerden dışardan bir şeyler gözledi. ”Tamam! ”dedi. Gelen kiremitler yetmemiş, yeteri kadar gelince kapatalım, bari atölyeler kiremitli görünsün dedi. Ben, küçük atölyelere kiremit yetmiyor öteki büyük dört binaya nasıl kiremit bulunacak? ”dedim. Öğretmen yüzüme baktı, ne dördü yedi bina! ”dedi. Şaşırdım, öğretmen nasıl bilmez dört bina olduğunu? Geçen gün gittik, gezdik içlerine baktık birinde de yarım gün çalıştık! ”diye düşündüm. Öğretmenin dalgınlığına yordum, sustum. İşbaşından sonra arkadaşlara konuyu açtım. Onlardan bir tepki gelmedi. Ben “Aaaa, öğretmen yanılmış demelerini bekliyordum. Kimse bir şey demeyince onların da dalgınlığına ya da ilgisizliğine yordum. Orhan’dan nöbet alıp önce bir süre keman çalıştım. Bu parçayı tam hazırladığım kanısına vardım, Akordiyonu aldım, çok az sesli olarak, aklıma gelen parçaları çaldım. Baslara çalıştım. Tiku tiku denilen nalet parçayı çalamadığıma kızarken kendi kendime güldüm:  Bugün aradığımız sözlerden biri de “Nalet! ”Belki de aradıklarımızın en uygunu; ”Gavur herif, gibi nalet herif, ya da adam diyenleri çok duymuştum. Yemek zili çalınca Orhan geldi, kapalı halatını çekti, birlikte yemeğe gittik. Benim, yeni buluşumu ben söylerken daha Yusuf da iki söz bulduğunu söyledi. Ben, “Nalet! ”dedim. , Yusuf, ”Hıyar! ”dedi. Orhan ikimize de garip garip baktı, birden:   “Ne oluyor size böyle . Şaşkın mısınız siz? ”deyince Yusuf başta olmak üzere hepimiz güldük. Hasan Orhan’ın bakışından, “Garip’i, sözünden, şaşkın’ı yakaladı, Yusuf’un hıyar’ile benim nalet’i, listeye aldı. Yusuf’a sordu, ”Senin öteki sözün neydi? ”diye sorunca Yusuf, ”Onu aklımdan kaçırdım! ”dedi bu kez hasan, ”Kaçık! ”sözünü ekledi. Orhan bir süre sustu. Gülüşümüzden bir oyun olduğunu anladı. Arkadaşlar anlattılar. Bu kez ben, Ali Yılmaz öğretmenin dalgınlığından söz ettim. Yusuf gene sıçradı, ”Dalgın adam! ”dedi dalgın sözünü ortaya getirdi. Neşeli olarak dersliğe gittik. Orada da çalışmalardan, yeni gelen ekiplerden söz ediliyordu. Konuşanlar arasında Halil Basutçu’ya bildiğimin dışında kesinlikle bir yanıt beklememekle birlikte sordum. ”Biz, üç atölyenin çatısını kapattık. Üçünün de kiremidi bugün yarın dizilecek. Bunlardan sonra çatısı yapılması gereken kaç yarım inşaat var? ”Halil Basutçu, düşündü dört, derken daha ben, ” Tamam! ”dedim. güldüm. Halil yok tamam değil, üç de daha su basmanlarına henüz çıkmış var onlarla yedi! ”deyince şaşırdım. Bu kez onlar nerede? ” diye sordum. Halil “Nerede olacak?  Hepsi oralara serpilmiş, bitirilmesini bekliyor, işte yeni ekipler gelirgelmez onlara başladılar, belki bu yirmi günde onları da ötekilerin durumuna getirecekler! ”dedi. Sustum ama içimden, ”İyi ki öğretmene bir şey demedim, iyi ki öğretmenin yanlışını rasgele açıklamadım ‘deyip, sustum. Altı yarım bina, bana göre dün üçtü, bizim Kepir binasını saymıyordum. Öteki üçü çok buluyordum. Bugün bu sayı altı oldu. Hem de duvarlar yarım. Dıştan bakınca çıkmış olarak görülüyor ama iç duvarlar yok. Oysa iç duvarların örmesi de oldukça zor. Halil muştuladı, Kızılçullu ekibi iyi yetişmiş bir ekipmiş, Namık Öğretmen onlardan umutlu, “Duvarları onlara tamamlatırız, diyormuş. Kızılçullu ekibini ben başta beklerken en sona kaldı, “Neden acaba? ”Tüm bu konuşmalardan sonra ilk fırsatta çıkıp tüm binaları gezeceğim. Gelen ekiplerin, yaptıkları duvarlarda adları var. Yazılar, onlar gelmeden önce Hidayet Öğretmen tarafından yazılmıştı. Sahi geçen gün gittiğimiz bina duvarlarında iki okul adı yazılıydı:  Pazarören-Haruniye, Ladik-Gölköy, Cilavuz-Arifiye…Demek ötekiler, Aksu-Çifteler-Savaştepe. . Bunlara da Akçadağ-Gönen-Beşikdüzü eklenecek. Ya Kızılçullu? Belki onları da bizim binaya eklerler, Kepirtepe-Kızılçullu. Bizim Kepirtepe Müdürümüz Nejat İdil oradan gelmiş. Orada Md. yardımcısıymış. Arkadaşım Ziya Fikri mektubunda anlatmıştı. Bizim müdürümüzü onlar da çok severmişler. Tarih okumaya başladım ama, sıkıldım. Bu gece gene şiir okuyacağım. Mahurdan Gazel, Heideröslein. Mahurdan Gazel’i ezberledim. Heideröslein’de dize yerlerini hep karıştırıyorum:  Knabe sprach:  ”İch breche dich” Röslein sprach:  ”İch steche dich” Kendi kendime kuruyorum, ilk eğlence de bu şiiri okuyacağım. Dize yerleri değişse bile dinleyenler anlamayacak. Sami Akıncı dışında kimse şiiri bile anımsamıyor. Gelen ekiplerdeki çocuklar yabancı dil okumuyorlarmış. Bizim gibi demiyorum, bizde hiç değilse adı var. Onlarda o da yokmuş. Onlara ilerde olacak deniyormuş. Han Duvarlarını iyice unuttum. Yazık, yüzüncü dizeye dek ufak tefek tutukluklarla çıkıyordum. İsmet bir yerden Çoban Çeşmesi adlı bir şiir almış. Hoşuma gitti onu ezberleyebilirim. Yazınca çabuk ezberliyorum:

 

Çoban Çeşmesi

Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa Çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar
Ne söyler şu dağa Çoban çeşmesi?
“Gönlünü Şirin’în aşkı sarınca
“Yol almış hayatın ufuklarınca;
“O hızla dağları Ferhat yarınca,
“Başlamış akmaya Çoban çeşmesi…”
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,
Değdi kaç dudağa Çoban çeşmesi!
Vefasız Aslıya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…
Sızmazdı toprağa Çoban çeşmesi.
Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda;
Ateşten kızaran bir gül ara da
Gezer bağdan bağa Çoban çeşmesi.
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sağa, bir sola Çoban çeşmesi! . .

Faruk Nafiz Çamlıbel

 

İsmet’e sordum, bu şiiri ne zaman, nereden yazdın? İsmet bir “Ohooooo!  Çekti, çok önceleri yazmış. Şiiri görünce beni düşünmüş, “Dayımın köyü Çeşmekolu. Bu da çeşmeli felan olduğu için sever! ”demiş. ”İyi ki göstermek aklına geldi, okulu bitirene dek de bekletebilirdin! ”dedim. Arkadaşlara da söyledim, güldüler. Mehmet Yücel hemen, ”Dayı dikkat, yeğenin çok vefalı, bak! ”dedi. Yat zilinde ilk önce gitmek için kendimle yarıştım. Orhan kapı önündeydi ondan önce girdim. Birden irkildim. Keman yatağın üstünde, öylece duruyor. Donup kaldım. Orhan şaşkın şaşkın baktı ne oldu? ”dedi. Kemanı o da görünce “Eyvah diye bir çığlık attı. Ben giderken, kemanı yerine koyacakken, o bana yardım düşüncesiyle, ”Ben yerleştiririm! ”demişti. Yatağın üstüne bırakmış, sonra da unutmuş. Kendisi nöbetçi, çadıra giren çıkan yok ama, yaptığının büyük bir ihmal olduğunu bildiği için çok üzüldü. Onun üzüldüğünü görünce bu kez ben de ona üzüldüm. Arkadaşlar geldi, keman elimde, çal mal diyenler oldu. Ben çalmaktan çok onların gözü önünde kemanı valize koymaktan çekindim. Kutusunu açıp koydum, , başucuma bıraktım. Bir bakıma da iyi oldu. Görenler kılıfında olduğunu sanacaklar. Ben yarın o nu gene saklarım, diye düşündüm. Bu küçük yanlış beni gene kemanı koruma konusuna döndürdü. Kemanı öğretmene versem mi? Versem belki de alacak. Alırsa iyi ama ya gene bir başkasına verirse? Bir şey değil, benim verdiğim üstünde kimse durmaz da “Öğretmen alinden aldı da başkasına verdi türünden laf edecekler olursa kendimi savunamam. İyisi mi sonuna dek kemanı koruyup bu arada çalmayı da ilerletmeliyim! Bir fırsatını bulup keman fiyatlarını da öğrenmek istiyorum. Bunu da öğretmene sormayacağım. Öğretmenle keman konusundan konuşma yapmayacağım. Ta ki, o kemanı getir diyene dek, bekleyeceğim. O kesin olarak, ”Bana gerektiği zaman isterim, istemediğim sürece rahat olarak çalış! ”dedi. Keman meman derken iyiden iyiye Süheyla öğretmene ısınmaya başladım. Röslein onun yanında çocuk kalıyor. Güzelliğine güzel ama çocuk işte. Gülüyor, bir takım kurnazlıklar yapıyor, ama alıştığımı davranışlardan öte bir durum olmuyor. Biraz da dürüst bir kız. Örneğin Nemciye gibi kandırıcı numaralar yapmıyor. Necmiye, ”Bana müzik öğretir misin? ” diye sorarken bile numara yaptığı belli oluyor. Ancak o numarasına bile insan bile bile inanacak gibi oluyor. Bir başka zaman akordeon öğrenmek istemesi düpe düz niyetini açıklıyor. Bunu ayni insana söylemesi ise bile bile niyetini açıklıyor. Akordiyon nasıl öğretilir? Amaç akordiyon öğrenmek değil, akordiyonu bahane edip konuşmak. Kim kanar bu numaralara! …. Sesler azalırken esneme bastı…Galiba arkasından uyku geldi….

 

19 Ağustos 1941 Salı

 

Hemşerim Kadir numarasını yaptı. ”Guten Tag! ”Danke sehr! ”dedim. Kadir yüzüme baktı. Orhan’a sordu, ”Ne diyor? ”Orhan, bilmediğini, benim lugata bakıp bakıp bazı sözleri ezberlediğimi söyledi. Kadir gitti Sami Akıncı’ya sordu. Sami “Öyle de söylenir! ”demiş. Kadir geldi, bana “Danke schön! ”dedi. Ben de “Schönen Tag ncoh oder guten Tag. dedim. Kadir “Benden bu kadar, ver şu senin lugatı da birkaç söz de ben ezberleyeyim! ”dedi. Lugatın Sami Akıncı’da olduğunu, alırsan gene ona verirsin onunla öyle anlaştık! ”dedim. Sami duydu, Kadir, bana gel! ”diye çağırdı. Kahvaltıya gidince olağan üstü bir durumla karşılaştım. Süheyla öğretmen nöbetçi, masaların başında durup tüm öğrencilerle konuşuyor, yakından tanıdıklarına takılıyor. Yakınımızdaki masa başında Mehmet Yücel arkadaşa, ya spor yap ya da çok ye, boyuna göre zayıfsın! ”dedi. İsmet, o kurnazdır, işlerden kaytarmak için hem spordan kaçıyor hem de yemekleri seçiyor! ”dedi. Öğretmen İsmet’e “Sen şair misin kafiyeli konuşuyorsun! ”deyince birileri beni de göstererek, onlar akrabadır, şairleri var dediler. Öğretmen bana baktı, ”A biliyorum, Ankara’ya giderken konuştuk! ”deyip bizim masaya geçti. Yusuf Asıl güleç bir yüzle öğretmene bakınca öğretmen, “Bak ne güzel, boyuna göre kilosunu koruyan neşeli oluyor, değil mi! ”deyince, Hilmi Altınsoy “Öğretmenim arkadaşımız neşeli görünmek için sürekli gülüyor. O kadarı da fazla ! Hilmi sözünü bitirmeden, öğretmen, ”Neşeli insan kendini kontrol edebilir! ”dedi, bana bakarak, “Masa arkadaşlarını sen mi seçtin? hepsi neşeli! ”Bir an durdum”:   Onlar beni aralarına aldı! ”deyince Yusuf , Hayır öğretmenim o bizim aynı zamanda oyuncu başımız, biz onun yanındayız! ” öğretmen “Aaa, oyunda mı var? ”deyip gülerek baktı. Öğretmenim, top oyunu değil, milli oyunlar, zeybekler! ”Bu kez öğretmen , ”Onlar daha güzel ya, ben de öğrenmek istiyorum onları, kızlar da biliyor mu?  Yusuf tekrarladı, ”Öğretmenim sahiden bizim okulda en iyisini arkadaş biliyor, bizi o yönetiyor! ”öğretmen, bana bakarak, o benim elimde, oyunları öğretirse kemanını dinlerim! ”dedi yürüdü. Öğretmen yandaki masada konuşurken arkadaşlar, ne iyi öğretmen, ne kadar da genç dediler, durdular. Mehmet Yücel, kulağıma eğilerek, ”Bu öğretmen sana keman değil hepimize güle oynaya davul bile çaldırır! ”deyip gülerek gitti. Kalkınca herkesin bakışları öğretmen tarafına kayıp kayıp gitti, döndü. Yolda gidenken hep ondan söz edildi. İşin ilginci onun kadınlığı yönünden kesinlikle hiç söz edilmedi. Güzel konuşması, takılması, büyüklük göstermemesi, üstüne fikirler yürütüldü, yorumlar yapıldı. Arkadaşları dinledikçe, bakışlarımız arasındaki farkı düşündüm:  Ben bunları geldiği günlerde gördüm, arkadaşlar yirmi, gün sonra fark etmeye başladılar. Bir ara çalışırken müzik öğretmeninin oyun öğrenme sözünden edildi. Ben bunun hemen olacak bir iş olmadığını, onun ancak önce kızların öğrenim, kızlarla başarılabilineceğini anlattım. O da ancak dersler başladığı zaman düzenli çalışmalarla olur! ”dedim. Bizim çalışmalarımızı örnek verdim, günlerce toz toprak içinde lay lay lay çekerek külhanda kalgıdığımız anlattım. Yusuf kimi itiş kakışımızı anımsattı. Öğendik ama kolay da olmadı. Öğretmen kiremit geleceğini söylemişi bir süre onlar bekledi. Biz, Orhan’ı da alarak Yapı atölyesinin eksiklerini tamamlamaya gittik. İskeleleri kurduk. İşimiz tamam olunca öğretmen, ”Haydi şimdi iş ustalığa geldi, Kiremitli binalar penceresiz olmaz, kapıları, pencereleri en kısa zamanda yerlerine takalım. ! ”dedi. Kapılarla pencereleri dört kişi nasıl yapacağımızı düşünmeye başlarken öğretmen bizim sınıfın tüm arkadaşların katılacağını ekledi. 8. sınıflar bundan böyle bizimle çalışacakmış, yani onlar da Ali öğretmenin öğrencisi olmuşlar, birkaç öğrenci daha alacakmış. Kapılar, pencereler bitene dek biz atölyede çalışacakmışız. Buna çok sevindim. Beş arkadaş, kapıların, pencerelerin resimlerine bakıp ölçüleri aldık, gereken parçaları ayırdık. Çoğunlukla tahtalardan kalaslardan temiz parçaları seçtik. Öğretmen kiremit işi bitmeden makineleri açtırmadı. Öğretmene, Lalahan’a gitme işini sordum. Öğretmen ona şimdilik gerek kalmadı, ilerde belki gideriz! ”deyip güldü. Sabahki müzik öğretmeni övgüleri unutuldu gitti. Oysa ben hep onları düşünüyorum. . Öğretmen arkadaşlara takıldı. ancak bana söyledikleri onlardan biraz farklı, ya da ben öyle algılıyorum. Ne demek “Masa arkadaşlarını sen mi seçtin? ””Onun kemanını dinlemem! ”Ankara’ya giderken konuştuk! ”Kendime pay çıkarmaya çalıştığımın da farkındayım. Bakalım bugün gelince arkadaşlar için bir şey söyleyecek mi? Belki de nöbet nedeniyle gelmeyecektir. Süheyla öğretmen sabahki gibi gezmedi. Dahide öğretmenle yemek yedi Namık öğretmenle konuştular Namık öğretmen el kol işaretleriyle bir şeyler anlattı. Yusuf’a, dün öğretmenin beni dinlemediğini bugüne bıraktığını söyledim. Yusuf öğretmenin kendisiyle konuşmasından çok hoşnut olmuş, bana öğüt vererek “Git1”dedi. Bu çok iyi bir öğretmenmiş, öteki gibi bunu da gücendirmemeliymişim! ”Canım Yusuf, sen neredesin ben neredeyim, içimi bir bilsen! ”Kemanı alıp gene uzak uca gittim. Arif’ler bu kez benim tarafa gelmediler, nedense başka gelenler de olmadı sanırım çalışanlar azalmış gibiydi. Öğretmen nöbetçi, nasıl olsa gelmez mi dediler, yoksa öğretmen sahiden mi gelmeyecek! ”derken öğretmenin geldiğini gördüm. Nahide öğretmenle kızların oraya girdi, az sonra da çıktı, hiç duraksamadan doğru bana geldi. Rahat çalışmayı seviyorsun, haklısın seslerin net duyulması için sakin yerler gerekir! ”dedi, okuldaki çalışmalarından, ayrı odalarda çalıştıklarından söz etti. Kemanı aldı, akordu bozulmamış, iyi koruyorsun belli dedi ama gene de bir süre akorduyla uğraştı. Parçayı baştan sona çaldı. ”Benim çalışıma bakıp paniklemek yok, sen öğrencisin ben öğretmenim! ”dedi güldü. Başlangıçta bir iki tökezleme yaptım, yarıdan sonra kendimi verdim, çaldığımı ben bile beğendim. Öğretmen “Güzel, çok güzel! ”dedi. Baş tarafları tekrarla dedikten sonra, çaldığım parçanın ön sayfasındaki 2 vuruşluk nota sayfasını verdi. ”Tempo bildiğin için bir vuruşlukları kolay yapıyorsun, iki vuruşlu, dört vuruşlu notaları da çalışacağız, bunları küçümsemek yok! ”dedi ayrıldı. Arkasından bakamadım. Ben de arkamı dönüp, az önce tökezlediğim parçayı bastıra bastıra çaldım. Öyle sanıyorum ki öğretmen benim sinirli sinirli çalışımı duydu. Ancak doğru çaldığımı az önceki tutukluğu yapmadığımı biliyordum. Daha sonra yeni sayfayı açtım. Çok kolay geldi. Kaç gündür çalıştığım parçanın ağır temposu. Aynı notalar:  Biri dörtlük, biri ikilik. Belki d beni denemek için verdi, diye düşündüm. Fark edip etmeyeceğimi denemiş olacak. Zil çalınca bıraktım. Öğretmen son köşede fazla kaldı, onun gitmesini bekledim. Kızların oraya girince kemanı yerine koydum. Nöbetçi Kadir, çadır yakınındaki konuşmaları dinlemiş, ”Çocuklara seni övdü, örnek gösterdi! ”dedi. Kadir’in duyabileceği yakınlıktaydılar , biliyorum. Kadirin söylediğine bu yüzden inandım, sevindim. Arkadaşlara yetişmek üzere hızla yürüdüm. Her şey bir yana kemana girdiğime pişman olmayacağım. Az da olsa keman da çalarsam belki ilerde işime yarar. Arkadaşlar geldiğimi görünce önce duraksadılar, ben, beklemelerini beklerken yürüdüler. Meğer arkadan öğretmenler geliyormuş. Sili Usta, Mustafa Güneri ile Namık öğretmen birlikte bizim atölyeden başlayarak, öteki atölyelere bakıp inşaatlara gittiler. Öğretmen bize”Biz işlerimize devam ediyoruz! ”dedi. Bana, ”Motoru yarın çalıştıracağız, bugün buraları toplanıp temizlensin! ”dedi. Öğretmen, 8. sınıftan katılanların adlarını söylerken. Ahmet’lerden birine:  ”Senin soy adını tam anlayamadım, Ünal mı, Önal mı, yoksa Önol mu?  diye sordu. Ahmet, ”Önal! ”deyince “Arkadaşların Ünal diyorlar, Ünal daha anlamlamlı ondan mı? diy sordu. Ahmet kesin bir şey söyleyemeyince arkadaşlar söze karıştılar. Ünal’ın, Önal’ın anlamlarını açıkladılar. Yusuf Asıl bir de bizin sınıftaki Ali Önol’un soyadını ortaya getirdi. Öğretmen güldü, ”Çocuklar, bakıyorum da siz dersleri çok özlemişsiniz, gelin şu işleri biran önce bitirelim de derslerinize kavuşun! ”deyip konuşmayı kesti. Biz kendi aramızda konuştuk:  Gerçekten dersleri özledik! ”Mart ayında yeni göç sözü edilince dersler tavsamıştı. Nisanda iyice bırakıldı. Buraya gelince bir ay kadar yarım yantalak bir iki ders sürdü, işiler orada bitti. Sözde okuma saatleri var ama kim ne okuyor, bekli değil. Kitaplığı olmayan bir yerde kimler nereden kitap alıp okuyacak! Recep Kocaman da bu bakımdan dertli, ”Sen gene bir şeyler bulup okuyorsun, biz çoğumuz okursak daha önce okuduklarımızı okuyoruz. İçimizde hiç okumayanlar var. Onlar neredeyse okuyup yazmayı da unutacaklar! ”dedi. Buna güldük:  Okuyup yazamayan öğretmen!  Olur mu olur. Eski hocalarda böyleleri vatmış. Fikret Madaralı öğretmen bir paşadan söz etmişti; 7-8 Hasan Paşa. Paşa olmuş ama okur yazar değilmiş. Eski yazıyla yediyi sekize bağlayıp imza olarak kullanıyormuş. Bu nedenle adı Yedisekiz Hasan Paşa olmuş. Hasan Üner, ”O adam gene karmaşık bir imza kullanmış, ben unutursam sadece bir kullanırım! ”dedi. Hep güldük bu kez herkes kendine bir sayı imza seçmeye başladı. Yusuf Asıl sıfırı seçti. Bu kez de sıfırın düzgün çizilmesi söz konusu oldu. Yusuf biraz düşünüp ona çare buldu:  Yanında iki kalem taşıyacak, kalemin birinin etrafında öbürünü döndürecek. Bu kez de Yusuf’a ad takıldı, İki kalemli Paşa. Yusuf paşa olmayacağını söyleyince ad yerini buldu; İki kalemli öğretmen. Mektup adresi de duyuruldu:  Yusuf Asıl, İk kalemli öğretmen/Büyük Manika-Saray/Tekirdağ…Yusuf bundan mutlu olacağını söyledi. ”Herkes bir kalem taşırken, bende iki kalem olduğuna göre hiç kimse okur yazar olmadığımı düşünmez! ”Yusuf memnun ama bu kez sorular başladı:  ”Çocuklara ne öğreteceksin? Yusuf, benden yardım istedi. Ahmet Rasim’den, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan, Ömer Seyfettin’den geçen yıllar okuduğumuz parçaları anımsattım. Onlar gibi davranır, bilgisizliğini saklarsın! ”Yusuf bir an düşündü:  Yok yok, bunları ben yapamam, en iyisi bunları siz yapın! ”deyip başlattığı şakayı kesti. Ölçü dışım kalan kalas uçlarını, kollu testerelerle kestik. Elimizdeki işimiz bitmek üzereyken kiremit geldi. Ali Yılmaz öğretmen, ”Dizmek yarına kalacak ama indirme zorundayız, hep beraber deyince, hepimiz kamyona koştuk. Kamyonda çalışan iki kişi kiremitleri bize uzattı, atölye arkasındaki boşluğa yığdık. Oldukça gecikmeli paydos ettik. Öğretmen takıldı:  ”Ben sizi her zaman önce bırakıyorum, bu zamanları topladım, tamamı tamamına bu kadardı! ”dedi. Ben , bugün keman çalışamadığıma üzüldüm ama, Kadir’in söylediklerini anımsayınca ”Bu akşam da böyle geçsin! ”deyip arkadaşlarla dersliğe gittim. Daha önce gelenler yeni ekiplerden söz ediyor. Ben girince sordular, Akçadağ neresi? Bilmediğimi söyledim, ”Nereden bileyim, Malatya diyorlar ama, Malatya’nın doğuda olmasından başka bir bilgim yok! ”dedim. Ben böyle deyince “Sen şimdi onlarla konuşur, arkadaş edinirsin. diyen oldu. Bunu yapacağımı, ancak bunu yapmak için onlardan da istekli olması gerektiğini açıkladım. Savaştepe ile Aksu ekiplerinde kimseyle anlaşamadığımı da eklerdim. Mehmet Yücel, ”Üzülme biz hiç biri ile anlaşamadık, elalem, gelip insanın boynuna sarılmıyor. Biz de kendi dırdırımızla yetinip kimseyle ilgilenemiyoruz. Böylece günler geçiyor, gelenler gidiyor! ”dedi. Konuşanların içinde aklınca benim yaptığımı küçümsemeye çalışanların olduğunu biliyorum, onlara aldırmadan Mehmet Yücel’e “Üzülme arkadaşım, bana mektup gelince sana da okur, haberleri birlikte öğreniriz. Akçadağ için de telaş etmeyin ben oradan da arkadaş bulacağım. O bana yazınca size sorduklarınızı açıklarım! ”Birileri güldü, birileri de anlaşılmaz seslerle tepkilerini gösterdiler. Sefer Tunca mandolinle geldi. Akordu bozuldu, Abdullah yok mu? diyerek girdi. Abdullah yok, ”Ver arkadaşım ben bakayım! ”dedim. Sefer şaka olsun diye, ”Bu mandolin, keman değil! ”dedi. İdris Destan, ”A A A, sen onun mandolin çaldığını bilmiyor musun? ”diye sordu, mandolini Sefer’den alıp bana verdi. Mandolini akort ettim, Hidayet Gülen öğretmenden çok dinlediğimiz Kafkas dansını mandolinle çaldım. Arkadaşlar o melodiyi yıllardır dinlediler, biliyorlar. Trayyy lay lay lalalala lay lom, diye başlayıp gidiyor. Tam olmasa bile öğretmene öykünerek parçayı çaldım. Bir çok arkadaş alkuışladı. İdris’e çal dediler. İdris o parçayı çalamadığını söyledi. Tam bu sıra Abdullah Erçetin geldi, ondan istediler, Abdullah da daha onu çalamıyorum deyince bir sessizlik oldu. İsmet, sevinçli bir sesle “Dayım mandolinde de birinci! ”diye bağırdı. İlginç bir yanıt geldi, yanıt sahibi Sami Akıncı. ”Birini yapan öbürünü de yapar! ”Gülenler çıktı ama yeterli bir karşılık görmedi. Ben mandolini bıraktım. Başka çalmaya ne gerek var, işte gördünüz, biri çaldım, arkadaşın dediği gibi birini çalan öbürünü de çalar! ”Sami bu kez yanlış anladın, ”Ben çalışıp birini beceren yılmaz başka girişimlere de kalkışır, başaracağına inanmıştır! ”demek istedim, falan dedi ama, gürültüde kaynadı gitti. İdris, benim Kepirtepe’de önce mandolin çalıştığımı anlattı, birlikte çalıştık, ben bıraktım, o bırakmadı, ilerletti! ”dedi. Bu küçük olay benim bir kez daha düşünmeme neden oldu. Arkadaşların bir kaçıyla;  ki bunların 6-7 kişiye dek ulaşabilir, ne yapsam sıcak ilişki kuramayacağım. Gerçi onlar herkese karşı öyle ama beni, ben ilgilendirdiği için kendimi düşünüyorum. Bunlarla arkadaşlık kurmak için harcanacak çabalar sonuç vermeyecek. İyisi mi, kestir at, sen de onların yaptığını yap, en küçük kusurlarını görmezden gelme, yüzlerine vur. Yaptıklarını tüm çıplaklığıyla yakala, yalan, yanlış katma, yani gerçekten uzaklaşma, onlardan da sevimli hareketler bekleme! ”Onlar Sami Akıncı’yı kendilerinden sayıyor. O zaman Sami’yi de onlardan ayırma, varsın o da onlardan olsun! Açtım defterime bunları yazdım. Fettah Biricik, Ali Önol, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçi, Ali Güleren, Sami Akıncı, Bunlardan başka iki arkadaş da iki arada bir derede:  İbrahim Ertur, Mehmet Başaran. İbrahim Ertur, hemşerilik bağıyla onlardan uzaklaşamıyor. Ancak benim ona daha ilk günlerde başlayan yakınlaşmama da sırt çeviremiyor. Mehmet Başaran, anlaşılır gibi değil, köylüsü Mehmet Yücel’e olan hoş görüm yüzünden bana soğuk davranıyor. Hiç önemsemiyorum ama giderek benden uzaklaşıyor, özellikle de onların yakınlarında oturup, onlardan biriymiş görünümüne giriyor. Bu nedenle ben de onu eskiden olduğu gibi çalışma grubuma almıyorum. Eskiden bir işe yaramasa da alır aramızda olmasını sağlardım. Bundan böyle ona da ötekilere baktığım gözle bakacağım. Arkadaşlar, bu gelen ekiplere de Hoşgeldin’e gidilsin, onlara okulumuz tanıtılsın, gelirse onlar da okullarını bize tanıtsınlar! dediler. Ben gönüllü olarak bir ekibe gitmeyi istedim. İsmet Yanar’la Bekir Temuçin görevlendirildi, onlar kimleri kimlere göndereceklerini saptayacaklar. Sonradan aklıma geldi, ben kendimi Kızılçullu’ya saklasam daha iyi, olacak, diye düşünüp numaramı sildirdim. Yatarken uzun süre “Hangi okulu tanıtacağız?  tartışması yapıldı. ”Hasanoğla’nın nesini tanıtacaksınız? gelenler zaten ne olduğunu görüyor, tanıtılacaksa Kepirtepe tanıtılmalı!

“Kepirtepe’yi özledim mi? ” diye kendime sordum. Öğrenciler orada olmayınca Kepirtepe’yi düşlerimde canlandırmakta zorluk çektim. O yeri ben okul kurulmadan önce de görmüştüm. O durumu da bir boşluktu, şimdiki durumu da. Okul müdürümüzü oralarda dolaşır gibi tasarlamaya çalıştım. Önünden otobüsler geçen bir binadan başka bir şey gözümde canlanmadı. Tüm öğrencilerle oraya dönmeyi düşledim. Bu kez de, ”Olacaksa bari Süheyla öğretmenin de gelmesini istedim. Öyle olunca Kepirtepe benim için Ankara’dan bile çekici olacak. Ya öğretmen, ayrılıp Ankara’da kalırsa? Şerif Baykurt geldi aklıma, öğretmen, hem de resim öğretmeni Şerif Baykurt, bana, ”Hemşerim, arkadaşım diyen Şerif Baykurt. Pehlivan amcayı tanıyor, ”Hem sinemacı hem de kahveci! ”diyen Şerif Baykurt. . Bundan sonra onunla hep karşılaşacağız. Kepirtepe’ye dönersek, sanırım oraya da gelecektir. Hiç aklıma gelmedi, kesinlikle Vahit Dede’yi tanıyordur. Bak onu sormadım. Vahit dede bana, ”Beni Kırklarelili kimden sorsan tanır! ”demişti. İşte bir Kırklarelili gördüm sormayı anımsamadım; kendi kendime utandım. İnsanlar tanışıyorlar, ayrılıyorlar sonra da unutuluyorlar. Sabit Soysal öğretmen, kardeşi Hüseyin şimdi nerelerde? Ahmet Gürsel öğretmen gene Kırklareli-Kavaklı’da mı? Matematik çalışmalarını bıraktığımı anımsadım, içim cızladı. Süheyla öğretmen çalışır yüksek öğrenime gidersin diyor. Nasıl çalışacağım ki, logaritmelere gelip saplandım. Öğretmen mektupla yardım edecekti. Buralardan öğretmene mektupla soru sormaktan çekindim. Daha doğrusu utandım. Asker olamasa gene düşünürdüm ama asker. Hem de “Seyyar kıta! diyor. Selçuk Korol öğretmenden sordum, ”Gezginci birlikmiş, belli bir yerde çok az kalıyorlarmış. Ahmet Gürsel Öğretmen onun da arkadaşı, o da mektup yazamıyormuş. Selçuk Öğretmen ne düşündüyse “Onlar can derdinde! ”dedi. Bunu duyunca bir daha Ahmet Gürsel Öğretmeni ondan bile soramıyorum…

 

20 Ağustos 1941 Çarşamba. .

 

Uyanınca, bugün günlerden nedir diye sordum. Bilerek sorduğumu anlayanlar oldu. İdris, ”Sen bu günün ne oluğunu biliyorsun, bırak onu da söylemek istediğini söyle! ”dedi. Peki, deyip söyledim:  Ben bir zaman öğrenciyken çarşamba günleri öğleden sonra tatil olurdu! ”dedim. Bir çok kişi birden yanıt verdi. ”Ohooooo, sen Sultanhamit günüden söz ediyorsun! ”Karşı durdum, ”Ben Sultanhamit zamanı yaşamadım, ben Cumhuriyetten söz ediyorum, Atatürk zamanından 1935-36 yıllarından! ”dedim. Mehmet Yücel, “Dayı sayıklıyor, Atatürk öldü, şimdi Çoban Mehmet zamanı! ”dedi. Mehmet Yücel’den başka herkes güldü. “Çoban Mehmet, çarşamba perşembe dinlemiyor, o cumartesiden geçtik pazarı bile kaldırdı! ” dediler. . Benim de amacım buydu:

-Çalışmayız diyen takımı bakalım buna ne diyor?  “Hani çalışmayacaktınız! ” demeyeceğim ama, onlar kendilerine bunu soracaklardır. Bunun arkasında onların derslere de çalışmama isteği gibi, çalışanları kınama isteği de yatmaktadır. Konuyu açışım iyi oldu;  içlerinden bazıları, “Herkes çalışırken bizi neden yatırsınlar? ” sorusunu getirdi. Kimileri de bizim öteki ekiplerden çok iyi olduğumuzu, Kepirtepe’nin yer olarak da sandığımız kadar kötü olmadığını anladıklarını söylediler. Buraya gelmeden önce Kastamonu –Gölköy’de sütün, meyvenin bol olduğunu bir yazıda okuyunca oraya heveslendiğimizi, oysa Gölköylüleri, hele onların Çoban Mehmet’i çok beğenmelerini görünce oransının da gözden düştüğünü söylediler. Yeni gelen Gönen içinse, Ömer Uzgil öğretmenin onları çok sıktığını, çocukların asker gibi davrandıklarını, öne sürüp eştirdiler. Öğretmenleri de öğrenciler gibi disiplinli, öğretmenlerin öğretmenler arasında değil öğrenci masalarında oturmasının Ömer Uzgil Öğretmenin fikri olduğunu öne sürdüler. Ömer Uzgil Öğretmenin bize de uygulamaya çalıştığı kimi yöntemleri anıp o zamanki tepkileri ortaya getirdiler. Bu arada “O zaman biz şuna karşı şunu, buna karşı da bunu yapmıştık diyen olunca bu kez birileri de “O öyle değil, onu müdür Nejat İdil böyle yapmıştı diyerek gerçekleri ortaya getirdi. Kahvaltı boyunca bunlar konuşuldu. Bu arada ben, değişik bir konuyu ortaya getirdim. Tarihte okuduk, lise kitabına da baktım, bu yılda gene okuyacağız, Atina, Isparta savaşları, uygarlıkları var; o Isparta ile bu Isparta arasında nasıl bir ilişki var. İkisi de aynı Isparta olamaz; çünkü o Isparta Yunanistan’da. Hilmi Altınsoy hemen yanıtladı:

-Yaa, abi, bu çocuklar ne bilsin onları, bunlar daha bir yıllık öğrenci, iş yapmaktan belki daha tarih bile okumamışlardır. Sorman bir şey değil, yanıt alamayacaksın ama, çocuklar belki utanacaklar! ”dedi. Bu kez de benim sorum tartışmaya açıldı; bunun yanıtını sen nasıl veriyorsun? Benim yanıtım açık:

-Bilmiyorum, bilsem sormam. Bakın Ömer Seyfettin’in orada doğduğunu biliyorum, şimdi kalkıp onu sorar mıyım? Bu kez de bana, “Ömer Seyfetttin’in orada doğduğunu nereden biliyorsun? ” diye sordular. Birlikte okuduğumuz öyküsünü anımsattım. O öyküsünde söze, “Ben Gönen’de doğdum! ”diye başlıyordu. Bu arada, “Hangi öyküsu? ” sorusu geldi; Hasan Üner yanıtını hemen verdi:

-And, “Ben Gönen’de doğdum! ”diye başlıyor…Bu kez, Gönenlilerin Ömer Seyfettin öykülerini iyi bilecekleri öne sürüldü. Ben Ömer Seyfettin’in 6-7 kitabını okuduğumu, Hasan 9 kitabının olduğunu, bunların hepsini okuduğunu söyledi. Bu kez de arkadaşlar Hasan’la beni, Gönenlilerle tanışma temsilcisi adayı olmamızı önerdiler. Kahvaltıdan kalkınca Hasan’la anlaştık. Temsilci olarak gitmesek bile kendimiz konuşuruz. Hemşerileri Ömer Seyfettin’i sevmemiz onlar için bir yakınlaşma nedeni olacaktır. Çalışmaya başlayınca da bir süre bunu konuştuk. Bugün işimiz zor, kapı, pencere çerçeveliklerini kesiyoruz. Makine sesinden konuşmak olası değil. Yusuf da bizimle. Hasan Yusuf’a takılıyor, ”Sen arada git, dolaş gel! ”Yusuf, “İlk kez çok önemli bir iş yüklendim, onu yapmadan bırakmam! ” deyip hesap topluyor. Ali Yılmaz Öğretmen üç kapı ile 12 pencerenin tüm parçalarını saptama görevini ona verdi. Ben, “Sakın kasalarını unutma! ”dedim. Arkasından öteki arkadaşlar da bir yığın uyarıda bulundular, pencerelerin vasisdasından, kapıların kilitlerine dek hesaplamasını istediler. Mehmet Aygün burada da durmadı, rüzgarda kapanmaması için takozla güneşlik perdelerini de ekledi. Yaklaşıp baktım, doğru başlamış, önce bir pencere ile bir kapı çizmiş, bunlara göre ötekilerinin sayısını ekleyecek. En doğrusu bu. Ali Yılmaz Öğretmen de sesten çekiniyor, arada bir gelip, öteki arkadaşların yanına gidiyor. Mazotun bitmek üzere olduğunu gördü, “Öğleden sonra rende işine elde başlarsınız! ”dedi. Yemeğe dönerken özellikle Gönenlilere yaklaştık. Yolda soru falan sormayacağız ama olanak bulursak öğretmenimiz Ömer Uzgil’i çok sevdiğimizi söyleyeceğiz. Ancak onlar öğretmenleriyle topluca yürüdüğü için aralarına girmekten çekindik. Önümüzde giderlerken onlar da dönüp dönüp bize baktılar. İçlerinden biri, eğilip ayakkabısıyla oynadı, tam o sırada da gidenlerden biri dönüp “Veli koş! ”dedi. Çocuğun adının Veli olduğunu duyunca ben, “Aaa, bakın onlarda da Veli adlılar var! ”dedim. Çocuk, duraksadı “Benim adım Veli! ”dedi. Ben, ”Bizde hiç Veli adı yok, oysa bizim köyün yarısının adı velidir. Gelenlere hep bunu soruyorum, yalnız Pazarören ekibinden Veli adı çıktı. Şimdi bir sen oluyorsun! ”dedim. Çocuk yavaşladı, “Bizim okulda da çok değil, bizim sınıfta iki Veli var ama öteki sınıflarda beş altı olabilir! ”dedi. Ben bu kez “Nebi adlı da var mı? ”diye sordum. Çocuk Nebi de var, ama bizim sınıfta değil! ”deyip uzaklaştı. Arkadaşlar bana “Ne adamsın, allem ettin kalem ettin çocuğu konuşturdun, bari oldu olacak Isparta’yı da sorsaydın! ”dediler. Ben biraz da kabararak:

-Yok, Isparta’yı öğretmenlerinden soracağım!

Yemekte konu oldu, öteki arkadaşlara da anlattılar, çocuğun ayakkabısı için eğilince adı çağırıldığını, adını duyunca sorulduğunu, çocuğun konuşturulduğunu gülerek anlattılar. Süheyla Öğretmen yemeğe gelmemiş, hiç yorum yapmadım, Yusuf’a “Bugün beraberiz, biraz hareket etmek istiyorum! ”dedim. Yusuf sevindi Ahmet’e de işaret etti. Zaten onlar hazırmışlar, Hasan Gülümser koşarak akordiyonu aldı, getirdi. Gelince de bizim nöbetçi Mehmet Başaran’a yağdı esti. Başaran akordiyonun alınmasına izin vermemiş. Hasan, “Ben yabancı mıyım, o beni tanımıyor mu? ”diye biraz söylendi. Çaldık, oynadık. Tam bir oyun ekibi olduğumuza da iyice inandık. Yusuf’la Ahmet Güner usta başıları. Oyun bitiminde Hasan Gülümser akordiyonu götürmek istedi. Bu kez arkadaşlar, Mehmet Başaran’ın akordiyonu geri almayacağını söylediler. “Hasan, bırakın bu kez döveyim onu! ”dedi. Ahmet Güner, “Zayıf göründüğüne bakma çok kavgacıdır, seni, bir güzel döver! ”dedi Hasan buna inandı, “Vazgeçtim öyleyse götürün akordiyonunuzu! ”deyip ayrıldı. Akordiyonu bırakıp çıkarken Gül'le karşılaştım, Süheyla öÖretmenin evinden geldiğini söyledi. Arkasını dinlemek istemedim, “Herhalde Şerif Baykurt geldi, anlaştılar! ”deyip kestim. Oysa Gül gülerek başka şeyler anlattı. Öğretmen yeni geldi ya, köylü bayanlar, “Hoş geldin! ” için gelmek istemişler. Nahide Öğretmenle kızlardan bir grup da Süheyla Öğretmene yardım için orada bulunmuşlar. Köylü bayanların ev işleri nedeniyle bu buluşma saati de özellikle öğleye getirilmiş. Gül bu olaya güldü, ben de çaktırmadan, kendi kendime; i olmak üzde kimiz de gülüşerek ayrıldık.

Arkadaşlara yetiştim, Bizden az sonra öğretmen geldi. Mazotumuz varmış. Kamyon erzak getirdiğinde iki bidon mazotu da yönetim binası önüne indirmişmiş. “Az sonra gelecek! ”dedi. Yusuf kesim için hazırladıklarını öğretmene gösterdi, bize verdi. Kapı kanatları için 12 uzun, 12 kısa kolon, 2 metre, 1 metre boylarında. En zevkli işlerimizden biri, uzunca kalın ağaçları planyadan geçirmek. Harun’la Recep geçme çizimcisi. Geçen yıllar bunları gene bizler yapmıştık. “Lüleburgaz’daki uğraşlarımız! ”derken İrfan Öğretmeni anımsadım, yeni gelmişti. Bizi arkadaş sayıyor, arkadaş gibi konuşuyordu. O zaman ben, ”Az geçsin bakalım, o zaman da böyle bizi hoş tutacak mı yoksa gerçek yüzünü çıkarıp azarlamaya başlayacak mı? ”diye sormuştum. Hiç bile benim korktuğum gibi olmadı. Tam tersine giderek iyi oldu. Giderek de bana bir ağabey gibi davrandı, ince uyarılarla beni daha doğru yola yöneltti. Sanki İrfan öğretmen burada olsa ben şimdikinden çok daha rahat olacağım çok daha başarılı çalışacağım. Ali Yılmaz öğretmeni de sevmeye başladım ama, araya giren kimi soğukluklar kolay kolay ısınmıyor. Öğretmen Hasan’ı Yusuf’a yardımcı aldı. Mehmet Aygün’le çalışıyoruz. Mehmet Aygün kimi günler çok sessiz durur. Kimi zaman da Yusuf’la yarış eder. Bunun nedenini sordum, yanıtı şöyle:

-Yusuf konuşunca ona olanak hazırlamak için susuyorum. O konuşmadığı zamanlarda ise ortalık boş kalmasın, diye konuşuyorum! Parçaları çizime hazırladık, öğretmen bir örnek verip Salih’le Harun’a devredecek. Öğretmen başlamak üzereyken Yusuf öğretmene sordu:

-Üst pencerelerin birileri açılıyor, birileri açılmıyor. Öğretmen açıkladı

-Demircilik atölyesi açılacak, ötekileri açılmayacak. Öğretmen Yusuf’a dikkatinden dolayı “Aferin! ”dedi. Korniş işine yarın başlayacağız. Salihler yarını yarına bıraktı. Biz de pencere keseklerine yarın başlayacağız.

Paydos olunca Yusuf geldi koluma yapıştı, “Gel bu akşam, Akçadağlılara takılalım, bakalım onlarda Veli var mı? ”Ben “Yok onlardan Veli sormayız! ”Ne soralım?  “Sen bir ad seç, onu soralım! ”Yusuf ad düşünmeye başladı. Ben , “Düşünme ben buldum! ”dedim, Yusuf olsun. böylece sana bir arkadaş çıkmış olur. Yusuf durdu, düşündü, “Ama ben onunla ne konuşayım? ”Yusuf’un bu “Ne konuşayım? ” sözüne arkadaşlar hep güldüler:

-Sabahtan akşama, akşamları yatasıya urmadan konuşan sen, bir arkadaşla ne konuşayım? diyorsun ha? ”dediler. Yusuf razı oldu. Soruyu gene bana sordurmak istedi, razı oldum.

Şansımız yardım etmedi, bu akşam ad soracak bir durum olanağı bulamadık. Masamızın önünden geçen iki yabancı çocuktan birinin ötekine Şükrü dediğini duydum. Şükrü ad bizde var. 8. sınıfta Şükrü Akdeniz, nöbetlerden tanırım. Hasan anımsattı başka bir Şükrü daha varmış. Olmazsa biz de Şükrü ararız. Güldük, Yusuf bu kez kendi adının sorulmasını istedi. Yusuf adı sorulmasına kesin karar verildi. Burada sorup uzun konuşamayabiliriz; biz gene yolda falan karşılaşınca soralım. Dersliğe gidince bu kez tarih kitabını açık Isparta ile Atina savaşlarına varana dek o bölümleri okudum, harita da yerlerini buldum. Anadolu Isparta’sıyla hiçbir ilgisi yok. Bu kez de aklıma Ispartalıların çocukları sıkı eğitimden geçirmeleri takıldı. Bunu şakaya getirip, Ömer Uzgil Öğretmenin öğrencilerini Isparta eğitimi uyguladığını söyledim. Bu sözüm çok ilgi çekti. Sami Akıncı, açıklama yapmak gereğini duy muş olacak, Ispartalılardan söz etti. O terbiye sonucu Atina’yı yendiklerini överek anlattı. Isparta, Ispartalılar, gönenliler derken yat zili yetişti. Yatarken, Halil Basutçu bana, “İyi ettin, bu kez yararlı bir oyun buldun, kimse tartışma açamadı, kimse karşı koyamadı; güzel bir tarih dersi oldu! ”dedi. Güldüm, “Yarın geceki daha güzel olacak! ”Halil güldü, “Haydi onu da görelim bakalım! ”İçimden:

-Ne olacak ki? deyip, başımı yastığa koydum. Veli ya da Yusuf adlarından bir oyun daha kurabiliriz belki. Ayrıca Ispartalılardan Ömer Seyfettin üstüne de bilgi alabiliriz. Bu da bizi bir akşam tartışmasız oyalar, bilgilerimizi tazeleriz. . Kitabı elimizde yok ama Ant öyküsünü çok iyi biliyorum. Ant’ı düşünürken oteki öyküleri anımsadım, Çiroz Ahmet, Koca Ali, Mermer Tezgah, Tos, Piç, Başını Vermeyen Şehit, Kaşağı, Kurbağa Duası, Nakarat, Tuhaf Bir Zulüm derken gelip dayandım, hiç unutamayacağım, yeni olmuş gibi içimi sızlatan Bomba ile Beyaz Lale. Bu iki öyküde de iki kadının karşılaştığı acıklı durumlar. Biri ölüyor, öteki ölümden daha kötü bir durumda kalıyor. Öykü olduklarını biliyorum ama sahiciymiş duygusuna kapılıyorum. Kuyucaklı Yusuf’u okuyunca da bu acıyı duymuştum. Annesiz büyümüş olmamdan mı böyle düşünüyorum bilmem! Kadınların acı çekmeleri beni çok derinden etkiliyor. Germinal’i bitirdiğimde, yüzlerce insan ölmüş, bir o kadarı perişan olmuştu. Ancak ben kitabı kapattığımda çocuklarını kaybeden anne Maheude'yi düşündüm, bir süre gözlerimin önünde canlandı, yaşıyor olmasına karşın onun için gözlerim yaşlandı, elimde olmayarak ağlamak istedim, sanırım ağladım da….

 

21 Ağustos 1941 Perşembe. . .

 

Mehmet Yücel “”Arkadaşlar, nöbetçimiz uyku severdir, onun nöbetinde uyuyabilirsiniz! ”dedi. “Sen ne uyumuyorsun? ”diye soranlara, “Ben size bunu duyurmak için kalktım! ”deyince yalancı, sahtekar sözleri yükseldi. Mehmet Yücel:

-Durun arkadaşlar, hata ettimse onun karşılığı bir söz söyleyin, bildiğiniz bütün kötü sözleri söylerseniz haksızlık etmiş olursunuz! Yakup, ”Susun arkadaşlar, İskelete en büyük cezayı ben veriyorum, kalkalı 2o dakika oldu. Zil, ben kalktıktan sonra çaldı! ” Mehmet Yücel, “Bravo, ben bu sabah yanılmışım, arkadaştan özür dilerim. Yanlış hesap Bağdat’tan döner! derler, ben sözümü geri alıyorum. ”İsmet:

-Oh ya, hem özür diledin hem de İskeletlik üstünde kaldı! Mehmet Yücel, “Bana Yakup öyle derse, ben de ona;

“Git, bir boy aynasında kendini gör. İskeletin ne olduğunu o zaman daha iyi anlarsın! derim” Arif Kalkan Yakup hemşerisini korumak için hazırlanmıştı, Mehmet Yücel’in yumuşak davranışını görünce, “Sen ne kurnaz arkadaşsın, seninle kimse cenkleşemez! ”deyip yürüdü. Mehmet Yücel de onu izledi, arkadaşlar gülüşerek kahvaltıya yürüdüler. Reşat Tekinay Öğretmen masamıza geldi, hatırımızı sordu, hepimizi iyi gördüğünü söyledi. Bana özel olarak, sordu(Kollarını açıp kapadı) “Böyle yapıyor musun? ”dedi. Benden önce Yusuf:

-O şimdi kemana başladı! deyince önce kaşlarını çatarak:

-O neyeymiş o, neden bıraktın? dedi. Dedi ama hemen sözü değiştirdi, gülerek:

-Anladım, çok isabetli bir seçim, (Elini ağzına koyarak, )çok iyi bir öğretmene kavuştunuz. Ne demişler:

-Bekleyen derviş muradına ermiş! İnşallah onu da bizimle birlikte Kepire götüreceğiz! ”deyip ayrıldı. Hilmi arkasından yorum yaptı:

-Müzik öğretmeninden söz etmek için geldi sana sataştı, sanma hatırını sordu, başka türlü onun sözün edemezdi! arkadaşlar Hilmi’ye çıkıştılar:

-Onun sevgilisi var, Nurefşan, o, ondan geçemez! Öğretmen gidince ben, kendi unutkanlığıma üzüldümü söyledim'Isparta adını öğretmenden sorabilirdim. Öğretmen tarih dersi okuttuğuna göre bu konuda bir bilgisi vardır. Hilmi Altınsoy bu kez de bana, “Bu öğretmen sizin hepinizin kafalarını dağıtacak! ”deyip kalktı. Hepimiz kalktık. Yusuf , dünkü konuşmalarımızı anımsattı, “Ya giderken ya da gelirken gözetelim! ”dedi. Son kararımız neydi? Akçadağlılardan Yusuf adlı öğrenci soracağız.

Atölyeye vardığımızda bizi bekleyen iki öğrenciyle karşılaştık. “Akçadağ ekibindeniz ! ” dediler. Öğretmenleri, el testeresi, çekiç ya da keserle beş on çivi istemiş. O sıra Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Çocukların söylediğini bu kez Yusuf bizim öğretmene söyledi. Öğretmen, “Ona gerek yok, (Yusuf’a) sen git, ne yapılacaksa iyi öğren gel, buradan gerekeni al isteneni siz yapın! ”dedi. Yusuf sevinerek gitti, geldi, Recep Kocamanla gittiler, paydosa dek gelmediler. Yusuf kendi işini gördü, diye sevindim, belki de bir adaş buldu konuştu. Gelince ilk kez onu sordum. Yusuf gülerek:  ”Yok yaaa, ben onu soramadım. Onların öyle konuşkan bir öğretmenleri var ki, bir dakika susmadan konuştu, analarımızı, babalarımızı bile sordu, bir de bizim keman çalan bir öğretmenimiz vardı ya onun da arkadaşıymış, uzun süre onu anlattı. Latif Yurtçu o da şimdi başka bir yere gitmiş! ”Yusuf’a üzülme sen şimdi çocukları tanıdın, birine sokulup sorarsın. Yusuf güldü:

-Öğretmen bizimle konuştukça öğrenciler bizden uzak durdu. Belki de bundan sonra beni görüp kaçacaklar! deyip güldü. Bu kez de Yusuf gülerek:

-Ben vazgeçtim bu oyundan; aralarında Yusuf olsa ne olacak olmasa ne olacak! Varsın onlar arasın beni!  dedi, yürüdü. Öğle yemeğinde Reşat Öğretmeni ayakta görünce nöbetçi olduğu anlaşıldı. Gelmesini beklemeye başladım. Gitti gitti bize doğru döndü. Konuk masaları önünde durdu uzun uzun konuştu. Sonunda gitti yemek masasına oturdu. Böylece benim Isparta sorusu başka zamana kaldı.

Kemanı alıp gene köşeme gittim. Arif’in grubu gene gelmediler. Onlar, öteden beri orada oturan 8 sınıflardan birilerinden yardım alıyorlar. Akort etme, tel takma gibi işleri onlar daha iyi yapıyormuş. Bence böylesi daha iyi. Gene en uzaktayım. Üstelik bugün öteki günler gibi öğretmenin gelmesini de çok istemiyorum. Gene de eski parçayı birkaç kez, yeni parçayı belki on kez tekrarladım. Bana göye yeni parçayı ötekinden daha güzel çalıyorum. Uzun yay çektiğimden iki tempo daha rahat uyuyor. Ne düşündüyse öğretmen gene önce bana geldi. Gelince de dün gelememesi nedenlerini anlattı. Önce katıla katıla güldü, “Çok komik şeyler oldu! ”dedi. Dillerini anlamamış, onun anlattıkları da onlar anlatmamış. Kendisini çok güzel bulmuşlar, ”Kraliçesin! ”demişler. O da okulunda güzellik kraliçesi seçimi yapılmış ama o ancak saç kraliçesi seçilebilmiş, onu söylemiş. Bu kez de, köylü teyzeler gülüşerek “Saç kraliçesi mi olurmuş? Saçın ne nedir ki? diye sorarak bir süre konuşmuşlar. Ara ara da “Sen bizim kraliçemizsiniz! ”demişler. Öğretmen, ”Bana bunu da yaptılar, zar zor bir kraliçelik kazanmıştım, yüzüme karşı saç kralıçesi mi olurmuş? deyip geçtiler. Süheyla Öğretmen bana bunları neden anlattı, anlamadım. Üstelik gülmem mi gerekiyor, yoksa vah, vah, vah deyip üzülmem mi? Sonunda güldüm, “Alışınca onları hoş göreceksiniz öğretmenim! ”dedim. ”Sahi alışacak mıyım acaba?  deyip kemanı aldı; akordunu yokladıktan sonra biraz çaldı. Schubert’i bililir misin?  ondan bir Rondo! ”dedi. Daha uzun bir bestesinin bir parçasıymış. Öğretmenin çaldığı bana oldukça uzun geldi. Meğer daha başka bölümü de varmış. Ben, Yusuf Paşa’nın saz semaisini ya da İzmir Marşına uzun derken bilmediğim daha neler varmış! Schubert Serenad var. Elimdeki keman metodu da Schubert. Güven içinde, “Biliyorum, metodum! ”deyip metodu gösterdim. Öğretmen başını kaldırarak “O başkası, Luis Schubert. Bu söylediğim büyük besteci Frans Schubert! ”dedi. Bu kez “Serenad? dedim, başıyla evet, işareti verdi, Serenad’ı çaldı. Akordiyonla çaldığımı söyleyince, “Onu kemana bırak! ”dedi, kemanı bana verdi. Yeni parçayı hiç aksatmadan çaldım. Öğretmen, çok beğendiğini söyledi. Bu kez bir sayfa daha öne aldı. dörtlük, ikilik karışık parçayı verdi. Bir kez de kendi çaldı. Bana öyle uzun bir çalışma gibi geldi ki, paydos oldu sandım. Oysa daha uzun zaman öğretmen öteki öğrencilerle uğraştı. Hemen hemen herkesle de ilgilendi. Az bekleyip kemanımı bıraktım.

Yusuflar daha külhandaymış, onlara katılıp iş gerine birlikte gittik. Öğretmenin bana anlattıklarını söylesem kimse inanmayacak. Üstelik anlatılanlardan anlam çıkaracaklar, aralarında konu yapıp sözü uzatacaklar. Saç Kraliçesi olması da güzel, ama o güzellik kraliçeliğini bekliyormuş, onu kazanamadığına üzülüyor. Kadınlar gibi ben de “Siz zaten kraliçe gibi güzelsiniz! ” desem, ne der acaba? Yusuf yanıma sokulup ad aramaktan vazgeçtiğine üzülüp üzülmediğimi sordu. “Unuttum bile, ama ben başka bir şey düşündüm kendim onu uygulayacağım! ”dedim. Düşündüğümü sonra anlatmak üzere sözü değiştirdim.

Makineleri çalıştırınca Ali Yılmaz Öğretmen, “Biraz ben de çalışacağım, çalışmak en güzel spordur! ”dedi, tezgaha geçti beni de tezgahın arkasına çağırdı, parçaları birlikte tutup çeviriyoruz. Birinci kapının kornişlerini çabucak açtık. Yusuf’la Orhan alıştırıcı. 1, 5 cm lamba açılıyor. Kapıların göbekleri kontrplak olacak, içlere üçgen çita çakılacak. Çıta hazırlamadık. “Öğretmen çita hazırlamak oyalayıcıdır, onu takacağımız zaman yapacağız, unutulmuş değil! ”dedi. Beklenen kiremitler geldi. Hepimiz elimizdeki işleri bırakıp kiremit indirdik. Bu arada Nazmi Aybar “Öğretmen geldi. Demircilik atölye çatısının kapanacağına sevinmiş, ” “Kepirde de bizim atölye bir türlü tamamlanamamıştı, orada pek önemsemedik, Lüleburgaz elimizin altındaydı, bir koşuda gidip sorunumuzu çözümlüyorduk. Burası başka, ”Ankara’ bir gitmek, tüm bir günü alıyor. Üstelik Ankara’da bizim işleri gördürmek ayrı bir işkence! ”dedi. Kepirtepe’den haber almış, ikinci artezyenden de umutluymuşlar. Bir yerine iki artezyen. Ahmet ağabeyi sordum, ”Zaten mektubu Ahmet gönderdi, onunla mektuplaşıyorum, iyidir, özellikle hepinizin gözlerinden öpüyor! ”dedi. 2. Atölyenin yarım kalan yerini tamamladıktan sonra arkadaşlar Demircilik atölyesinin çevresine tezgahları yerleştirip yukarıya kiremit çıkarmaya başladılar. Bu kiremik bu çatıya yeter-yetmez. Bir süre tartışıldı. Ben, ”Kiremitleri sayın, bir kiremiti ölçün, çatıyı da ölçünce durum ortaya çıkar! ”dedim. Hepsi birden “Ohooooo, o zamana dek biz kiremitleri döşeriz! ”deyip güldüler. Öğretmen, ”Ama arkadaş haklı, ne yaptığınızı bilerek yapmak istiyorsanız öyle yapmak zorundasınız! “dedi. Bu kez Recep Kocaman öğretmene, ”Siz ne diyorsunuz, ölçelim mi öğretmenim? ”Öğretmen, onu siz bilirsiniz, isterseniz şimdi bildiğiniz gibi yapın, ancak yeter mi yetmez mi tartışmasını kesin. Arkadaşınız tartışmayı önlemek için doğru bir öneri getirdi, size ben onu söyledim. Arkadaşların bir kaçı çatıya çıkmıştı, Çiviler teller ellerindeydi çakmaya başladılar. Çalışma başladı, tartışma kesildi. Sonunda kiremitlerin yettiği de görüldü. Kiremit işi bitince öğretmen sordu, ”Bakın bakalım eksik ne bıraktık? ”B aktık baktık bir eksiklik göremedik. Salih Baydemir sac oluk, dedi. öğretmen sac oluk planlarında yokmuş. Bulamadık. Meğer kalkan duvarların kiremit altına gelecek şekilde pervazla kapanması gerekiyormuş. Salih’in dediği aslında doğruymuş, saçaklar oluklu yapılsaymış o zaman bu pervazlar sac olacakmış. Arkadaşlar öğretmene, ”O zaman Salih bildi öğretmenim! ”dediler. Öğretmen, ”Peki öyleyse ben de onu yarım bildi olarak sayarım! ”dedi. Gün günden yükselen büyük binalara göre biraz ufak sayılmakla birlikte üç atölye kiremide kavuştu. . Arkadaşlar gülüşerek şakalaştılar:  Hasanoğlan’da tamı tamına 6 tane kiremitli bina var, üçü yüzlerce yıllık köyde, üçü de dört aylık Köy Enstitüsü’nde. Arkadaşlar, köylülerin söylediği gibi Enüstü, enistu, enisitü, enusutü, okul mektebi gibi adlar söyledi. Toparlanıp biraz geççe, okula döndük. Enstitü falan derken bu kez yeni bir ad önerildi. Köy okuluna öğretmenlere danışmadan ilk geldiği günler Çoban Mehmet Hasanoğlan Köy Enstitüsü yazdırmış.

 

 

Hasanoğlan Köyü ilkokulu

 

Tam da bizim çadırın karşısında. Biraz da eğri büğrü yazılmış. Çünkü duvarlar düz değil. Bu nedenle Hasanoğlan köyünde bir Enstitü var. Oyle olunca şu bizim yaptığımız okul Hasanoğlan’dan başka bir okul olsa gerek. Öyleyse biz ona Hasanoğlan Kır Enstitüsü diyelim. Kimi zaman gelip giderken bunu söyleyip duruyoruz. Yemeğe giderken, ”Nereye gidiyorsun diyene Köy Enstitüsü’ne, çalışmaya giderken de Hasanoğlan Kır Enstitüsü’ne. Bunu Namık Öğretmene söyledik, ”Çocuklar sıkılıyorsunuz biliyorum, sıkıntınızı atmak için ne yapsanız sizin için kazanç sayılır. Hapishanelerde mahkumlar örgü örer, boncuk dizer, tahta oyar. amaçları sıkıntılarını atmaktır. Düşünebiliyor musunuz, kırk yaşında bir erkek, o güne dek örgüyü karısının elinde gören bir erkek her nedense bir gün mahkum olunca karısının yaptığını yapmak gereğini duyuyor. Bu bakımdan ben sizin şakalarınızı önemli buluyor, işi zarara götürmeden gönüllerinizi eğlendirin. Ben, bugün de o düşüncemi tekrarlıyorum. Bu sıkıntılı günlerinizi atlatacaksınız daha doğrusu bu sıkıntılı günlerimizi hep birlikte atlatacağız! ”Namık öğretmenin kon- uşmalarını hepimiz çok iyi anlıyoruz. Namık öğretmeni çok sevenlerden biri de Sefer Tunca, başladığımızdan beri hep Namık öğretmenin yanında çalıştı. Ona sordum:  ”Namık öğretmen çok kızdığı zaman ne söyler; ağzından sert sözler çıkar mı? ”Sefer anımsadıklarını söyledi:  Hele bak şuna, gene mi sen, bıktım bu söylediğinden, karışman ha, yakıştıramadım, bunu sen mi söylüyorsun? Sen tokat istiyorsun ama tokat atmam, tekme de vuramam çünkü pabucum, delik ayağımı görür gülersin! dermiş. Özellikle bunu söyleyince de herkes gülermiş. O zaman da Namık öğretmen. ”Ya, gülersiniz, hazır lafa herkes güler deyip o da gülermiş. Ben de Namık öğretmenle çalıştım, çalıştığım zamanlar hep gülümsüyordu, marangozlukta olmama karşın bana hep yakınlık gösterdi, kendi atölyesindeymişim gibi davrandı, sürekli olarak durumumu sordu, yakın ilgisini gösterdi. Bana güveni olduğunu biliyorum. Gerektiğinde çağırır yapılacak işi açıklar, ”Oradan ötesi senin becerine kalmıştır! ”der çekilir. Sili ustaya da beni Namık öğretmen önermişti, biliyorum. Bir keresinde de, Namık öğretmen, ”İbrahim, beni mahcup etmedin, teşekkür ederim bile dedi. Kiremit işi bitti ama etrafı toplarken oldukça geç kaldık. Biz Hasanoğlan’a yöneldiğimizde tozlu yoların tozu oldukça inmişti. Arkadaşlarla dersliğe gittim. Kolayıma geldi gene açıp tarih okudum. Dün Isparta sayfasına kağıt koymuştum. Bu kez Yunanistan uygarlıklarını okudum. Bu kez daha dikkatli okuyunca Yunanistan’da da tıpkı Asya gibi bir yığın göç olmuş. Dor’lar, İyon’lar daha başkaları, kuzeyden gelmiş, Anadolu’ya geçmiş, Anadolu’dan gelenler oraya gitmiş. Derken koca bir uygarlık çıkmış. Bunlar, Hunlara göre eski, Mısır ya da Sümerlere göre yeni. Bunları bize neden karışıl okutuyorlar? Yemekte Yusuf benim adlar için ne yapacağımı sordu. Anlattım, bizim köyde bulunan adlar yakın köylerin bazılarında yok. Örneğin benim Yeni Bedir muhtarı olan amcamın adı Kamber. Bizim okulda ise hiç kamber adı yok. Veli adı da öyle:  bizim köyde yığınla Veli varken bizim okulda yok. Pazarören ekibinde Veli vardı, Gönen ekibinde varmış. Üzüldüm ben bunu daha baştan yapabilirdim, örneğin Çifteler, Arifiye, Aksu, Ladik, Cilavuz, Savaştepe ekiplerine de sorabilirdim. İşte bu düşüncemi şimdi mektupla yapmak istiyorum. Yazdıklarıma bir ya da iki ad soracağım. Veli ile Kamber aklıma takıldı. Yusuf da ilgilendi bu kez bana kendi adını sordu:  ”Sizin köyde Yusuf var mı? ”iki yetişkin insanın bir de gencin olduğunu söyledim. Ama benim adımda bir kimse yok, özellikle iki ad bizim köyde yok! ”dedim. Yusuf, ben bu işi sevmedim, sıkıldım! ”dedi yanımdan kalktı. Yemekte üç ekibin masalarına da baktım, Akçadağ ile Gönen biri birlerine daha çok benziyor. Oysa Beşikdüzü ekibi daha beyaz, daha canlı. Öteki iki masadan pek kalkıp oturan ok. Beşikdüzü çocukları sık sık kalkıyor. Beşikdüzü ekibi öğretmeninin biri Beden Eğitimi öğretmeniymiş, akşamları futbol oynuyorlarmış. Öğretmenleri öğrencilerle oturuyor. Öğretmenin biri kalktı, kısa boylu ama sağlıklı. İçimden “Beden Eğitimi öğretmeni bu olsa gerek! ”diye olasılık düşünürken arkasından gelen ona “İbrahim Bey! ”diye seslendi. İbrahim Bey, döndü, bu kez öteki taraftan çıktılar. Ben ad araştırması düşünürken kendi adımda bir öğretmen bulduğuma sevindim. Benim duyduğum İbrahim Bey, sözünü bizim arkadaşlar da duymuştu. Ben kendime göre düşünüp o tarafa bakınca, Hilmi Altınsoy, ”Ne o abi, seni çağırdıklarını mı sandın! ”diye takıldı. Kızmadım ama boş da geçirmedim:   “Beni çağırdıklarını duydum ama seni çağırmalarını bekliyorum, bakalım sana “Bey! ” yerine ne söyleyecekler? Hilmi azıcık bozuldu. “Ben bey mey beklemiyorum! ”dedi. Bu kez ben:

-Sen hiç merak ediyor musun, senin adında bir kimse var mı? Hilmi, hiç düşünmediğini söyledi, bir yandan da gülerek arkadaşlara sordu:

-Hey, arkadaşlar siz, adlarınızı taşıyan çocukları merak ediyor musunuz? Yusuf hazırmış gibi hemen yanıtladı:

-Ben çok düşündüm ama gidip sormaktan çekindim. İçlerinde hatta okullarında adımı taşıyanların olup olmadığını öğrenmek istiyorum! Hilmi hiç beklemeden bana, “Haklıymışsın abi, beni bağışla, ben bu konuda yalnızmışım! ”deyip sustu. Ötekiler sözü azıcık değiştirerek uzattılar. Onlar daha çok soy adlarına kayarak, ilginç buldukları soyadlarını sıraladılar. Özellikle de Pazarören ekibi oyuncu başı Veli’nin Dalak soyadına takılılar. Neden dalak. Ben gerçek nedenini bilmediğim halde şöyle bir yorum yaptım. Kimi insanlar şişmanlar, karınları önlerine dek sarkar. Karınları büyümüş olanlara dalaklı denir. Ailesinde böyle bir durum olmuşsa soyadları da öyle kalmış olabilir. Giderek güzel soyadları konuşulmaya başlandı. Akıncı, Özçelik, Erçetin, Tunca, Baydemir, Yalçın, Başaran, derken öğretmenlerin soyadları ortaya getirildi, Gürsel, İdil, Bağ, İnan, Evren, ErginAkalın, Korol, Tekinay, Demirbilek derken Fikret Madarlı öğretmenin soyadında takılıp kaldık. Bir yerin adı olması gerekir kanısına varıp, kapattık. Madaralı. Li, lı, Lüleburgazlı, Ankaralı gibi. Herhalde Bulgaristan’da bir yerdir! ”dedik. Dedikik ama benim aklım buna takıldı. Madara sözünü ben duydum, hem de pek iyi sayılmayacak bir anlamda duydum. Sustum. Fikret Madaralı öğretmenin verdiği küçük Cep Kılavuzuma baktım yok. Zaten ben soyadı saptamanın fazla bir anlamı olacağını düşünmedim. Bunu daha kayıt yaptırırken Fikret Madaralı öğretmenle Vahit Lütfü Calcı dede konuşmuşlardı. Soyadı olayı yurt düzeyinde yanlış algılanmış bir olay, demişlerdi. İnsanlar, geçmişlerine bir kalem çekip güzel buldukları bir sözü almışlardır. Adam göçmen gelmiş, doğru dürüst Türkçe bilmiyor, Öztürk soyadı almış. Adam yaşamı boyunca denizi görmemiş ama Denizci soyadı almış. Kurt, Keklik, Ceylan, Meşe, Menekşe, Tepe, dere gibi bir yığın insanlarla ilgisi olmayan soyadları bulunmaktadır. Kurt soy adı alan insanların aile geçmişin de anılmaya değer bir olay yok mudur? Benim üç ağabeyimin üçü de başka başka soyadı almış. Biri Özkan, biri Pandar, Biri Birol. Babam buna çok üzülmüş:  ”Benim bundan sonra devlet kapılarında işim yok, ben yaşlı bir vatandaşım! ”demiş soyadı almamış. Gerçekten babamı arayan soran olmamış, uzun süre soy adı almadan yaşamış. Olay benim İlkokul diplomamı almak istediğim zaman ortaya çıktı. Bum kez de ben kendime babamın izniyle Tunaboylu soyadını seçtim. Ancak yaşımın küçüklüğü nedeniyle isteğim kabul edilmedi. O da öyle kaldı. Sonra da okula gitmem olanaksızlaşınca iş uzadı gitti. Edirne-Karaağaç’a gidince de Vahit Lutfü Salcı dede, Büyük amcam Pullu Dede’nin Dedelik lakabını bana soyadı yazdırarak nüfusa öyle geçirtmiş. Benim nüfus kağıdımda baba adını Mahmut görünce, nüfus memuru tanıdığımız biridir. olayı anımsamış Babamın soyadına da Pullu eklemiş. 8Bunlar sonra konuşulurken öğrenildi)Babam da ağabeyinin lakabına karşı durmamış. Oysa büyük amcamın soyadı Büyükerenler’dir. Şimdi biz dört erkek kardeşiz dördümüzün de soyadı başka başka . En büyük ağabeyin:   Ali Özkan, 2. büyük ağabeyin:  Mahmut Pandar, bir büyük ağabeyin:   Bektaş Birol’dur. Babam izin verirse ki kendisi söylemişti, 18. yaşımdan sonra soyadımı gene Tunaboylu olarak değiştireceğim. Çünkü büyük dedelerim Tuna boylarında oturmuşlar. Oraları anılsın istiyorum. Babam sürekli Tuna’dan söz eder, Tuna’nın buzu, Tuna’nın balığı, Tuna’da yüzen vapurlar, ki babam bir süre vapurda çalışmıştır. babamın dilinden düşmez. Lüleburgaz’a döndüğümde ilk işim bu olacak. Yatınca da bir süre bunları düşündüm. Kırklarelideki amcalarımdan biri Büyükerenler, öteki ikisi Pehlivan. Halalarımın çocukları doğal olarak değişik soyadlı. Yeni Bedir’deki Nefise halamın oğlu, Kamber amcamın soyadı Uzun, Babaeski-Sofuhalil’dekiler, işlerinin adını almışlar:  Kiremitçi. Süheyla öğretmenin soyadı ilgimi çekti:  Başokçu. Okçu başı anlamında sanırım. Soyadı falan derken, keman aklıma geldi dayandı. Öğretmen ne düzgün yay çekiyor. Çaldığı parça da çok güzeldi. Tekrar tekrar aynı yere dönüyor. Notasını bulsam da akordiyonla çalsam. Notasını istemeyi aklıma koydum. ”Öğretmenim o rondo dediğiniz parçanın notasını yazabilir miyim? Ya sen onu çalamazsın! ”derse ne derim? Bir daha hiçbir şey isteyemem, hiçbir şer de soramam!  Rondo, bando gibi bir söz. İlkokuldayken A ile arkadaşları ront yapıyoruz deyip dönerlerdi, öyle bir şey mi acaba? Rondo, bando….

 

22 Ağustos 1941 Cuma. .

 

Sabah kalkışlarımız, biraz biraz o günkü nöbetçilerin durumuna bağlı. 76 Arif Kalkan, gülümser yüzlü ama kimseye alet olmayan biri. ”Boş lafa karnım tok! ”diyor, sözü yerince söylemeye herkesi çağırıyor. Şakalarında da öyle. Bu sabah öteki sabahlardan o nedenle farklı. Mustafa Saatçi, takılmak istedi. Arif Kalkan, erken yatan erken kalkan! ”gibi uyaklı sözler söyledi. Karşılık hazır:  Ne o imam, adımı mı öğreniyorsun? Adım kolay söylenir, senin gibi birkaç sıfatım da yok. Bir kez duyunca söylenecek türden. . Başka bir niyetin varsa iyi düşün , zararın neresinden dönsen senin karına olur, fırsatı kaçırırsan zararın büyür! ”Mustafa Saatçi sadece “Öyle mi? ”deyip yürüdü. Kahvaltıya giderken Halil Basutçu birden durdu, ”Arif sessiz sakin duruyor ama tek tek bunların hepsinin gözünü korkutmuş durumda, ona sataşamadıkları gibi onun bulunduğu yerlerde de atlarını oynatamıyorlar! ”dedi. Yapı kolu çalışmalarında gözlemlediği bir iki olayı anlattı. Gözlerim, Saç kraliçesini aradı, sabahları kalkamıyor mu ne? İşi uzattığımı anlayıp başımı çevirdim. Yusuf, ”Adaşını mı aradın?  Masanın öbür başında oturuyor, dedi. Sorunum oymuş, desinler düşüncesiyle kalkıp baktım:  ”Sahiden oradaymış ! ”deyip oturdum. Hilmi sordu, Sahiden onunla tanışıp konuşacak mısın? ”Yolda konuk öğrenci gözetmeye başladık. Biz doğrudan konuşmak istemiyoruz; onlar bizden bir şey sorarsa bundan yararlanıp sözü uzatmak istiyoruz. Arkadaşlar sevimli buldular ama ben Beşikdüzü ekibinde konuşacağım gibi bir arkadaş göremedim. Bunu söyleyince Mehmet Aygün, ”Belli, onun için öğretmene takıldın! ”dedi. Öğretmen, ”İşiniz azaldı, 2 kapı, 12 pencere. Yusuf düzeltme yaptı:  ”Kapı iki değil dört! ”Tartışma başladı, çift kanatlı kapılar iki mi, yoksa bir mi sayılmalıdır? ”bunun öğretmene duyurmadan tartıştık. Sonunda, dışardan görünüş olarak bir, kullanış olarak iki kapı diye adlandırdık. Ayırdığımız keresteleri keserken fark etmemiştik, rendelerken tahtaların bir bölümü daha beyaz daha hafif çıktı. Şimdiye dek böylesini görmemiştik. Aramızda konuşurken, öğretmen geldi, gösterdik. ”Öğretmen “Nasıl olur? Bunlar her yerde vardır. Bunlar da çamdır, çırasız çak, beyaz çam da derler. Gerçekten biz görmediğimizi söyledik. Öğretmen de bizim yanıldığımızı söyledi ama gene de bize yaklaşan bir tavır aldı. Bazı işlerde pek makbul sayılmaz. Biz, kapı, pencere, çatı gibi yerlerde kullanıyoruz. Belki Lüleburgaz kerestecileri bu türü getirmemiş olabilir! ”dedi. Biz de bu kez bunlara bir benzetmeli ad taktık:  Söğüt çam…Sürekli işlerde daha sesiz çalışıyoruz. Çizenler, oyanlar, rendeleyenler, düzeltip takanlar kendi aralarında yarışta. Öğretmen bugün öteki arkadaşlarla inşaatta çalışıyor. Arada da bize uğramakta. Kepir binasının pencere üstü kolonları yerleştiriliyor. Hiç sevmediğim bir işti, orada olmadığıma sevindim. Kepirtepe büyük binada o işleri hep içinde benim her zaman bulunduğum bir grup yapardık. İrfan öğretmen sürekli bizimle çalışırdı. Sanırım en ağır yükleri de a taşırdı. Öğretmen çalışırken, sevsem de sevmesem de çekinmeden çalışırdım. Kaytaranlar vardı, onları gördükçe benim de çalışma hevesim, daha ziyade o tür yük işlerinde biraz köreldi Bana iş verilirse gende kaçmıyorum ama o tür işlere verilmediğim zaman seviniyorum. Ali Kıpçak geldi:  “Öğretmen söyledi, paydos etsinler dedi, paydos edecekmişsiniz! ”dedi. Ali Kıpçak güleç yüzlü biri. Sözü uzatınca, Salih Baydemir, başını kaldırmadan, ”Paydos desen ya şuna be kardeşim! ”deyince duraksadı bu kez, ”Paydos! ”dedi. Herkes güldü. Her zaman gülen Ali Kıpçak bu kez gülmedi, yüzü azıcık kızardı. Gönlünü almak için Yusuf, Hasan, az sonra gelen Salih, Ali Kıpçak’ı aralarına alıp yürüdüler. Öğle yemeğinde azıcık gecikme oldu. Oyundan vazgeçildi. Zaman kalırsa keman çalışacağım, öğretmen gene yumuşak davranırsa rondo dediği müziğin notasını isteyeceğim. Yemeğe oturduk. Beşikdüzü masasına bakıyormuşum gibi yapıp öğretmenler masasına gözlerimi kaydırıyorum. Süheyla öğretmen gene çiçekli giysisiyle, çocuk gibi. Nahide öğretmenin yanında Röslein’den farksız. Lokmaları çiğnemeden yuttum. Arifi kaldırıp götürdüm. Arif durumu bildiği için bana yardımcı oldu. Kemanı alıp köşeme çekildim. Üç parçayı da dikkakli dikkatli çaldım. Öğretmenin geldiğini görmedim, gelmedi diye üzülmeye başlamıştım, beyazlı giysisi gözüme takıldı, bu kez öbür uçtan başlamış. Bana sıra gelmese de üzülmeyeceğim. Daha iyi, çok çalmış olacağım. Dört dörtlükleri özellikle uzun uzun hem de bastıra bastıra çalıştım. Zil çalarken öğretmen geldi. ”Ay azcık geç gitsen olmaz mı? ”dedi. ”Olur, koşarak giderim! ”deyince “A, olmaz ona razı olamam, o zaman yarına bırakalım! ”dedi. Bu kez kalabilirim Ali Yılmaz öğretmen darılmaz! ”dedim. ”Aaa, Ali bey anlayışlıdır, biz de uzatmayız! ”deyip kemanı aldı. Akordu bozulmamış, çalışmadın mı? ”diye sordu. Çok çalıştığımı ancak kemanı çok koruduğumu anlattım. Bana, ”Sen çalışmayı iyi öğrenmişin, eliyle arkadaşların tarafını gösterdi, bunlarda fazla umut yok, bir türlü çalışmayı kavrayamıyorlar, bir iki yay çekmeyi, bir iki mızrap vurmayı çalışma sayıyorlar! ”dedi. Kemanı verdi, çalacağım parçaları kendisi gösterdi. Çaldıklarımı beğendi, metodu açtı, sayfa çevirdi, bir daha baktı 4-5 sayfa geçtikten sonra dörtlük, ikilik, sekizlik notalar bulunan bir parça gösterdi. ”Haydi bakalım, seni de görelim! ”dedi. Kemanı aldı, çaldı. Çalışma parçası güzel, şarkı gibi hoşuma gitti. Kemanı aldı, sana sevdiğim bir parça dedi. Çok güzel, özellikle başlangıcını ben de çok sevdim. ”Bu da Serenat ama Schubert değil Toselli! ”dedi. İyi çalışmalar diledi, ayrıldı. Kemanı yerine bırakırken, Arif, arkadaş bu öğretmen senin çalışmanı beğeniyor, seni yetiştirecek, farkındasın değil mi? ”dedi. Farkında olmaz olur muyum?  kurtuluşum bu çalışmamda, bunu ben de biliyorum. Hiç değilse bir müzik öğretmeni olurum! ”deyip ayrıldım. Azıcık geç gittim ama arkadaşlar biliyor. Ali Yılmaz öğretmen de inşaat tarafındaymış. Sevinerek işe koyuldum. Aklım serenadlara takıldı. Demek bir şarkı türü, başka başka besteciler bunları yazıyor. Onun serenadı, bunun serenadı oluyor. Arif’in sözünü de anımsadım, Arif takılma değil bana çok doğru bir söz söyledi. Bunu söylerken kesinlikle gülmedi. “Seni yetiştirecek! ”demek o uzaktan öğretmenin çabalarını bir öğretmen çabası olarak görüyor. Benim bunu anlamamak avanaklık olur. Onu da Namık Ergin, Ali Yılmaz, İrfan Evren gibi düşünüp yararlanabilirim. Küçük bir tutarsızlık beni yarı yolda bırakır. Bu kötülüğü de bana ben yapmış olurum. Yüreğim cız etti ama bu düşündüklerim gerçekti. Bu acıyı derinleşmeden çekmekte daha karlı olacaktım. Öğretmenin de duyguları var o da bu duygularını bir yerde saklıyor. Öyleyse ben de saklayabilirim. Çalışarak yaklaşmak belki daha iyi olacaktır. Çerçeve kenarlarını kırma rendelemelerini öyle düşüne düşüne yaptım. işimin çokluğu değil d tek oluşu nedeniyle arkadaşlardan azıcık ayrı kalmam da işime yaradı. Kapı kanatlarından başka beş kadar pencere köşesini Toselli serenadı dinler gibi kendimi dinleyerek geçirdim. Yeni parçada çok değişik sesler var, önemli olan sesleri doğru bulmak, önce akordiyonla çalıp doğru sesleri bulmayı düşündüm. ”O sesler kulağıma yerleşince ötesi kolay! ”deyip rahatladım. Ancak konuyu kafamdan atamadım. Süheyla öğretmenin yakınında olmak istemiştim. İşte yanındayım. Daha ne isteyebilirim? Şurada öğrenci olan kızlara bir çok nedenden ötürü yaklaşamazken öğretmene sevdiğimi mi söyleyecektim? İşte öğretmen çok yakınlık gösteriyor. Ama bu yakınlığı benim çalıştığımı gördüğü için gösteriyor. İşte en iyi arkadaşlarımdan biri olan Arif Kalkan, bu çabanı sürdür, öğretmenin güvenini yitirme diyor. Benim aklımdan geçen ortaya çıkarsa bu olur mu? Süheyla öğretmen, öğretmen arkadaşına uzak durduğuna göre, özellikle de daha okuyacağını söylediğine göre ben ne yapabilirim? ”dedim. Bilmem kaçıncı kere karar verdim. Keman çalmayı öğreneceğim. Serenadlar çalacağım. Gene Röslein şiirini okuyacağım. Tıpkı Benim Üniversitelerim’i yazan Maksim Gorki gibi kızlara uzak duracağım, başarım için bu gerekli. Gerçi o kızları kötülüyor, onları satılık mal gibi görüyor ama ben o kadar karşı değilim, onlarla arkadaşlık kurmak istiyorum. okulumu bitirene dek içlerinden birini seçmek yok. Seçersem, kendimi dizginlemem zorlaşacak. Bunu iyice anladım. Paydostan sonra arkadaşlar gene bir konu bulmuşlar, gülüşüyorlar. Benim katılamadığımı görünce sordular:  ”Bir şeye mi üzüldün? Ali Yılmaz öğretmen bir şey mi söyledi? ” diye sordular. Doğru dürüst bir yalan bulamadım, Keman öğretmeni çalışmamı beğenmedi, ona üzüldüm! ”dedim. Yusuf gülerek anladım, ”Sen zaten başkasından gelecek bir olumsuzluğa kulak asmazsın, müzik öğretmeni olunca iş başkalaşıyor! ”Bir an bir deneme yapmak istedim. ”İyi be arkadaşım, sen kendi aklınca bir şeyler söylemek istedin; şunu biraz daha açıkla da ben de anlayayım arkadaşlarda iyice öğrensinler. Açıkça söyle sen şimdi ne söyledin ya da ne söylemek istedin? ”Yusuf afalladı, kem küm etti. Bu kez ben, ”Sen o öğretmeni seviyorsun mu?  demek istedin. O bir öğretmen ben bir öğrenci, o düşündüğün olabilir mi? Üstelik öğretmenin nişanlı mı, nikahlı mı, ya da burada kalıp kalacağı belli mi? Bak bir önceki Behire Bil öğretmen bir subayla evlenmiş gitmiş. Arkadaşlar, haklısın, biz onu çocuk gibi gördüğümüzden üstelik daha dersimize de girmediğinden bizim kızlar gibi düşünüp takılıyoruz! ”dediler. Bu kez kendim için düşündüklerimi çevirip onlara aktardım. ”O bir öğretmen, bir gün bizim anlamsız şakalarımızdan birini duyarsa, bunu okul müdürüne bildirirse bunun hesabını kim verecek? Kendi okulumuzun kızlarına yaklaşıp söz söyleyemezken öğretmene söz yakıştırmak o denli tehlikeli ki, bu yüzden birimizin okuma yaşamı bile biter. Bir süredir gülerek kimi şakalara ses çıkarmadım ama ben bu tür şakalarda yokum. O benim öğretmenim, ben ondan bilgi edinmek için çırpınıyorum. Bunun bir şaka götürecek tarafı yok, beni okul kızlarından ayrı tuttuğunuz gibi ki biliyorsunuz ben geldikleri günden beri hep savunuyorum, aynı anlayışı öğretmenler için de düşünün. Bundan böyle bu konuda cıvıtan olursa bunu ciddi bir sorun yapacağım da unutulmasın. Yusuf şakasını geri aldı. Olaya hiç de öyle derinliğine bakmadığını, Her zamanki şakalardan biri olarak söylediğini tekrarladı. Bu kez ben, ” Arkadaşım, sen şimdi benim kaygılarımı anladın? diye sordum. Yusuf anladığını söyledi. ”Şimdiye dek söylenenler sorun değil bundan sonra bu konunun önemli olduğunu düşünün yeter. Ayrıca biz tüm çalışmalarımızda birlikteyiz birbirimizi daha çok tanıyoruz; siz hiç benim ağzımdan Süheyla öğretmenle ilgili bir söz duydunuz mu? Bunu öteki arkadaşlar söylediği zaman bile siz, ”Biz onun ağzından bu tür biz söz işitmedik, buna benzer bir davranışını da görmedik diyebilecek durumdasınız. Çünkü aramızda böyle bir konuşma geçmedi, geçmeyecek, çünkü böyle bir sorun yok! ” Arkadaşlar “Haklısın! ”dediler. Dersliğe döndüğümde oldukça rahatlamışım. Konuk ekiplere gidecekler seçilmiş, konuşmalar için belli başlı maddeler saptandı, Tahtaya sıralandı. . Kesin olarak Hasanoğlan için konuşulmayacak. Kepirtepe bizim okulumuz olarak tanıtılacak, konuklar oraya beklenecek. Yapılmış olan dört göç etraflıca anlatılacak. Buna karşın Kepirtepe’deki başarılı çalışmalar anlatılacak. Trakya hakkında kısa bilgi verilecek. Hüseyin Orhan-Arif Kalkan, Akçadağ, Bekir Temuçin-İbrahim Ertur, Gönen, İdris Destan-Kadir Pekgöz Beşikdüzü ekipleriyle konuşacak. Ne olduysa iş tamam, derken Kadir Pekgöz vazgeçti. Tartışma başladı. Kime söylendiyse İdris Destan’la gitmem dedi. Bu kez ben, İdris’e “Sen vazgeç, sensiz giden çok olduğuna göre sorun çözülsün! ”Ben bunu söyleyince, Hüseyin Serin, ”O zaman sen git! ”dedi. Arkadaşa baktım, ”Ben sorunu çözmek için bir öneride bulundum, sen ne yapmak için konuştun? diye sordum. Hüseyin Serin sustu, ben de sözü uzatmak istemedim. Ancak arkadaşın sözü bende bir gıcık izi bıraktı. Bu kez başka arkadaşlar Hüseyin’i uyaranlar oldu, söz sözü açtı, sen-ben tartışmalarına dönüştüğü bir sırada . Recep Kocaman’la Hilmi Altınsoy görevi üslendiler, konu kapandı. Konuşmalardan benim payıma önemli Hüseyin

Serin’in çıkışı düşmüş oldu. Ama niçin?  “Durup dururken bana “Sen git! ” neden desin. Bir süre düşündüm. Uzun süredir bir birimizden ayrıyız. Aramızda da bir yıldır herhangi bir dırlaşma geçmedi. İdris için söylediğim sözün de onunla bir ilgisi yok. Mademki onunla gitmemek için çekiliyorlar, bu kez o çekilsin, çekilenlerin sayısı çok olduğuna göre onlardan iki kişi gitsin. Çekilenler gitmiyorsa o zaman bahaneyi İdris Destan üstüne yıkmasınlar. Benim söylediğim budur. Bu sözün karşılığı, ”O zaman sen git! ”olur mu? Bunun üzerinde durmam gerekecek. Geçmiş günleri düşündüm:  Hüseyin Serin’in bende kalmış bir öc olabilir mi? Yoksa işi güç yarışına mı dökmek istiyor. Olabilir. İyi sporcudur, güçlüdür biliyorum ama tabansızlığı onların hepsini silecek derecededir. O gücünü, onu güçlü sayıp teslim olanlara gösterebilir. Ben gücünden çok tabansız tarafıyla ilgilenmekteyim. Bunu bir kez kendisine anımsatıp ötesini ona bırakacağım. Öteden beri tasarladığım bir oyun var sanırım seçime gerek yok, kurban kendi üstüme gelecek. Bu bir bakıma iyi de oldu. Yatarken kızlar mızlar yerine kavga planı kurma dönemi başlayacak. Belki bu öteki düşüncelerim için de hayırlı olur…

 

23 Ağustos 1941 Cumartesi…

 

77 Emrullah’ın nöbetleri tekin değildir. Çoğunlukla sert tartışmalar olur. Hüsnü Yalçın bunu bildiği için önce kalkar, nazı geçenleri susturur, oyalar. Çünkü Emrullah’a söylenecek bir söz tartışmaya dönebilir. Bugün alışılagelen türden bir çatışma olmadı. Hüsnü Yalçın Emrullah’ı, Halil Basutçu da Hüsnü Yalçın için kaygılanıyor. Hüsnü Yalçın’da takılanlar var. Bugün şamatasız çıkıldı. Sorular başladı:  Hani bir cumartesi çalışılıp bir cumartesi dinlenilecekti? Hani her ay pazarların aralıklı olarak ikisi dinlenme ikisi çalışmaydı? Mehmet Yücel açıklama yaptı:  Arkadaşlar bırakın şu küçük hesapları, Gelin şunu yılın 26 pazarını arka arkaya çalışma geri kalan 26’sını da dinlenme yapalım. Böyle yaparsak tatsızlık çıkmaz. Burada kaldıkça çalışırız Kepire gidince de dinleniriz. ”Olmaz, önce dinlenelim sonra çalışırız! ”Gülüşerek yola çıktık. Bizim neşeli durumumuzu izleyen konuk ekipler, özenimsi bir ilgiyle bize bakıyorlar. Biz oldukça dağınık onlar sırayla değil ama sıradaymış gibi toplu gidiyorlar. Beşikdüzü öğretmeni sıradan çıkıp bize yaklaştı, öğretmeni sordu. Az sonra geleceğini söyledik. Öyleyse ben sonra geleyim, dedi. Ayrılırken de “Öğretmen işer aradı dersiniz dedi. İşer soyadı olur mu? Katıla katıla gülenimiz oldu. Bunda bir yanlış anlama olabileceğini sezmiştik ama bir türlü doğusunu bulamadık. Öğretmen doğusunu biliyordur, deyip sustuk. Arkadaşlar inşaata gitti, biz çalışmaya başladık. Öğretmen az sonra geldi. Gelen öğretmeni söyledik. Öğretmenle tanışmamışlarmış. Yusuf adını İbrahim İşer deyince, Ali öğretmen “Yapma be, sıçar değil mi? deyip bizi güldürdü. Öğretmenin sözü paydosa dek bize yetti. Sonra Konuk öğretmenin soyadını öğrendik:”İşler! ”spor çalışmaları için aramış. Bizim öğretmen öteden beri sorup duruyordu, sevindi. Spor haberi hemen yayıldı, parça buçuk oynayanlar vardı, onlar toparlanıp oynamayı kurmaya başladılar. . Yemekten önce bayrak töreni yapıldı. Hüsnü Baykoca yeni ekiplere güzel dileklerde bulundu, onları bağrımıza bastığımızdan söz etti. İş atölyelerimizin çatılarının kapandığını pek yakında okul binalarının da kapanacağını, en geç oraya taşınacağımızı söyleyin, birden bir bağırış koptu Kepirtepe’ye Kepirtepe’ye! Arkasından yüksek sesle konuşmalar başladı. Hidayet öğretmen ellerini çırparak susturmaya çalıştı. Sesler azaldı ama kesilmedi. Hüsnü Baykoca gülümseyerek gene bir şey söyledi ama gene duyulmadı. Hidayet öğretmen üzgün olarak ellerini kaldırdı, Süheyla öğretmene de işaret etti. İstiklal Marşı söylendi. Yemeğe giderken uğultu sürdü. Yemekte tek bir öğretmen bulunmadı. Arkadaşlar şakalaşarak”Öğretmenler korktu! ”falan dediler. Oysa öğretmenler toplanmıştı. Daha doğrusu okul müdürü bunu sorun yapıp, belki eski olayın öcünü almaya çalışacak. . Ben böyle düşündüm ama kimseye böyle bir olasılık söylemedim. Biz yemekten kalkarken öğretmenler geldi, gülüşerek masalara oturdular. Ben arkamı dönüp giderken arkamdan bir öğrenci geldi, beni müzik öğretmeninin çağırdığını söyledi. Gittim, öğretmen az sonra geleceğini çalışmalarımızı sürdüreceğimizi söyledi. Ben zaten bunu bekliyordum. Herkes bekliyormuş, ellerinde enstrumanları yerlerini aldılar. Öğretmen geldi, heyecanlandığını anlattı. O böyle bir durum görmemiş, öğrenciler niçin öyle yapmış, bunları konuştu. Bizi sakin görünce de sevindiğini söyledi. Durumu yumuşatarak anlattım, ”Kendi okulumuza dönmek istiyoruz, her gelen 20 sonra gidiyor. Biz neden duruyoruz? dedim. Öğretmen bana sen burada olmaktan mutlu değil misin? ”dedi biraz şaşırdım, çabuk toparlandım, ”Ben mutluyum ama gördüğünüz gibi tüm çocuklar mutsuz. Zaten ben bağırmadım, sustum! ”dedim. Öğretmen kemanı alıp yokladı, akordunun bozulmamasına sevindiğini söyledi. Daha önce çaldığı iki parçayı da çaldı, ”Bunları sen ezberleyene dek çalacağım! ”deyince, ”Öğretmenim ben onların notasını yazayım, zahmet etmeyin! ”Öğretmen bana baktı:  ”Ne o çalışımdan mutlu olmuyor musun yoksa? ” Bu kez iyice şaşırdım; çok mutluyum ama notasından da çalmak istediğimi söylemek istedim! ”diyebildim. Yazıp getireceğini söyledi. Notalar tek tek değilmiş, getirmek zor olacakmış kendisi çok hızlı nota yazabiliyormuş. Bugün yeni parça yok, onları gene gene çal! ”deyip ayrıldı. Kafam gene karışır gibi olmak üzereyken Hüseyin Serin olayını anımsadım. ”Kendime verdiğim sözü tutacağım! ”deyip, kemanı yerine koydum, koşar adımlarla arkadaşlara yetiştim. Arkadaşlar hep gülüyorlar. İlgimi çekti, ”Yeni bir şey mi oldu ne gülüyorsunuz? ”diye sordum. Yusuf yol boyunca Ali Yılmaz öğretmenin:  ”Yapma be, sıçar değil mi? ” sözünü söyleyip söyleyip arkadaşları güldürmüş. Ben “Yeter, ne var onda okadar gülecek, herkesin her zaman söylediği bir söz! ”deyince Recep Kocaman bu kez kendisi gülerek, ”Biz o söze değil Yusuf’un o sözü tekrarlayıp gülüşüne gülüyoruz. sözü söylemeden edemiyor; söyleyince de tıkanarak gülüyor! ”Bu kez Yusuf:  ”Sen de söylesen gülersin, söylemediğin için gülmüyorsun! ”Öğretmen geldi, bir sorun olup olmadığını söyledi:  ”İşlerinize devam! ”deyip gitti. Hasan Üner benim yanıma tezgaha geldi. Recep Kocaman tutmaktan hoşlanmıyormuş. Benim de istediğim buydu. Recep biraz ağır hareket ediyor. Bunu ona söyleyemiyorum. Arkadaş çok çalışkan ama, sevdiği işlerde başarılı. Salih Baydemir gibi. Salih de öyle iş ayırımı yapıyor. İşimizde en başarılı olan Recep, Salih, Harun bu huyları bakımından birbirine benziyor; sevdikleri işler verilince olağanüstü çalışıyorlar, ellerinden de güzel işler çıkıyor. Sevmedikleri işlerde onlar da sıradanlaşıyor. Örneğin Harun Özçelik, çatılarda çalışmayı sevmiyor. O, bunu böyle söylemiyor ama çalışırken bu belli oluyor. Bir çok işte zayıf gibi görünen grubumuzun küçükleri Hasan’la Yusuf çatı çalışmalarında Harun özçelik’i geride bırakıyor. Salih’le Recep çatı çalışmalarında da çok başarılı. Onlar, verilen işi kendileri yapsın istiyorlar. İkisi de iş ortaklığına yanaşmak istemiyorlar. Bunu benim dışımda birileriyle çalışırken çok belli ediyorlar. Benimle çalışırken bir rahatlar. Çünkü ben biraz da onlara güvendiğim için geri çekiliyorum. Bunu yapmazsam biliyorum ki onlar çekilecekler. İşte Recep’in bugün yaptığı da bu. Öğretmen makine tezgahını yalnız bana bırakıyor. Öğretmen bunu kesin kural olarak ortaya koydu. Öğretmen e karşı ben sorumluyum. Ben de bir kimseye devredemem. Recep makine başına geçemeyeceği bildiği için arkada tahta tutup çevirmekten hoşlanmadı. Öteki arkadaşlar böyle değil, nereye göndersen giderler, ne desen yaparlar. Hasan, Yusuf, Mehmet Aygün, Orhan benimle en uyumlu çalışan arkadaşlar. 8. sınıflardan da seçtiklerim oldu. Onlarda da çok uyumlu, çalışkanlar var. Sanırım önümüzdeki günlerde onlarla birlikte çalışmaya başlayacağız. Onlar 8. sınıf adını aldılar ama daha sanat kollarına ayrılmadılar. Şimdiki durumda 7. sınıflardan farkları yok. Her iki sınıf her iki kolda çalışmaktalar. Şimdi en çok iş yapı kanadında olduğu için tümü inşaat işlerinde çalışıyor. Çatılara başlayınca, çaresiz bize yardımcı verilecek. Zaten Sili usta geçen ay bir ayırım yapmıştı. Sonra kendisini su işine verince bu iş tavsadı. Öğretmen , arkadaşlarla geldi, biraz sorgular gibi, ”Bir de senden dinlemek istiyorum, bugün bayrak töreninde ne oldu? ”dedi. Öğretmenin sorduğunu dosdoğru an lamama karşın anlamamış gibi, ”Ne olmuş öğretmenim? diye ben de sordum. Öğretmen, ”Bayrak töreninde yok muydun? ”deyince “Hııı! ”deyip, bizim sınıfın katılmadığı bir gürültü yapıldı, öğrenciler Hüsnü Baykoca öğretmeni çok sevdikleri için, nazları geçeceğini bilerek, Kepirtepe’ye ne zaman dönüleceğini sordular. İstedikleri yanıtı alamayınca da soruları uzattılar! ”dedim. Öğretmen kendi kendine “Bu da bir başka yorum! ”deyip sustu. Mustafa Güneri öğretmenle beden eğitimi öğretmeni geldiler. Okuldan tanışıyorlarmış. Konuk öğretmen, gülerek bize”Geleceğin büyük ustaları! ”dedi. Başka sözlerde söyledi, Mustafa Güneri öğretmeni göstererek, ”Yöneticiniz benim arkadaşımdır! ”dedi. Bu kez ben, Öyleyse siz Şerif Baykurt’u da tanırsınız! ”dedim. Mustafa Güneri öğretmene dönerek:  Kim? ”diye sordu. Mustafa Güneri, ”Resimci, şair Şerif, Kırklarelili ! ”dedi. Konuk öğretmen bu kez “Tanıyorum, onu sen nereden tanıyorsun?  “diye sordu. Ben “Buraya geldi, derken Mustafa Güneri sözü aldı, iki ikiye konuştular. Onlar konuşurken ben, Şerif Baykurt’u değil Süheyla öğretmeni düşünüyordum, ”Kesinlikle onu da tanır! ”Bunu yarın, kendisinden soracağım. Öğretmenler konuşa konuşa yürüdüler biz de arkalarından yola çıktık. Arkadaşlar arasında konuşma konusu oldu. Şimdiye dek 12 ekip geldi. Her ekipte iki öğretmen oluyormuş. 24 öğretmen eder. Biz bunların kaçını gördük kaçı ile konuştuk, kaçının adını biliyoruz. ? Arkadaşlar hep birlikte “Hiç! ”dediler ben, ”Hiç değil ana 4-5 ten yukarı çıkamayız! ”deyince bu kez bana “Atıyorsun! ”diyenler oldu. Yazdıklarımdan aklımda kalanları söyledim. Arkadaşlar buna şaştılar. ”Bize ne gerekli? ”diyenler oldu. Güldüm. Yusuf bana sordu:  ”Birkaçını söyle ! ”Talat, Vahdet, Hidayet, Ömer, Hüseyin, İbrahim, mehmet diye sıralayınca. Hepsi güldü. ”Bizi kandırıyorsun! ”dediler. Adları bir daha saydırdılar. Hasan Üner beni sınamaya kalktı. Söylediğim adlardan birini seçti, seçtiği öğretmenin soyadını, hangi ekibi getirdiğini söylememi istedi. Sorduğu ad Vahdet. Ben yanıtı tane tane verdim. Vahdet Kayık-Haruniye-Adana ekibi. Yürürken duraksadılar. Sahi, aşk olsun vallah gibi şaşkın şaşkın sözler söyleyerek yürüdüler. ”Ötekileri de sorun! ”deyince, bu kez Yusuf, Pazarören’den gelen öğretmen sordu:  Mehmet Yiği! ” Başka başka, diyerek durdum, yüzlerine baktım! ”Gerek yok, sen demek bunları gerçekten yazmışsın! ”deyip bakışıp yürüdüler. ”Sen Beşikdüzülüyü bile yazmışsındır! ”dediler. “Yazmadım ama yazacak gibi kesin öğrendim, yazmak üzereyim. İbrahim İşler/Beşikdüzü-Trabzon…. . Okulumuza gelen Köy Enstitüsü müdürlerini de saydım:  Nurettin Biriz/Ladik-Samsun, Rauf İnan/Çifteler-Eskişehir, Sabri Kolçak/Pazarören-Kayseri, Süleyman Edip Balkır/Arifiye/İzmit, …. . Arkadaşlar sustu…. Sonucu ilgiyle bekledim, bakalım öteki arkadaşlara nasıl yansıtılacak? Doğrudan yatak çadırına gittim, bu kez akordiyonu alıp uzak köşeye gittim. az sonra çocuklar toplandı, biraz da kasıtlı olarak oyun havalarını çaldım. Önde birkaç kişi karkıp oynamayı denedi. Kısa çalıp geçtiğim i, çin kimse tutturamadı. Bu kez bir grup Timurağa istedi . Usturuplu olarak çaldım, tekrarladım, okul bahçesi doldu. Arpazlı, Merzifon alayı, aklıma kelenleri uzun uzun tekrarladım. Ortalık iyice karıştı. Baktım çocukların yarısı konuklar. Yoruldum, deyip kestim. Ben keser kesmez, karşıdan bir ses geldi. Dıy-dıdı dıy-dıdı etmeye başladı. Arkasından birileri sıra olup popolarını oynatmaya başladılar. Bunlar Beşikdüzü ekibiymiş, oynadıkları da onların en ünlü oyunuymuş. Durdum, melodiyi almak istedim. Önce akordiyonda uygun bir ses bulamadım. Siyah tuşlardan bir yaklaşık ses seçtim. Bu kez de öteki sesler uymadı. Çok dinleyince yapabileceğimi düşünerek, akordiyonu yerine bıraktım. Kapı önünde onlara bakarken elinde küçük çalgısı olan biri geldi “Merhaba! ”dedi”Merhaba! ” dedim ama edindeki çalgısına şaşmaktan kendimi alamadım. Küçücük bir şey. Doğru dürüst bir yayı da yok. İlk sözüm, ”Neden bununla? ” oldu. Arkadaş da bana “Neden bununla olmasın? Ben, ”Keman çal!  “dedim. Çocuk, ”Keman çalıyorum abim! ”Bu kez o bana sordu, ”Sen neden bunu çalarsun, keman çalmayısun?  Arkasından da, kıkır kıkır güldü. , ”Keman da çalıyorum ama oyunlarda akordiyon kullanıyorum! ”Arkadaş bir daha güldü:  ”Ha ben da boyle! ”dedi. Yemekhaneye yönelenlere biz de katıldık. Birlikte girince arkadaşlar bana, ”Gene yakaladın birini! ”, dediler. Bu kez ben, ”Ben onu değil, o beni yakaladı. Beşikdüzü ekibi, tıpkı öğretmenleri gibi, karşısındakiler ne kadar kasılsa aldırmıyor, onlar istediği yaklaşımı yapıyorlar! ”dedim. Yemek süresince bunu konuştuk. Derslikte de konumuz bu oldu. Benimle konuşan arkadaşın konuşmasına takıldım ”Herhalde bunlar Türkçe derslerinde fiil çekimlerini okumamışlar, diye düşündüm. Çekim eklerini doğru kullanmıyorlar. Ne var ki sokulgan insanlar. Öğretmenleri de öyle. Yemek masalarında bile farklı duruyorlar. Hele oyunları! Keçiler gibi zıplıyorlar. Arkadaşlara anlatsam saatlerce açıklamak gerekecek; keçi yavruları kimi zaman dört ayağının üstünde hop hop diye zıplar. Bu zıplamalar kimine göre korkudan kimine göre sevinçtenmiş. Ancak Beşikdüzülü arkadaşlarınki sevinçten zıpladıkları o besbelli. Kimi zaman da “Ha uşaklar ha1”gibi sözler söylüyorlar. Benimle konuşan çocuğun adını da öğrendim:  Lütfü. bu adı unutmam, çünkü Vahit Dede’nin öbür adı, Lütfü . Vahit Lütfü Salcı. . Tarih kitabımı açıp okumaya başlarken yakınıma Mandirisali küçük Mehmet geldi. Çoktandır görmüyordum onu, meğer Nazmi Aybar öğretmenle çalışıyormuş. Daha doğrusu çalışmıyormuş. Lüksleri onarıyormuş. Lüsk işlerine hiç bulaşmadım, ne yapıldığını da bilmiyorum, bir süre anlattı. Mustafa Saatçi, Yakup Tanrıkulu, öteki sınıflardan da birkaç kişi varmış. Kendilerine Lüks takımı adı verilmiş. Şöyle dinlerken birden, ”Sen Hüseyin Serin’le neden kavgalısın? ”diye sordu. Kavgalı olmadığımı ancak onun geçen akşam, sen de vardın sanırım anlamsız bir söz söylediğini, sonunda o sözün geçersizliği ortaya çıktı böylece sorun çözüldü! ”dedim. Çözülür mü? O sana diş biliyor? ”dedi. Bunu nereden bildiğini sordum. Kem küm etti. Ben kendi işimi kendim çözerim, başkasının aklına da gereksinim duymadığımı söyleyip kalktım. Yatınca bunu bir daha düşündüm. Bu bir haber değil, kuşku uyandırmak, dahası korku yaratmak. Acaba diyeceğim, arkasından ya şöyle olursa, ya da böyle olursa deyip onunla yatıp onunla kalkacağım. Onun yerine kese yoldan elimden ne geliyorsa onu yapmak, bence en doğrusu olacaktır. Kesin olarak kendini lüksçü olarak onurlandıran küçük Mandirisalıya bir zılgıt çekip kıçının üstüne oturtmanın gerektiğine inandım. Söz taşıyıcı ise, benden duyduklarını taşısın, değilse aradan çekilsin. Yarın Pazar, bir uygun zaman yakalayıp işi uzatmadan planımı uygulamalıyım. En kısa zamanda da Hüseyin’e beklemediği bir sırada ne yapacaksam yapmalıyım. Mehmet Başaran’ı bir daha düşündüm, aynı atölyede çalıştık, rahatsız oluşu nedeniyle kaytarmalarını öteki arkadaşlar gibi bende görmezden geldim, yanımda ö çalışıyormuş gibi dolaştı durdu, herkes ona , çorbacı, ciğerci dediği halde bir gün olsun takılmadım. Tek takıldığım, onu da salt Mehmet Yücel nedeniyle köyü, eski bir kefere köylü oluşundan dolayı köyünün eski adını söylemek oldu:  Mandirisa, Mandirisalı…. Acaba, kızlardan dolayı olabilir mi diye uzun uzun düşündüm. Gül’ü sevebilir, onu kısmanmış olabilir. Eğer böyleyse ona hak vereceğim, gönlünü de alacağım. Ancak bunum nasıl öğrenebilirim. Orhan’ın bilebileceğini düşünüp işi birkaç gün uzatmayı tasarladım.

 

24 Ağustos 1941 Pazar….

 

Mustafa Saatçi, Hüsnü’ye takılıyor:  Kaksi dobralisi, bre Momçe? Hüsnü çok yumuşak bir sesle “İyiyiz be İmam Efendi, sayenizde yaşıyoruz Hafız efendi! ”diye yanıt veriyor. Dün Emrullah’ı savunan Hüsnü bugün de kendini savunmak için sabır tüketiyor. Önce İsmet, arkasından Halil Basutçu sonra da Mehmet Yücel Hüsnü’ye arka oldular, Mustafa Saatçi susmak zorunda kaldı. Pazar sabahı kahvaltıda öğretmen olarak yalnız Beşikdüzü Beden Eğitimi öğretmeni vardı. Bu da benim ilgimi çekti. Oysa bizim öğretmenlerin nöbetleri var, öyleyken ortalarda görünmüyorlar. Okuma saatlerinde bizi gözetleyeceği söylenen öğretmenlerden biri ikisi birkaç kez geldi gitti arkası kesildi. Kepirtepe’de böyle değildi. Buradaki iş dağınıklığı öğretmenleri de soğuttu galiba. Biraz da bizim derslik çadırının çok uzakta oluşundan kaynaklanıyor. Çadırımız nedense ilk geldiğimizden köy okulunun arkasına kuruldu, orada kaldı. Yatak çadırımızda öyle köy okulu bahçesi içinde. İlk bizim sınıf gelince böyle düşünülmüş. Sonra gelenlerin hepsi dere yakınına sıralandı. Konukların çadırları da orada. Öğretmenler oraları dolaşmakla yetiniyorlar. Kızlar okulda kalıyor. Nahide öğretmense hep kızlarla. Böylece öğretmensiz biz kalmış oluyoruz. Bir bakıma da biz bu duruma çok seviniyoruz. Hilmi Altınsoy, iyi izleyici, öğleden sonra dinlenme olduğunu anımsattı. Ben karıştırıyorum, Hilmi, “Geçen cumartesi öğleden sonraydı, bu hafta Pazar öğleden sonra dinlenme. Bir hafta öyle bir hafta böyle deyip eleriyle de gösterdi. Çok sevindim. Hilmi Ankara gezisini hazırlayacak grupta görevli, Sami Akıncı, İbrahim Ertur üçü bu işle ilgileniyorlar. Selçuk Korol öğretmenle Namık Ergin öğretmen de öğretmen olarak bizimle olacakmış. Haftaya ola bilir muştusu üzerine sevindik. Bana sorarlarsa Konservatuvarı görmek istediğimi söyleyeceğim. Niçinini sorsalar, bilmiyorum. Öyl bir okul olduğunu duydum, ilgimi çekti, müzik okuluymuş; o kadar biliyorum. Sevinerek işbaşı yaptık. Biz çerçeve parçalarını bugün bitirmek istiyoruz. . Harun rahatsız, ona yanımızda izin verdik. Harun otururken yaşlılık numarası yapıyor. ”Hasan koş oğlum, bir soğuk su getir! ”diyor. Yusuf’a koş oğlum, cıgaram söndü, ateş getir. Dediği zaman Yusuf öğretmenin arkadan geldiğini görmüş susup güldü. Güldüğünü gördük biz de önümüzde duvar olduğu için öğretmeni görmemiştik. Harun, arkasını oradaki iskele ayağına dayamış, Yusuf susunca biraz daha yüksek sesle koş oğlum, cıgaram söndü ateş bul! diye bağırınca yakınına gelen öğretmen duymuş:  ”Vay vay, sen de mi tiryakiydin?  Bari bir çakmak taşısaydık! ”dedi. Harun, birden doğruldu, ”Yok öğretmenim, özür dilerim, arkadaşlar beni şımartıyorlar. Biraz başımın ağrıdığını söyledim, beni zorla buraya oturttular, bana yaşlı rolü oynatıyorlar, ben de onlara uydum. Ağzıma sigara sürmüş değilim! ”Öğretmen güldü, ”Biliyorum, ben de sizin oyununuza katılmak için öyle dedim, istersen otur istersen git yat, dinlen. Bugün çalışmamız yarım gün, biz de bir süre sonra paydos edeceğiz! ”dedi. Harun iyi olduğunu söyleyip Salih’lerin yanına gitti. Öğretmen örnekler çizip bana korniş açmamı söyledi. ”Kapı kanatlarının 4 cm. kalınlığı var, kornişler kaç santim olacak? ”diye sordu. B u kez ben kontrplak kalınlığını öğrenmek istedim. Öğretmen bir cm. olduğunu varsay deyince”2, 5 cm derinlik! ”dedim. öğretmen:  ”Tamam, başla! ”işaretini verdi. Az düşündü, “Kontrplaklar ince olabilir o zaman çıtaları az kalın keseriz! ”deyip gitti. Öğretmen gidince Harun Özçelik bir süre utancını atamadı, arkadaşlar da “Dede, tütünün geldi, suyun geldi, gibi sözleri tekrarlayıp durdular. Ben kapın birini bitirirken arkadaşlar geldi, birlikte yemeğe döndük. Öğleden sonra gerçekten din lenecek miyiz?  içimizde kuşku var. Öğretmen söyledi ama, daha önce duyurulmuş bir durum da aklımızda. Tekrar tekrar söylendi. ”Burası aynı zamanda bir iş okulu, devlet büyüklerimiz sizin iş içinde yetişmenizi bekliyor. Onlar buraya sık sık gelip sizi işbaşında çalışırken görmek isteyecekler. Onların çok önemli kendi işleri var. Onlar ancak cumartesi-Pazar günleri buraya gelebilecek. İşte o zamanlar sizin iş başında olmanız istenecek! ”Bu sözlere o zaman gülmüştük. İsmet Yanar, Mehmet Yücel gibi şakacı arkadaşlarımız:  ”Bunlar bizi aldatmak için bunu söylüyorlar, bundan sonra her Pazar, Ankara’da gelecek var deyip bizi asker gibi işbaşında tutacaklar demişti. Arkadaşların dedikleri çıkmaya başladı. Sık sık böyle bir haber yayılıyor, ama gelen giden yok. Gene bir haber var, İlköğretim Genel Müdürü Hakkı Tonguç yanında önemli konuklarla gelecekmiş. Geçen defa gelmişti. Ancak, geleceği 20 gün önce duyurulmuştu. Öğle yemeğinde:  ”Bugün öğleden sonra dinlenme var! ” denmeyince boşuna umutlanmayalım. Öğretmen “Var! ”dediğine göre kesinlikle var ama bir birimize birazda gıcık atıyoruz. Yakınıp duruyoruz ama, buraya geleli beri hiçbir gün, ”Ankara’dan konuklar gelecek! ”1deyip bize işbaşı yaptırılmadı. İşin bir de bu doğru tarafı var. Yemekte öteki Pazar günlerine göre kalabalık öğretmen grubu var. Sili usta Gaspar usta, yanlarında daha iki yabacı var. Gaspar usta çoktandır yoktu. Gözlerim Süheyla öğretmeni aradı, yok. Belki çalışmaya gelmeyecek. Gene de alıp kemanı bir süre çalışacağım. Oyunu daha sonraya bıraktık. Yemekten sonra bizim dershaneye konuk öğrenciler geldi. Akçadağ ekibinden adını öğrendiğim Şükrü de var. Zayıf görünüyor ama canlı biri, futbol severmiş. Oynadın mı dire sordum. ”Az oynadım ama oynamayı çok istiyorum! ”dedi. Yakup, Ertur, Ali Önol, Hilmi, İsmet daha bir çok arkadaş toplanıp konuk çadırlarına gittiler. Ben kemanı alıp köşeme çekildim. Mandolincilerden çok az kimse geldi, kemandan da ikisi göründü. Anladım ki öğretmen gelmeyecek. Ken di kendime olsun deyip uzun uzun yay çekerken, ”En vefalı öğrencim sensin, bunu ilk gün daha anlamıştım! ”diyerek öğretmen geldi. Çok güzel bir onurlandırmaydı bu ama hiç etkilenmemiş gibi öyle durdum bir de anlamsız olarak “Geldiniz mi? ” diye sordum. Utandım, kekelemeye başladım. Öğretmen ya dikkatli bakmadığı için göremedi ya da gördü de hoş görmek istedi. Gülümsedi. Gülümseyince yanakları çukurlaştı. Böyl olunca da bakmaktan korkar gibi gene çekingenleştim. Öğretmen çalıştın mı?  diye sormadığı halde, anlamsız bir sesle “Çalıştım! ”dedim, öğretmen gülümsemesini sürdürerek, ”Biliyorum çalıştığını, hep çalışacağını da biliyorum! ”dedi. Kemanı aldı, uzun uzun sesler çıkarak, akort etti. Dimdik öğretmen bakıyordum, arkamda iki çocuk belirdi. İkisinin de elinde keman var. İkisini de tanıyorum, İlk yılardan beri tanıdığım Doğan, Ötekini de tanımıştım İlyas, Onları öğretmen çağırmış. Öğretmen baktı, onları da gülerek karşıladı. Öğretmen bana baktı, çaldıklarımı onlar da dinlesin istedim. Zaman zaman sizi bir arada çalıştıracağım! ”dedi. Rahatladım, yanımda insan olunca üstümdeki korku gitti. Kaçınılmaz olan benliğim canlandı:  Rondoyu çalacak mısınız? ” diye sordum. Ben sözümü bitirmeden rondo başladı. Arkasından serenatları çaldı. Notalarını onlara da verirsin yazarlar! ”dedi. Kemanı bana verdi, arkadaşlara dinletti. Onların metotları başkaymış, ”Metot önemli değil, yayı kullanmak notaları deşifre etmek! ”dedi. Bu sıra mandolinciler çoğaldı, Öğretmen bana “Sen çalış, beklersen gelirim, deyip öbür uca gitti. Çok rahatladım, Rahatlayınca kendimi toparladım, daha dikkatli çalmaya başladım. Uzun bir süre sonra öğretmen gene geldi ama, tekrar dinlemedi, kemanı alıp kendi çalarak iki parça seçti. Seçtiği parçalar gene 1-2-4- tempoluk notalar üzerin kurulmuşu. Aralarındaki fark, karışık dizilmelerindeydi. Biri tempo olarak düzgün biri karışık tempoydu. Birkaç kez çaldı. Kolaylıklar dileyerek ayrıldı. Öğretmen kızların oraya girince, sanki beni gözetleyecekmiş duygusuna kapılarak u<un süre çalıştım. Bir bakıma iyi de oldu iki parçayı da yarı yarıya hazırladım. Kemanı toplamayı düşünürken öğretmen bir grup kızla çıktı, bana baktı, gülümsedi. Yanındakilere ne söylediyse onlar da bana bakıp gülümsediler. Röslein aralarındaydı, karşılaşınca ona sormayı düşündüm. Ama kendi kendime sordum:  ”Neyi soracağım? Her halde “Enayi, hala çalışıyor! ”, demiş olamaz. O kadar güzel yüzlü bir insan, beni tanıyan kızlara kötü bir şey söylemez! ”deyip kendimi toparladım. Kemanı bırakıp dersliğe gittim. Derslikte Sami Akıncı’dan başka kimse yoktu. Sami ile uzun zamandır konuşmuyorduk. Dargın değiliz ama onun beni sevmediği biliyorum. Onun yöneticiler tarafından kendi işlerini gördürmeleri bahasına korumalarına da kızıyorum. Şimdi değil okula başladığım ilk günlerden beri bu böyle. Bu duygumdan ötürü, Sami’yi takdir ediyorum ama candan sevemiyorum. Nedense o da beni sevmiyor. Buna karşın ara ara iyi konuşuyoruz hele ders konusunda o beni sürekli izliyor, ne yaptığımı bilmek istiyor. Bu konuda kötü düşündüğünü sanmıyorum. Çünkü bilgilenme çabalarım sürecinde bir sorunla karşılaştığımda, bunu duyarsa, bildiği bir konuysa yardım ediyor

Ahmet Gürsel öğretmenin gönderdiği bir matematik problemi dışında benden sakladığı bir şey olduğunu saptamış değilim. Ders bilgileri konusunda Sami için olumsuz duygular taşımıyorum. Ahmet Gürsel öğretmen zamanında biraz da onun yarıştırması sürecinde Sami’nin bakışları değişmişti ama sonraları giderek o eski gerginlik kalktı. Hiç değilse ben öyle algılamaktayım. Ya da ben Sami’nin kıskançlığını onun adına hoş görmeye alıştım. Almanca Lügatım ondaydı, isteyip istemediğimi sordu. ”Orhan isterse vermesini, bu sıra bana gerekli olmadığını söyledim. Biz konuşurken Kadir Pekgöz’le Mehmet Başaran geldi. Kadir benimle oyun-müzik çalışmaları üzerine konuşurken, Mehmet Başaran’ın Sami Akıncı’ya “Ne konuştun onunla! ”dediğini duydum. Sami başını kaldırmadan “Hiç, dersten kitaptan konuştuk! ”dedi. Sami’nin susuşu üzerine yan sıraya oturunca, Kadir’i susturup, ”Ben söyleyeyim mi. ne konuştuğumuzu ?  Birilerinin sırtı kaşınıyor, salt sırtını mı kaşıyayım yoksa unutamayacağı derinlikte bir acı mı çektireyim? ”dedim, Sami de bana, ”Sen bilirsin! ”dedi. Anladın mı küçük Mandirissalı? Yani Sami bu işte yok! Telaşla “Bana mı söylüyorsun? diye sorunca :  ”Yok canım bir rastlantı olarak adlına girmiş sıraya söylüyorum. O biri sıranın altına sokulduğunda, sıra şaşırmasın, buna hazırlıklı olsun; diye uyardım! ”Kadir, Ne oluyoruz Abi? ”deyince Kadir’e baktım:  ”Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az! ”Kadir gülerek, ”Yani, ben şimdi bundan bir şey anlamadım, davul mu zurna mı? ”dedi. Kadirciğim hemşerim, senin burada bir işin yok, ben birilerine Atasözü anımsatıyorum. Sami gülerek Kadir’e “Arkadaşım sen de benim gibi söylenenleri duymamış ol! ”dedi. Bu sözü azıcık anlamlı buldum. ”Tamam, siz nasıl olsa sonra gerçeği duymuş olacaksınız! ”Gelenler oldu. Yusuf Asıl Beşikdüzülülerin okul bahçesinde oynadıklarını söyledi. Görmek üzere çıktık. Ancak biz varmadan öğretmenleri gelmiş, ”Her akşam burada toplanılmaz, başka bir yerde oynamalarını söylemiş. Kemençeleri ellerinde gittiler. Onlar uzaklaşamadan tören zili çaldı. Tören toparlanması azıcık uzadı. Mustafa Güneri, Hidayet Gülen, Seçuk Korol, Nahide öğretmenler var. Namık Ergin öğretmen uyardı. Hızlı bir toparlanma oldu. Hidayet öğretmen, ”Dikkat çekip İstiklal Marşı’nı söyletti. Bayrak inince de “Rahat! ”deyip yürüdü. Gözlerim Süheyla öğretmeni aradı. O yok, onun için mi böyle oldu yoksa o da var ama böyle yapılması mı istendi? ”Alan boşalıncaya dek bekledim Süheyla öğretmen yoktu. Bu kez gözlerim Röslein’i aradı o da yok. Melahat Erkan karşıma çıktı, ona sordum. Arkadaşlarından bir grup öğretmene gitmişler, galiba gene konukları varmış. Konuk deyince aklıma ilk gelen Şerif Baykurt oldu. Ama onun bu kadar erken geleceğine olasılık tanımadım. Herhalde gene köyden kadınlar gelmiştir! ”deyip geçtim. Süheyla Öğretmen yemekte de yoktu. Bu kez Röslein’i gözledim onu da göremeyince, ”Belki de kızlardan bir grubu çağırmıştır! ”deyip dersliğe gittim. Tarih kitabını açıp Yunan uygarlığını okudum. Bir yığın insan adı var:   Tebai, Atina, Isparta, Korint, Larisa, Helleni Fokia, Sinope, Amisos, Kalhedon, Bizantion, Takituz, Tera, Zevs, Hera, Hermes, Helena, Homeros, Olimpia, Afrodit, Termopil, Leonidas, Perikles Pantenon, Herodot, Tukidides, Sokrates, Eflatun, Aristoteles daha bir çok adlar. Bunları hep öğrenecek miyiz?  Arkasından bir de İskender geliyor. İskender Türk adı, bizim köyde İskender adlı insan var. İskender adının Yunanistan’da bulunmasına şaştım. Yatarken Mehmet Yücel uzandı, ”Ne oldu, Başaran çok üzülmüş! ”dedi. Sözü uzatmadım, ”Niçini o söylemez ama sen gene de sormalısın, hem de doğrusunu öğreninceye dek sormalısın ki, ”Niçin ortaya çıksın! ”dedim;  başımı yastığa koydum. Hiç bir şey düşünmemeye karar verdim. Gene de parça parça düşünceler geldi geçti. Süheyla öğretmen ne güzel keman tutuyor ne güzel de çalıyor. Keman yayı, yay çekme derken Ahmet Gürsel öğretmeni anımsadım. O da güzel keman çalıyordu. Ya Latif Yurtçu öğretmen?  Giyer Fistanını atlas, atlasa iğneler batmaz! ”. . şarkısını su gibi akıtıyordu. Ahmet Gürsel öğretmen asker, subay. Latif öğretmen bir yerlere gitmişti. Belki o da askerdir. Ağabeylerimi anımsarken üzülmeye başladım…

 

25 Ağustos 1941 Pazartesi.

 

Ahmet Güner yatakhane nöbetinden nefret ettiğini yüksek sesle söyleyerek “Kalk çağrısı yapıyor. ”Elin gevşek insanlarını yalvar yakar kaldırmaya çalışmak iş mi? ”diyor. Halil Basutçu:  ”Daha iyi işte, onları kaldırınca gün boyu sen yatacaksın! ”Bu, o kadarcık zahmete değmez mi? Gönüllüler vardır, istersen değiştirebilirsin! ”Ahmet Güner değiştirmeye de razı değil. ”Demem o değil abi! ”diyor, arkadaşlar anlayış gösterip kalkmalı. ! ”Ahmet konuşurken gülenler oldu;  çünkü arkadaşların çoğu kalkmış gitmiş, Abdullah, Yakup Ali aga bir de Fettah kalmış. Onlar da sıyrılıp çıktı. Yusuf Ahmet’i bekliyor, ”Aldırma, gelip kimse dolaşmıyor zaten! ”dedi. Okul kapısına çıkarken Çoban Mehmet yanında Nazmi Aybar öğretmenle geldi, iki tarafa bakınarak okula girdi. Ahmet “Tüh be, kör şansa bak, gelmeyen adam beni buluyor! deyip çadıra döndü. Ahmet’e kahvaltı saklanmasını nöbetçilere söyledik. Gaspar, Sili ustalar kahvaltıda. Hilmi Altınsoy’un gözünden kaçmadı, ”Bu gavurlar, analarından çalışmak için doğmuş! ”der demez, Hasan, Mehmet, Yusuf üçü birden, ”Bizi de analarımız kaytarmak için! ”diye eklediler. Biz kalkmadan Ahmet Güner geldi. Gözetlemiş, Müdürle öğretmenin gittiğini görmüş, koşup gelmiş. Ahmet’e takıldılar:  ”Nöbetçilerin yemeklere gitme izini var, asılı görev levhasını okumadın mı? ”Ahmet, böyle sorulardan bıkmış bir ekşimeyle:  ”Ne bileyim ben! ”deyince bu kez Yusuf:  ”Ahmet okumuştur ama, Çoban Mehmet’in okumamış olacağını düşünmüştür! ”Ahmet birden canlandı:  ”Vallahi doğru söyledin o aklıma geldi, adam aklına eser azarlar, sen paparayı yedikten sonra ne dersen de? ”Salih Baydemir içini çekerek:  ”Vay canına adam şaka maka değil, bizi korkuttu. Küçükler bağırıp çağırıyor ama Çobanı görünce çil yavrusu gibi kaçıyorlar! ”dedi. Çoban Mehmet, şimdi de çoban oldu. Mehmet Aygün öteden Mehmet denmesini istemiyormuş:  ”Böylesi daha iyi, hem kime söylendiği de tam belli olmaz! ”Zaten adam ilk söylediğinde “Müdürünüz iyi bir çoban olsaydı, sürüsünün başında olurdu! ”demişti. Ona, kötü çoban dense daha yerinde olacak! ”Mehmet’i söylenmeyince çoban sözü daha rahat söyleniyor. Kalkarken çoban modan diyerek kalkıldı. Hilmi ayrılırken Yusuf:  ”Sürüden ayrılanı çoban ne yapar? ”Bu kez ben, ”O kadar da değil, çoban sözünün ne anlam taşıdığını tüm çocuklar biliyor, biri gidip duyurabilir. Sorulunca biz de yalan söyleyemeyiz, şakanın sonu acıklı olur! ”dedim. Yürüdük. Kapısının önünden geçerken Ali Yılmaz öğretmen çıktı, birlikte yürüdük. Öğretmen bize askerlik anısı anlattı. İstikam sınıfına ayrılan askerler değişik inşaat işlerinde çalışırmış. Bizim gibi binalarda çalışanlar, koprü yapanlar, yol kazanlar oluyormuş. Olayın geçtiği iş de bir köprü işiymiş. Köprüde çalışan birlik, kaldıkları yerden biraz uzakta çalışıyormuş. İşe gidip gelmeler tıpkı bizim gibi bir süre yürüyerek oluyormuş. Birlik komutanı ata atlayıp önde rahat giderken arkadaki askerler ileri geri konuşuyorlarmış. Bu konuşmalar giderek kahramanlığa dönüşmüş. Sen şunu yapamazsın, ben bunu yaparım, tartışmaları almış yürümüş. Sısak bir gün birisi bol keseden atan birine, ”Yüreğin varsa dal şu çalılık içinde kal, senin işini ben yapacağım. Akşam dönerken bize katılırsın! ”Bu öneriye o gün kimse uymamış. Havalar iyice ısınmış. Gitmeler gelmeler zorlaşmış. Bir gün erin biri ben bugün bunu deneyeceğim! ”deyip ağaçlar arasından sıvışmış. Dönüş yine oradan arkadaşlarına katılmayı tasarlamış. Grup iş yerine gitmiş, işleri, her günkü tempoları içinde sürdürmüşler. Komutan, belli bir yerde gölgesinde çalışanları gözlüyormuş. Yoklama yapılmadığı için oldukça kalabalık gruptan ayrılan bir kişi fark edilmemiş. Ya da askerler öyle sanmışlar. Paydos zamanı gelince,

iş bırakılmış yola çıkmışlar. Herkes kaçan cesur arkadaşlarını alkışlamaya hazırlanıyormuş, Komutan yola çıkarken, gülümsemiş, bugün bir değişiklik yapalım, siz benim önüme düşün ben arkanızdan geleyim! ” demiş. Erler, önce anlamamışlar, yola çıkınca durumu sezenler, arkadaşları adına kaygılanmaya başlamış, ”Arkadaş, bize nasıl katılacak? Ormanlık yere gelince komutan iyice yaklaşmış. Kaçak arkadaşlarına katılmaya hazırlanırken komutanın önüne çıkacağını anlayıp geri dönmüş. Komutan hiç belli etmeden birlik merkezine dek arkadan izleyerek gelmiş. Komutla sayım yaptırmış. Doğal olarak bir eksik çıkmış. Askerde eksikler kolay saptanırmış. Komutan hiç üzerin durmamış. Ama kapılar sıkı kapatılmış, nöbetçiler uyarılmış. Gününü gölgede geçiren kaçak gelince, cezası bildirilmiş. Bir hafta, iş yerinin az ilerisinde gün boyu sıcakta nöbet tutmak. Öğretmen bunu niçin anlattı, pek anlamadık ama bizimkiler:  ”Biz sıvışmak istesek nereden kaçabiliriz! ”diye yer aramaya başladılar. En çok da Yusuf, benimsedi. Ben, “Acele etme buraları yakında bağ bahçe olacak, o zaman sıvışmayı düşünürsün! ”Yusuf benim takılmamdan alındı, ”Neden ben? ”diye sordu. Öğretmen Yusuf’a “Sinirlenmeyelim efendim, bu grupta en genç sendin hani, öğle diyordun. Yoksa ben mi yanılıyorum? ” diye sordu. Yusuf:  ”Ama öğretmenim başka anlamda söyledi, beni aptal yerine koydu! ”dedi. Buna herkes güldü, gülerken atölyeye geldik. Atölyede de Yusuf’la beraber çalışacağız. Öğretmen Yusuf’a takıldı:  ”Birlikte mi çalışacaksınız? ” Yusuf, ”Evet! ” deyince öğretmen:  ”A bak, dediğin gibi olsaydın o seninle çalışmazdı. Yusuf güldü, ”Anladım öğretmenim! ”dedi. İşimize başladık. Pencere çerçeveliklerinin cam yataklarını açıyorum, kısa oldukları için yardımcıya gerek duymadım. Yusuf, kenar keskinlikleri alıyor. Tartışmamıza karşın çok düzgün çalıştık. Çerçeve kornişleri tamamlandı. Geçmelerin çizimini bitiren ince ustalar, aramızda biz onlara öyle diyoruz Harun Özçelik’le Salih Baydemir bize katıldılar. Akşama, köşelerin dişi-erkek geçmeleri dışında tüm işler bitecek. Mehmet- Orhan-Recep üçlüsü de kasaları hazırlıyor. Sili usta geldi. Yanında Gaspar usta da var. Sili usta bize takıldı:  Gaspar size darıldı, ”Kendi atölyelerını tamamladılar, benimki kaldı yarım! ”Demiş. Demircilik atölyesinin çok az bir yeri kiremitlenmemişti. Ben açıkladım, ”Kiremit eksikliğinden değil, kalkan duvarındaki bir eksikliktendi. Orası yapılınca tamamlanacak. Kalkan duvarından hava deliği bırakılacakmış, unutulmuş. Ondan vazgeçilip hava deliği çatıya verilir düşüncesiyle orası açık bıraktık! ”dedim. Sili usta beni övdü, ”Benim iyi ustalarımdan! ”dedi. Gaspar usta da ya ya yaaa! ”dedi. Onlar gidince Ya ya yaları uzaktan duyan Orhan, ”Gaspar usta evet evet evetleri çekti! ”dedi. Güldük:  Herkes her şeyi kendi gönlünce değerlendiriyor. Öğretmen Ankara’ya gidiş gününü saptadınız mı? ”diye sordu. Arkadaşlar:  ” Cumartesi günü! ”deyince, öğretmen:  ”Bu cumartesi olmasın, cumartesi asker bayramına rastlıyor, Ankara biraz kalabalık olur, bir çok yerler de kapalıdır! ”dedi. ”Biz günleri, bayramları unuttuğumuz için bunlardan habersiziz! ”deyince öğretmen. ”Haklısınız, beklide o gitme daha iyi olur, kalabalık görmüş olursunuz. Zaten alış-veriş yapacak değilsiniz! ”dedi. Gene de arkadaşlara durumu duyuracağımızı söyledik. Öğle paydosu için sevindim. Ahmet nöbetçi olduğuna göre, oyunlara gene ara vereceğiz. Kemanı sıkı sıkı sürdürmek istiyorum. Yemekte gözlerim öğretmenler masasında. Süheyla öğretmeni önce göremedim. İçimden gene neden? derken kızların masasında hem de tam karşımda yüzü bizin tarafa doğru olduğunu gördüm. Tam da Röslein il Nahide öğretmenin arasında oturuyor. Görmeden önce dikkatle aramama karşın görünce boynumu büküp bir daha bakamıyorum. Besbelli benim cesaretim müzik çalışmaları içinde olacak. Bir bakıma da bu iyi. Yanımdakiler, cumartesi bayramını tartışıyorlar. Lüleburgaz’da kaldığımız da biz de katılmıştık. Lüleburgaz’da da önemseniyordu. Bir hafta boyunca bando çalmıştı. Bunları anımsatınca arkadaşlar “Sahi! ”deyip güldüler. Akşam derslikte tüm sınıf neye karar verirse onu yapacağız. Yusaf’a haber verip gittim, kemanı alıp yerime gittim. Bugün çardak altı doldu. Beni görünce çocuklar dağılmaya başladılar. Yakınıma kadar gelen mandolinciler oldu. Kemancılar gene öte uçta. Öğretmen ince beyaz çiçekli giysileriyle. Büyük kenarlı şapkasını giymiş. Rüzgar yok, rahat yürüyor. Gelişine bakmaz gibi yapıyorum ama adım adım izliyorum. Önce kemancılara gitti. Hepsini topladı, ayrı ayrı çaldırdı, sonra beşini bir yerde çaldırdı. Doğan’tek çaldırdı. Elleriyle bir şeyle gösterdi, mandolincilere geçti. Daha bakmadım. Yan döndüm görmemiş gibi çalışmamı sürdürdüm. Yanımdaki mandolincilerle konuşmaya başlayınca dayanamayıp baktım, gülümsedim. Gene çalmaya başladım. Çaldıklarım aslında sıradan tempoya alıştıran dizi notalar. Ben onları önemseyip bir parçaymışçasına dikkatle çalıyorum. Sıra bana gelince öğretmen mandolincileri göstererek:  ”Bunlardan rahatsız oluyor musun? ”diye sordu. Çocuklara baktım, çalışıyorlar. ”Biraz ses karışması oluyor ama, onlarda güzel çalışıyorlar! ”dedim. Öğretmen:  ”Ben de öyle düşündüm, ben onları birkaç gün içinde bir araya toplayacağım, bir iki gün çalışsınlar! ”dedi. ”Siz bilirsiniz! ”dedim. Karışıp tempolu parçadan başlayıp hepsini çaldım. Mekanik olarak çalıyorsun, deşifren iyi ama keman sesi çıkarmaya çalışmalısın! ”dedi. Güldüm. Öğretmen gülüyorsun ama dediğimi de yapacaksın. Yoksa keman çalmış olamasın. Yayı sürten herkes ses çıkarabilir! ”dedi kemanı alıp sesler çıkarttı. Gerçekten sesler çıktı ama olmadıklarını iyi anladım. Hemen hemen sesler benim çıkarttığım seslerin aynısıydı. Parçaları birer kez çaldı. Sanki çaldıkları o parçalar değildi. Yüzüme dikkatlice baktı, acı gibi bir durum sezdim ama zerrece üzülmedim. Öğretmen bana tüm iyi niyetiyle öğretmeye çalışıyor bunu çok iyi anladım. İçimden:  ”Neden üzüleyim, üzülürsem öğretmen de üzülecek! ”dedim, gülümseyerek, ”Kusurlarımı çok iyi biliyorum, ama sizin uzun bir süreçte kazandıklarını ben hemen yapamayacağımı bilerek başladım, yapabildiğimin en iyisini yapana dek çalışacağım! ”dedim. Öğretmen, gülümsedi, ”İşte bunu duymak istiyordum. Benim “Oluyor! ”dediklerimin ne kadarının olduğunu sezmeni istiyorum. Çocukları gösterdi. ”Oldu deyince havalara uçuyorlar. Oysa olan doğru yerlere basmak, doğru sesi çıkarmaktır. Çalma bundan sonra başlayacaktır. Seninle ben bu çalışmayı yapmak istiyorum. Çokların çok iyi. Zaten tınıları kavramışsın. İşte bunlara biraz duygu katıp sesleri müzik yapmak gerekiyor! ”Öğretmen kemanı aldı. Önce Toselli, arkasından Schubert. Serenarl Rondoyu çaldı. Gülerek, Çaldığını duydum, güzel çalıyorsun! ”dedi gülerek, La Komparsita’dan iki bölüm çaldı. Çalıştıklarından bıkarsan, kendin bir parça seç, konuştuklarımızı unutma! ”deyip ayrıldı. Süheyla öğretmeni nihayet anladım. Benimle alay da etmiyor, gönül eğlendirmek de istemiyor. Elyordamıyla yaptığım çalışmaları görmüş, bu işten anlayan bir insan olarak bana yardım etmek istiyor. Bunu yapmak için o nasıl sabırla beni yönlendirmeye çalışıyorsa ben de ona yardımcı olup beni yetiştirmesini engellemeyeceğim. Onun bana yararlı olmak için yapmış olduğu yakınlık sevgiyle sarılmış görünümü var ama bu sevgi bir başka sevgi, çok kalıcı bir yanı olduğu besbelli oluyor. Öteki sevdiğim öğretmenlere olan bağlılığıma benzer bir sevgi. Kendisi güzel olduğu için beni ilk görüşte o yanıyla çok etkilediğinden yanılgıya kolayca düştüm. Çok kesin olarak yanılgımı anlamış bulunuyorum. Buna da seviniyorum. Kesinlikle yanılmıyorum, Süheyla öğretmen benim aklımdan geçenleri okudu, buna karşın beni belli bir yerde durdurabileceğini de hesapladı. Bu hesaplar sonunda gönlünce bana yardımcı olmak istediğini de aktardı. Bugünkü sözleri bundan başka hiçbir anlam taşımamaktadır. ”Çalışırsan, dediklerimi yaparsan başarırsın. Sen başarırsan ben de, bana sevgi besleyen birine iyilikle karşılık vererek insanca bir davranış yapma mutluluğunu yaşarım! ”Azıcık gecikerek iş yerine gittim. Yusuf gürlek, ”Öğretmen sana güneşte nöbet tutturacak! ”dedi. Ne dediğini anlamadım. Oysa öğretmen henüz gelmemiş. İşlerimiz belli olduğundan çalışmaya başladık. Çok rahat bir durumda olduğum duyumsadım. Gülmek, konuşmak istiyorum. ”Yarına kadar nasıl duracağım? ”diye sabırsızlanıyorum. Yarın öğretmene çok neşeli davranacağım, onu anladığımı, asla üzülmediğimi, onu asla üzecek bir durum yaratmayacağımı anlatacak davranışlar göstereceğimin planlarını düşünüyor, bunlara seviniyorum.

 

26 Ağustos 1941 Salı…

 

Ankara, 30 Ağustos Bayramı, bando sözleri arasında uyandım. Mehmet Aygün:  ”Günler ne çabuk geçiyor! ”dedi. Karşı koyanlar oldu:  ”Ne çabuk geçmesi?  Evlerimizi, okulumuzu unuttuk. Oysa daha dört ay geçti! ”Mehmet Aygün:  ”Ben geçen gün nöbetçiydim, sıra hemen geldi. Nöbet bir ayda geliyor. Öyleyse bana göre bu ay çabuk geçti! ” “Değiştir nöbeti, yerine tutacaklar vardır! ”dendi. Hilmi Altınsoy, ”Ben gönüllüyüm, arkadaşım iç. in özveride bulunmaya hazırım! ”dedi. . İsmet Yanar’la Mustafa Saatçi arkalarından daha başka gönüllü nöbetçiler çıkınca Mehmet Aygün sözünü geri aldı. Ankara için önceden izin alınması gerekiyormuş, iki arkadaşın bunu yapması istendi. ”Sami Akıncı her gün yöneticilerin orada, izini o alsın! ”diyenler oldu. Sami Akıncı:  ”Ben söylerim ana yalnız olmaz, bir arkadaş daha gelsin! ”dedi. Arkadaşlar beni önerdiler. Ben de gidebileceğimi söyledim. İzin alınmış gibi sevinmeye kalkışanlar oldu. Bu sevinç, yavaş yavaş hepimizi sardı. Çalışmaya giderken Yusuf Ankara marşı söyledi. Sözlerini anımsayamadı, sözleri gevelemeye başlayınca güldük. Ancak sözleri doğru olarak biz de bulduramadık. Bölük börçük anımsayıp kendimizden de doldurmalar yaparak işbaşı yaptık. Öğretmen gelince önce Ankara işini sordu. Durumu ben anlattım. İzin işini söyleyince öğretmen:

-Çok doğal grup olarak gidilecek izin almadan olur mu?  Ben, “Bugün alacağımızı söyledim. Öğretmen:

-Bugün Müdür bey yok, yarın alırsınız! Ankara düşleri kurarak bir süre çalıştık. Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Ankara gezisini ona da açtık. Mustafa Güneri Öğretmen güldü:

-İstekleriniz çok masum çocuklar ama o izin işiniz biraz zorca, sizin durumunuz biraz başka. Siz sıradan okul öğrencilerinin statüsü dışkında gibisiniz. Müdür Beyle bir konuşun bakalım;  ama olumsuz yanıt alırsanız üzülmeyin. Sakın ha bu olumsuzluğu da Müdür Beye yüklemeyin. Siz burada konuksunuz ama biliyor musunuz siz kimin konuğusunuz?  Doğrudan doğruya Milli Eğitim Bakanlığının, bir bakıma Bakan Hasan Ali Yücel’in konuğusunuz! deyip güldü. Arkasından bir de “Yaaa, öyle işte! ”dedi. Sustuk, anlatılanların ne anlama geldiğini ben algılayamadım. “Bir gün fazla çalıştırmak için böyle düşünülmüş olunabilineceğini usumdan geçirdim! ”Bu konuşmalar ya da düşüncelerden etkilenmeden işlerimizi sürdürüyoruz. Öğretmen arada yanımıza uğruyor; çoğunlukla öteki grubun yanında, onlar, pencere üstlerinin köprülerini yapıyorlar. Durup dururken aramızda bir tartışma çıktı. Ben arkadaşların pencere üstüne koydukları ağaçlara önce kiriş sonra da köprü demişim. Yusuf buna takıldı:

-Köprü mü?  Kiriş mi? Ben bu kez de “Üst eşik! ”dedim. Arkadaşlar hep güldüler. Davlumbaz diyen oldu; kuşak, kemer diyen oldu. Sili Usta geldi. Gülerek:

-Ustalar ne olacak bu bizim işler? ”dedi. “Hangi işler? ” diye sorduk. O:

-Ağustos bitiyor, eylül daha sonra, elinin biriyle göstererek;  “Hoppp!  kış geldi! ”dedi. Çatılardan söz ettiğini anlamıştım. “Üç binanın çatısı hazır, aynı kalıplardan çıkacağı için ötekilerin çatılarını hemen yaparız! ”dedim. Yanıma kadar geldi, elini omzuma koydu. “Sen beni anladın, beni çatılar düşündürüyor, ben de size güveniyorum zaten! ”dedi. “Ende gut, alles! ”dedim. Sili Usta gülerek:

-Ya, ya yaaa! ”dedi. Baktı:

-Sonu güzel olacak, biliyorum, korkuyorum ki geç olmasın. Başı güzel başladı, biliyorsunuz!

Elini başına doğu kaldırıp selamlayarak ayrılı. Orhan, “Bu adam şimdi senin sözüne Almanca mı yanıt verdi yoksa Türkçe mi? ” diye sordu. Ben, “Almanca! ”dedim. Yusuf, Orhan öteki arkadaşlar :

-Türkçe! dediler. Hep birlikte güldük. Bir daha sefere yazılı alalım, J ile yazarsa Almanca Y ile yazarsa Türkçe olur. Bu kez Orhan:

-İyi ki biz bu adama geçmiş günlerde Almanca için söz açmamışız, bize kesinlikle olumlu yanıt vermeyecekmiş! . Bu kez Sili Usta’nın Macar oluşu, Almanya’nın Macaristan’ı yutması söz konusu oldu. Macarlar bundan dolayı Almanca’yı sevmezler gibi bir sonuç çıkardık.

Öğretmenle birlikte inşaattaki arkadaşlar geldi. Onların da bambaşka sorunları varmış. Duvarları çıkarılan üç binanın da kat döşeme kiriş yerleri bırakılmadan örülmüş. Beton kalıpları için bir çok yer sökülecekmiş. Arkadaşlardan düzeltenler oldu, böyle özürlü bina üç değil ikiymiş. Şimdikiler uyarılmış; kalıp yerleri açık kalıyormuş. Bizim işlerin düzgün gittiğiyle övünerek, başkalarının yaptıklarını abartılı bir dille eleştirerek yemeğe döndük. Sami Akıncı beni bekliyormuş:

-Çabuk gidelim, Müdür Bey bir yere gidiyormuş, geç gelebilirmiş, şimdi yerinde, gidip izin isteyelim! . Koşarak gittik. Kapı açıktı geldiğimizi gören Müdür Bey gülerek gelin bakalım bir sorununuz mu var? deyince Sami, “Bizim arkadaşlar. . ! deyince Müdür bey, “Aynı konu için mi geldiniz? ”diye sordu. Biz başlarımızı oynatarak “Aynı konu! ”deyince bu kez Müdür Bey Sami’ye, seninle çok konuşuyoruz, bu kez arkadaşın konuşsun bir de onu dinleyeyim! ”dedi. Ben, “Arkadaşlarla topluca Ankara’yı görmek istiyoruz! ”dedim sözümü sürdürürken, Müdür Bey gülerek:

-Siz Ankara’yı görmeden mi içinden geçtiniz, gecemiydi? deyip Keh keh keh sesleri çıkararak güldü. Susup bana bakınca sözümü sürdürdüm:

-Gündüz geçtik ama hem çok yorgunduk hem de tren pencerelerinden salt yol kenarlarını gördük. T. B. M. eclisini, Gazi Terbiye Enstitüsünü, Stadyumu, Ulus meydadını daha başka yerleri görmek istiyoruz; bu nedenle bu cumartesi için izin istiyoruz. MüdürBey biraz gerginleşerek, “Bu cumartesi çok yakın, hem de bu cumartesi bayram, bu bayram çok önemli ama bir asker bayramıdır. Amacınız Ankara’da bir bayram görmekse, gelin bunu önümüzdeki Cumhuriyet Bayramı’na bırakalım. Durumum elverirse ben de size katılırım, hep beraber bir Cumhuriyet Bayramı izlemiş oluruz. Biliyorsunuz Cumhuriyet Bayramlarında törenlere halk katılır. İşte o bayramda hemen hemen Ankara halkını da görmüş olacaksınız. Bu cumartesi çok erken deyişim size izin vermemek için bir bahane değil, Okulların toplu gezileri Bakanlığımızın izinlerine bağlı. Benim bunu önceden yazılı bildirmem gerekiyor. Bu nedenle arkadaşlarınıza selamımı söyleyin, ben engel olmuyorum daha doğrusu ben izin veremiyorum! ”dedi yürüdü. Biz de çekine çekine arkasından çıktık. Arkadaşlar ilgiyle bekliyordu. Durumu açıkladık. Oradaki arkadaşlardan ayak üstü kararsız tepkiler geldi. Kimisi”Zaten belliydi Çoban Mehmet bize izin vermez, demiştim!  “Kimisi bu daha iyi! ”deyip geçti. Ben yemeğimi atıştırıp keman çalışma yerime gittim. Öğretmen uzak uçta çalışıyordu. Beni görmemiştir, diye düşünerek çalışmaya başladım. Arada göz attım, çalışmayı sürdürdüm. “Her halde bugün sıra bana gelmez! ”diye içimden geçirirken öğretmen geldi. Neden geç kaldın, bir işin mi çıktı? ”diye sordu. Olayı ayrıntılarıyla anlattım. Öğretmen de Müdür Beyin dediğine katıldı. Ancak ben “Cumhuriyet Bayramına daha iki aydan fazla zaman var! ”deyip susunca öğretmen:

-Ne olur canım, sen de gene izin alır gidersin, öyle izin veriyorlar, o neşeli yeğenini alır gidersin, benim durumum elverirse sizi ben de bir iki yere götürürüm! dedi. Birden değiştiğimin ayırtına vardım. Dün bir çok şey düşünmüştüm. Öğretmen benimle nasıl ilgileniyor, ben neler düşünüyorum. Onun bu iyi niyetini anladığımı ona kanıtlamam gerekiyor. Bunu yapabilirsem belki daha çok mutlu olacak o zaman daha çok yararlı olmaya çalışacak. Kısık bir sesle “Sağolun! ”dedim. Sesimin kısılmasından “Sağolun! ”demekten başka bir söz söyleyememekten utandım. Öğretmen bunları sezdi, “Kendin seçip çalıştığın parçayı çal! ”dedi. Karışık notalı bir parça çalışmıştım, onu çaldım. Sekizliklerde tempo bozduğumu söyledi, aldı birkaç kez çaldı. Yeni bir parça verdi. Geçtiğimiz altı parçayı da çaldı. Benim de her keman alışımda böyle çalmamı önerdi. Ankara’ya gitmeyi düşündüğümde onun orada olacağı zamanı seçmemi anımsattı. “Ama istiyorsan! ”diye de uyardı. Bu kez çok istediğimi, yeğenim İsmet'le de bunu konuştuğumuzu, ekledim. Bu kez öğretmen de “Yeğenin çok neşeli, onunla gelirsen ben de memnun olurum, onu tanıdım! ”dedi. Öğretmen ayrılınca yeterince konuşamadığımı, ancak öğretmenin, öğretmence davrandığını daha iyi anladım. O bana yardım etmek istiyor. Ancak o da nasıl yardım edeceğinde tam kararlı değil. O daha yeni öğretmen. Üstelik çok genç bir kız oluşu onu azıcık çekingen duruma sokuyor. Namık Ergin Öğretmen de bana yararlı olmak istiyor. Ancak Namık Öğretmen bunu sözle söylemeden yapabiliyor. Çünkü işin orasını ben anlıyorum. “Öğretmenin sözünden bu anlam çıkar, deyip bir yorum yapıyorum. Susulacaksa susuyorum. Süheyla Öğretmende iş değişiyor. O sözünü kestirip atmıyor. O keman çalıştırıyor. Öteki çalışmalardan farklı. Elimden kemanı alıyor, elimi tutuyor. Keman çalarken saçı düşüyor, Keman alıp bırakırken keman göğüslerine çarpıyor. Ben bunlara hep bakıyorum. Baktığımı da o görüyor. İşte bu durumlarda ben sanırım yanılıyorum. Örneğin öğretmen “Aaa, aynı yaştaymışız! ”deyince o ne düşündü tam bilmiyorum ama kesinlikle “Benim düşündüğümü düşünmüş olamaz! ”diyorum. Çünkü benim düşündüğümü düşünse o kemanı eline alırken yerine koyarken eli ayağına dolaşırdı. Oysa hiç bile öyle bir durum yok Ben, onda bendeki gibi bir durum olmadığını görüyorum. Tersine, ondaki çekingenliğin nedenleri de bende yok. Ancak onu çekindiren nedenler kesinlikle bende var. Var ki çekiniyor. Düşünüyorum, yatınca kendi kendime hep onun için konuşuyor, onu aklımdan çıkarmıyorum. Sanmıyorum onda böyle bir duygu olsun. O düşünse düşünse beni kemanımla düşünür, yaptığımla yapamadığımla anımsar. Oysa ben onu düşünürken keman aklımın kenarından bile geçmiyor. İşte bunları düşünerek ben, öğretmenime kendimi davranışlarımla anlatmalıyım. Bu da önce çok çalışarak, onu incitecek davranışlardan kaçınarak olacaktır.

Arkadaşlara yetiştiğimde soru yağmuruna tutuldum. Seviniyorsunuz ama, der demez hepsi birden “Eeeee, Aaaaa! deyip sustular. Cumhuriyet Bayramı önerisini duyunca hepsi sevindi. Çoban Mehmet böyle incelikli düşünüyor mu?” diye soranlar oldu. Bizim takım durumdan mutlu oldu.

Çerçeve işlerinin korniş, su yolu, geçme, alıştırma, köşe kırmaları yapıldı. Tutkallayınca düzgün kurutmak için yetecek kadar işkencemiz yok. Bildiğimiz üzere Kalaslardan döşeme hazırlayıp geçici olarak çizgiler çizip çaktık. Yarın tutkallayınca buralara yatırıp, sıkıştıracağız. Bir ara Yusuf boş kalmış, Beşikdüzülü öğrencilerden yeni öğrendiği şarkının sözlerini söyledi. “Sis dağının başında dumana bak dumana, Duran arkadaşları çağıralım horana! ”Horan, onların oynadıkları oyunun adıymış. Geçen akşam ben de gördüm, birileri giriyor birileri bırakıyor, herkes bir şeyler söyleyip zıplıyordu ama ben pek bir şey anlamamıştım. Meğer o onların vazgeçemediği bir oyunmuş. Oyun bizim Trakya horasını andırıyor ama daha çabuk, el tutup ayrılışları daha farklı. Yusuf anlatırken öğretmen geldi. Öğretmen önce güldü sonra da Karadeniz oyunlarını, müziklerini sevdiğini söyledi. “Onları oynayın, size katılacağım! ”deyince arkadaşlar, “Sizi oynatmak için hepimiz öğreneceğiz! ”karşılığını verdiler.

Okula dönerken, Yusuf öğrendiği iki dizeyi tekrarladı durdu. Derslikte arkadaşlar toplanmış durumdaydı. Cumhuriyet Bayramı önerisi genellikle olumlu karşılandı. Ne var ki arkadaşların bazıları bunu fırsat sayıp Okul Müdürüne çattılar. Okul Müdürüne gidişimizi, Müdür Beyin söylediklerini, Sami konuşunca onu durdurup beni konuşturmasını anlattığım için Sami Akıncı sinirlendi, ”

“Orasını maksatlı söylüyorsun! ”diye biraz da sert söyledi. Bu kez ben sordum, “Arkadaşım, söylediklerimin neresi yanlışsa düzeltelim, Müdür Bey öyle demedi mi? dediğimde Sami:

-Evet öyle dedi ama, orasını arkadaşlara söylemeye neden gerek duydun? diye sordu. Bu soruya ben de yanıt verdim:

-Arkadaşlar belki bana, “Sen konuşmasaydın belki de Sami izini alacaktı, gibisine bakabilirlerdi. Bu nedenle benim gönüllü konuşmadığımı, çaresiz konuştuğumu anlatmak için sözün gerçeğini ortaya getirdim! dedim. Buna karşın Sami “Çık, çık, çık! ”diye çenesini oynatınca bu kez de ben sordum:

-Sen neden gocunuyorsun?  Yoksa, Müdür beyin:

-Ben seninle her zaman konuşuyorum! dediği söz mü seni sinirlendiriyor? Senin orada konuştuğunu burada bilmeyen var mı? Bunu biliyoruz da neler konuştuğunu bilmiyoruz! Olxu olacak söz açılmışken sen de onları anlat!  deyip oturdum. Derslikte bir kaynaşma oldu. Çoğunluk bu tartışmanın anlamsızlığını söyledi. Ancak benim daha önce sezdiğim bir durum daha belirginleşti. Yemek aralığında Mustafa Saatçi ile Fettah’ın, Mehmet Başaran’la Sami Akıncı’nın , Ali Önol’la Hüseyin Serin in fiskosları sürdü. Tamam dedim içimden bu altı kişi Sami Akıncı çevresinde toplanmış, onu korumak için fedailer. Kimseye bir şey demedim. Çok tarafsız olan Hüsnü Yalçın, “Sami’den bunu beklemezdim, niçin bunu yaptı? ”dedi. Halil Basutçu isim vermedi ama, ”Bilerek ya da bilmeyerek bizi birileri yukarılara duyuruyor. Belki de bizi bu nedenle bu kadar rahat bırakıyorlar. Aylardır nöbetçi öğretmenler bile semtimize uğramadı! ”dedi. İsmet daha kestirme söyledi, “Dayı, sen daha iyi bilirsin ama böylelerine söz anlatmak zor, en iyisi sen haklı olduğunu iyi biliyorsan, yakasından tutup döveceksin, bunlar ondan anlar. Şimdi Sami Akıncı eşek gibi haksızlığını biliyor. Böyleyken şamata ediyor. Vur ağzına sustur, gitsin kime şikayet edecekse etsin! Onun şikayetini dinleyen seni de dinleyecek, gerekince bizi de. Okul Müdürünün sözlerini tekrarladın diye seni kim suçlar. Sami’nin demek istediği bu kez ortaya çıkacak. Sami bunu istemez. Çünkü işten kaçtığı, onun kaçtığını hepimizin bildiği, bunun sürekli konuşulduğu da ortaya çıkacak. Sami bunları düşünüp şikayet etmez, edemez. Çünkü böyle bir durumdan haberdar olan yöneticiler Sami’yi bir daha çağırmaz. Çağırmayacaklarını Sami çok iyi bildiğinden susar. Sami bunları hesapladığı için, yanındakileri kışkırtıp bir takım dümenler yürütüyor. Ben bunları biliyorum. Bunlardan birini bugünlerde ben döveceğim. İstersen bu işi önce sen yap. İsmet'in önerisinden önce kaygılandım. Ya da kaygılanır gibi göründüm; İsmet’in bu işe girmesini istemedim “Ben daha güzel bir yöntem düşünüyorum, sen sakın ortaya çıkma! ”dedim. Arkadaşlar da, “İş kavgaya dönünce iki taraf da zarar görecektir! ”dediklerinden İsmet sustu. Ben, Sami Akıncı’nın hem akıllı, hem çalışkan hem de herkesce sevildiğini öne sürüp, onun yerine ona yaltaklık edenlerden hesap soracağımı, ancak onların da bugün Sami de olduğu gibi açık açık suçlu durumlarını yakaladıktan sonra yakalarına yapışacağımı anlattım. Ad vermedim ama arkadaşlar aşağı yukarı bunları bilir gibiydiler. Biz konuşurken Mehmet Başaran geldi, “Ne o toplanmış konuşuyorsunuz, benden gizli mi? diye sordu. Önce ben, “Yok, bizim senden gizlimiz yok, gelebilirsin ama senin bizden gizlilerin olduğunu da biliyoruz! ”dedim. Ağlamaklı bir bakışla bana baktı, “Sen beni hep böyle görüyorsun ama yanılıyorsun, benim senden neyim gizli olabilir? ”diye sordu. Senin benden gizli bir şeyin olmadığını biliyorum. Ancak sen başkalarına ait bazı şeyleri benden saklamış olabileceğini düşünüyorum. Sakladıkların senin değil başkalarının gizlilikleridir. yanılıyor muyum? ”deyince:

-Sen benimle konuşmak istemiyorsun öyleyse ben de seninle konuşmayacağım! deyip gitti. Arkadaşlar bakıştılar. Halil:

-Ne güzel başladınız, anlamadım sonu neden böyle oldu? dedi. Devamla “Sen, son olarak ne söyledin de sinirlendi? ”diye sorunca, açıkladım, “O doğrudan benim için bir kötülük planlamıyor, ama benim için kötü düşünceleri olanların bir takım planlarını benden saklıyor, belki de arada das özgezd gezdiricili yapıyor! ”Bunu anladığımı söyledim. O iyi bunu iyi anladı ki bu denli sinirlendi. Ben yanlış söylemiş olsaydım, yanıldığımı söyler, o yolda savunma yapardı. Savunmaya kalkmadı, kapıları kapattı. Böylece yaptığını, sezmeyeyim diye ona yaklaşmamı önleme yolunu seçti. Halil Basutçu hayret ederek:

-Breh breh, siz ne kadar da karmaşık düşünüyorsunuz, arkadaş senin için kiminle neyi konuşacak? Bu kez de İsmet Halil’e “Breh breh, sen de ne kadar düz düşünüyorsun? Onlar buluyorlar konuşacak şeyler, onların bir birine bağlılığı böyle konuşmalarla kuruluyor. Halil haklı olarak:   “Ben bunları anlamıyorum, sen anlıyor musun Hüsnü deyip sözü Hüsnü’ye yıktı. Hüsnü gülerek:

-Ben de hiç anlamıyorum; siz şimdi ne konuştunuz ki?  diye sordu. İsmet’le bakıştık. Bu kalkalım, anlamına geldi.

Yemekte, Cumhuriyet Bayramı yarınmış gibi söz hazırlıkları yapılıyor, varsayımlar öne sürülüyor. Ben katılmadım. Arada, “Ben Ankara’da azıcık gezmiş sayılırım, azıcık da önümüzdeki günlerde gidince gezeceğim! ”dedim. Yusuf, ”Ben de geleyim! ”dedi. ”Olabilir!” deyip sustum. Okuma saatinde Yunan Uygarlığı okudum. Atina, Isparta, Partenon, Herkül, Zeus, Athena, Perikles, Sokrates, Eflatun, Aristo, Büyük İskender, Termopil, Leonidas adlarını bir daha yazdım. “Tekrar bilginin anasıymış’”Bu sözü Ahmet Gürsel Öğretmen çok söylerdi. Yatınca keman, kemanla birlikte dersleri, dolaylı olarak da Süheyla Öğretmeni düşündüm. “Konservatuvara gitmese, bizimle birlikte Kepirtepe’ye gelse, Ben keman çalmayı öğrensem birlikte keman çalsak! ”gibi düşler kurdum. A’yı anımsadım, onun Münevver Öğretmeni de güzeldi. Ama ben ondan çok çekiniyordum. Süheyla Öğretmenden neden öyle bir çekintim yok. Ondan da çekiniyorum ama bu çekinmem Röslein’inki gibi bir şey. .

 

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ