Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

bir ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Bireysel Teselli- Müzik Öğretmeni Asım Kaveller- Güvenli Çalışma

 

7 Kasım 1942 Cumartesi

 

Sabahları genellikle bir arkadaş ne düşünüyorsa içinden geçeni söyleyiveriyor. Bu okula geldiğimiz ilk günden beri böyle. Buna iyice alışmış durumdayız. Böyleyken bunu söyleyen arkadaşa kesinlikle zıt çıkışlar yapılıyor. Her defasında da iş kavgaya dek gidiyor. İlk çıkışları ben doğal karşılıyorum ama ona karşı duruşları anlamış değilim. Örneğin bu sabah Bekir Temuçin ne düşündüyse(Böyle diyorum ama arkadaş, bugünkü askerlik dersini anımsatmak istemiştir) “Asker oldum piyade-Bugün aşkım ziyade!” dedi. Hepimizin anımsayıp söyleyebileceği belki de zaman zaman söylediği bir şarkı girişi. Hemen yanıt geldi, “Başka hangi sınıfa girebilirsin ki?” Kim söyledi pek belli bile olamadan:

-Ya sen, ya sen! seni bakalım askere alacaklar mı?”soruları ortaya atıldı. Askere neden almasınlar? soruları anlamlı olarak soruldu. Ne denmek istendiğini herkes bilirken gene de sorular ardarda geldi, hepsi de inciticiydi. “Öğretmen geliyor!”uyarısı üstüne susuldu. Dersliğe gidince gene aynı konuya dönülmek isteyenler çıktı. Bir birine bakışanlar bir süre gergin durdular. Bekir Temuçin’e takılan Fettah Biricik’miş. Fettah arkadaşlar içinde en kilolulardan. Bekir Temuçin ise belki en kilosuzumuz. Halil Basutçu pek taraf tutmaz ama haklının yanından da ayrılmaz. Fettah’ın Bekir’e bakışını görünce azıcık sinirlenmiş:

-Sözlü sataşarak hıncınızı alamadınız, bari biraz da itişip kakışın da iş tamam olsun! dedi. Arkadaşlar Halil’in sözüne güldüler. Sami Akıncı:

-Tarih okuyoruz, sayısız savaşlar yapılmış, yenenler yenilenler olmuş ama sonunda anlaşıp barış yapmışlar. Koskoca devletler karşılıklı söz verip barış yapıyor da bu bizim arkadaşlar neden sözlerinde durmazlar, bunu bir türlü anlayamadım, bilen varsa bana söylesin! dedi. Herkes sustu. Mustafa Saatçı, “Vallahi ben bilmiyorum!”deyince birkaç kişi birden:

-Sus yalan söyleme, İmamlar yalan söylemez, yalan yere de yemin etmez! dediler. Sami Akıncı ile Halil Basutçu’nun sözleri olumlu etki yaptı. Fettah Biricik Bekir Temuçin’den özür diledi. Bekir Temuçin de sözlerini geri aldı. Bu kez de Arif Kalkan sordu:

-İyi ya o arada kışkırtıcılık yapanların sözleri ne olacak? Onlar kimin üstünde kalacak?”ami Akıncı ona da yanıt verdi “Kem söz, söyleyenin üstünde kalırmış!”Derslikte büyük bir sessizlik oldu. Az sonra İsmet bana seslendi, “Dayı bugün çok mutluyum, üstüm başım tertemiz!”dedi. Ben de İsmet’e:

-Nasıl memnun musun? İşte ben her zaman öyleyim! dedim. Arkadaşlar bir süre bakıştılar. Nedense tek tek bir çoğunu sevdiğim arkadaşlarımın, kimi kez, topluca karşılarında oluyorum. Bu tür olaylara olanak hazırladıkları ya da susarak katılmışlığı üslendiklerinden dolayı kızdığımdan bu kez de böyle bir öc almayı denedim. Daha doğrusu yeğenim İsmet bana bugün yolunu hazırladı ben de bunu değerlendirdim.

Kahvaltıda konumuz Askerlik derslerine gelecek subayın rüdbesi oldu. Hiç kimse üstteğmenden büyük rüdbelisini istemiyor. Sınıf olarak da topçuları beğeniyorlar. Daha önce tanıdığımız 6 üsteğmenin 2’si topçuydu ikisini de sevmiştik. Neden böyle oldu? Bu bir rastlantı da olabilir. Ancak böyle oluşu bizi etkiledi, topçular daha anlayışlı oluyor. Mustafa Saatçı hemen yorum yaptı: “Topçular ağır topların yanında dura dura “Ağırbaşlı” oluyormuş.

Kalkmak üzereyken Besim İyitanır Öğretmen geldi. Giysileri değişik. Derslikte hiç sözü edilmemişti, benim de dikkasimden kaçtı; öğretmenin evlendiğini duymadınız mı? dedim. Bizim masadakiler duymadıklarını söylediler. Ancak benim sözüme de inanmadılar. Hilmi Altınsoy:

-Yaşlı başlı adam yeni mi evlenir? deyince ötekiler de sustu. Söylediğime pişman oldum. Dersliğe dönünce bu kez Mehmet Yücel yeni bir muştu olarak duyurdu; hem de evlendiği bayanın kim olduğunu ekledi, “Yengemiz, Lüleburgaz Ortaokulu Müdürü Yalçın Bilguvar’ın baldızı, ikisi şimdi bacanak oldular!”dedi. Bu kez arkadaşlar soru yağdırdılar: “Kirvesi=Sağdıcı kim? Nikahını kim kıydı? Senin görevin neydi? Gülüşmerler sürerken Namık Ergin Öğretmen geldi:

-Havayı güzel gürünce dayanamadım, sizi görmek istedim. Biliyorsunuz bu mevsimde hava bir gün güzel olursa arkasından hemen bozar. Bizim işimiz, düzgün hava işidir, bugün çalışalım, dinlenecek çok günümüz olacak! dedi. Namık Öğretmen çok kez hepimize değişik şekilde taklır. Bu kez de Halil Basutçu’ya takıldı:

-Ne diyorsun Halil, doğru mu söyledim? dedi. Halil biraz dalgınmış sanırım, birden “Haklısınız” diyemedi. Arkadaşlar güldü. Namık Öğretmen aynı sözleri bir daha tekrarladı. Bu kez Halil, öğretmen sözünü bitirmeden, “Haklısınız!”dedi. Öğretmen bu kez de:

-Halil beni haklı buldu, haydi öyleyse! dedi. güldü, “Az kalsın size şaka söz söyleyecektim ama gene de kıyamadım, içinizde üzülenler olur!”deyince hep bakıştık. Üzülenler olur sözünden etkilenen İdris Destan pat diye sordu:

-Öğretmenim 6 Ali arkadaşımızın okuldan kovulduğu doğru mu? dedi. Namık Öğretmen birden ciddileşti:

-Haydaaaa, bunun sırası mı, bir? İkincisi de bunu niçin benden soruyorsunuz? İdris üzülerek. “Sizi kendimize yakın buluyoruz öğretmenim kusura bakmayın!”deyince Namık Öğretmen, “Haydi öyleyse söyleyeyim; Ali arkadaşınız bizi, (Eliyle bizi göstererek) hepimizi mahcup etti. Kendi yaptığını bir yana bırakalım, yediği naneyi hepinizin yaptığını söylemesi bardağı taşırdı. Ona olan acıma duygularımızı uçurdu. Ali yaptığını uzun süreden beri yapıyormuş. Aşırdıklarını verdiği yerler daha önce okula duyurmuşlar. Bu kez orada nöbetçi olunca işi iyice azıtmış. Yapılan sorgulamada da; “Bunu herkes yapıyor!”demiş. Bu sözü de dikkate alınıp soruşturulmuş, böyle bir olay saptanamamış. Böylece hem suçlu hem de başkalarına bulaştırıcı durumu ortaya çıkmış!” Öğretmen bu kez:

- Onu unutun, arkadaşlık güzeldir ama arkadaşlıkta sadakat olursa ömrü uzun olur. Siz konuyu değiştirdiniz. Oysa ben size bir şakadan söz ediyordum!”

-Öğretmen gülümseyerek konuşurken dikkat kesildik. Bu kez Öğretmen: “Ben size, “Üzülenler olur demiştim ya, onu niçin dediğimi şimdi açıklayayım: İşbaşı yapacağız deyince ayrılırken size: “Hadin öyleyse inek ahırında buluşmak üzere!”diyesim geldi. Deseydim ne diyecektiniz? dedi gülerek gitti. Arkadaşların bir bölümü bakıştı, bir bölümü ise yerlere yattı. Mustafa Saatçı Mehmet Yücel’e: “İskelet, hadi sen eşek ahırına deyince Emrullah Öztürk bile gülünce sözü anlamayan kalmamıştı. Bir gürültü başladı: “Hadi, eşek ahırına, hadi at ahırına, hadi inek ahırına……

Ali Güleren’in okuldan ayrılışını daha önce öğrenmiştim ama üstünde durmamıştım. Namık Öğretmen anlatınca korkuyla karışık bir duyguya kapıldım. Burada insanın başına dert çıkabilir. Gerçi ben bir kötülük yapmazsam kim nasıl suç yükleyebilir? deyip kendimi cesaretlendiriyorum ama, gene de bir tedirginliğe kapıldım. Geçmişte ben burada aylık nöbetler tutmuşum. O günleri düşündüm, Ali arkadaş o günlerde değil buradan bir şeyler aşırmak, bakmaya bile gelmiyordu. O günleri anımsıyorum tüm arkadaşları anımsıyorum da Ali Güleren’in kesinlikle bir izi yok. Öyleyse o bu huyunu sonra geliştirmiş. Buna da şaşıyorum. Ali benim bildiğim Tarım nöbeti tutmadı. Bir iki gün olanları anımsamıyorum ama haftalık hele aylık kesinlikle tutmadı. En uzun nöbeti bu son nöbetiydi. O da bir haftalık olarak başladı, ikinci haftaya uzatıldığı söylendi; sonra da izinli ayrılığını duyduk. Oysa o zaman Ali okuldan uzaklaştırılmış. Sonuç olarak buradaki nöbetten soğudum. Pazartesi günü gelmemek için elimden geleni yapacağım.

Kamelyalı Kadın’ı Hasan’a vermek üzere yanıma almıştım. Kitap için yazılmış bölümü bir daha okudum. Kitapta anlatılan bayan gerçekte yaşamış, Madmazel Mari Düples. yazar onu görüp tanımış, başka bir ad vermiş. Marguerite Gaudier. Hakkında bilgiler toplayıp sonra kitap yapmış. İşin ilginci yazar, kitabını yazınca hakkında büyük tartışmalar yapılmış, kitap ahlaksız bulunarak hakkında dava bile açılmış. Böyleyken roman okuyucular tarafından çok sevilmiş, üstüste basılmış. Bu kez de yazar aynı konuyu tüyatroya döndürdüş. O günün en ünlü bayan aktristi Sarah Bernard oynayarak bu kez Kamelyalı Kadın romanını hızla tüm dünyaya tanıtmıştır. Ardından Ünlü İtalyan besteci Verdi opera olarak bestelemiş Kamelyalı Kadın romanının ününne ün katmıştır. (İsmail Habib’in Avrupa Edebiytı ve Biz kitabından)Besteci Verdi işime yaradı, Yeni alınan akordiyonun markası Verdi. Demek Verdi ünlü bir besteci. Opera ne ki? Acaba şarkı, ya da marş mı? Yoksa daha başka türlü besteler mi var? Marş, Tango, Serenad, Semai, Dans, Fokstrot, Sirto, Zeybek, Vals, Halay, Şarkı, Türkü…. . O denli dalmışım ki, az ilerimden arkadaşların koşarak geçişlerini duyunca saate bakmak aklıma geldi; Bayrak Töreni……

Öğretmen gene akordiyon sol omuzunda sağ eliyle sıraları doğrultmaya çalıştı. Çok sert, çabuk hareketler istiyor. Bizim arkadaşlar hemen yakıştırdılar:

-Müzik Öğretmeni askerlik dersine gelsin. Birileri hemen düzeltme yaptı:

-Askerlik dersine gelemez ama boş bulunan Beden Eğitimine olabilir. Boş derse öğretmen istenir mi? Sizinki de akıl mı? sözleri arasında, sert bir uyarı “Hazırol!”İstiklal Marşı, sert komutlardan sonra gerçekten güzel söyleniyor. Öğleden sonra çalışmaların sürdürülecveği söylendi. Herkeste bir hoşnutsuzluk. Homurtulu andıran konuşmalarla yemeğe gidildi.

Yemekte en çok konuşan Besim İyitanır Öğretmendi. Bizim masada da ondan söz edildi. 6 Ali’yi o mu yakaladı? Başkası akla gelmiyor. Lüleburgaz’ı tanıyan o. Lüleburgazlılar da onu çok iyi tanıyor. Öyleyse önce ona bildirildi. O da bunu duyunca Ali’yi izledi ya da izletti. “Böylece Alicik yakayı ele verdi!”dendi. Hilmi Altınsoy sinirlendi:

- Bari “Alicik demeyin şuna! Kaz Ali, tam anlamıyla kazlık yaptı!” dedikten sonra, kendi kendine konuştu; “Ulan oğlum nene gerek senin haram parayla alacağın öteberi! Geçirmişsin şurada 4 yılını, çekmişsin çilenin çoğunu, sabret 7 ay daha!”Mehmet Aygün salt Hilmi’ye takılmak için, “O zaman 8 aydı. !”diye düzelttı. Hilmi Mehmet’e bakarak:

-Ne var ulan, neresi yanlış bunun? 8 değil de 9 ay olsa ne olacak? Yusuf karıştı, “Sus, kısaltacağın yerde uzatıyorsun. Ben kendimi 23 Nisan 1943 Bayramında öğretmen görmek istiyorum!”Ben de , ben de, ben de! Sözleri sıralanınca Hilmi güldü: -Eeee, müsadenizle ben de! dedi. Bana dönerek :

-Abi sen neden susuyorsun? Hasan Üner ekledi:

-O şimdiden öğretmen, biz, bize bakalım! Hasan’a teşekkür ettim, kitabı verdim. Yusuf sordu:

-Bu teşekkür söylenen söz için mi yoksa kitap için mi? “Teşkkür söz içindi, ancak söz neydi?”diye sordum. Arkadaşlar makaraları koyverdi, “Biz , çok kez ağabeye göre haybeden konuşuyoruz. O nedenle o bizi dinlemiyor bile………

Oysa ben onları dinliyorum ama gözlerim Asım Öğretmende. Geçen cumartesi günü:

-Elin iyice iyileşsin haftaya çalışmaya başlayalım demişti. Hafta dediği bu cumartesi olabilir mi? Bunu düşünüyorum. Salih Baydemir, “Gidip soramıyor musun? Yusuf, “Git sor!” diye bana cesaret verdiler. Hasan Üner gülerek:

-Gidip soramaz. Bunun nedeni açık; öğretmen olumsuz bir tavır takınırsa Abi bir daha onun semtine bile uğramaz! “Uğramazsa uğramasın!”Hasan karşı durdu, “Olur mu? ortada kendi çikarı var, öğrenmek isteyen o!”Beni düşündükleri için teşekkür ettim. Birlikte kalktık. Öğretmen masalarının yanından geçerken nöbetçilerden çakır gözlü Ramazan, (Korkmaz) “Abi, bak öğretmen seni çağırıyor!”dedi. Döndüm, Asım Öğretmen:

-Sonra beni gör! dedi. Sevindim. Öğleden sonra çalışacakların bir saat dinlenmesi var. Birlikte dersliğe gittik. Mehmet Başaran’la Harun Özçelik revirden çıkmışlar. İkisi de iyi görünüyor. Mustafa Saatçı onlara takıldı:

-Siz orada daha iyi oluyorsunuz, hep orada kalsaydınız! dedi. Harun Güldü, Mehmet Başaran sinirlendi:

-Sen bizim iyi olmamızı istemiyorsun! diye çıkıştı. Bu kez arkadaşlar Mehmet Başaran’a sordular, “Neden öyle diyorsun? Arkadaş sizin orada daha iyi olduğunuzu söylüyor!”Başaran bu kez de:

-Ben çocuk muyum, onun alay olduğunu anlayamayacak mıyım! diye sordu. Mustafa Saatçı bu kez özür diledi, “Başaran’a:

-Sen revire gitme orada çok asabileşiyorsun, burada kal da bizim konuşmalarımıza katıl, konuşmayı öğrenirsin! dedi. Mustafa’yı alkışlayanlar oldu. Bu kez de Kadir Pekgöz:

-Ne de olsa Mustafa Saatçı olgun bir arkadaşımız! diyecek oldu. Kadir’e taşlar atıldı, “Hafız oğlu ne olacak, Hafız arkadaşını koruyor! Sözler iyice güldürücü boyutlara dönüşünce kahkahalar atıldı. Demin konuşmalarden kekremseyen Mehmet Başaran herkesle birlikte gülmeye başlayınca Kadir Pekgöz Başarasn 'a takıldı:

-Başkalarına söylenin gül, eğlen kendine gelince küplere bin! Bu kez de Mehmet Başaran Kadir’e sordu:

-Bana mı söylüyorsun? Kadir gülerek:

-Yok, sana değil, “Nenemin örekesine!”deyince gülmeler doruğa çıktı. Arkasından da yeni bir tartışma; “Nenenin Örekesi mi? yoksa nenemin örekesi mi? Sami Akıncı bu sözü hiç duymadığını söyledi. O böyle söyleyince söz neredeyse söylenmemiş gibi ortada kaldı. Ahmet Güner, onların köyü çevresinde söylendiğini, arkasından İsmet onların köyünde de söylediğini öne sürünce bu sözün Istranca eteklerinde konuşulabileceği benimsendi. Sami bu kez de o sözün yerine; “Yok, devenin başı!”dendiğini söyledi. “Bu iki söz anlamdaş olsa gerek!”deyince. İkinci sözü herkesin bildiği ortaya çıktı. Tam bu sıra zil çaldı. Bu işbaşı ziliydi. Ancak cumartesi günü öğleden sonra işbaşı yapılmasını uygun görmeyenler kendi aralarında konuşmalarını sürdürdüler. Zil çalınca da Sami Akıncı'nın anımsattığı, hep bilindiği söylenen ama bugüne dek duymadığımız söz duyuldu:

-Yok, devenin başı!

-Arkadaşlar inşaata yönelince ben de Asım Öğretmenin yanına gittim. Asım Öğretmen gülerek:

-Gel bakalım, bugün bir “Bismillah çekelim!”diyerek beni piyanonun sol tarafına oturttu. Piyanonon üstündeki kitabı indirip kapağın bana okuttu. BERİNGER yazılarla şekillerden oluşan sayfaları çevirdi. El resmini gösterdi. Sağ eliyle akordiyon çalar gibi tuşlara bastı. Arkasından gamlar yaptı. Bana do majör, sol majör, re majör, la majör gamlarını sordu. “Şimdilik bunlar yeter!”, deyip ilk parçayı açtı. İki elini kullanarak parçayı çaldı. Bana dönerek: “Ben sana anlatıyorum ama benim bunları iyi bildiğimi sanma, ben bunları yeni yeni öğrenmeye çalışıyorum. Senin çok hevesli olduğunu gördüğüm için birlikte çalışırız, diye düşündüm. Sakın öğretmen biliyor bana öğretecek diye umutlanma, ben ne öğrenirsem sen benden onu alacaksın!”(Alabilirsen tabii, deyip gülümsedi. ) “Sağolun!”demekten başka bir söz söyleyemedim. Bir ara beni savuşturmak için böyle konuşmuş olacağını da düşündümse de. İçimden geçirdiğim bu yoruma katılmayıp sabırla öğretmenin gösterdikleri izledim. Metot portelerindeki çizimleri okuyamadım (Almanca) ancak öğrenci, öğretmen bölümlerinden öğretmenin anlatmak istedikleriyle ilişkisini sezdim. Öğrenci tek elle, öğretmen çift elle birlikte çalışmalar var. Öğretmen çok anlayış gösterdi, ilk gün çok sıklıbileceğimi söyleyip beni rahat bıraktı. Büyük Akordiyonu alıp Tarım binasına gittim. Nota almamıştım, salt el, parmak çalışması yaptım. Gerçekten akordiyon çok ağır. Ancak sesi çok tatlı çıkıyor. Benim akordiyonun sesi daha değişikti. Bana göre benimki bunun yanında sanki biraz cırlak gibiydi. Zaten asker Kurken de ben Scandali (Skandali) deyince:

-Güzel akordiyondur ama sesi biraz metaldir! demişti. Verdi sesi bence çok tatlı. Bir de ağır olmasa!

İnşaatten ayrılan arkadaşlar akordiyon sesini duyunca geldiler. Birlikte döndük. Akordiyonu Asım Öğretmenin odasına bıraktım. Çıkarken Gül’le karşılaştım. Gül, eliyle ağzını kapatır gibi yaparak:

-Ay, o öğretmenle nasıl anlaşıyorsun? Bize karşı çok sert davranıyor; böylesini hiç görmemiştik! dedi. Yanıldıklarını söyledim. Az önce bana, öğrenmek istediğim konuları nasıl sabırla anlattığını görseydin böyle konuşmazdın!”dedim. Ben sözümü bitirirken öğretmen gülümseyerek bize doğru geldi. Yanımızdan geçerken de. “Kulağım çok duyarlıdır, gizli konuştuklarınızı, duyabilirim!”dedi. Gül bu söze sanırım yanlış bir anlam verdi, yüzü olukça renklendi. Geri çekilerek:

-Yok öğretmenim gizli değil, müzik konuşuyoruz! dedi. Ben hiç ses çıkarmadım, yan gözle Gül’ü izledim. Öğretmen yüksek sesle:

-Ne iyi, Müzik insanları neşelendirir! deyip geçti.

Dersliğe gidince bir süre kendi içimden değerlendirme yaptım. Kendime bir pay çıkaramadım. İki tanıdık insan bir arada bulunursa nasıl konuşur ki? Ben kırk yılda bir iki söz edince ondan anlam çıkarmaya çalışıyorum. Kızların hepsi 40-50 kişilik sınıflarda oturuyorlar. Onların erkek arkadaşlarıyle konuştukları birçok konular oluyor. O konuşmalarda erkek arkadaşı benim gibi düşünebilir mi? Düşünürse orada istenmeyen olaylar eksik olur mu? İnsanlardaki kıskançlık sanırım o kadar kolay gizlenemez, hemen belli olur. Kıskanç tavırlar belli olunca da çıngar çıkar. Ortada böyle bir durum olmadığına göre, benim düşündüğüm olasılıklar galiba biraz düşsel. Derslikte, kendi kendimle konuşur gibi Röslein’i okudum. Belli bir yerinde ilk günlerde nasıl takıldımsa tıpkı öyle bir duraksamam oluyor. Oysa bu duraksamayı atlatmam için bu minicik şiiri en az 100 kez okuduğumu sanıyorum. Sıcağı sıcağına okuyunca bir aksaklık olmuyor, o zaman seviniyorum. Bir başka zaman okuyunca tıpkı unutma gene aynı yerde oluyor. Bu aptalca unutmayı kendim için uğursuzluk saymaya başladım. Belki de iki yüzlü davranışım için belleğim beni cezalandırıyor. Oysa böyle saçma düşüncelere pek aldırmazdım.

Kendi kendime bir süre konuştum, öylece bir süre durup düşündüm. Hüsnü Yalçın geldi, yerine oturdu. Beni neden se görmezden geldi gibilerde yorum yaparken; arkadaş beni düşünceli gördüğünü söyleyim geri döndü, yavaşça sordu:

-Bir üzüntün mü var? Hüsnü Yalçın’a olsa bile : “Üzüntüm var!”diyebilir miyim? Bunu dersem kendimi hiç affetmem. O nedenle güldüm:

-Seni konuşturmak için pusu kurdum! dedim. Arkadaş gerçekten konuşmak istiyormuş. Hemen adaşı Hüsnü Filibe’den söz etti. Ben de Filibe kenti için bilgi sordum. Hüsnü Filibe ile ilgimi sordu. “Filibe göçmenlerinin kurduğu köyde, (Hamitabat)okudum, orada çok arkadaşlarım vardı!”deyince Hüsnü anımsadı:

-Kadir Pekgöz’ün köyü, öyleyse Kadir de Filibeli sayılır! deyince güldüm. “Kadir bunu konuştuğumuzu duyarsa iyiye yormaz, gel bu işten vazgeçelim!”dedim. Hüsnü bu kez de:

-Koskoca Bulgaristan da başka yer mi yok, biz de Burgaz’dan, Varna’dan, Şumnu’dan konuşuruz! Bu benim daha çok ilgimi çekti. Varna, Burgaz, Şumnu, Silistre, Rusçuk bab amın sık sık andığı yerlerdir. Bunları bir de Hüsnü’den dinlemek istedim. Ancak Hüsnü hemen açıkladı:

-Ben, baban gibi oraları gezip görmedim, söyleyeceklerimin çoğu duyduklarımdan, okuduklarımdan kalan bilgiler. Örneğin bildiğim Varna’nın, Burgaz’ın Karadeniz kıyısında oluşu, Şumnu’nun ise daha kuzeyde, Tuna’ya yakınlığı, bunlar içinde Varna’nın daha kalabalık buna karşın orada Türklerin giderek eksilmesi, ötekilerin de daha çok kırsallarında Türklerin çiftçilik, çobanlıkla geçinmeleri türünden bilgiler. Baben hemen, “Babamın bir de en çok andığı bir yer vardı, Ahyolu. Hüsnü onu da anlattı, Burgaz’a yakın bir kasabaymış. Bulgarlar ona başka bir ad takmışlar. Babam sık sık Ahyolu üstüne bir olay anlatır. Bir zaman oraya bir yol yaptırmak istemişler. Uzun süren yorucu bir işmiş, binlerce insan o yol yapımında canından olmuş. O yol üstüne türküler yakılmış. Sağ kalanlar da orasını anarken hep: “Ah(Oranın)yolu diye diye sonunda o kasabanın adı Ahyolu olmuş. Hüsnü güldü:

-Ben, Bulgaristan'da böyle bir öykü duymadım ama olabilir. Belki bizim taraflarda da söylenip unutulmuştur! Biz gülüşerek konuşurken Emrullah geldi. Emrullah bu tür konuşmalardan hoşlanmıyor. Hüsnü bunu bildiği için, o gelince sözü kesip öne döndü. İslimye, Şumnu, Rusçuk, Razgrat için yapacağımız konuşmaları bir başka zamana bıraktık.

Türkçe dersini anımsadım. Öğretmen. “Zor bir şiir seçmişsin!”demişti. Ezber okuduğuma göre nesi zor olabilir? Sözcüklerin açıklanması olabilir. Gerçekten onları söz söz açıklayamıyorum. Ancak şiiri okumak için her sözünü bilmek zorunda olduğumu sanmıyorum. Dinleyenler anlamazsa bana soracak değil ya. Başkalarının okuduğu şiirlerde de bilinmeyen sözler var. Fikret Madaralı Öğretmenin Tavaf (İbrahim Alaettin Gövsa) şiirinde sözlerin yarısı bilmiyorduk ama gene de sevmiştik. Ben, gene de şiirin altındaki sözlerin bir bölümünü ezberleyeceğim. Ayrıca benim küçük lügatım, Osmanlıca-Türkçe CEP KILAVUZU’ma bakıyorum. Orada, Fevvare: döner fıskıye, fışkırak-Duş. Omuz-Fevc: bölük, takım-Vade: gün, öde-Teşrif, teşrif etmek: Şereflendirmek. Dur: uzak-Cedvel: Su argı, su kanalı-Gazel: şiirin adı, Mahur: uzak. Ol: o, Lahur: bHindistan'da bir yerin adı. Nur, beyaz, aydınlık. Nerduban: merdiven, damen: etek, mest. sarhoş, içkili. Zeyrakçe: kayık. Ayine: ayna, Billur: parlak. Halk-ı Sadabat: Sadabat’ta oturanlar. Avaz: bağırma, ses. Öğretmen sorarsa bunları söylerim. Zaten bunları düşünerek okuyunca şiiri daha iyi anlıyorum. Anlamanın ötesimnde daha çok sevmeye başladım. Güzel giyimli bir bayanın merdivenlereden inerek sandala binişini düşünebiliyorum, sonra da deniz kıyısından sandala biniyor. Sandal onu karşıdaki bir kıyıya(Sadabat’a, Lale Devri galiba) götürüyor. Onu orada da kalabalık alkışlarla karşılıyor. Tam o sıra Yahya Kemal Beyatlı da bu şiiri haykırıyor. Şair gerçekte bu şiiri benim Fikret Madaralı Öğretmene Faruk Nafiz Çamlıbal’in Ali şiirini anlattığım gibi anlatmış. Ben de şiiri değil, şiirde anlatılanı anlatmıştım. Öğretmen o ödevimi çok beğenmişti. “Ali, koca bir çınarın altında tüfeğine dayanıp dururken bir eliyle de tetikle oynuyormuş. Gözleri de karşı yoldan gelecekleri gözetliyormuş. Ali o an, aslında ulu bir çınarın altında pusudaymış. Birilerini gözlüyormuş. Gelenlerin biri, Ali’nin sevgilisiymiş. Ancak sevgilisi onu terkedip başkasına yaklaşmış. Ali bunu daha önce duymuş ama, gönlü onda oyduğu için uzun süre sevgilisinin kendisini terklettiğine inanamamış. O bunları düşünürken Ali’nin sevgilisi, yeni sevgilisiyle gelecekleri yere gelmişler. Ali onları görünce nasıl bir tavır içine gireceğini şair görür gibi bize anlatıyor. Ali, baştan kurduğu gibi tüfeğini onlara çevirip vuracak. Tüfeğin sesi karşı tepelerde çınlayacak. Belki Ali de böyle düşünmüştür. Ancak sevgililer oraya gelince Ali birden kararını değiştirir. Çünkü sevdiğini gerçekten kaybetmiştir. Onu öldürünce bir kazancı olmayacaktır. Onu kaybetmek de kendisi için onarılması olanaksız bir kayıptır. Düşündüğü gibi onlara kıyacağına kendi yaşamın son verir. Mahurdan Gazel şiirinin anlatışını ben böyle anladım. Şair bu şiiri benim kanımca böyle düşlemiş.

Arkadaşlar hep geldi. Özellikle inşaatta çalışanların yeni konuşma(Birbirene takılma) konuları ilginç: İnek, inek ahırı sözlerini gene gene söyleyerek, bir birlerine inek demeye çalışıyorlar. Bir türlü olmuyor:

-İnek, ahırında mı çalıştın? Yanıt:

-İnek, senin ahırında çalıştım! Fikret Madaralı Öğretmen geçen yıllar virgülü yerinde kullanmayınca olacak yanlışları anlatırken, “Çalış oğlum baban gibi eşek olma!”Sözünü üç kez tahtaya yazıp virgüllerin yerlerini değiştirmiş ortaya çıkan anlam değişikliğini bizi güldürerek anlatmıştı. Arkadaşlar bunu anımsayıp, benzerlerini denediler ama olmadı. Daha doğrusu çok yapay oldu. İnek ahırı tamlaması işlerine gelmedi. Bu arada Fikret Madaralı Öğretmen anımsanıp saygıyla anıldı. Ben, ortada konuşulanlara güldümse de, Türkçe dersi hazırlığımı sürdürdüm. Mehmet Yücel arkadaşlara takıldı:

-Siz gidenlerin arkasından övgüler yağdırın, arkadaş yeni öğretmenin gözüne girmek için çalışıyor! diyerek beni gösterdi:

Öğretmen ödev vermedi, “Türkçe dersi ödevi yok!” sözleri yükseldi. Gürültülü konuşmalardan yakınan Sami Akıncı çıkışırca:

-Öğretmenin ödev vermemesi çalışmamıza engel mi? Az önce, ilk yıl öğrendiğimiz kuralı bile çoğunuz doğru dürüst anımsamadınız. Açıp o tür eksiklerinizi tamamlasanız olmaz mı? Sami’ye tepki göstermesi gerekenlerin sus pus olmasına karşın çalışkan takımından Bekir Temuçin, İsmet Yanar, Recep Kocaman, Yusuf Asıl, beklenenin tersine:

-Olmaz, biz o zaman derslikte sıkılırız(! )Sami Akıncı:

-Kim söylemişti anımsayamadım ama gene de tekrarlayacağım, “Sen de mi Brütüs?” deyip sustu. Sami’nin çıkışı oldukça etki gösterdi. Yemek ziline dek kimse konuşmadı. Gerçi bir ara Mustafa Saatçı gene bir fit attı ama fazla diretmedi. Sözde o, “Çalış oğlum baban gibi, eşek olma!” sözünü beğenmemiş. Onun yerine:

-Çalış oğlum baban gibi adam ol! diyecekmiş. Böyle deyince söz daha doğru anlaşılacakmış; aynı zamanda işin içine eşek sözü de girmemiş olacakmış. Sami Akıncı solunda oturan Mustafa’ya bakarak:

-Sen istediğin kadar, eşekten kaçmaya çalış, eşekler senin çevrende olacaktır. En iyisi virgülün nerede kullanılacağını öğren de eşeklik senden uzak dursun! Mustafa Saatçı yavaş bir sesle Sami’ye dönmeden “Peki babacığım, öyle yapacağım(! ) deyip sustu. Arkadaşlar güldüler. Ancak sözlü katılmalar olmadı.

Yemekte bizim masada Sami Akıncı’nın sözü tartışıldı: “Virgülü öğrenenden eşeklik nasıl uzak olur?”Önce gülüp geçtim. Hilmi olayı, anlamından iyice uzaklara sürüklemeye kalkışınca düşüncemi söyledim:

-Tahtaya kalkınca sorulara doğru yanıt veremeyenler ne duruma düşerler? diye sordum. Hilmi inatla, kendisinin tahta başında soru yanıtlamasa bile fazla gocunmadığını söyleyince bu kez ben de, “Öyleyse bir gün sana bir öğretmen bu sözü söyler. Çünkü dilimizde çok kullanılan bir sözdür; “Eşek gibi çalışmak!”Namık Ergin Öğretmen sık sık söyler. Hem Namık Öğretmen çok çalışıldığinı anlatmak için bu sözü kullanır. “Okul binasını kısa zamanda bitirmiştik!”dediğimiz zaman bize:

-Eşek gibi çalışmıştık! dediğini ben anımsıyorum. Benim babam da bu sözü arada bir söyler. ”Eşek gibi çalışmak!”sözünün eşeklikle doğrudan bir ilgisi kalmamıştır. O nedenle öğretmenler de tembel öğrencilere bunu rahatça söyleyebilir. Bir gün kulağının dibinde söylenirse sakın şaşırma!” Hilmi, “Bak bak, kabak gene benim başımda patladı!”dedi. Bu kez de sanırım arkadaşlar kasıtlı olarak sözü başka alana çevirdiler. Hasan Üner: Kabak patlama!” sözünü hep duyduğunu bunun Atasözü mü yoksa deyim mi olduğunu ayıramadığını öne sürdü. Mehmet Aygün beklemeden, “Deyim, Yusuf Asıl da Atasözü, diyerek yeni bir tartışma başlattılar. Birden ortaya gelince ben de seçim yapamadım:

“Kabak başında patladı!” ya da “Kabak başımda patladı!”hatta: “Kabak başına patlar, ha!”olarak söylendiğini biliyorum. Öyle olunca sözde ders alınacak bir övüt, bir yandan da yapmaya kalkışılan işte önlem alınması önerilmektedir. Bu durumuyla : “Deyimlik, olasılığı artmaktadır. Ancak bu kanım kesin değil, deyip azıcık yan çizdim. Yusuf da diretmedi. Öyle ki Mehmet Aygün’ü kutladı. O da benim gibi deyimlerle Atasözleri arasındaki sınırı tam çizememişmiş. Tartışmalar böyle anlaşmayla sonuçlanınca bizim masa arkadaşları gerçek sonucu birlikte alma yollarını ararlar. Gene bu anımsatıldı: “Bu konuyu hep birlikte irdeleyeceğiz!”Özellikle de bunu ilk Türkçe dersinde öğretmene soracağız. Yemekten çıkarken Müzik Öğretmeni ile yemek yiyen sırtı bize dönük kişiye gözüm takıldı. Selahattin Yücesoy. Selahattin Öğretmen gene gelmiş dedim. Arkadaşlar sordular, “O kimdir?”Anlattım: “Kırklareli Ortaokulu müzik öğretmeni, bizim piyanoyu akort etti, ettirdi, piyano şimdi kullanır oldu!”dedim. Arkadaşlar, benim dediklerimi anlamamış gibi, yüzüme baktılar:

-Ne var bunda? der gibi gülümsediler. Ben de onların bu tür ayrıntı gibi görünen zorlukları düşünemediklerine içimden güldüm. Piyano, onlara göre boş teneke ya da bidon gibi bir nesne, al eline bir değnek tan tan vur, ses çıkarsın. Böyle diyorum ama yakın zamana dek ben de bu denli bakım isteyen bir alet olduğunu bilmiyordum. “Sinanlı’dan gelse de çalsam!”diyordum. Oysa Sinanlı’dan gelince çalmak şöyle dursun tuşlarından ses bile çıkmıyordu. Selahattin Öğretmenin gelişi beni şaşırtmadı. Benim çalışmam cumartesi öğleden sonraları; öğretmenle öyle anlaştık. Pazar günleri öğretmen kendi çalışacak.

Derslikte Türkçe Dersleri konusu gene açıldı. Yusuf Asıl Atasözleri ile Deyimleri karıştırdığını söyledi. Yusuf’a, “Sen daha çocuksun, böyle işlere aklın ermez!”diyenler oldu ama, konuya herkes ilgi duyduğundan Yusuf’u paylamak yerine konuya açıklık getirilmesini yeğlediler. Gözler gene Sami Akıncı’ya döndü. Sami Akıncı gülerek: “Ben tanımlarını biliyorum ama bir iki basma kalıp örnek dışında genel bir bilgim yok. Fikret Madaralı Öğretmen bunları uzun uzun açıklamıştı. O zaman bunlar bize kolay gibi gelmişti ama zaman içinde unuttuk!”deyip işin içinden çıktı. İşte buna sevindim. Ben not tutarken: “Ne işe yarayacak onlar? diyenler, dövsünler şimdi dizleri!”dedim, aklıma takıldı: “İşte bir örnek!”deyip, konuşanlara baktım. Hasan Üner, baktığımı görünce: “Dikkat, bir açıklama geliyor!”dedi. Ben: “Açıklama değil ama bir anımsatma olabilir düşüncesiyle konuşmalarınızdan bir örnek vereceğim. Bu sözler arasındaki farkı sezen bilenler deyimlerle, Atasözlerinin tanımlarını da kolayca yapabilirler. Örnek. Kızını dövmeyen, dizini döver-Atasözüdür. Geçmiş derslerde anlatılan konuları iyi dinlemeyenler, sınavlarda dizlerini döverler!”Diz dövmek bir deyimdir ama Atalarımız onu bir olaya bağlayarak övüt şekline sokmuştur. Böyle övüt şeklindeki sözlere de Atasözü denir. Bu örneği ben şimdi saptadım. Fikret Madaralı Öğretmen de bu örneği vermişti; “Al giyen alınır!”Ata sözü, anlamı: Al renk, çok çekicidir, başkaları takılabilir. Kendisine takıllınanlar kimi zaman alınıp gücenirler. Gerçekte bu suçlu olup olmayan insanların çok söylediği bir sözdür; “Suçlü değilim ki söyleneni üstüme alayım?” türü savunulmalarda kullanılır. Bu Atasözünü şöyle söylersek deyime dönüşür: “Al giymedim ki, alınayım!”Burada, al giymek bir deyim dir. Çünkü söz giysi giyimi dışında kullanılmaktadır! Ben, Fikret Öğretmenin örneğini verince arkadaşların çoğu gülerek rahatladı. Çünkü onun konuşulduğu dersten hepimiz kıvançlı olarak çıkmıştık. Arkadaşların çoğu o günü anımsadı. Birden bir mektup yazma sözü ortaya döküldü: Fikret Madaralı Öğretmene topluca mektup yazmak. Böyle toplu konuşmalara hep yan çizen Sami Akıncı da: “Buna ben de varım, isterseniz hepimiz adına ben yazayım, birlikte okuyup düzeltmeler yaptıktan sonra gönderelim!”deyince herkes onayladı. Biz gürültülü olarak konuşurken bir ara koridorlardan sesler geldi. Arkadaşlar dışarıya bakmaya başladılar. Bizim sıra en arkada. Üstelik kapının da tam ters tarafında koridoru göremiyoruz. Böyle durumlarda kapıdaki arkadaşların işaretlerine bakıyoruz. Kapıya yakın arkadaşlar kalkışarak dışarı çıktılar. Bir süre sessizlik oldu. Piyanonun sesi rahat duyulmaya başladı. Biz de kalktık. Yat zili yaklaşmıştı. Tüm öğrenciler piyano sesine çıkmışlar. Müzik Öğretmeni Selahattin Yücesoy çalıyormuş. Bilmediğim parçalar sıraladı. Bir ara Gülnihal’i çaldı. . Tekrarlayınca karşı koridordaki kızların sesi duyuldu: Yine bir Gülnihal, aldı bu gönlümü! . . . . . . . Arkasından önce bir: “Suuuuuuuusss! Arkasından da kısa kısa: “Sus!” sesleri sürdü. Zil çalarken piyano da durdu. Koridoru doldurmuş olan öğrenciler bekleşerek, merdivenden inerken beni gören öteki sınıftaki tanıdıklar: “Abi, ne zaman eğlence yapılacak?”Benim yanıtım: “Eğlence işlerini Müzik Öğretmeni düzenleyecek, onun sorumluluğunda yapılacak!”olunca, “Aaaaaa, neden? soruları yankılandı.

Yatınca Müzik Öğretmenini düşündüm, o da benim gibi yeni yeni bir şeyler kazanmaya çalışıyor. Selahattin Yücesoy, yılların öğretmeni, kimbilir kaç yıldır piyano çalıyor. Birden çalışma isteğim depreşti, yarıonan başlayarak gene sürekli akordiyon çalışacağım. Öğretmenin akordiyonuna da iyice alışmam gerekiyor. Nerede çalışacağım? Birden yutkundum. Narangozluk atölyesinde kesinlikle çalışmam. Hiç yer bulamazsam, çalışmaktan bile vazgeçerim. Herkes akordiyon çalmıyor ya! Yarın Gül’ü görünce:

-Sesini duydum, gene o eski şarkıyı söyledin. Sesini asıl şarkını öğrenseydin onu söylerdin! diyeceğim. Aklımdan bunlar geçti ama söyleyemeyeceğimi ben de bilkiyorum; kendi kendime güldüm.

Bizim sınıf haftalık nöbet yapacakmış, salt akordiyon çalmak için nöbetimi erkene alabilirim. 4 Mehmet olmasa bile (O ilk numara olduğu için arkadaşlar karşı çıkabilir) 11 Recep Kocaman ya da 16 Sefer Tunca beni kırmaz. Yeni tasarıma sevinerek gözlerimi kapadım.

 

8 Kasım 1942 Pazar

 

Abdullah Erçetin düzgün sesiyle; Yine bir Gülnihal! dedi. arkasından Mustafa Saatçı, kalın üstelik rastgele bir sesten başlayarak:

-Yine bir Gülcemal! diye tekrarladı. Arkadaşlar bir yandan gülerken bir yandan da İdris Destan bağırdı, “İmam Mustafa, nerden çıktı bu Gülcemal şimdi!”Gülcemal’i kimse görmese de adı çok duyulan bir gemi. Zaten gemiliği bir yana Mustafa Saatçı’nın tam o sıra Gülnihal adının yanı onu getirmesi ilgi çekici. Herkes duymuş belki de görmüş olabilir. Önemli olan belli bir çağrışımla araya sokuşturulması. Arkadaşlar bir yandan güldü bir yandan da Mustafa Saatçı’ya sataştılar. Bu arada gül sözü edilirken Bekir Temuçin Yakup Tanrıkulu’na:

-Bak senin Gül’den söz ediyorlar! dedi. Buna da ben sevindim. Yakup’un Gül’le hiçbir ilişkisi yok biliyorum. Ancak bizim sınıfta öyle bir zan olması benim kolay kolay dile düşmeyeceğimin güvencesidir. Arkadaşlar öyle bilirken güçlü bir belirti olmadan fikir değiştirmezler. Zaten benim ciddi bir niyetim yok, sanırım kıskandığımdan, hemşeriliğime sığınarak arada konuşuyorum.

Kahvaltıdan çıkarken Asım Öğretmenle karşılaştım, Asım Öğretmen:

Selahattin Bey seni sordu, istersen bir ara uğra! dedi. Öğleye dek buradaymış, öğleden sonra otobüsle gidecekmiş. Hasan Amcamla konuşmuşsa, amcam beni sormuştur, diye düşündüm. Bir süre uzaktan uzağa gözetledikten sonra gittim. Selahattin Yüğcesoy Öğretmen:

-Gel bakalım Erenler, neredesin? Büyükerenler seni soruyor!”dedi. Erenler sözüne Asım Öğretmen takıldı. Benden önce Selahattin Öğretmen açıklama yaptı:

-Biz, amcasına takılırız; soyadı Büyükerenler’dir. İddialı bir soyadı. Biz de o aileden olan ötekilere Küçükereneler, deriz. Ben bu kez salt Erenler’de kaldım. Gelecek sefer bu değişebilir! Amcam geçen defa sormuş, Selahattin Öğretmen:

-Usuldendir, sen demesen de ben iyi haberlerini, saygılarını, sevgilerini söyledim. Sağ salim gidersem gene söyleyeceğim, senin katacakların varsa onları da eklerim! Asım Öğretmen benim için. “Beraber çalışmaya başladık, mayıs sonuna dek Beringer metodunu bitirmeye kararlıyız!”deyince Selahattin Öğretmen:

-Bu iyi işte; bu güzel haberi, Hasan Büyükerenlere götürebilirim! dedi. Ben, başka bir söz söyleyemedim, “Sağolun!”deyip ayrıldım. İçerdeki pısırıklığımdan dışarı çıkınca utandım. Neden bir kaç söz bulup söyleyemedim? Dersliğe üzgün bir halde girdim. İsmet görmüş geldi. Her zaman banyo sıralarımızı değiştirirdik onu sordu. Bu hafta kendi sıralarımızda girmeye karar verdik. İsmet haftaya köye gitmeye kararlı. Beni de kışkırtıyor, birlikte gidebiliriz. İsmet hiç düşünmüyor. Benim de bugün aklıma takıldı. Trenle geceyi beklemektense öğleden sonra geçen İstanbul-Kırklareli otobüsü ile gitmek en doğrusu olacak. Otobüs Kırklareli’ye daha erken gittiğine göre, oradan köye gitme de kolaylaşmış olacak. Gitmeye kesin karar verinceye dek İsmet’e bunu söylemeyeceğim. Sami Akıncı Fikret Madaralı Öğretmene yazana sözü verdiği mektuba başlamış. Ancak öğretmenin nereye gittiğini unutmuş. Bana sordu: “Kayseri-Pazarören Köy Enstitüsü!”dedim. Birileri yanlış olduğunu söylediler. Yanlışçılardan biri Fettah Biricik. Sami Onlara sordu:

-Sizce nereye gitti?”Doğru yanıt alamadı. Sami bu işlerin yollarını biliyor. Bana inandığını söyledi ama, gene de Ahmet Gökay’dan sorarım! dedi. Ayrılanlar için bir süre yazışmalar olduğundan kayıtlar hep Ahmet Gökay’dan geçiyormuş. Ben bunu biliyorum ama Sami’nin söylemesi de iyi oldu. Oysa Fikret Madaralı Öğretmenin adresini ben de Ahmet Ağabeyden almıştım. Fikret Öğretmenden başka, Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenlerin adreslerini de almıştım. Faik Bakır Öğretmen gitmeden önce adresini kendisi vermişti. Ben oradaki arkadaşların adlarını verince çok memnun oldu, o da bana adresini yazdırmıştı. Faik Bakır Öğretmeni anımsadım, o şimdi Haruniye’de. Salim’le, Hasan’la Naci’yle konuşmuştur. Onlarla konuşmasa bile öğretmen Vahdet Kayık’la konuşmuştur. Hasanoğlan sözü edilse Vahdet Öğretmen kesinlikle beni anımsar. Akordiyon sesini çok sevdiğini söylerdi. Sanırım bunu salt beni sevindirmek için tekrarlardı. Ben de onun şarkı söylemesini unutmuyorum; “Sarı kurdelem sarı-Dağlara saldım yari-Dağlar kurbanın olam-Tez gönder nazlı yari…. . !”Haruniye Köy Enstitüsü binası eskiden kalmış çok da büyükmüş. Bendeki resmi yüksekten çekildiği için pek büyük görünmüyor ama gene de büyüklüğü belli oluyor. 4 katlı oluşu bile durumunu belli etmeye yetiyor. “Eskiden kalmış” diyorum ama nasılsa orası gene okulmuş. Hem de bir Alman okuluymuş. Alman okulunda Tük çocukları okuyormuş. Hem de Cumhuriyet öncelerinde Almanlar oralardan neden okul açmış? Osmanlı Yönetimi:

-Biz açamıyoruz, bari siz açın mı dediler acaba?

İsmet banyodan döndü, gülerek, “Dayı, iyi ki köye gitmemişim; güzel bir banyodan yoksun kalacakmışım!”dedi. Kadir Pekgöz İsmet’e takıldı:

-Sizin evinizde banyo yok mu? Kapıdan giren Yusuf Asıl söze karıştı, “İsmet’in övü (İsmet'in söyleyişi- ev. )çok yüksek olduğundan oraya su çıkmıyor!”dedi. İsmet, okula girdiği sıralar köydeki konuşmaları inatla sürdürmüştü. Bu sözlerden biri de ev, sesini biraz ö’ye kaydırmasıydı. Yusuf Asıl bunu hiç unutmadı, anınsadıkça İsmet’in başına vurdu. İsmet Yusuf’un takılmalarına kızmıyor ama gene de gereken yanıtı veriyor. Bu kez d, “Be kızan, ne zaman geldin de burnunu soktun!”diyerek Yusuf’un burnuna elini uzattı. Yusuf sakınırken İsmet’in eli, bu kez Yusuf’un gözüne dokundu. Yusuf yüzünü kapatınca öteki arkadaşları bir telaş aldı. İsmet’e ileri geri sözler söylendi:

-Şakayı kakaya çeviriyorsunuz. Şaka yapılırsa sözle yapılır, el kaldırma ile şaka değil kavga yapılır v. b. Az sonra Yusuf gülerek yüzünü açınca bu kez arkadaşlar Yusaf’a çıkıştılar: “Bir başka zaman ağlasan değil yerlere yatsan gene sana inanmayacağız! “Abdullah Erçetin'le Bekir Temuçin birlikte çocuk şarkısı Yalancıyı söylediler. Mustafa Saatçı ayağa kalktı; “Durun arkadaşlar, ben çocukluğumdan beri bu şarkıyı dinliyorum, bıktım artık bu şarkıdan. Gelin bunu değiştirelim. Doğru söyleyenler için bir şarkı yapalım!”dedi. Bekir Temuçin bu öneriye karşı oldu. Önce, “Bu şarkı Mustafa Saatçı’nın çocukluğunda yoktu. O Cumhuriyet döneminde yazıldı!”deyince herkes güldü. Mustafa Saatçı konuşmaya kalkıştı ama arkadaşların gülmesi uzayınca sustu. Sefer Tunca ise:

-Mustafa arkadaşın belki bildiği vardır, onu bir dinleyelim. Yalancı şarkısı olduğuna göre doğrucu neden olmasın? Arkadaşlar sustu. Mustafa Saatçı’ seslendiler: “Haydi söyle ne söyleyeceklsin?”Mustafa Saatçı daha bir kere müzik dersine girdiğini bu dersten aldığı bilgilerle şarkı yazamayacağını, birkaç ders sonra ancak bunu düşüneceğini söyledi. Mehmet Yücel Mustafa Saatçı için:

-Bir doğrucu yola çıktı, doğdu gitmeye söz verdi. Ancak baktı ki gideceği yol ilerde eğriliyor, vazgeçti yola gitmekten. Gerisin geri döndü. Şimdi de doğru yol yapılmasını bekliyor! Doğru yolu kim yapacak? Gülenler oldu. Abdullah Erçetin bu kez elleriyle sırada tempo tutarak Yalancı şarkısını tekrarladı.

Tören Zili çalınca toparlanıp tören alanına gittik. Öğretmen olarak yalnız Pesent Öğretmen vardı. Az sonra Talat Tarkan Öğretmen geldi. Müzik Öğretmeni akordiyon omuzunda eliyle sıraları düzeltti, yüksek sesle çıkışmalar yaptı. Hava açık gibi ama oldukça rüzgarlı, üşür gibi olduk. Törenden sonra koşuşarak dersliklere doluştuk.

Derslikte konuşmalar bir süre , “Kış geliyor!”türü sevimsiz uyarmalar oldu; “Geçen yıl bu günler kar üstünde gezmiştik, bunlar unutuldu. Ben anımsatınca da kimileri:

-Sen uyduruyorsun bunları! derce yüzüme baktılar. Bu tür olaylarda defalarca mahcup oldukları için benimle tartışmıyorlar ama gene de ilk söylenince bir direniş bakışı atıyorlar.

Serbest okuma saatinde pazar günleri gerçekten serbestiz. Derslikte çok gürültü olmayınca gelip karışan olmuyor. En yakını Talat Tarkan Öğretmenin odası olduğu için zaman zaman o uğruyorsa da, ortalıkta gezinip gidiyor.

Yemeğe giderken tepsilerle Öğretmen Evlerine yemek gittiği görülüyor. Bu akşam da öyle oldu. Masaya oturur oturmaz bundan söz açıldı. Arkadaşları uyardım:

-Etsiz mercimek-bulgur pilavı, eğer öğretmenler de bunu yiyorsa helal olsun. Demek, gelmek zahmetinden kaçıyorlar. Bu da onların hakkıdır. Onlar bizim büyüklerimiz, onlara bu kadar hizmet etmek de bizim borcumuz. Nöbetleşe yaptırsalar bu işi severek yaparım. Özellikle de söz gelişmi Namık Ergin Öğretmen için Lüleburgaz’a bile tepsi götürürüm! deyince arkadaşlar sustu.

Bu kez de Mustafa Saatçı’nın yazacağı Doğrucu şarkısı konuşuldu. Bir kaç şarkı dizisi sıralandı. Sonunda:

-Doğrucu doğru söyler ona herkes inanır! Mehmet Aygün’ün bu dizesine ikinci dize eklemek için yemek boyunca öneriler ortaya döküldü. Hilmi Altınsoy, “O yalan söylese bile ona herkes kanar!” dizesini önerdi. Inanır’la kanar uyak olmadı denince Hilmi önce Mehmet Aygün’den İnanır sözünü değiştirmesini istedi. “Olmaz!”yanıtı alınca sinirlendi:

-Ulan oğlum, şunun şurasında küçük bir ricada bulundum, beni kırıyorsun! deyince bu kez de Mehmet Aygün:

-Sen de fazla oluyorsun arkadaş, ben de kırk yılda bir, bir söz söyledim arkadaşlar beğendi, sen şimdi kalkıp onu bozduruyorsun. Ne denli bencilsin gör, benim dizemi bozdurup yerine kendininkini kondurmaya çalışıyorsun! Hasan Üner tartışmayı durdurdu:

-Bu tartışma Karakolluk olabilir, ben tanıklık yapmak istemediğim için kalkıyorum!”deyince hepimiz gülüşerek kalktık. Yolda Hilmi, kolumdan çekti, “İnanır’la kanar gerçekten uyak olmuyor mu? diye sordu. Yavaşça Hilmi’nin kulağına; “Kimi zaman olur!”dedim. Hilmi neşelendi. Dersliğe gidince aynı sözleri tahtaya yazdı. Bana bakarak:

-Arkadaşların tepkisini bekleyeceğim! dedi. Bizim yemek masası arkadaşlarımıza da –fısıltılarla- susmalarını söyledi. Ne var ki arkadaşlar beklenen ilgiyi göstermedi. Hilmi bekleyedursun konuşmalar yemekler derken Öğretmen evlerine giden tepsilere döndü:

-O tepsilerde neler vardı?” soruları sıralandı. Hilmi Altınsoy, benim az önce söylediklerimi deği, şik sözlerle söyledi. İşin ilginci, bizim masa arkadaşlarının çoğu Hilmi! ye katıldı. Bu kez de İsmet bana sordu:

-Dayı sen de o masadasın neden susuyorsun? Yusuf dayanamadı, İsmet’e:

-Dayın Hilmi’nin söyledikleri demin yemekte bize söylemişti, ondan susuyor! deyince Hilmi gene sinirlendi:

-Bu sınıfta bütün doğru sözleri sizler mi söylersiniz? Dayısı söylemiş, dayısı söylemeden önce benim fikrim soruldu mu? Sorulsaydı ben de aynısını söylerdim! Hilmi susunca Hasan Üner ağır ağır Hilmi’ye sordu:

-Namık Ergin Öğretmenin tepsisini Lüleburgaz’a götürebilecekmiydin? İş karışınca Hasan benim söylediğimi tekrarladı. Arkadaşlar güldüler. Mehmet Yücel gülerek:

- Ben inanıyorum arkadaşlar Hilmi o tepsiyi bilmem ama kendi tepsisini Hayrabolu’ya bile götürür! deyince herkes güldü. Hilmi sinirlendi, kendi kendine söylenerek kalktı tahtaya yazdıklarını silmeye başladı. Mehmet Aygün yetişip silmesini durdurdu. Bir süre bakıştıktan sonra ikidi birlikte arkadaşların fikirlerini sordular. Arkadaşlar öteki konulardan sıkılmış şakakaşmaya başladılar. Dizeler kısaltıldı; olmadı, uzatıldı, olmadı. Bu kez herkesin kendi defterine yazması önerildi. Mehmet Yücel İsmet’in yanına geçmişti. Sağ yanım boştu Bu sıra Tevfik Uğurlu geldi benim sağımdaki boş yere oturttum. Bizim arkadaşların tartışmalarını bir süre birlikte izledikten sonra Tevfik sordu:

-Türkçe Öğretmeni sizden de mi şiir yazmanızı istedi? Öğretmen bizden böyle bir şey istememişti. Olayı ben ayrıntılarıyla anlattım, birlikte güldük Ancak Türkçe Öğretmeninin şiir isteme sorununu ben de dikkatle dinledim. Öğretmen şiire önem verecek. Buraya bir nokta koydum! Tevfik Uğurlu en sevdiğim arkadaşlardan biri, o bana Ağabey diyor ama ben onu iyi bir arkadaş olarak seviyorum. Ona büyüklük taslamak aklımdan geçmiyor. Onun çok okuduğuna inanıyorum. O da benim çok okuduğumu söylüyor, bunu da biliyorum. Oysa ben onun okudukları kadar okuduğumu sanmıyorum. Tevfik, Hasanoğlan’da kaldığımız yaz da sürekli kitap okudu. Oysa ben orada yoğun olarak zamanımı oyunlara, müziğe ayırdım. Tevfik’in, de onlarda ilgisi yok gibi.

Tevfik çabuk ayrıldı. O gidince düşündüm: “Şiir nasıl yazılır?”Şarkılar gibi türkü sözlerinin de birer şiir olduğunu biliyorum. Köyde, daha çocukluğumda, Küçük ablam evlenmeden önce arkadaşlarıyla toplandıklarında mani hazırlardı. Bayramlarda, Hıdrellezde hazırladıkları manileri söylerlerdi. Maniler, çoğunlukla sevilen kişiler için hazırlanırdı. Bu özel manilerde söz konusu kişinin adı önem taşırdı. Bir keresinde ablam bana:

-Üzgünüm kardeşim, sen bu konuda şanssızsın, adın manilere hiç uymayacak! demişti. O zaman bunu önemsememiştim ama sonraları benim için gerçekten içten içten üzüntü oldu. Çünkü köyde adım nüfus kağıdımdaki gibi söyleniyordu. Bunun nedeni de babamın öyle istemesiydi. Adım konurken ad koyan saygın kişi; “Bu bir Peygamber adıdır, öylece söylene!”övüdünde bulunmuş. Adımı babamın yanında doğru söyleyemeyenlere bile babam yardımcı olur, doğru söyleninceye dek tekrarlanırdı. Köyün şakacılarından Furtun Şerif babama sık sık sorardı. “Kahve olmasaydı, sen bu ad düzeltmeyi nasıl yapacaktın? Şimdi, insanlar kahveye geliyor, onların yanlışlarını duyup düzeltiyorsun, o zaman ne yapacaktın?”Babam gülüp geçerdi ama Furtun Şerif bu kez de; “Anladım, salt bu iş için kahvenin kahrını çekiyorsun. Yarın buna gereksinim kalmayınca kapıyı yüzümüze kapatacaksın!”der, kahvedikileri güldürürdü. Köydeki manileri anımsıyorum; kısa, kolay söylenen adlar. “Ali, Hasan, Veli, Ahmet, Mehmet gibi daha çok iki heceli adlar. Kurulmuş manilerdeki bu adlardan birini çıkarıp ötekini yerleştiriler: Örneğin Ha-san yerine A-li, Ve-li, Meh-met, Ah-met derler. Köyde çok bulunan adlardan biri de Mustafa’dır. Mustafa’lar da manilerde çok az geçerler. Hele Süleyman, Selahattin, Nurettin, Şemsettin, Muhittin gibi adlar hep benim gibi manilerin dışında kalırlar. Bu anlattıklarımı geçmişte başkaları da konuşmuş olacak, okula gidiğimiz 1938 Şubatında İsmet’in köyü olan Kızılcıkdere’ye gelin alayıyla gittiğimde İsmet’in Babası Muhittin Eniştem bana; “Sen de benim gibi kızların diline düşmeyeceksin, onlar bizim adlarımızı doğru dürüst söyleyip sataşamazlar!”deyip gülmüştü. Konuyu, yorulasıya düşündüm. Köyde söylenen manilerden örnekler anımsamaya çalıştım. Bunlardan birer örnek: Genel olarak söylenenlerden biri:

 

“Çeşme başında gördüm,
Durdum adını sordum;
O adını vermedi,
Ben ona gönül verdim. ”
 

Bu tür maniler daha çok kızların çekingen davrandığını anlatmak için söylenirdi. Kimi kez de övgü için mani yakılırken arada ilenç de yapılır. Hasan dayım için yapılanı çok ilginçtir:

 

Hasan Hasan al göreyim Hasan,
Yenlerini dar göreyim;
Benden başka yar seversen Hasan,
İki gözünü kör göreyim!

 

türü ilençli söylemler de yapılır.

 

Mahmut Ağabeyim için söylenenden:

 

“Atı var yelin yele
Koşar yetişir yele
Ayşe Mahmud’a (t’a) baktı
Ağası göre göre! ’”

 

Sonradan yengem olan Ayşe (Yengem, babasının vefatından sonra ağabeyinin baskısı altında kalmış) sevgisini gizleyememiş, ya da sevgisi için ağabeyine başkaldırmış. Burada ona değiniliyor.

 

Şerife ablam için de söylenenler vardı:

 

“Bahçesinde şeftali
Eğilmiş yere dali;
Şer(i)fe suya giderken,
Mendil sallıyor Ali!”

 

Bilindiği, gibi köylerde adlar kısaltıldığı gibi çok ses değişikliğine uğrayarak da söylenir. Burada da Şerife, Şerfe olmuştur.

 

9 Kasım 1942 Pazartesi

 

Uyanınca akşam anımsayamadığım maniler dilime takılı. Yoluç Hasan olarak anılan Hasan Dayım ile Mahmut Ağabeyimin ahretliği Damgalı Mehmet için söylenen manileri söyledim. Gece bunları mı düşünüm acaba?”Yoksa çocuklukta öğrenilenler daha mı kalıcı oluyor? Bu manilerin söylendiği sıralar ben ilkokul 1. 2. sınıflardaydım. Arkadaşlar Türkçe Öğretmeni deyince ninleri bir yana itip konuşmaları dinledim. Konuşmalar, dersten çok öğretmenin giysileri, yaşı, sesi üzerineydi. Dolaptan Şaheserler Antolojisini alıp dersliğe gittim. Halil Basutçu kitabı tanıyor, güldü; “Ne o, kitabını yeni öğretmene mi göstereceksin?”Arkadaşa, “Hı!”diyerek geçebilirdim ama öyle yapmadım:

-Hayır, ben göstermeyeceğim, öğretmen, bu kitabın bende olduğunu kendisi görecek! dedim. Gülenler oldu. Fettah Biricik gene dayanamadı, ortalığa sordu; “İkisi de aynı değil mi?”O benden yanıt beklemiyordu ama ben ona da yanıt verdim:

- Hayır aynı şey değil, birinde konu ben değilim etkin olan öğretmendir. Tüm sıraların boş olduğunu süzen öğretmenin gözleri, benim sıramda başka sıralarda olmayan bir kitap görmüş olacak! Fettah gene, söylendi; “Kusura bakmayın ben gene bir şey anlamadım!”Bu kez de ben:

-Zaten ben de sana bir şey anlatmadım, arkadaşın şakasına bir şaka yanıt verdim. O anladı, önemli olan da oydu! deyip yerime oturdum. Gerçekte antolojideki tüm parçaları daha önce okumuştum, özetlediklerim de olmuştu. Özellikle öyküler için konuşma açılırsa örnekler vermek için yanıma almıştım. İyi ki almışım, rastgele açıp okuyunca unuttuklarımın çokluğuna şaştım. Özellikle yazarların çoğu uçup gitmiş. Kitaplarını okuduğum büyük yazarlar bile silinmiş. Örneğin, Balzac, Viktor Hugo, Satendhal, A. Çehov, L. Tolstoy, Jüles Verne, Andre Gide, Piyer Loti, Anatole France, Alexandr Düma Pear-Fils, Oskar Vilde, Gorki daha niceleri sanki yokmuş gibi…. Neyse ki, Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, , Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı yerinde duruyor. Onları da bilmeyenlerin yanında fazla kaygılanmama gerek yok. Şiir yazmayı tasalarken Alphonse Daudet’in Kıra Çıkan Kaymakam’ını anımsadım. (Değirmenimden Mektuplar-Remzi Kitabevi)Kaymakam işe giderken, yeşil çayırlığa bir süre için uzanır. Arabacıya beklemesini söyler. Arabacı çok uzun süre kaymakamı bekler. Sonunda dayanamaz gider bakar. Bir de görür ki kaymakam ağzına bir ot çöpü almış, şiir yazmaya çalışmaktadır. Şiir yazmak bu denli insanı oyalayabiliyormuş, bu olay da bunu anlatıyor. “Şiir yazmaya kalkışırsam kimbilir neleri unutyacağım!”Kendi kendime gülerken bu kez İsmet bana Yusuf Asıl’ı gösterdi. Yusuf kendisini hem büyük sayıp ona ağabey diyormuş hem de kendisinden küçüklere yapılacak şakaları İsmet’e yapıyormuş. Ben, “Yusuf benim Zeybek oyunları arkadaşım. O nedenle ben onu Efe olarak görüyorum!”İsmet güldü, “Yok ya, onun Efeliği ne olacak! Çocuk olduğu için katlanıyorum, yoksa pekala kaldırıp pencereden atarım!” Bu kez de öteki arkadaşlar:

- Vay sen kendini Tekirdağlı Hüseyin mi sandın? diye takıldılar. Tekirdağlı Hüseyin Pehlivan’ın yerine geçecek kişi, bizim sınıfta yıllar önce saptanmıştı; Hilmi Altınsoy. Kimi arkadaşlar onu anımsattı:

-Tekirdağlı Hüseyin var, İsmet olsa olsa Yarım Dünya Mülayim Pehlivan olur! Bunu diyenler arasında Fettah Biricik vardı. İsmet son günlerde Fettah Biricik’e çok kızıyor. Onu da konuşanların aralarında görünce başını arkaya atarak:

-Cık! dedi, “Mülayim Pehlivan olmam, onu olsa olsa Fettah Biricik olur. O daha yumuşak. Mülayim, yumuşak demek olduğuna göre ona daha yakışır. İsmet burada Fettah’a takılan adı anımsatmak istedi(Kadın-zenne)! Bu kez de, “Cık, cık!”yapan Fettah oldu:

-Yahu bu sınıfta ben hiç mi konuşmayacağım? Mehmet Yücel yanıtını verdi:

-Arkadaşım sen şimdiye dek çok konuştun, o nedenle hakkın bitti. Sen konuşurken susanlar da şimdi haklarını kullanıyorlar. Dünya, “Etme bulma dünyası!”diye bir söz var; sen ettiklerini bulacaksın. Dünyada edilenlerin hesabı dünyada verilirmiş, bunu öğren!

Ders zili çalınca herkes toparlandı. İlk dersler, matematik-fizik boş ama gelen olur kaygısı olduğundan bir süre susuldu. Arada bana:

-Sen eskiden Okul Müdürünü derse çağırıyordun, git bunu da çağır! diyenler oldu. “Kendisi söylemeden ben bunu yapamam!”deyip öneriyi geri çevirdim. Sami Akıncı elini yarım olarak ağzına kapatarak:

-Benden söylemesi, Müdür Bey sabahları çok sinirli oluyormuş, bunu hanımı söylemiş:

-O, sabahları hep sinirlidir! demiş. Sami, “Benden söylemesi!”deyip güldü. İsmet Sami’ye takıldı, “Bunu bizden çok sen düşün, biz nasıl olsa Müdür Beyin oralara gitmiyoruz!”Mustafa Saatçı ortamı germemek için İsmet’e:

-Yalan söyleme, ben seni her sabah Müdürlük kapısı önünde beklerken görüyorum! Arkadaşlarlar bağırdı:

-Yalancı İmam, o zaman sen orada ne arıyorsun? Mustafa Saatçı İsmet’i gözetlediğini, İsmet ise SS’yi gözetlediğini söyleyince gülmeler gerilmeyi azalttı. Konu SS’nin oralarda gezmesi üstüne yıkıldı. Bekir Temuçin, “Susss!”işareti verince herkes sustu. Kimse gelmeyince Bekir Temuçin’e sataşanlar oldu:

-Yapacaksan doğru dürüst gözeticilik yap, kimse gelmezken geliyormuş gibi yapıp bizi kandırma! Bu kez Bekir açıkladı:

-Ben demin gelen olduğu için değil, kızlar için ileri geri konuşmama kararı verilmişti, onu anımsattım! deyince büyük bir grup Bekir’e çattı:

-O senin sorunun değil, o konuda kızlarla ilişkisi olanlar konuşsun! Sefer Tunca sordu: Bekir Temuçin arkadaş neden konuşmasın? Onun ilişkisi olmadığını kim nereden biliyor, o erkek değil mi? Kızlardan birini neden sevmesin? Sefer Tunca’nın ağır ağır ayrıca etkili bir sesle sorduğu sorular ilgi çekti. Konu bu kez Bekir Temuçin’in kimi sevmiş olabileceği tartışılmaya başlandı. Gülsüm, adı geçti. Onun için başka sınıflardan bir ad söylendi. Hatice, denince onu da bir başkasına bağladılar. Kızların adları hep sıralandı. Sami Akıncı için söylenen N’ye gelince; “Bu olabilir!”diyenler oldu. Bunu söyleyenler genelde Sami Akıncı’nın tavrını ölçmek için yapmışlardı ama Sami Akıncı başını kitabından kaldırmadı. Onun yerine Mustafa Saatçı N için bir iki bilinmeyenli probem ortaya getirdi. “N ile ilgilernen kişiyi ben biliyorum ama onun adını kısaltılmış olarak ağzıma alamam. Bu bir başkasına saygısızlık olur. Bunu benden istemeyin, gücenirim. Mustafa Saatçı için önemli olan ad olsa olsa SS olmalıdır. SS kız olduğuna göre okulda SS ile anılacak erkek kimdir? Önce böyle biri var mı?”Arkadaşların çoğu konuya ilgi gösterdi, herkes tanıdıklarını andı: SS. Bir ders boyu SS arandı. İkinci derse girerken problem çözüldü. Salih Sevilmiş! Çoğumuzun tanıdığı, sessiz, sakin, zayıf yapılı onun değil ama henüz kızların ilgi göstereceği ölçüde gelişmemiş bir arkadaş. Beden olarak zayıf olduğu gibi fazlaca esmer sayılacak kuruca bir yüz. Kısacası N ile pek bir arada düşünülemeyecek bir arkadaş. 2. Ders Salih Sevilmiş’den çok Mustafa Saatçı’nın böyle bir sorunu düşünüp arkadaşların önüne getirmesi konuşuldu. İlk derste Sami’nin sustuğu gibi ikinci derste de Mustafa Saatçı sanki konuyla hiçbir ilgisi yokmuş gibi sustu, arada bir, “Haa, hı!”gibi sesler çıkardıysa da gerçekten konunun dışında kalabildi.

Türkçe Öğretmenni kolunun altında bir yığın kitapla girdiğinde arkadaşların bir bölümü hala Salih Sevilmiş’in sınıfını soruyordu. Öğretmen gülümser gibi bir yüzle girdi ama, bu gülümsemeden çok, sinirlenmemek için kendini tutmaya benziyordu. Geçen yıllar Beden Eğitimi derslerimize gelen Bedia Dökmen Öğretmene benzeyen bir durum sezilir gibiydi. Günaydın, nedense denmiyor. Ancak bakışlardan, “Sizin karşılayış şeklinize göre ben de size “GÜNAYDIN” demeyeceğim, kararı sezilir gibiydi. Gerçekte bizim arkadaşların, güler yüz gördükçe yumuşak değil gevşek davranışları belki bunu gerektiriyor ama, gene de Türkçe öğretmenimiz böyle yapmamalıdır, bence. Bir süre ayakta durduk. Öğretmen kitaplarını masa üstüne koydu. Arkasını masaya dönerek bize baktı; “Oturun!”dedi. Öğretmen, “Sizinle nasıl bir çalışma yapacağız, henüz ben de tam bir karar almış değilim. Önümüzdeki zamanı düşünüyorum. Ben yeni geldim, siz de erken gidicisiniz. Hazırlanmış bir kitabımız yok. Ayrıca sizlerin neler okuyup okumadığınızı tam bilemiyorum. O nedenle zaman zaman sizden sormak zorunda kalacağım. Okuduklarınızı söylerseniz tekrardan kurtulur, yeni bilgiler edinirsiniz!”dedi. Masasına döndü bir resim gösterdi. Halide Edip Adıvar. “Bu yazarı tanıyor musunuz?”dedi. Hasan Üner, Sami Akıncı ben: “Tanıyoruz, deyip üçümüz birden adını söyledik. Nesini okuduğumuzu sordu: Ben Sinekli Bakkal’ı okuduğumu söyledim. Sınıfça okuduğunuz bir şey yok mu?”deyince Himmet Çocuğu söyledim. Öğretmen gene masaya döndü, Reşat Nuri Güntekin’in resmini gösterdi. Beş altı arkadaş Reşat Nuri Güntekin!”dedi. Bu arada soyadını yanlış, Gültekin olarak söyleyen olmuş. Oğretmen hemen takıldı: “Ben sormadan kimse bir şey söylemesin, sorduklarım konuşacak!”dedi. Kadir Pekgöz’e Reşat Nuri, soyadı nedir? diye sordu. Kadir “Gültekin!”dedi. Ali Önol’a, Abdullah Erçetin’e, Emrullah’a, İbrahim Ertur’a aynı soruyu sordu. Bizim sıraya doğru bakınca ben bana soracak sandım “Güntekin!”dedim. Öğretmen hiçbir tepki göstermedi. Söylediğimi duymamış gibi: Başka, başka! diyerek gözlerini üstümüzde gezdirdi. Herkes susunca ben gene: “Yeşil Gece, Anadolu notları!”dedim. Öğretmen gülerek, yavaş bir sesle kendi kendine konuşur gibi:

Kösem! dedi. Sözü duydum, otur dedini duymama karşın oturmadım, “Söylediğinizi duydum, ama iyisini mi yoksa kötüsünü mü söylediğinizi iyi anlayamadım!”Dedim. Öğretmen bizim derslikte şimdiye dek atmadığı bir kahkaha attı, eliyle saçını düzeltip dikkatle, “İyisinin anlamını biliyor musun?”diye sordu:

-Yol gösterici, klavuz! dedim. Öğretmen gene gülerek:

-Kötüsünü ben bilmiyorum, onu da söyle! dedi. Ben, “Kösem Sultan!”deyince:

-Yok, yok! o benim aklımdan bile geçmez, o bir istisnadır! deyip gene masaya döndü. Bu kez derslikte öğretmenle okuduğumuz kitaplarda nasıl bir yöntem uyguladığuımızı sordu. Arkadaşlar Fikret Madaralı Öğretmenin uygulamasını anlattılar. Öğretmen bir başka kitabı kaldırdı: “Öyleyse biz de benzer şekilde buna başlarız deyip Halide Edip Adıvar’ın Urun (Vurun)Kahpe adlı romanını gösterirken ders zil çaldı. Öğretmen çıkarken beni çağırdı. Kitapları göndermek için çağırdığını sanmıştım; yetişip kitapları almak istedim. Öğretmen kitapları vermedi:

-Ben seni başka bir şey için çağırdım, gel! deyip Eğitimbaşı odasına girdi. Eğitimbaşı yerindeydi. Öğretmen Eğitimbaşına dönerek:

-Enver bak, sana birini getirdim! dedi. Eğitimbaşı acımsı bir gülümseme ile:

-Bir isyancı mı? dedi. Öğretmen gülerek; Hayır hayır, katiyen isyancı değil, Reüssülkittap, tam senin dersinin adamı, hangi taşı kaldırsan o orada! Eğitimbaşı gülerek:

-O sınıfta Sami Akıncı! deyince Türkçe Öğretmeni bu kez:

-Onu da biliyorum ama bu başka, bu kendine özgü bir çalışma tutturmuş bana göre tam bir Reüssülküttap, lütfen bulunla ilgilen! deyip bana döndü:

- Kösem’in yol gösterici olduğunu nereden öğrendin? Yanıtladım, “İlkokulu bitirdikten sonra okuyamadım. Koyunlarımız var, onları otlattım. Koyunların klavuzlarına çobanlar kösem diyordu. O nedenle aklımda kaldı. Bu okula gelince de tarih derslerinde Kösem Sultan sözü geçti. Böylece kösem sözü belleğimde pekişti!”İki öğretmen de bakışarak gülüştüler. Eğitimbaşı Sabahat Öğretmene:

-Ben sana dedim ya bunlar bizimkilerden farklı; bunlar daha çok o bizim eski öğrencilerimiz, Kızılçullu’dakilere benziyorlar, onlar da böyleydi! 30’ardan iki sınıftı. Bazen bir arada derse aldığımda 60 tane barut fıçıcı arasında sanırdım kendimi. Oradan ayrılırken bu nedenle çok üzülmüştüm.

Kızılçullu sözünü duyunca; bu kez de orada arkadaşım olduğunu söyledim. Eğitimbaşı:

-İlk sınıftaysa öğrencim olmuştur! deyince,

“Arkadaşım benim sınıfımda ama ağabeyinin ilk sınıfta olduğunu, şimdiyse okulu bitirdiğini, söyledim. Eğitimbaşı Sabahat Öğretmene:

-Ayol , ben bu okula indiğim gün daha bunu tanıdım, bizim Arifiye için bile bana bilgi vermeye kalktı! deyip güldü. Biraz alınır gibi oldum:

-Yok öğretmenim ben tanıdığım arkadaşım Selahattin Odabaşın’dan söz etmiştim, mektuplaştığımızı, son mektubunu Tirilye’den yazdığını söylemiştim! deyince Sabahat Öğretmen kahklahalarla güldü. Eğitimbaşı:

-Kırkyıl düşünsem Selahattin’in memleketini anımsamam, oysa kayıtları kaç kez elimden geçmiştir! dedi. Eğitimbaşı:

-İyi anlaşacağız, onlarla güzel çalışmalar yapacağız, ben onlara çok güveniyorum! Sabahat Öğretmene sordu:

-Bir diyeceğin var mı? Sabahat Öğretmen gülerek başıyla , “Yok!”işareti yaptı. Eğitimbaşı gülümseyerek gidebileceğimi söyledi, selam verip çıktım. Başlangıçta çok güzel gibi başlayan bu olaydan nedense dersliğe gidince sevincim azaldı; giderek de üzüntüye dönüştü. Önce öğretmenlerin, bana ya da bize; kuşkuyla baktıkları apaçık belli, bunu kesin olarak anladım. Belli demek bile fazla, bunu düpedüz kendileri söylüyorlar. Bir iyi tarafımızı bulunca da çocuk gibi seviniyorlar. Öyleyse bizim, görülmeyen ya da görülemeyen taraflarımız onlarca hep olumsuzluk kaynağı sayılıyor. Onların, bizim tüm değerlerimizi görmeleri için ne yapacağız ya da ne kadar bekleyeceğiz? Ya hiç görmezlerse? Öyleyse ilk görev onların beklediklerini onlara göstermek olacak. Bunu nasıl yapacağız? “Nasıl yapacağız?” yok, “Nasıl yapacağım” var! “Her koyun kendi bacağından asılır!”Kendi bacağını sağlam koru da seni taşısın!

Yemeğe azıcık geç gittim. Arkadaşlar kuşkulanmışlar. Eğitimbaşının beni sevmediğini biliyorlar(Ya da onlar öyle değerlendiriyorlar)Eğitimbaşının odasında kalışımı başka bir olaya bağladım. “Karşı köyden Kamber Amcam gelmiş, beni sormuş. Kamber Amcamla yakınlığım, Kamber Amcam aracılığıyla köyden yeyip içecek alınabilmiymiş, çocukları için, süt, yumurta gerekliymiş!”türü bir sürü yalan ortaya sürdüm. Arkadaşlar inanmış göründüler ama gene de kuşkuları belli oluyordu. Salih Sevilmiş’i sordum. Daha doğrusu konuyu saptırmak istedim. Yoksa ben Salih’i nöbetlerimden, ayrıca Tarım nöbetimden tanıyordum. Beklediğim oldu; Salih geçerken durdurdular. Çocuk neye uğradığını bir türlü anlayamadı. Hilmi Altınsoy beni göstererek: “Abi seni unutmuş, merak etti!”deyince Salih durup baktı: “Abi beni nasıl unutur? O benim en sevdiğim bir ağabey, gerçek bir ağabeydir!”diyerek boynuma sarıldı. Öteki masalardaki arkadaşlar da tüm dikkatlerini bize çevirdiler. Mehmet Yücel kalktı yanımıza geldi, gülerek: “Nedir bu muhabbet, biz de öğrenelim!”Bizimkiler gülmekten kırılırken Salih de önce güldü sonra da azıcık huylandı; “Siz benimle şaka ediyorsunuz ama ben ağabeyi severim!”deyip ayrıldı.

Öğleden sonra arkadaşlarla atölyeye gitmeyi düşlerken Besim Öğretmen beni çağırtmış, gittim. Hiç soru sual ermeden “Tarım ekibi gelince ne kadar bel, kazma, kürek varsa, kapının önüne çıkart, bizi bekleyin!”dedi. Hiç bir şey diyemedim, “Peki öğretmenim!”deyip Tarım binasına gittim. Az sonra 9. sınıflar geldi, onlar ne yapacaklarını biliyormuş. İçlerinde benim iyi tanıdıklarım var, Naci Aydın, İlyas Özcan, Mehmet Özalp, Muhsin Önal, Mehmet Karadeniz, Mustafa Oktay, Mürsel Dilek…. . Araçları kendileri üleştiler. Öğretmenler gelince birlikte gittiler. Bağ kütüklerinin dipleri okşanacakmış. Onlar gittikten az sonra 6. sınıflar geldi. Sınıfları ikiye bölünmüş. Bu grubun bugünkü sorumlusu olan iki öğrenci kendilerini tanıttı: Ahmet Dökme, Mustafa Elbüken. Ahmet biraz sabırsız gibi bana sordu:

-Burada bekleyecek miyiz? Öğretmenleri gösterdim:

-Gerldiğinizi söyleyin, ne yapacağınızı sordun. Ahmet koştu; az sonra döndü, “Hikmet Öğretmen geliyor!”dedi. Hikmet Öğretmen kestirme mısır tarlasına yöneldi, eliyle de çocuklara işaret etti. Az sonra dört öğrenci gelip el arabası ile tırmık aldılar. Mısır tarlası temizlenip buğday ekilecekmiş. Onlar gidince bir süre karamsar olarak düşündüm. Şimdilik daha iyi ama giderek havalar soğuyor, buralarda üşümek de var, “Neden nöbeti bir başkasına bırakmıyorum?”Müzik Öğretmeni aklıma geldi, ona söylesem acaba aracı olur mu? “Orada kaldıkça müzik çalışması yapamaz!”diyemez mi?”Türkçe Öğretmenini, Eğitimbaşını, Namık Öğretmeni hep aklımdan geçirdim. Sonunda Namık Öğretmende karar kıldım; “Öğretmenim, çalışmalarıma engel oluyor, ayrıca atölyedeki çalışmalardan da çok yoksun kaldım!”desem. Bir dizi söz hazırladım, kesin olarak söyleyeceğim. Ben böyle düş kurarken Talat Tarkan Öğretmen geldi. Gülerek:

-Günaydın ! dedi. Dikkatli dikkatli yüzüme bakarak:

-Sen burada akordiyonu da ihmal ediyorsun, isteyerek mi yapıyorsun bunu? diye sordu. Birden toparlandım:

-Hayır öğretmenim, değişmem için kime nasıl söyleyecveğimi bilmiyorum. Akordiyon gibi öteki derslerime de engel oluyor. Atölye çalışmalarımı da özledim! dedim. Bu kez de :

-Sen gönüllü gelmedin mi buraya”dedi. Ağlamaklı bir sesle:

-Hayır öğretmenim, benim elim ezilmişti, o nedenle buraya gönderilmiştim. Elim geçti, akordiyon da çalıyorum, yazı da yazıyorum. (Parmaklarımı oynatarak) Elimi gösterdim. Talat Tarkan Öğretmen gülerek:

-Seni iyi anlıyorum, oğlum Aydın akordiyonsuz duramaz, bu bir heves, bir alışkanlıktır, Enver Beyle ben bir konuşayı!”deyip ayrıldı. Arkasından baktım, içimden geldi:

-Yaşa!”diye yavaşça söylendim. Ortalığı gözden geçirdim, kapı önlerindeki derin izleri tırmıklayarak düzeltirken bağdakiler geldi. Besim İyitanır Öğretmen, düzelttiğim yerleri göstererek:

-Buraları aslında biz beton yaptırmak zorundayız! diyerek geniş bir alanı gösterdi. Öbür grup da gelince kapıları kapatıp sevinerek dersliğe gittim. Az sonra Asım Öğretmen nöbetçi, bizim dersliğe geldi. Tüm arkadaşlara müjde duyurusu yaptı ama bunu benim için yapmış sayarak çok sevindim. Yeni resim öğretmeni kesinlikle bir özel Resim Dersanesi istemiş. Okul Müdürünün eşi de onu desteklemiş, Bizim dersliğin bitişiğindeki derslik Resim Atölyesi olarak kullanılacakmış. Ancak paydoslarla zorunlu okuma saatlerinde burada müzik çalışmaları da yapılacakmış. İsmet bana:

-Gözün aydın, sonunda bir yer bulacaksın! dedi. Müzik Öğretmeni benim için onun günde bir saatlik yeri hazır, bundan sonra orada sürekli çalışacak! dedi. Öğretmen yer söylemediği için değişik olasılıklar söylendi, iş giderek tuvaletlere dek indi. Gerçeği ben de bilmediğim için söylenenlere gülerek karşılık verdim. Bildiğim halde arkadaşlardan sakladığım düşünülerek takılmalar uzadı gitti. Tarım nöbetimden kurtulmak benim için daha önemli bir duruma girdi, ben ondan olumlu bir beklemeyi yeğledim: “Nasıl olacak?”

Yemekte Müzik Öğretmeni tüm masaları gezdi, zayıf olanlara zayıflıklarını aşmaları için, tombul olanlara da biraz kilo vermeleri için övütler verdi. Asım Öğretmen Kızların masasına dönerken Hilmi Altınsoy Müzik Öğretmenini göstererek:

-Erkeksen, haydi bakayım, o kıza da (Mukaddes için) birkaç laf söyle! dedi. Hilmi sözünü tamamlarken Asım Öğretmen kızların masasına dönerek konuştu. Ne söylediğini duyamadık ama bu ara Mukaddes ayağa kalkıp öğretmene gülerek bir şeyler söyledi. Pesent Öğretmen de dahil tüm kızlar güldü. Hilmi Altınsoy bu kez:

-Sen erkek adamsın, anladım. Salt senin güzel hatırın için mandolin çalacağım! dedi. Arkadaşlar hep güldü:

-İşte bunu yapmayacaksın! diyerek masadan kalktık. Hilmi yapamayacvağını biliyor ama diretiyor. Dilinin altındaki de kendisinin beceriksizliği duygusu. Arkadaşlar bunu açıkça söyleyecekler mi? İşte burası çok önemli Hilmi bunu hep yapıyor; söylenirse güceniyor, söylenmezse bu kez kızıyor, kendisi açıklıyor: “Siz benim beceriksizliğimi demek istiyorsunuz ama yüzüme söyleyemiyorsunuz; böylece iki yüzlülüğünüz ortaya çıkıyor!”Bu durumlarda en güzel yanıtı da Mehmet Aygün arakadaşımız söylüyor, “Onlar hep senin kuruntuların be arkadaşım. Biz bu söylediklerini hiç düşünmüyoruz. O tür düşüncelerimiz olursa o dediklerini kendimiz için düşünebiliyoruz. Nerde bizde öyle çok ayrıntılı düşünce! Biz de senin gibiyiz. Sen bizim farklı olduğumuzu sanıyorsan demek ki sen daha geniş düşünüyorsun. O zaman sen daha mutlu olmalısın. Bunları ancak ben düşünebilirim, deyip gülmelisin!”Mehmet’in arkasından Hilmi bilmem kaçıncı kezdir Mehmet’in omzuna vurup: “Güldüm işte!”dedi. Dedi ama sözler bitmemişmiş, Salih Baydemir sordu; “Tekirdağlı hemşerim, senin şu Sazan da şen şakrak, yaman bir şey!”Hilmi’nin neşesi kaçtı:

-Kara Salih, hemşerilik yapacaksan şunu sağlam yapalım, meden benim oluyormuş o! dedi durdu. Hasan Üner tamamladı, “Sazan!”Hilmi bu kez Hasan’a döndü:

-Hıhhh, biri de bu. Ulan oğlum, ben senin söylediğini söyleyemez miyim? Elin kızına sataşmak istemiyorum. Ben size göre deniz çocuğu sayılırım, yüzlerce balık adı bilirim. Birini söyleyemez miyim yani! Kalkıp bana balık adı anımsatıyorsunuz! Hilmi yüz balık adı, deyince ilgimi çekti. Takılmak için değil, okulda bulunduğumuz sürece her türlü mahlukatın sözü edildi de balık konusu hiç konuşulmadı. Tabiat Bilgisi kitaplarımızda da bu konuda bilgi verilmedi. Bu nedenle Hilmi’ye sordum; “Şunlardan on kadarını söyle de ben de öğreneyim!”Hilmi yanlış anladı bana:

-Sen de fırsat bekliyorsun. “Düşenin dostu olmaz!”demişler, bunu her zaman kanıtlıyorsun! dedi. Arkadaşlarla bakıştık, “Hepimiz birer papara yedik!”diyerek kalktık. Dersliğe dek Hilmi ile konuşmadım. Sıramda yalnız oturuyorum. Hilmi yanıma geldi, ilk sözü kaç balık adı bildiğimi sorması oldu. Yemekhanedeki tartışmaya girmemek için, Yılanbalığı, Pullubalık, köylerde gezdirilip satılan Palamutla bir de kitaplardan öğrendiğim Balina balığından başka balık bilmediğimi balıkla ilgili bir de balıkçıl kuşunu bildiğimi anlattım. Az durduktan sonra, sizin konuşmalarınızdan da sazan balığı olduğunu duydum!”dedim. Yarınki tarih dersini düşünerek eski tarih kitabımı çıkardım. Kitabı çıkarınca Hilmi, :

-Ben sana balık listesi hazırlar, veririm, ders çalışmana engel olmayayım! deyip gitti. Hilmi gidince sahiden balıkla ilgili bilgimin sınırlı olduğunu düşündüm. Oysa çocukluğumdandan beri balıklı bir çok öykü duymuş ya da okumuştum. Neydi onlar? Babamın anlattıkları vardı. Onlardan biri: Fatih Sultan Mehmet ordusuyla İstanbul kapılarına dayanmış. Bizans ileri gelenleri toplanıp Bizans İmparatoru Kostantin’e gitmişler. Kostantin tam o sıra balık pişiriyormuş. Tam da balıkların bir yanı kızarmış öbür yanlarını çevirmeye başlayacakmış. İmparator Konstantin Gelenleri dinlemiş. Gelenler:

-İmparator'a; Türkler bu kez çok güçlü saldırıyor, surları yıkacaklar! deyince “Olacak şey değil, Türkler İstanbul’u alamazlar buna ben inanmam, bu balıkları görüyorsunuz bir yanları kızarmış, bunlar kalkıp kendilerini suya nasıl atamazsa, İstanbul’un alınması da o kadar olamazdır!”demiş. Kostantin, doğru söylediğine inanmış olarak gelenlerin yüzlerine bakarken balıklar birer birer havuza atlamışlar. Bu kez Kostantin giyinip kuşanıp savaşa çıkmış ama Türk askerlerini kapısında bulmuş, tutuklanıp Fatih Sultan Mehmet’e götürülmüş. Benzer bir öykü de benim adımın geldiği İbrahim Peygamberle ilgili olanıdır. Ancak bunu tam anlamış değilim. Bir zamanların dinsiz olduğu gibi din düşmanı kral Nemrut Hazreti İbrahim’e kızmış. Hazreti İbrahim’in haberi olmadan bir tuzak hazırlamış: Kendi korunağı olan yüksek kalesinde büyük bir kaldıraç hazırlatmış. Kaldıraçın menziline de büyük bir ateş yaktırmış. Hazreti İbrahim’i çağırtmış. Hazreti İbrahim gelince onu bir oyunla kaldıraca bindiririp ateşe attırmış. Ancak Hazreti İbrahim kaldıraçtan ateşe değil suyu serin bir havuza inmiş. Nemrut’un hazırlattığı ateş havuza dönüşmüş. Ancak bu dönüş sırasında balıkların bir yanları gene de ateşten etkilendiği için o havuzun balıklarının bir yanı hep yanık olarak kalmış, dinsdiz Nemrut’un hayinliğini unutturmamak için de dünya durdukça o balıkların bir yanı öyle kalacakmış. Olay böyle anlatılır ama bizim köyde o olayın geçtiği yerlere giden olmadığı için gören yoktur. Fatih’in balıkları sorulduğunda ise, ortalıkta o balıkların Nemrut’un balıkları gibi havuzda değil deryalara dağıldığı, istenirse bulunabileceği söylenip geçilir: “Bir yanı pişmiş gibi kızarmış balık!”Bakalım Hilmi bunlara ne yanıt verecek!

Tarih dersinde olanak bulursam bu Kral Nermrut’u soracağım. Bir çok ünlü krallar, imparatorlar duyduk öğrendik ama aralarında Nemrut yok, neden? Büyük İskender, Annibal, Kiros, Sezar(Julius Caesar), Öğüst, Attila, Napolyon, daha bir çoklarını sayabiliriz. 1. Sınıfta okuduğumuz, Şuppililiuma, Murşil, Labarnaş, Giges, Kresus, Ramses, Leonidas, Nabukadnezar, Sargon, Hamurabi gibi daha bir çokları var da, onlar arasında bu Kral Nemrut neden anılmıyor? Aklımı krallara taktım: “Başka kimler vardı?” Mete, Sulla, Marius, Pompei, Midas v. b.

Bu gece de aklım krallara takıldı. İçlerinde acınası sonuçlara uğrayanlar var. Örneğin Sezar merdivenlerde arkadaşları tarafından bıçaklanarak öldürülüyor. Annibal, her şeyini kaybetmiş olarak kaçarken yakalanıp inkence edilerek öldürülüyor. Napolyon Bonapart, insan olmayan bir adaya sürülüp Robenson gibi yaşamaya bırakılıyor. Attila zehirleniyor. İçlerinde Roma İmparatoru Ogüst ile Atatürk gibi kendi yataklarında ölen hemen hemen yok gibi. Yıldırım Beyazıt benzeri tutuklu olarak yenildiği kişinin gözetimi altında ömrünü tamamlayanlar da var. Bu ise sanırım hepsinden acı. Timurlenk denilen adam Yıldırım Beyazıt’ı öyle yapmış. YıldırımBeyazıt’ı düşünerek uyudum.

 

10 Kasım 1942 Salı

 

Arkadaşlar yağmur yağdığından söz ediyor. Bense uyanır uyanmaz 4 yıl önceyi anımsadım. 10 Kasım 1938 Perşembe. Erkenden kalktım. Önce, o gece nasıl uyuduğuma şaştım; yoksa okula gidişimi o denli önemsemiyordum? Bu nasıl olur? önemsemek değil çılgın gibi okula gitmek istiyordum. Lüleburgaz’a girince Atatürk’ün acı haberini aldığımızı, o an da Enirne’ye gidemeyeceğim telaşına kapıldığımı iyice anımsadım. Kısa, buna karşın iç sıkıştırıcı bir telaştan sonra olay aydınlandı; benim yolculuğumu engelleyen bir durum yokmuş. Benim gibi öteki yolcular da buna sevinmişti. Beni uğurlamaya gelenler, (Ağabeyim-Ali Eniştem ötekiler) Lüleburgaz’ın o günkü durumundan çok tedirgin oldukları için beni de şöyle bir el ucuyla uğurlamışlardı. Ben okula kavuşma duyguları içinde çevremdekilerin düştüğü kaygılı duruma düşmeden, kendi kaygılarımla başbaşa okula vardım. O gün perşembeydi oysa bu gün salı. Dört yılda bu ( üç )gün değişikliği nasıl oldu? Aklımı çelen de günlerin geriye doğru kayması oldu. Perşembe, Çarşamba, Salı. Neden perşembe, cuma, cumartesi değil? Bunu, “Arkadaşlara sormadan önce kendim çözmeliyim!”deyip dersliğe gittim. Arkadaşlar benim kendi kendime konuşarak telaşlanmamı kimbilir nelere yordular, değişik sorular geldi. Soruların hiçbiri benim konumla ilgili olmadığından sustum. Ancak bu ara kendi yanlışımı kendim buldum: Tarih günleri geri değil ileriye kayıyor. Böyle olunca gün sayısıyla yıl sayısı uyuşuyor. 1938-Perşembe, 1939-Cuma, 1940-cumartesi, 1941-Pazar, 1942-pazartesi. Gene olmadı ama böyle gitmesi kesin gibi. Sanırım artık yıl olayı var. Her yıl birgün değişirken bir yıl(Artık yıl) iki gün atlayınca 1942 salı olacak. Bu günler benim defterlerimde var ama defterlerin hepsi evde. Kimseye tınmadım. Hava iyice kapandı, kahvaltıya koşuşarak gittik. Talat Tarkan Öğretmenle Asım Öğretmen kapını iç tarafında durarak içeri girişi düzenlediler. Mercimek çorbası gene yüzleri ekşitti. Bizim masada Hilmi Altınsoy ilk tepkiyi gösterdi:

-Ben size demiştim, bu mercimeği dışardan alıp yiyoruz, hiç değilse kendimiz yetiştirmeyelim! Salih Baydemir:

-Üzülme arkadaşım, bu bizim yetiştirdiğimiz değil geçen yıldan kalan mercimek! Hilmi anlamazdan geldi. Bu kez de Mehmet Aygün Hilmi’ye:

-Arkadaşım bundan böyle mercimek çıkınca bizim yediklerimiz, bizim yetiştirdiklerimiz olsun, seninkiler de dışardan alma! Hilmi sinirlendi:

-Ne fark edecek, sonunç olarak ben mercimek yemiş olacağım! Duyuru yapıldı, “Her sınıf kendi dersliğinde oturacak. Saat 9’u beş geçtikten sonra gelen öğretmenin gözetiminde Atatürk için konuşmalar yapılıp şiirler okunacak!”Arkadaşların çoğu buna sevindi, “Yağmur bizi korudu!”diyenler oldu. Mehmet Yücel:

-Yağmur bahane, biz kendimiz böyle işlerden kaçıyoruz. El çocukları 23 Nisan Bayramı kutladı, bir dersliklerde oturduk, el çocukları 29 Ekim Bayramı kutladı biz yağmuru bahane edip derslikte oturduk! Mehmet Yücel’e kızanlar oldu. Onlart bağırışırken Selçuk Korol Öğretmen geldi:

-Yanlış mı geldim yoksa? diyerek masaya geçti. Selçuk Öğretmen; Olanaksızlıklarımız yüzünden bir çok onemli olayı atlıyoruz ya da teğet geçiyoruz. Oysa bizim dersimizi donatacak bir çok derslik bilgilerini konuşarak yayabilecektik! deyip sustu. Konuşan oldu sandım, Selçuk Öğretmen dersliğin orta yerinde gözlerini gezdirdikten sonra İbrahim Ertur’a :

-Ben sormuyorum, öyle varsay, sana birisi bu günün anlamını sorsa neler söyleyebilirdin? Öyle düşün, sorana anlatacaklarını bize anlat! dedi. İbrahim Ertur böyle bir soru beklemiyordu, ağır hareketlerle kalktı, söyleyecekleri kesinlikle vardı ama birden toparlayamadı. Bu arada birkaç parmak kalktı. Selçuk Öğretmen gülerek:

-Arkadaşınızana soru sorana mı yanıt vereceksiniz? yoksa o sorunun içeriğini arkadaşlarınıza mı anlatacaksınız?”dedi. Öğretmen gülümseyerek konuştuğu için başka cesaretlenenler de oldu. Bu arada İsmet:

-Siz nasıl uygun görürseniz öğretmenim! deyip kalktı. Öğretmen bu kez İsmet’e:

-Bugün bizim için acı bir gündür, biz buna yas günü de diyoruz. Ancak bu yas gününde kara kara düşünme yerine Atatürk’ü anarak onun yolunda nasıl gideceğimizi konuşarak bir takım ortak ilkeleri saptayabiliriz. Bu ilkeleri Atatürk bize belirtmiştir, onları konuşarak yayabiliriz! İşte bu konuda sen bize bir yol çiz, nereden başlayıp nereye doğru giderek bu günümüzü değerlendirelim? Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen Sami’yi durdurdu. “İsmet söyleyeceklerini bitirsin, devam edersin!”dedi. İsmet, Atatürk, çocukluğunda çok çalışkanmış, bu çalışkanlığı yaşamı boyu sürmüş, sonra savaşlar başlamış, Atatürk savaşlarda da üstün başarılar göstermiş diyerek yuvarlak sözlerle konuyu sürdürürken Selçuk Öğretmen İsmet’e bakarak, “Atatürk’ün yolundan giceğiz!” diyerek biz de mi savaşlara gireceğiz? Atatürk’un yolu! Denince biz bundan ne anlıyoruz, ne anlamamız gerekir? Sami Akıncı gene parmak kaldırdı. Öğretmen bu kez Sami’ye; “Sen çok sabırsızlandın, biraz da sen konuş bakalım!”deyip İsmet’i oturttu. Sami Akıncı, öğretmenin son söylediği sözü ele alıp, bizim yapmamız gerekenleri sayıp döktü: “Atatürk, o zaman memleketimizin içinde bulunduğu zor durumları görmüş onları, o zorluklardan kurtarmak için çareler arayıp bulmuştur. O bulduğu çareler nedeniyle yurdumuz düşmandan kurtulmuş, halkımız bugünkü düzeye çıkmıştır. Ancak Atatürk bunu yeterli görmemiş, Türk Gençliğine seslenerek yapılması gerekenleri sıralamıştır. Biz Türk genci olarak bu Hitabede söylenenleri iyi anlatıp gecikmeden yapmalıyız. Onlar birer büyük görevdir, bunları yapmak için de kendimizi iyi yetiştirmeliyiz! Sami konuşurken yüzü sevince doğru değişen öğretmen, Sami az duraksayınca sordu. Atatürk gençiliğe salt çalışmayı mı öneriyor? Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Nedense öğretmen hepimize bakar gibi göz gezdirdi. Ben de paarmak kaldırdım. Parmağımı kaldırıken daha öğremen: “66 söylesin!”deyip başını çevirdi. Sami konuşurken, Fikret Madaralı Öğretmenin anlattıklarını, Reşat Nuri Güntekin’in romanı Yeşil Gece ile Falih Rıfkı Atay’ın Roman’ndaki’deki olayları anımsamıştım. Gençlüğe Hitabedeki Dalalet, hiyanet sözlerini de onlara ekleyince söyleyeceklerim hazırlanmış durumdaydı. Kalkınca:

-Atatürk salt dış düşmanlarla savaşmadı, iç düşmanlar da vardı. Atatürk dış düşmanları yurttan kovdu ama yurt içinde kalıp sinenler, her zaman fırsat kolladılar. Onlar yaşlanıp ölseler de yerlerine yeni düşman yetiştirdiler. İşte Türk gençliğinin gerçek düşmanı bunlar olacaktır. Gençler bunlara dikkat etmelidir. Bunlar, mahalle aralarında, çarşılarda, pazarlada her gün yalan üreterek memleketimizi kötü göstermeye çalışmaktadırlar. Tarım Öğretmenimiz Hikmet Özmen’in çok iyi bildiği Kubilay olayı buna bir örnek olabilir!”deyince öğretmen durdurdu: “Sen, Kubilay olayını bilmiyor musun?”diye sordu. Ben: “Ben duyduğumu biliyorum ama Hikmet Öğretmen Kubilay’ınarkadaşıymış, o yörede yaşamış, gören biri olarak benden çok doğru anlatabileceği için onu salıkverdim!”deyince Selçuk Öğretmen gülümsedi: “Sözünün altında kalmayacağını biyorum, o nedenle sordum!”dedi. Zil çaldı. Öğretmen, kısa bir açıklama yaptı: “Bizim bu yılki tarih derslerimizde kronolojik bir sıralama zorunluğu yok. Bu nedenle konuştuğumuz konuyu 10 Kasım dışına taşırarak inceleyebiliriz. Siz bu konuda bilgi toplayın haftaya konuşalım!”deyip ayrıldı.

Son iki dersimiz de Öğretmenlik Bilgisi. Arkadaşların kanısına göre, “ Okul Müdürünün işi olacağından, derse gelmeyecektir!” çok kez doğru çıkan bu savlar bu kez doğru çıkmadı. Müdür Bey ders zilinden az sonra geldi. Gelince sordu:

-Atatürk üstüne konuşma yaptınız mı? Yaptığımızı söyledik. 10 Kasım gününün önemini belirtti, özellikle öğretmen olunca bu gün aracılığiyle köylere Atatürk sevgisinin yayılmasını bizlerin sağlayacağını, dolayısiyle de Cumhuriyet Yönetiminin kökleşmesine yardımcı olacağımızı anımsattı. Bir süre dersimizle ilgili kitaplar okuyacağımızı, ders yılı ortalarına doğru da uygulamalı dersleri izleyeceğimizi tekrarladı. Sami Akıncı’yı odasına gönderip bir kitap getirtti. Kitabı kaldırıp gösterdi. Okuyup okumadığımızı sordu. Hiç birimiz okumamıştık. Daha doğrusu bu tür kitaplar üstünde hiç durmamıştık. İlk yıl, 1938-39 yılı Mefküreci Muallim’la Beyaz Zambaklar Memlekertinde adlı Grigori Petrov’un kitaplarını okumuştuk. Geçen yıl ise ara ara Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji kitabıyla Pedagoji Tarihlerinden (İki kitap) Petalozzi kısaca olmak üzere J. J. Russo, Fröbel ile Herbart’tan birer bölüm okumuştuk. Bunları söyleyince Müdür Bey: “İyi öyleyse bu yıl bol bol okuyacağız!”deyip, gösterdiği kitaptan söz etti. Özet olarak Birleşik Amerika devletlerinin bir eyaletinde bir zenci, zenci çocuklarına iş öğretmek için kendisi de zenci olan Booker Washington adlı bir kimse özel bir okul açmış. Zenci çocukları gerçekte bir iş öğrenmek için toplanmış, ancak iş içinde okuma yazma da öğreniyorlarmış. En arkada oturduğum için kimseye çaktırmadan tüm arkadaşları izledim. Sami Akıncı başta olmak üzere arkadaşların çoğunluğu belli belirsiz dikkat kesildi. Benim kadar olmasa bile bir karşı oluş seziliyordu. Müdür Bey Booker Washington’u, orada çalışan öğretmenleri ballandıra ballandıra övdü, Amerika Cumhurbaşkanının övücü sözlerini söylediyse de, o okulla bizim okulun bağlatılanması bizi şaşırttı. Müdür Bey bu arada Amerika Birleşik Devletlerinde Zenci-Beyaz ayırımını anlattı. Zencilere Beyazların iş vermemesini eleştirdi. Kitabı okumaya başlayamadan zil çaldı. Müdür Bey 2. derse gelmedi. Sami Akıncı bir ara kitabın bir bölümünden okumaya kalkıştı. Okula gelen kimsesiz zenci çocukları oluşu, tuvaletleri temizleyerek işe başladıkları, bulaşıkları yıkadıkları, bunlarda başarılı olurlarsa okula alındıkları yazılıyordu. Arkadaşlar Sami’ye sordular, “Sahiden bunlar kitapta yazıyor mu?”Sami yazdığını söyleyince bir ağızdan: “Dinlemiyoruz, biz, zenci çocuğu toplamayacağız. Okutacağımız çocuklar en az bizim kadar belli olanaklara sahip aile çocukları. Onlara götürecek bilgileri öğrenmek istiyoruz!”deyip okumayı kestirdiler. Olay bana Köy Öğretmen okullarının Köy Enstitüsü adına dönüştürüleceğı sıralarda Yaşar Nabi Nayır’ın yazdığı yazıyı anımsattı. O daYunanistan’da gördüğü bir okuldan öz ediyordu. Okula, suçlu, öksüz, kimsesiz çocukları alınıp tekdüze yemeklerle, eski-püskü giyimler içinde durmadan çalıştırarak para getiren işler yaptırıp kazanç sağlanıyormuş. Yazar , Köy Enstitülerini de böyle olsun ister gibi yazmıştı. Arkadaşlara bunu anımsattım. Birden olumsuz bir hava esti. Edirne’deki giysi olayından, Hasanoğlan’da temel atma töreninde arkadaşımız Hüseyin Serin’e kasketi için yapılan azarlamadan sözler edildi. Bu kitabı okurken, Okul Müdürümüzle konuşulması önerildi. Öneri benimsendi. İsmet Yanar, ilk sözü açacak, arkasından, yemeklere, giysilere hatta yataklarımıza dek sorular sorulacak! Biz heyecanla konuşurken saat geçmiş, yemek zili çaldı, toparlanıp yemeğe gittik. Yemekte aynı konu: -Burası, adı ne olursa olsun bir öğretmen yetiştiren okul mu, yoksa daha değişiklikler yapılarak bizi yaşamımız boyunca yasal bağlarla bağlayıp yurttaşlık haklarımızın altında bir duruma düşürmek için başka amaçlı bir kurum mu?

Bugün tüm sınıf Tarım çalışmasında. Ancak yağmur, gene sabahki gibi şiddetli başladı. Besim İyitanır Öğretmen arkadaşların derslikte oturmalarını rica etti. Beni gene Tarım binasına gönderdi. Tarım binasına gelecek var sanmıştım. Gelen giden olmadı. Yağmur bir ara çoğaldı. Özellikle gök gürlemelerinde oldukça tedirgin oldum. Şimşek çakmalarından bir süre gök çatlamaları korkulmayacak gibi değildi. Tam karşıda Ergene ovası, oralarda bir yerlere sürekli yıldırımlar düştü sanıyorum. Yıldırımdan oldum olası korkardım. Köydeyken de koyunları otlatırken ya da bağı beklerken hep tembih ederlerdi: “Gök gürlerken sakın ağaç altında oturma!”Yağmur bardaktan boşanırca yağarken kırda ne yapılır ki? Gene de korka korka ağaç altlarına giderdim. Giderdim ama her şimşekten sonra yıldırımın tepeme geleceğini bekler gibiydim. Sonraları kendi gözlemlerimle şimşek parlamasından sonra gürültüden korkmamaya başlamıştım. Ne yaparsa o ışığın yaptığını anlamıştım. Burada Tarım binası da neredeyse tam tepenin üzerinde. Babamın tarif ettiği gibi yıldırım düşecek konumda. Kendi kendimi iyice korkuttum. Gök gürültüleri kesilir gibi olduğu bir sıra çamur mamur demeden mısır tarlasına doğru, yolun alçalarak gittiği yöne koşarak gittim. Önce Demircilik atölyesine, oradan sıra ile geçerek Revir önüne indim. Dizlerime dek çamur olmuştum. İsmet Özcan yatakhane nöbetçisiymiş, bana izin verdi, ayakkabılarımla pantolonumu değiştirdim. Gene koşarak dersliğe gittim. Arkadaşlar şaşırdılar, “Sen oradan buraya nasıl böyle temiz gelebildin?”dediler. İçimden ağlamaklı olmama karşın açık vermemek, kendimi zor durumda bırakmamak için; “Bir yolunu buldum!”dedim. O yol neydi? Bunu kimse sormadı. Arkadaşlar benden önceki konuşmalarına döndüler. Meğer onların konuştukları da gök gürlemeleri, yıldırım düşmeleri, yıldırımın hangi koşullarda düştüğü üzerineymiş. Hiç ilgim yokmuş ya da yeni duymuş gibi sorarak konuya girdim. : “Yıldırım düşerse ne olur? Yıldırım ne zaman düşer? Yıldırım nerelere düşer?”Herkesten çok yeğenim İsmet şaşırdı: “Dayı bunları sen nasıl bilmezsin? Bunları kırlarda iş yapan herkes bilir!”Ben bir tafra içinde: “Böyle şeylerden korkmadığım için üstünde hiç durmadım!”dedim. Dedim ama içimden bir ürperme geldi titrer gibi oldum. Büyük Ablamın söylediği bir sözü anımsadım: “İnsan yalan söylerse, tezelden yalan söylediği olayla ilgili bir bela gelirmiş!”Yıldırımla ilgili bir bela nasıl olur? Onu düşünmeye başladım. Dersliğin en arkasında sol köşede oturuyorum, okulun o köşesine bir yıldırım düşse beni yakabilir. Niyetimi sezdirmemek için kalkıp Müzik Öğretmenin kapısını çaldım. Öğretmen yok, oradan kitaplığa gittim. Kitaplıkta kimsecikller yok. Meğer öteki sınıfların bir bölümü ders yapıyormuş, dersi olmayanların dersliklerine de öğretmenler girdiğinden ders yapar gibi dersliklerinde çalışıyorlarmış. Nöbetlerden, ayrıca Hasanoğlan’daki çalışmalarımızdan tanıdığım Mehmet Yüce ile Hasan Bozkurt kitaplık nöbetçisi. Kitap sordum. İkisi de çalışkan çocuklar ama kitaplarla pek ilgili değiller. Kalkıp sıralaradan kitap bulmaya çalıştılar. Oysa ben aradığım kitabın kitaplıkta olup olmadığını öğrenmek istemiştim. Booker Washington’un Tuskege Okulu. Defterden baktırdım, kayıtlarda yok. Olsaydı alacaktım. Bir süre kalıp ansiklopedi karıştırdım. Ansiklopedi de takvimi aradım. Aradığım yazıyı buldum diye sevindim ama anlatılanları bir türlü kavrayamadım. Ancak 4 yılda bir gün artışını kavradım. Yılda bir gün artışını da kendi kafamdan buldum. Bir yıl 365 gün 6 saat olduğuna göre geçmekte olan yılın son gününün bitiminde yıl bitiyor ama o gün bitmiyor, günün bitimine 6 sat kalmış oluyor. Böylece yeni bir gün başlayıp 6 saat geçtikten sonra bir başka güne geçilmiş oluyor. Bu nedenle 1938 10 Kasım günü perşembeyken, 1939 10 Kasım günü cuma olmuş oluyor. 1940 yılı ise aynı zamanda artık yıl olduğundan 1940 10 Kasım günü bir gün sonraya pazara atlamış oluyor. Böylece 1941 10 Kasım pazartesi, 1942 10 Kasım’ı da Salı gününe gelmiş oluyor. Birden neşelendim. Hasan Bozkurt beni izliyormuş:

-Ağabey aradığını bulmuş olmalı, çok sevindi! dedi. Gülerek, “Evet!”deyince bu kez de sordu:

-Aşk mektubumuydu? “Aşk mektubu aranmaz, insan onu kendisi yazar!”dedim. Hemen sordum. Geçen yıl 10 Kasım pazartyesi günüydü, bu yıl neden Salı oldu? Hasan’la Mehmet yüzüme kuşkuyla baktılar. “Geçen yıl gerçekten pazartesimiydi? Bu kez de, daha bitmedi, evvelki yıl ise 10 kasım cuma gününe gelmişti. Benim aşk mektuplarım bunlar!”dedim. Dışardan sesler gelince çıkıp dersliğe gittim. Yağmur yavaşlamış gibi ama az az sürüyor. Gök gürültüsü kesilmiş durumda. Aynı konuyu tahtaya yazdım. Birden bir tepki oldu:

-Öyle saçma şey olur mu? Hemen Sami Akıncı arandı. Sami Akıncı’nın gelmesi beklendi. Bu arada artık yıldan söz eden oldu ama dört yılda beş gün oluşu işi karıştırdığı için iş yanıttan çok gülüşmelere dönüştü. Mehmet Yücel sordu:

-Dayı nerden aklına düştü bu şimdi senin? Anlattım:

-Edirne’ye ben 10 Kasım 1938 Perşembe günü gitmiştim. Bugün de 10 Kasım ama bugün Salı. Tam beş gün gibi bir zaman değişimi var. Bu neden oluyor? İleri geri konuşmalar yapıldı. Sen söyle öyleyse!”diye diretenler oldu. “Bana ne?”diyen de oldu ama konu kapanmadı. Gözler Sami’nin yolunda kaldı. Nedense Sami Akıncı da bu akşam ortalıkta gözükmedi.

Yemekte Hasan Bozkurt geldi, sorumu yanıtlayamadıklarını, onlarda kimsenin bilmediğini anlattı. Hilmi Altınsoy gülerek:

-Üzülme kardeşim, biz de bilmiyoruz, ağabey böyle şeyleri bulup bulup çıkarıyor. Nasıl olsa o onun yanıtını bulmuştur, gene kendisi söyler! Hasan gittikten sonra arkadaşlar Hilmi’yi eleştirdiler. Eleştiriler de yerinde değildi ama söze karışmadım. Yusuf daha önce tartıştığımız bir konuyu gene ortaya getirdi. Bana:

-Ben doğum tarihimi 1926, sen, senin doğum tarihini 1336 diye söylüyorsun, bunun nedenini açıklar mısın? Güldüm, Bu bir yasal uygulama. Sen de istersen doğumunu 1342 olarak söyleyebilirsin. Ancak yasal yazılımlarda bu yasaklanarak önlenmiş. Ben de istersem doğumumu 1920 olarak söyleyebilirim ama resmi evraklara böyle geçirtemem!”

Derslikte yarınki Türkçe dersi tüm tartışmaları durdurdu. Öğretmen, okuduğumuz kitapları sorabilir kaygısı ortaya çıktı. Kitap adları, genel olarak konuları ortaya dökülerek bellekler tazelenmeye çalışıldı. Sami Akıncı’nın dişi ağrıdığı için revire gitmiş, dişine pamuk konmuş. Bu nedenle konuşmuyormuş. Geldi az kaldı gene gitti. Kitaplıkta oturuyormuş. Arkadaşların etkisinde kaldım, “Öğretmen okuduğum kitapları sorarsa hangisini söylemeliyim? 50 tane kitabı saydıracak değil ya, en iyi anlatabileceklerimi seçmeliyim. Seçtiklerim aynı zamanda hem kısa, kolay anlatılacak gibi hem de az arkadaş tarafından okunmuş olmalı. Pastoral Senfoni, Açlık, Beyaz Geceler, Kroyçer Sonat, Cihan Şampiyonları…Sanırım bunları ancak bir iki kişi okumuş olabilir……Konularını anımsadım, adlarını, yazarlarını gözden geçirdim. Olayları anlatmak kolay da kişi adlarının bellenmesi oldukça zor. Senfoni Pastoral’de (Pastoral Senfonide) Papaz, oğlu Jak, kör kız, bir de bakıcı Luise var. Açlık, belli başlı bir kişi üzerinde duruyor. Beyaz Gecelerin kişileri; Nastenka var, öteki adlar konuşmalarda geçmektedir. Kroyçer Sonad belli başlı üç kişi var: Bay Vasıla Pozdnişev, Bayan Pozdnişev, konuk kişi Truhaçevskiy. Cihan Şampiyonlarında kişi çok ama belli başlı dört arkadaşla bir de Profesör. dört arkadaşın eşleri. Arkadaşlar: Norden, Broçki, Ram, Veb. Eşleri: Nadin, Roda. Broçki ile Nadin, Ram ile Roda evli… Nedense bu kitapları söyleyince öğretmenin bana Beyaz Geceleri soracağı kuşkusu uyandı. Konuyu biliyorum ama gene de anımsamaya çalıştım. Oldukça zorlandım. Ortada bir Nastenka var ama olay nasıl başlıyordu? Sonuç kolay, beklenen gelmiyor ya da geliyor ama karşılaşılmıyor. Önemli olan olayın başlangıcı. Düşündükçe karıştırdım, karıştırınca da büsbütün sinirlendim.

Yatarken kendi kendime söylendim:

-Çalışma, derse hazırlanma buysa, ben bunu sanırım beceremiyorum!” deyip gözlerimi kapadım.

 

11 Kasım 1942 Çarşamba

 

Türkçe Öğretmeni, Türkçe Ödevleri sözleri arasında hazırlanıp dersliğe gittim. Aradan gece geçmemiş gibi aynı konuyu düşünmeyi sürdürdüm. İlk dersimiz matematik, boş geçecek; bir ara kitaplığa uğrayıp Beyaz Geceler kitabını karıştırabilirim!”Böyle düşündüm ama bu olasılık sağlıklı değil; kitap yerinde olmayabilir. En iyisi, örnek seçtiğim kitaplar arasından Beyaz Geceleri çıkartayım! Bu kez de ötekilere aklım takıldı. Cihan Şampiyonları dışındakileri kitabın sırasına göre anlatmam zor olacak. Özellikle Açlık bu açıdan karmakarışık bir kitap. Onu da silebilirim. Ben kendi kendimi yerken yanımdakilere baktım, onların bu tür bir kaygısı yok. Birden duraksadım; “Liste falan silmek yok, öğretmen sorarsa dün verdiğim kararı uygulayacağım. Verdiğim bilgiler yeterli olmazsa bile yanlış değildir. Hiç değilse bu kitapları okuduğum ortaya çıkar. Söz olsun diye dünkü konuyu ortaya getirdim. “Geçen yıl 11 Kasım haftanın hangi günüydü? Neden? Salih Baydemir:

-Matematik dersi başladı! dedi. Yusuf Asıl karşı koydu:

-Matematik dersi değil, bu bir cağrafya dersidir, zamanlar bir coğrafya olayıdır! Tartışmaya ben neden oldum ama karışmadım. Baktım arkadaşlar ikiye bölündü. Tartışma da dersliğe dek gitti. Sami Akıncı gelmiş, bir eli çenesinde kısa bir açıklama yaptı. Yaptı ama salt artık yılı anlattı. Bu kez öteki değişen günleri sordular. Sami Akıncı bu kez bana:

-Benim yerime sen anlat! dedi. Tahtaya kalkıp yılın 365 gün 6 saat olduğunu daire üstünde göstererek yazdım. Dairenin son noktarına yılın son gününü yazarak sarkan 6 saati gelen yıla ekledim. Dikkatle dinleyen arkadaşlar birden bir; “Heeeeee!”çektiler. “Gelen yılın yeni günü böylece yeni yılın artan saatlerini de içleyen olarak karşımıza gelmiş olur!”deyip oturdum. Sami Akıncı’nın anlattığı artık yılda da bu bir gün sonra gerçekleşir, böylece artık yıllarda gün farkları ikiye çıkar!”derken Türkçe Öğretmeni kapıdan girdi. Ben yerime dönerken beni durdurup ne anlattığımı sordu. Ben de olayı olduğu gibi anlattım. Öğretmen gülerek; “Ne iyi, ben öğretmen olduğum ilk yıllarında bile bunları çözememiştim. Sizin ilgileriniz benden çok ileri!”dedi. İsmet doğrucu başılık etti. “Biz de bilmiyoruz öğretmenim, arkadaşlar sağ olsunlar(Benimle Sami’yi gösterek)bize yardımcı oluyorlar!”deyince öğretmen:

-Olsun o da bir mutlu şanstır. Onlar olmasa belki konu ortaya bile gelmeyecektir! deyip Öğretmen Masasına oturdu. Bir süre bize baktıktan sonra: “Roman okuduğunuzu biliyorum. Ayrıca öykülerde okudunuz bunu da biliyorum. Sanırım geçmiş derslerde başka yazı türleri de incelediniz. Bunları konuşarak çalışmalara başlamayı yararlı gördüğüm için bu ders, geçmişte kazandığınız bilgileri öğrenmek istiyorum. Önce okuduğunuz dergilerden başlayalım!”deyip Varlık adlı bir dergi gösterdi. Varlık adlı bir dergi olduğunu daha önce öğrenmiştik. O dergilertden birini de ben almıştım: 1 Haziran 1935 sayı 46. Varlığını biliyordum ama sürekli alıp okumamıştım. Alpullu’da kaldığımız yıl Fikret Mdaralı Öğretmen kendi okuduğu dergileri getirmiş, karıştırmamızı söylemişti. Ben o zaman Yeni Adam dergisine abone olup sürekli okumaya başlayınca başka dergiye gerek görmemiştim. Ancak 1940 Mart ayında Varlık dergisinde çıkan bir yazı nedeniyle eski dergileri bir daha karıştırmış, bu dergi hakkında kendi kendime bilgilenmiştim. Ben aynı zamanda Akşam Gazetesine de abone olduğumdan oradaki yazarlardan Sonradan Şevket Rado olan Hıfsı Şevket’i tanıyordum. O dergide okuduğum GECE YARISININ ADAMI yazısını ilginç bulduğumdan daha sonraları ara ara Varlık almıştım. Bunları anımsadım, konuşmaya hazırlanırken öğretmen günlük gazetelerde neler okuduğumuzu sordu. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Ancak öğretmen Cumhuriyet Gazetesi getirmiş açıp gösterdi. Başta Yunus Nadi imzalı yazı, öğretmen sormadan: “Başmakale!” yanıtı verildi. Öğretmen gülümsedi:

-Tamam işte şimdi sadede geldik. Bunlara yazı türleri derler, günlük gazetelerde bu tür yazıların hangileri bulunur? Bu konuda bilgilerimiz var mı? Arkadaşlardan on kadar parmak kalktı. Parmak kaldıranlardan biri de Halil Basutçü idi. Öğretmen Halil Basutçu’ya sordu: “Başmakalelerin özellikleri nelerdir?”Halil’le biz ikimiz Alpullu’da Akşam Gazetesine birlikte abone olmuş, o ders yılı sürekli gazete okumuştuk. Akşam Gazetesi’nin Başyazarı Necmettin Sadak’î, fıkra yazarı Şevket Rado’yu, tefrika yazarı VA-LA’yı(Vala Nurettin) öğrenmiştik. Aynı zamanda o yıl Okul Müdürümüz kendi aldığı Cumhuriyet Gazetesini de bize verir, Gazete Okuma Masası’na koyardık. Bu nedenle hem o iki gazeteyi iyice tanıdık hem de gazetelertdeki yazı türlerini öğrenmiştik. Cumhuriyet Gazetesi’ni ise Fikret Madaralı Öğretmen özel olarak vermişti. Ben gazetenin bir sayısındaki, Yunus Nadi, Nadir Nadi, Ömer Rıza Doğrul, Emir Erkilet, Nurullah Ataç adlı yazarlarla, başmakale, makale, fıkra, haber, tefrika türleri için bilgiler vermiştik. Halil benim kadar ayrıntılara inmedi ama söylediklerini öğretmen yeterli buldu. Halil yerine oturdu. Öğretmen hepimizini yüzlerine dikkatle bakarak seçim yaptı; Abdullah Erçetin’i seçti. Abdullah Erçetin ağır hareket eden arkadaşlarımızdan biri. Öğretmenler işaret edince herkes gibi hemen kalkmıyor, sanki yanlarından bağları varmış onları çözüyormuş gibi iki yanına sallanarak kalktı. Öğretmer güldü:

-Sıranda rahat değilsin galiba, yoksa bir rahatsızlığın mı var? dedi. Öğretmen Abdullah’a roman okuyup okumadığını sordu. Abdullah, Fikret Madaralı Öğretmenle sınıfta okuduğumuz iki roman adı verdi. Öğretmen bu kez:

-Günlük gazetelerden hiç roman tefrikası okumadın mı? diye sordu. Abdullah önce okumadığını sonra da :

-Günlük gazetelerde roman olmaz öğretmenim!”dedi. Bekir Temuçin başta olmak üzere 7-8 arkadaş parmak kaldırdı. Oysa az önce Halil Basutçu bastıra bastıra tefrikaları söylemiş, Akşam Gazetesindeki VA-NÜ’yü anlatmıştı.

İlk dersimiz bitince öğretmen gitti. Nedense öğretmen Abdullah’a bakmadan gitti. Abdullah ayakta dururken Mustafa Saatçı, öğretmenin sesine benzeterek:

-Otur çocuğum, otur! dedi. Abdullah’tan önce Yakup Tanrıkulu:

-Ayıp ayıp, erkekliği bırakıp kadınlığa mı özeniyorsun! deyince Mustafa Saatçı hiç söylemediği ağır bir söz söyledi. Derslik birden sessizleşti. Tam bu sıra öğretmen geri geldi. Nasıl bir rastlantıysa öğretmen yerine oturunca Yakup Tanrıkulu’na işaret etti. Yakup az önce fena haşlanmıştı, onun ettisinden kurtulamadı, uzunca bir suskunluk oldu. Bu kez öğretmen Recep Kocaman’a işaret etti. Recep Kocaman öğretmenin beklediği bilgileri verdi. Gazetelerde roman tefrikası okumadığını, ancak olduğunu bildiğini tekrarladı. Romanlar uzun olduğu için kısa kısa gazetelere verildiğini tekrarladı. Fıkra, ile makale, başmakale tanımlarını tekrarladı. Öğretmen gülerek Recep Kocaman’a:

-Senin de bu sınıfta oluşun güzel bir şey, bunu unutma! dedi. Bu kez Emrullah Öztürk’e baktı. Öğretmen bakınca Emrullah gözlerini kaçırmış. Öğretmen bunu söyledi, sonrada: -Bana bakıyordun, oysa ben bakınca gözlerinizi kaçırdın. Şarkılara benzer bir şey, değil mi? diye güldü. Recep Kocaman’a söylenen sözler bir çoğumuzun yüzünü güldürmüştü. Emrullah dersliğin havasını hemen değiştirdi. Öğretmen bir süre sustuktan sonra gene bize bakınca parmak kaldırdım. Öğretmen gülümseyerek:

-Bir söyleyeceğin mi var?”deyince:

-Gazetelerde tefrika olarak salt romanlar söylendi, oysa bendeki, eski gazetelerde öykülerin, tiyatroların da tefrika edildiğini gördüm! dedim. Öğretmen gene gülümseyerek:

-Pek tabii, ne var ki romanlar özellikle çok yazıldığında öyle söyleniyor. Biz onları da gözden geçireceğiz. Bugün gazetelerle gazete içeriklerini konuşuyoruz, gelecek günlerde öteki yazı türlerini gözden geçirirken onlara da değineceğiz. Bu günkü konuşmalarımız, geçmiş derslerin bir tekrarı. Ancak geçmişte okunanlar biraz çok geçmişte kalmış. Ben şimdi onu söyleyeceğim. Türkçe Derslerimizde biz, yazıların konularına göre, şekillerine göre ayırabilmeyiyiz. Örneğin bir makale ile bir tefrika, bir fıkra ile bir makale arasındaki fark bilmeliyiz. Ayrıca bu yazıların da kendine özgü sıralanışı vardır. Bizim bu yıl asıl okumamız gereken de budur. Bir öykü nasıl oluşur? Ömer Sevfettin’den okuduğunuz bir öykünün bir anlatış özelliği vardır. Oysa evlerimnizde anlatılan öykülerin böyle bir sıralanışı yoktur. Ayrıca ben size hemen Ömer Seyfettin’i örnek aldım. Çünkü Ömer Seyfettin, makbul sayılan öykü tekniğine uyan güzel örnekler vermiştir. Öteki ülke yazarlarında da buna çok güzel örnekler verilmşitir. Bunları zamanla okuyacaksınız. Boş bulundum:

-Okuduk öğretmenim! dedim. Öğretmen biraz ekşir gibi yüzüme baktı:

-Kimlerden okudunuz efendim? dedi. Alfons Dode-Anton Çehov deyince bu kez öğretmen güldü:

-Bak ne güzel, okuduklarını anımsıyor musun? sorsam bana iki öykü anlatabilir misin? deyince anlatacağımı söyledim. Öğretmen gülerek, “ Bir tane Çehov’tan rica ediyorum!” dedi. Çehov’dan dilenciyi anlattım. Öğretmen öyküyü ortasında kestirdi. Alphonso Daudete’in Son Ders’ine başlarken:

- “O da güzeldir, bir başka derste dinleriz! deyip kalem kağıt çıkarttı. Öykü, f ıkra, makale, Roman, tiyatro, mektup, Gezi, Anı, Günlük türü yazıların tanımlarını, bu konuda güzel örnekler vermiş yazarlardan birer ad seçilmesini istedi. Öğretmen kendi kendine konuşarak çıktı. Kapıya yakın oturan Bekir Temuçin’in söylediğine göre öğretmen çıkarken “Çok heterejonik bir sınıf demiş!”Heterejonik sözünü merak ettik. Almanca Büyük Lügatımı açtım, aradım ama böyle bir söz yok. Sonunda vaz geçtim. “Ben söyleyeceğimi söyledim, benim söylediklerim beğenildiğine göre ötesi beni ilgilendirmez!”deyip yerime oturdum. Bu kez Beyaz Geceler’i düşündüm: “Onu çok sevmiştim, nasıl unuturum?”deyip olayı anımsamaya çalışım. Öykünün Beyaz geceyle falan doğrudan bir ilgisi yok. Petersburg denilen(Babam o kente Pedtropol der. Çar Büyük Petro'nuyn kurduğu için Rus halkı o kenti öyle anıyormuş, Petro’nun kenti demekmiş)koca kentte yalnız bir genç adam, sıkıntılı sıkıntılı dolaşır. Binalarla konuşur, öyle ki binaların konuştuğunu da duymuş gibi onlar adına sözler üretir. Eski evlerin onarılmak istediklerinden yazlıklara gidenler gibi gidemeyenlerin de dertlerini üslenip kendi kendine anlatır. İşte gene böyle bir gece, tek başına bir durakta bekleyen bir kız görür. Hiç yapmadığı bir işe kalkışır; yalnız duran kızın yanına yaklaşıp onunla konuşmak, dahası onunla dost olmak için asıntılık etmeye kalkışır. Oysa kız bir başkasını beklemektedir. Yalnız delikanlı yaklaşırken kız, beklemekten usanmış, beklediği gelmediği için yürüyüp gitmiştir. Dileğini gerçekleştiremeyen delikanlı kendini yererken bir gürültü duyar. Az önce önünden giden kızı bir sarhoş sıkıştırmaktadır. Yalnız delikanlı olayı anlayınca “Oh olsun!” demez, kendisinden kaçıp gitmesine karşın koşup kıza yardım eder. Saldırgan karşı koyamaz, Yalnız Adam kızla bu kez konuşmayı başarır. Bir süre konuşup ayrılırlar. Kız yarın gece gene geleceğini söyler. Yalnız delikanlı çok mutlu olmuştur. Devrisi gün çok mutludur, gözlerine uyku girmez. Düş kurmaz ama gene de mutluluktan sarhoş olmuştur. 2. Gece buluşurlar. Gene aynı yerde, gene bir gece önceki sözleri daha donanımlı olarak konuşurlar. Yalnız delikanlı artık yalnızlıktan kurtulmuş gibidir. 3. Geceye hazırlanırken kızdan bir mektup alır. Kısacası kız gelemeyeceği için özür diler. Çünkü beklediği sevgilisi gelmiş ya da gelmek üzeredir. İvedi olarak evleneceklerdir. Ancak kız (Nastenka) özel olarak rica eder, Yalnız Adam onların düğünlerine kesin kez gelmelidir. Kendisi gibi eşi de Yalnız Adamı sevecektir. Yalnız Adam gene yalnızdır ama kısa da olsa mutlu bir süreç geçirdiği için sevinmektedir. Beyaz Geceleri sonunda bu kadarcık olsun özetleyebildim. Eksik çok ama büyük bir yanlışım olmadığını sanıyorum.

Yemekte duyuru yapıldı: “Son sınıflarla 8. sınıflar bahçe düzenlemesi çalışmalarına katılacak!”Duyuruyu bir öğrenci okudu. Bizim alışmadığımız bir yöntem. Hemen eleştiri başladı:

-Başka çalışan var besbelli ki biz onlara katılacağız! “Neden olmasın?”Lüleburgazdan özel olarak işçi getirmişlerdir, adamcağızlar çok yorulmasın diye biz de onlara yardım ederiz (! ) “Hasanoğlan’da nasıl biz çok yorulmayalım diye ekipler gelmişti. (! ) Onlar işleri yapmıştı, biz de iş yapmış gibi ortalıkta dolaşmıştık (! )” Ben böyle deyince karşı olanlar çıkrı. Salih Baydemir:

-Yapılmış olan beş okul binasının dördünün duvarlarını onlar çıkarmıştı! dedi. Ben de, bir binanın salt duvarlarının çıkması, o binanın ¼ yapılması demek olduğunu biliyoruz. Öyleyse o dört bina bir tam bina demektir. Bu hesaba göre öteki tamamlanmış beş binanın dördünü biz yapmış oluyoruz. Hilmi Altınsoy:

-Bu Hasanoğlan işini ikide bir niçin açıyorsunuz? Orası anılınca içimden ürperme geliyor, sanki gene gidecekmişim gibi bir duygu geliyor! Yusuf Asıl gülerek: “Geliyor ne demek? Unuttun mu, burasını bitirince bir yıl orada kalacağız! Öteki arkadaşlar sordular:

-Bu sahi mi yoksa bir söylenti mi? İzmir-Kızılçullu ile Eskişehir-Çifteler Köy Ensstitülerini bitirenlerin Hasanoğlan’a gittiğini söyledim. Hilmi Altınsoy sinirlerndi:

-Bu gibi haberleri bana duyurmayın başım derde girebilir. Bıktım ben bu söylentilerden. Koskoca İsmet Paşa yemeklerin düzeleceğini söyledi. Aradan aylar geçti, hani ne düzeldi?

Öğlede etli nohutla erik hoşafı vardı. Arkadaşlar bunları söylediler, arkasından sordular:

- Sen şimdiye dek etli nohutla erik hoşafını aynı yemekte yedin mi? Sözü, Okul düzenlemesinden başlatıp erik hoşafına atlamayı doğru bulmayanlar oldu. Bu arada mektuplar dağıtıldı. Hüsnü Yalçın’ın adı geçti. Arkadaşa aylardır mektup gelmemişti. Alman askerleri Bulgaristan’a dostça girmiş ama özellikle Bulgaristan’daki Türkleri iyice göz altında tutuyormuş. Bu arada Türkiye ile ilişkiler de iyice kesil mişmiş. Bu nedenle Hüsnü Yalçın’ın mektubuna sevinmiştim. Hüsnü yanımndan geçerken sevincini paylaştığımı söyledim: Hüsnü: “Mektup Fikret Madaralı Öğretmenden, sen de okursun!”deyip gitti. Arkasından Fikret Madaralı Öğretmen anılmaya başlandı. Önce onun da Bulgaristan’dan geldiği için Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü sevdiği konuşuldu. Ben bu görüşe katılmadım, “Sevmek başka yardım etmek başka. Emrullah ile Hüsnü Bulgaristan’dan kaçarak gelip memleketimizde okumak istemişler. Bunlara yardım etmek için Bulgaristan göçmeni olmak koşulu öne sürülemez. Erzurumlu olduğunu söyleyen Sabit Soysak Öğretmen de arkadaşlara yakınlık gösteriyordu. Ancak onları, Sami Akıncı ölçüsünde sevdiği söylenemez. Fikret Madaralı Öğretmen de Hüsnü ile Emrullah’a yardım ediyordu ama, Fikret Madaralı Öğretmen Halil Basutçu ile Bekir Temuçin’i apaçık onlardan çok seviyor, onlara daha çok güveniyordu. Bu nedenle derslikteki tartışmalı konularda genellikle son sözü onlara veriyordu. Örneğin kaç kez: “Bir de Halil’i dinleyelim ya da bir de Bekir’e soralım bakalım o ne diyecek? Türü sorulara karşın, Hiçbir zaman Hüsnü ya da Emrullah böyle bir sorul yöneltmemiştir.

Derslikte toplandık. Namık Ergin Öğretmen geldi. Daha kapıdan girerken bana: “İbrahim, senin Tarım Nöbetin bitti. Ben, Besim Öğretmenle konuştum, o sana teşkkür edecek!”dedi. İçimden bir “Oh!”çektim. Özellikle dünkü gök gürlemesinden sonra iyice soğumuştum. Namık Öğretmene sordum:

-Bugün gitmeyeyim mi Öğretmenim?”dedim. Öğretmen:

-İstersen git bir görün. Özel bir iş verilmezse gel ama, bizimle yapacak işlerin var, bekiyoruz! dedi. Çamur mamur demeden gittim. Besim İyitanır Öğretmen 6. Sınıflara, yapacakları işleri anlatıyordu. Beni görünce güldü, konuşmama gerek görmeden, “Tamam tamam, teşekkür ederiz, aralarda gene görüşeceğiz, sağol!”dedi. Dersliğe döndüm. Derslikte Sami Akıncıdan başka kimse yoktu. Sami de revirden yeni gelmiş, arkadaşların nereye gittiğinden habersizmiş. O rahat oturuyor ama ben oturamadım. Gene küçük kapıdan çıkıp atölyeler tarafına bakarken arkadaşları gördüm. Revirle Öğretmen Evleri arasında çalışıyorlar. Gerçekten düzenleme yaspılıyor. Okul tarafından gelen yükseklik kesilerek evlerin kondurulacağı yerler alçaltılarak düzeltilmişti. Böylece okul tarafındaki yükseklik okuldan bakınca belli olmuyorsa da Öğretmen evlerinden bakınca hoş olmayan bir görüntü oluşturuyordu. Ne ilginç, Cumhuırbaşkanı İsmet İnönü geldiğinde özellikle orasını seçmiş gibi asfalttan sola dönünce arabasından indi, doğruca o çıkıntının önünden geçerek okul arkasına dönmüştü. O zaman da böyle bir düzenleme söz konusu olmuştu ama kurakte büyük çatlaklı kepir-keselekli kellelerin ufalanıp taşınması zorluğu nedeniyle yağış mevsimine bırakılmıştı. Yaşken dağılma kolylığına karşın bu kez de taşıma zorluğu çektik. El arabası çalıştıramadık, tekerelerle yatakhane ilerisine bata çıka toprak taşıdık. Uzun zamandır elime doğru dürüst bir alet alıp çalışmamıştım. Ellerim oldukça kızardı. Bir başka şaşkınlığım da arkadaşların kaytarmadan çalışmaları oldu. Baba Ali ile Fettah bile mızıldanmadan teskere taşıdılar. Bunu merak edip sordum. Halil Basutçu açıkladı; “Onu bilmeyecek ne var! Gördüğün üç evin üçünde de yöneticiler oturuyor. Biri olmazsa biri her dakika buradan geçiyor. Bir kaytaran görürlerse ne yapacakları belli olmaz. Meriçliler bunu düşündüklerinden sızlanmadan toprak taşıdılar!

Okuma saatinde Seyfi Çaçur Öğretmen geldi. Sıra arkadaşım Mehmet Yücel, üşüdüğünü söyleyerek öndeki sıralardan birine gitmişti. Nedense öğremen beni yalnız görünce yalnızlığımın nedenini sordu:

-Sen mi kaçıyorsun yoksa arkadaşlarını mı kaçırıyorsun? Önce anlamadım, öğretmen gülerek tekrarlayınca. “İkisi de olabilir!”dedim Bu kez öğretmen: “Nasıl?”diye tek sözlü bir soru sordu. Ben de, “Kaçacak yer bulursam ben kaçıyorum. Bulamazsam yanımdakini kaçıracak çareler arıyorum!”dedim. Konuşmanın tatsız bir yöne gideceğini düşünen Mehmet Yücel, söz isteyip, durumunu anlattı. Seyfi Öğretmen kendi öğrencilik yaşamından söz etti. Onların bir arkadaşları o dediklerini yapar kesinlikle sırada yalnız kalırmış. Beni de en arkada tek görünce onu anımsamış. O arkadaşları sürekli kopye hazırlayıp, sınavlarını öyle geçermiş. Arkadaşlar birden, “Yok Öğretmenim bizim arkadaşımız kopye çekmez, çekenleri de hiç sevmez!”dediler. Seyfi Öğretmen bu kez de bana:

-Bulgaristan göçmeni misin? diye sordu. Babam Bulgaristan’dan gelmiş, ben burada doğdum! dedim. Öğretmen bu kez de:

-Burada dediğin neresi? Yakın bir yer mi? . Bu kez ben azıcık dikleştim: “Evet burada, buraya 15 km. uzak ama ben orasını bura olarak sayıyorum! dedim. Seyfi Öğretmen güldü:

-Ne iyi ne iyi, kendini köyünde sayıyorsun! deyince arkadaşlar. “Onun bir köyü de hemen karşımızdaki köy, köyün muhtarı amcası! dediler. Seyfi Öğretmen:

-O zaman ben yanlış tahmin ettim, Bulgaristan’dan gelen arkadaşınız varmış, ben o sanmıştım; doğrudan sormadan konuşarak bulmak istemiştim! deyince ben:

-Bu da benim şansım, böylece beni öğrenmiş oldunuz öğretmenim! dedim. Seyfi Öğretmen, “Tabi, tabi1”! dedi. Bu kez Bulgaristan’dan okumak için gelenleri sordu. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk ayağa kalktılar. Öğretmen arkadaşları oturttu, oturdukları yerden konuştular. Öteki arkadaşlardan da konuşmaya katılanlar oldu. Fikret Madaralı Öğretmenin adı geçti. O da Bulgaristan’dan gelmiş Madara soyadı oradan geliyormuş, deyince bu kez Madara Bulgaristan’ın neresine düşer sorusu soruldu. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Madara diye bir yeri bilmediklerini söylediler. Seyfi Öğretmen: “Olmayan bir yerin adı soyadı olarak alınmayacağına göre, öyle bir yer vardır. Demek biz bilmiyoruz! deyince. Bu kez ben parmak kaldırdım: “Öyle bir yer var, ayrıca o yerin tarihinde unutulmayacak bir de efsanesi var. O efsaneyi Fikret Madaralı Öğretmenimiz de bilmiyormuş, o da yeni öğrendi!” dedim zil çaldı. Seyfi Öğretmen gülerek:

-Çok merak ettim, bir akşam gelip dinleyeceğim! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince arkadaşlar beni kutladılar:

-Amma da sabırlı davrandın, adam düpedüz seni suçlu gibi sorguya çekti, nedense yakanı bırakmadı! dediler. Ben okadar yüksünmedim ama galiba sonu iyi olduğu için, yapılan konuşmalara sevindim bile. İçimden düşündüm: “Aylarca kollasam, bu gece Seyfi Öğretmenin beni tanıdığı gibi ayrıntılı tanınmamı sağlayamazdım.

Yemekte konu gene bendim. Bu kez Fikret Madaralı Öğretmenin bilmediği Madara Efsanesi nedir? Olayı anlattım: “Edirne-Karaağaç’a kayda gittiğimde, nüfus kağıdım yenilenmediği için benim kaydım yapılmamıştı. Bir rastlantı o gün Vahit Lütfü Salcı Dede oraya geldi. Bilindiği gibi kayıtları Fikret Madaralı Öğretmen yapıyordu. Fikret Madaralı Öğretmen Vahit Lütfü Salcı’yı yazılarından tanıyormuş ama o gine dek kendisiyle karşılaşmamış. Vahit Dede benim kaydım için araya girip kefil olunca tanışıp konuştular. Fikret Madaralı Öğretmen beni, evraklarımı tamamlamak üzere köye gönderirken benim gitmeme gerek kalmadı eksik evraklarımı Vahit Dede iki gün içinde tamamlatıp getirdi. Bu gelişinden Fikret Madaralı Öğretmenle daha uzun konuştular. Vahit Dede Bulgaristan’ı gezmiş. Özellikle Türk köylerinin bulunduğu bölgelerde kalmış, onların gelenekleriyle ilgili bilgiler toplamış. Bu arada Şumnu, Razgrad dolaylarının türküleriyle, yöresel söylemleriyle ilgilenmiş. İşte bu sıralarda Bulgarların tarihi ile ilgili Omurtag söresinin geçmişiyle ilgili masallar, efsaneler dinlemiş. Bunlardan biri de Madara Efsanesiymiş. Fikret Öğretmenin soyadını duyunca bunu anımsamış ama oralı bir kimsenin bu efsaneyi bileceğini düşünerek konu yapmamış. Lüleburgaz’a geldiğinde konuşurken Fikret Madaralı Öğretmenin bu efsaneyi bilmediğini söyleyince (Efsane gerçekte bir Bulgar efsanesi) Vahit Dede bu efsaneyi anlatmıştı. Madara eski bir yerleşim yeridir. Aynı zamanda yüksekliğiyle ünlü görkemli kalesiyle dillere destan bir yerdir. Yönetim olarak da Omurtak Beyine bağlıdır. Madara bir yandan da Omurtak Beyliğinin Tuna kapısıdır. Yörenin bir çok işleri Tuna aracılığıyla görülür. Madara’da el sanatları, özellikle maden, mermer işçiliği çok iledri gitmiştir. Bu arada heykel sanatları gelişmiştir. Sanatçılar aile ocaklarından, babadan oğula geçer. İşte böyle bir aileden gelen biri mermer işlemeciliği en yüksek düzeye çıkarmış, genç yaşında ünlü olmuştır. Yontup sergilediği yontular görenleri büyüler. Görenler gene gene gelip izlediği gibi gelemeyenleri de özendirip Madara kalesindeki işleri görmelerini sağlar. İşte bu duyuntuların etkisinde kalan Omurtak Beyinin güzel kızı, sürekli koşturduğu atını bir gün Madara Kalesine yöneltir. Omurtak Beyinin kızı iyi yetiştirilmiş, sanatsever, sporcu bir güzeldir. Yapılan işlerin değerlerini ölçebilen olgunluktadır. İlk görüşünde sergilenen ürünleri çarpılırca sevmiştir. Bununla yetinmez sık sık gider görür. Gördüğü ürün maddelerinin ilk ele alınışınsan son girdikleri şekle dek izledikleri olur. Topraktan çıkan bir taş parçasının insan eliyle bu denli güzelleşmesine şaşar. Bu şaşkınlık büyük bir hayranlık getirir. Güzel kızın sık sık gelişi, genç ustanın da ilgisini çeker. Ancak o gerçekçi bir kişidir. Kendisi bir taşçı, karşısındaki Omurtak Beyinin kızı. Gönül kıpırdanışlarını içine gömer. Uzunca bir zaman böyle bakışlarla geçirilir. Yontucu gizli sevgisinin itiseyle ürettiklerini gün günden kendini aşarak olağanüstü düzeyine vardırır. Ustanın ünü Omurtak Beyinin de dikkatini çeker. Sonunda o da Madara Kalesine gidip şaheserleri görür. Onları üreten ekllere o da hayran kalmıştır. Ancak o, bir Omurtak Beyidir. Kendi ölçülerini düşünerek yüksekten konuşuru: : “Sen bir ustasın ben bir beyim, dile benden, ne istersen yerine gelecektir!” Usta böyle bir öneri karşısında hiç duraksamaz, “Omurtak Beyinden kızını ister. Bey sözünde durur. Kızı zaten çoktan kararlıdır. Gerekli önlemler alınır, o gece usta yontucu ile Omurtak Beyinin güzel kızı yaşamlarını birleştirirler. Geleneksel olarak geşmiş dönemlerde bu tür birleşmeler 40 gün 40 gece eğlenerek kutlanırken bu kez öyle olmaz. Omurtak Beyi, kızının böyle birden ayrılmasından üzüntüye kapılır. Üzüntüye kapılan salt bey değildir; çevresindeki dalkavukları, kendine bir pay bekleyenler el birliğiyle Omurtak Beyini kandırır, kızlarını geri almasını önerirler. Omurtak Beyi bu fitneliklere kanar, kızını geri getirtir. Bununla da kalmaz usta damadın kellesi de istenir. Buyruklar hemen yapılır. Kız geri gelmiş, damadın kellesi alınmıştır. Omurtak Beyinin güzel kızı hiç duygulanmamış gibi davranır. Giyinip donanır her zamanki gibi atına biner Madara Kalesine gider. Ancak bu kez sergilenen yapıtların yanına değil Madara Kalesinin en yüksek burcuna çıkar oradan kendini gelinlik giysileriyle uçar gibi aşağıya bırakır. Böylece Madara kalesi, yetiştirdiği usta yontucuyla Omurtak Beyinin güzel kızının ruhlarını birleştiren bir yer olmuştur. Anlattım ama iyi mi ettim yoksa boşuna mı kendimi yordum. Dinleyenlerden biri olan Mehmet Aygün arkadaşımız, “Böyle masallar her yerde anlatılıyor!”dedi. Hilmi Altınsoy ise, “Hüsnü bu masalı nasıl bilmez?”diye hayretle sordu. Hilmi’ye, “Sen nerelisin? diye sordum Hayrabolulu olduğunu söyledi. “Öyleyse oranın adının neden öyle olduğunu anlat!”dedim. Önce güldü, sonra da, “Böyle bir şey yoksa uydurayım mı?”diye sordu. Arkadaşlar bana :

- Bırak uydursun! dediler. Yoksa uydurması doğru olur, varsa, var olanı söylemelidir. Benim anlattığımı Hüsnü’nün niçin bilmediğini soruyor. Kendisi Hayrabolu için söylenenleri niçin bilmiyor?

Derslikte Hüsnü Yalçın, Fikret Madaralı Öğretmenden gelen mektubu okudu. Mektup oldukça kısaydı. Ayrıca Hüsnü için özel yazılmış bir mektuptu. Daha çok onun geleceğini düşünerek çok çalışması gerektiğini, bundan sonra Bulgaristan’a dönmeyi aklın çıkarmasını, bunu yapmazsa oraya kesinlikle ayak uyduramayacağını, böylece bir gelgik havası içinde kalacağını anlatıyordu. Özellikle de Hasanoğlan’a gidince okumak için çaba göstermesini öneriyordu. Mektup fazla ilgi toplamadı. En önemli yanı, burasını bitirince Hasanoğlan’a gidileceğini Fikret Madaralı Öğretmen de tekrarlamış oluyordu.

Çalışma saatimizde Seyfi Çaçur Öğretmen gene geldi. Ancak hiç konuşmadı. Açtığı bir kitabı okudu. Uzun süre ses çıkmadı. İsmet dayanamadı; “Bir soru sorabilir miyim öğretmenim?”dedi. Öğretmen İsmet’in yüzüne bir süre baktıktan sonra, “Sor bakalım!”Dedi ama bu açık açık sorma anlamına geliyordu. İsmet, dünkü gazetede okumuş, Devlet tüm memurlara, çalıştırdığı kimselere parasız giysi, ayakkabı verecekmiş, bizim gibi yatılı öğrenciler de bundan yararlanacaklar mı?”dedi. Öğretmen, elindeki kitabı açık olarak masaya koyduktan sonra hepimizin yüzünü gözledi. Hepimizin dikkatle dinlediğimizi görünce biraz gülümser gibi oldu. “Böyle bir haberi ben de gördüm ama olup olmayacağını pek düşünmedim. Siz yatılı öğrencilere zaten bunlar verilmiyor mu?”dedi. Arkadaşlar birden “İki yıldır verilmedi!”deyince, öğretmen gülümseyerek; “Sorunun yanıtını verdiniz işte, Devlet vermesi gerekeni vermediğine göre, ondan yeni bir şey beklenir mi?”deyip bir süre düşündü. Üzgünce bir tavırla:

-Daha doğrusu siz bunları yöneticilerle görüşün, öğretmenler bunları bilmez, hele ben hiç bilmem. Ben öğretmenliğimi bilirim, onun dışındaki işilere karışmam, kusura bakmayın!”deyip kitabı düzeltti. Kitabı düzeltirken de nedense kitabın kapağını da özenle sakladı. Böyle durumlarda öğretmen kitaplarını saptamaya çalışan Bekir Temuçin, Yusuf Asıl, İsmet Yanar gibi meraklı arkadaşlarımız tüm çabalarına karşın kitabın adını öğrenemediler. Gene de uydurma adlar yakıştırıldı. Öğretmen çıkarken kendi dersi için bir görevli istedi. Hüseyin Orhan gönüllü çıkı. Görevi dersten önce bir fiziki harita hazırlayacak.

Fiziki sözü sorun oldu:

-Fizik dersi okumuyoruz fiziki haritayi ne bilelim? Coğrafya da okumuyoruz, coğrafi harita da bilmeyiz. Kitaba takılan adlara bir süre güldük; “Hamsi Koydum Tavaya…Bunu Adem Gürçağlayan Öğretmen müzik dersinde anlatmıştı. Cumhuriyet öncesi bizim sporcular başka bir ülkeye yarışa gitmişler. Oralarda yarış öncesi-sonrası yarışa katılan ülkelerin Milli Marşları çalınıp söyleniyormuş. Osmanlılar dönemide Milli Marş olmadığı için bizimkiler “Hamsi Koydum Tavaya “ adlı Karadeniz türküsünü söylemişler. Arkadaşlar bunu anımsattı. Hasan Üner, Homongolos dedi. (Bir kadın Düşmanı-Reşat Nuri Güntekin)Karagöz’le Hacivat, Çıplaklar(Böyle bir kitap varmış)Fareli Köyün Kavalcısı gibi anlamsız adlar öne sürüldü. Yat zili çaldığında kitapların ardı kesilmemişti.

Yatınca ben de kendi kendime kitap adlarını sıraladım. “Neden Madam Bovari, Anna Karanina, Basubadelmevt, Kamelyalı Kadın, Thais, Kırmızı ve Siyah kitaplarından biri ya da İki Yeni Gelinin hatırası olmasın? Bunları öğretmenler okuyamaz mı? Okur da öğrencinin görmesini istemeyebilir. Neden bunun üstünde duruyoruz?”

Fikret Madaralı Öğretmenin Hüsnü’ye yazdığı mektubu yetersiz buldum. Ben mektup yazsaydım bana da böyle yanıt verseydi çok üzülürdüm. Yazmadığıma sevindim. Öğretmeni hoş görüyorum, hiç yanıt vermeyebilir. Ona da gücenmem. Nitekim Ahmet Korkut Öğretmenim benim mektubuma yanıt vermedi. Belki de mektubumu almadı. Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü Müdürü. Adres bu ama eline geçmemiş olabilir. Ya da işleri çoktur. Bu durumda yazmaması çok doğaldır. Ancak, yazınca düpedüz çocuk yerine koyup övütler verilmesini istemem. Yine de Fikret Madaralı Öğretmene sonsuz saygım var, ellerinden hep öpeceğim…

 

12 Kasım 1942 Perşembe

 

Abdullah Erçetin Bekir Temuçin’e takıldı, “Tilki gibi gözlerini öğretmenin kitabına diktin. Seni hep gözledim, öğretmen anladı, o nedenle kitabın adını sakladı. Bugün derste senden acısını çıkartır!”dedi. Bu arada başka arkadaşlar da, “ Zaten topu topu iki derse girilmiş, bugünkü üçüncü olacak; öğretmen ne anlattı ki, yanıtı verilmesin?”Seyfi Çaçur Öğretmenin anlattıkları tekrarlandı. Yanardağlar, lavlar, Etna, Vezüv, Stramboli volkanları tekrarlandı. Böyle ortalıkta söylenenlere pek aldırmıyorum ama, söylenmesi gereken öteki eksikleri düşünmeye başlıyorum. Japonya’da da volkan vardı, onun adı neydi? Kyuşu mu yoksa Kiyişuyu muydu? Onları sayıklarken Orhan haritayi getirdi. Neyse, el yordamıyla da olsa yanardağ yazan bir ad buldum: Çokai. Çokai yanardağı yazdığına göre yanlış, olmaz deyip rahatladım. Arakadaşlar şakalaşırken ben aklıma takılanları çözmüş durumdayım. Kimseye sormadığıma da sevindim. “Kendi işini kendin gör!”, “

Kurda boynun neden kalın diye sormuşlar; “Kendi işimi kendim görürüm!”demiş!

Kahvaltıya herkesten rahat gittim. Yüzüme bakar gibi yapana , “Günaydın!”dedim. Arkadaşlar takıldılar:

-Recep Türköz’e mi özendin? dediler. Bunun özenmeyle bir ilgisi bulunmadığını, insan, sevinçli olunca sevincini tüm dostlara duyurması gerektiğini anlattım:

-Siz de öyle yapın ki arkadaşlarınız sizin sevinçli olduğunuzu öğrensin! Yusuf atıldı. “Ben hep öyle yapıyorum, çok konuşmam da bundan!”deyince karşı çıkanlar oldu. Mehmet Aygün: -Seninki düpedüz boşboğazlık, yerli yersiz konuşma! Bu kez Yusuf:

-Siz susuuyorsunuz da ne oluyor yani? Sizin susuşunuzu, karşınızdakiler makbul mü sayıyor sanıyorsunuz? Bir de onlara sorun bakalım size ne yanıt verecekler? Biz konuşurken yüksek sesle konuşarak Müzik Öğretmeni geldi. Kapıdan girince de öğrencilerin adlarını söylemeden: -İşt sen, bir ötekine de sen de, sen, sen, sen!”diyerek birkaç öğrenciyi çağırdı. Ne söyledi tam duyamadık ama arkadaşlar bu tavrı eleştirdiler; “Ben olsaydım, şunu yapardım, ben olsaydım bunu derdim!” gibi sözler ortaya dökülüğnce güldüm. “Ben olsaydım, tıpış tıpış söyleneni yapardım!”dedim. Tüm maasa arkadaşlarım benim karşımda oldular:

-Sen, dediğin gibi yapmazdın ama, bizim öyle yapacağımızı düşündüğün için öyle konuştun! dediler. Tartışmaya girmedim. Bunun yerine ben Müzik Öğretmeninden özel olarak bir şeyler öğrenmeye çalıştığım için öyle yapardım. Yoksa bir başkası olsa ben de sizin gibi düşünürdüm! deyince durum değişt. Ancak bana göre esas anlaşmazlık şimdi çıkmıştı. Çünkü ben gerçekten onların, karşı duramayacaklarını, tıpkı benim dediğim gibi davranacaklarını biliyorum. Şimdiye dek hiçbir olayda içlerinden birinin direndiğine tanık olmadım. Ben kendi çıkarım için Müzik Öğretmenine uymaya çalışırım. Sanırım o da bana böylesi bir tavrı reva görmez.

Konuyu değiştirip ilk dersimize döndük. Hikmet Öğretmen Şehit Kubilay’ı anlatacaktı. O konuda biz neler biliyoruz. Ben o zaman İlkokul 2. sınıftaydım. Kahveye gelen günlük gazeteleri çat pat okuyordum. Köyde benden daha iyi okuyan beş kişi ya vardı ya yoktu. Öğretmen kahveye gelince özellikle benim okumam için tembihlerde bulunuyordu; “Okudukça açılır!”O nedenle Kubilay olayını anımsıyorum ama bilgilerim çok silik. Gazetelerde resimleri çıkan bir şapkalı subay’la kudurmuş gibi ağızları açık, çapulcu kılıklı kimselerin resimlerini anımsıyorum. Bir de Menemen denilen yerin İzmir yakınında olduğunu biliyorum. Onu da köyde Furtun Şerif diye anılan Şerif Eniştemin sayısız anlatışı sonunda unutmamak üzere öğrendim. Oysa olayın başka yanları vardır, işte onları belki öğretmen anlatacaktır. Anımsayacağımız üzere Fikret Madaralı Öğretmen de Kubilay olayını anlatmış, Kubilay için yazılmış KUBİLAY adlı bir de uzunca şiir de okumuştu.

 

KUBİLAY
 
I
Yedek asteğmen Kubilay, bir öğretmendi,
Bir ışıktı incecik.
Mustafa Kemal’in devrimleriyle büyümüş
Başaklarla sarı
Kavaklarla yeşil
Irmaklarla ak
Gündüzü yurt güzeli
Yurt üzreydi geceleyin gördüğü düş.
Yedek asteğmen Kubilay, bir öğretmendi
Bir ışıktı hiç sönmeyen
 
II
 
(Ülküde)
Kubilay o gençtir ki
Yazmıştır alnına Mustafa Kemal’in Büyük Söylev’ini
Nerde devrime karşı biri varsa
Orda göz olmuştur,
Orda söz olmuştur, haykırmışır bir daha
Gerinin üstüne duraklamadan,
Kubilay o gençtir ki
Başını verse bile vermemiştir ülküsünü.
 
III
 
( Karanlığın sonu)
Durur mu karanlık güneşer karşı
Doğmuştu gün,
Aydınlığın gücü fırlamıştı kışlasından.
Süngü takmıştı, süngü olmuştu, yrden göğe büsbütün.
Göz açıp kapayıncaya dek süren o kanlı gösteri
Bastırılmıştır göz açıp kapayıncaya dek.
Arada bekçi Hasan, bekçi Rıfkı vurulmuştular,
İki yobaz mermisiyle tek tek.
Çil yavrusu gibi dağıldı sürü,
Zikirleri boğazlarında durdu kan.
Yalanın ezik kafası taş kesildi Kubilay’ın anıtına,
Ki parlayacak çağlara, çağlar arkasından.
Yok edilecektir uygarlık yollarına dikilen geri,
Allah yürek üzre bir; yurt başımız üzre bir,
Mustafa Kemal devrimlerini yaşatmak için
Bu ulus bayraktan bayrağa ant içmiştir.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

 

Dersliğe sevinerek gittik. Az sonra Hitmet Öğretmen geldi. Geçen dersteki yumuşaklığı yok gibiydi. Karşıdan öğretmen gelirken Bekir Temiçin koridora bakıp arkadaşlara işaret vermiş. Öğretmen bunu görünce üzülmüş:

-Bu gibi davranışları kendime hakaret sayarım! deyip bir süre sustu. Hüsnü Yalçın arkadaşa işaret etti. Okul bölgemiz sayılan Trakya’da çift tırnaklı hayvanları ordu. Hüsnü çok yavaş, biraz da kısık bir sesle konuşunca Hüseyin Serin’i kaldırdı. Hüseyin atları da sıralayınca öğretmen gülümseyerek sorusunu değiştirdi: Çiftçilerin tarımda kullandığı hayvanları sordu. Hüseyin bu soruyu daha iyi yanıtladı. Keşan’da yük taşımak için deve kullanıldığını söyleyince öğretmen biraz hayretle sordu, “Doğru mu?”Hüseyin:

-Ben öyle biliyorum öğretmenin! deyince bu kez öğretmen Hüseyin’e inandığını söyleyip oturmasını istedi. Hilmi Atınsoy’a kümes hayvanlarını sordu. Hilmi: “ Tavuk, kaz, ördek, horoz, civciv diye sıraladıklarını tekrarlayınca öğretmen:

-Barı sırayı tersinden götür de tekrarın kolay anlaşılmasın! dedi. Bu kez Hilmi’ye:

-Senin köyünde hindi bakılmaz mı? diye sordu. Hilmi, “Bakılır öğretmenim!”deyince neden saymadığını sordu. Hilmi:

- Onu ben de düşündüm öğretmenim ama söylemekten vazgeçtim. Biz aramızda şakalaşırken bir birimize bu adı söylüyoruz. Söylediğimiz arakadaş buna üzülüyor. Ben bir daha söylemeyeceğime tövbe ettim. Bu kararım bozulmasın diye onu geçtim! dedi. Öğretmen bu söze çok güldü:

- Bu bir kurnazlık da olabilir ama ben doğruluğuna inanacağım. İnandığım için de üstünde durmayacağım! deyip yarı evcil, evcil olmayan ama gene de köy çevrelerinde yaşayan kuşları sordu. Sefer Tunca parmak kaldırdı. Sefer kendi yetiştiği Meriç yöresindeki kuşları anlattı. Öğretmen ilgiyle dinledi. Sefer’e anlattıklarını yazmasını söyledi. Tekirdağlı arkadaşları sordu. Beş arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen gülümseyerek:

-Ne iyi, sizlerden de deniz ürünlerini öğrenelim, bize Marmara Denizi balık ürünlerini tanıtın! deyince bu arkadaşların dışındakiler hep gülümsedi. Öğretmen bundan kuşlanmış olacak; “Ne oldu, bir yanlış mı var?”dedi. Yusuf Asıl açıkladı:

-Biz Tekirdağ ilindeniz ama örneğin ben denizi, geçen yıl Hasanoğlan’a giderken İstanbul’da gördüm. Ben Istranca eteklerindeki Saray ilçesindenim! dedi. Öğretmen bu kez, “Ya öyle mi? öyleyse biz de bahar gelince Tekirdağ’a bir gezi yapar, iskelede hem balık yer hem de çıkan balıkları öğreniriz! deyip yüzümüze baktı. Önümüzdeki derste de Trakya’da en çok çıkan tarım ürünlerini özetleriz. Sizin bunları bilmeniz çok önemli, bilmemeniz ise biraz ayıp olacak! derken zil çaldı. Öğretmen gidince bir sessizlik oldu. Emrullah Öztürk, kendisine sataşıldığını öne sürüp Hilmi Altınsoy’un başına dikilmiş. Sinirli sinirli bakarken, çevresini saranlar oldu. Emrullah’a arkadaşlar geçmiş yıllarda arada takılırdı:

- Gulu guylu! Halil Basutçu, Mustafa Saatçı, Sami Akıncı gibi sevilen arkadaşlar araya girdi de kavga önlendi. Tam yerlere oturulurken Seyfi Çaçur Öğretmen geldi.

Gelir gelmez de Emrullah Öztürk’e dünyanın ilk oluşumu hakkında biraz bilgi verebilir misin? diye sordu. Emrullah çok sinirli, az düşündü, titrek bir sesle veremeyeceğim öğretymenim! dedi. Öğretmen hiç beklemeden bizim tarafa doğru dönüp Hilmi Altınsoy’a sordu. Hilmi Altınsoy da duraksadı ama o veremeyeceğini de söyleyemeden öyle baktı. İsmet parmak kaldırdı. Öğretmen gene hiç duraksamadan İsmet’e söz verdi. İsmet, yer küresini güneşten kopardı, boşlukta döndürdü, dönerken üst tabakasını soğuttu. İçlerde kalan ateşleri yer yer çıkarıp yanardağlar oluşturdu. Yanardağ deyince öğretmen İsmet’i tahtaya çağırdı. Yanar dağların yer kürednin nerelerinde bulunduğunu sordu. İsmet, İtalya ile Japonya’yı gösterdi. Öğretmen bu kez, “Neden bu iki ülkede var da başka yerlerde Yok?”diye sordu. İsmet bu iki ülkenin haritadaki şekil benzerliğinden yararlanarak iki ülke de denizler arasına sıkışık oluşuna bağladı. Öğretmen güldü:

-Mantığını beğendim. Ancak bu iki ülke için geçerlidir. Dünyanin öteki bölümlerinde de yanardağlar vardır. Hatta denizle ilgisi olmayan karalarda olduğu gibi karayla ilgisi olmayan büyük denizlerde de yanardağlar var. Biz onları okumuyoruz ama onlar var. Onların başka nedenleri vardır, biz onları yavaş yavaş konuşarak ana hatlarıyla öğreneceğiz! deyip İsmet’e teşekkür etti. Bu kez Emrullah’la Hilmi’ye İsmet’i göstererek öneride bulundu, “Hiç değilse arkadaşınızın hazırlıksız bir zamanda anlattıklarını bundan böyle siz hazırlanarak anlatmalısınız. Bunu ben sizden bekleyeceğim!”Sami Akıncı bu ders için kitap sordu. Öğretmen:

- Okul için yazılmış kitaplar var. Ancak onlar İstanbul’da aranırsa bulunur. Orada okulların çok oluşu, kitapçıları oraya bağlıyor. Buralarda satılmadığı için kitapçılar da getirmiyorlar. Bu bir satıcı-alıcı işidir! dedi. Jeoloji-Yer Bilgisi. Böylece bir bilgi dalı daha öğrendik.

Resim Dersimiz boş diye rahatlık içinde sıralara serilirken Eğitimbaşı bir öğretmenle konuşa konuşa bizim dersliğe geldi. Eğitimbaşımızla aynı boyde, sanırım aynı yaşta biraz da saç rengi benzeri öğretmen geldi. İlk göze batan ayrılık, yeni öğretmenin çok kalun camlı gözlükleri ilkgimizi çekti. Eğitimbaşı:

-Resim öğretmeniniz Talat Ayhan, iyi çalışmalar yapacağınıza güvenimiz var. Arkadaşım mesleğini seven bir öğretmendir. Onun sanatından yararlanacağınızı umar başarılı çalışmalar dilerim!”deyip öğretmenin elini sıktı, selam verip ayıldı. Talat Ayhan Öğretmen, daha önce öğretmenlik yaptığı yerleri anlattı. Bizim çalışmalarımızı sordu. Arkadaşlar Harun Özçelik’i öne sürdüler. Harun zaman zaman çalışıyordu. Eski dosyasını da olduğu gibi korumuşmuş. Koştu getirdi. Öğretmen Harun’la konuşurken dersimiz bitti. Resim derslerinin dolması kimi arkadaşların neşesini kaçırdı:

-Bir de başımıza resim dersi çıktı! Sınıfın yarıya yakını, “Çık, çık, çık! yaparken Okul Müdürü kapıdan girdi

-Derslerimiz boş diyordunuz, işte dersleriniz doluyor. Dolunca sevincinizi göstermeyecek misiniz? Yalnız Sami Akıncı:

-Göstereceğiz efendim! Müdür Bey Samiye baktı:

-Yaaa, bir Sami de olsa iyi sayılır, ama ötekilerin susuşu da önemli! Deyip gözleriniş üstümüzde gezdirdi. Gene Sami’ye dönüp:

-Bunu da konuşalım mı? Sami’yi odasına gönderip kitabını getirtti:

-Zenci Pedagog Booker Washington’un A. B. D Alabama Eyaleti-Tuskegee kentindeki okula gelen öğrencilerin ilk yaptıkları işleri baştan bir kez daha dinledik. Sami Akıncı okudu. Ara ara durdurup Müdür Bey açıklamalar yaptı. İlginçtir, açıklamalar gidip gidip A. B. D’nin bu günkü güçlü durmuna dayandırıldı. 2 Büyük Dünya savaşı kazanmasının nedenleri arasında Booker Washinton'nun Tuskegee okulunu bitirinlerin payı olduğu belirtildi. Neredeyse bu okul açılmasaydı A. B. D’nin durumu berbat olacaktı demeye gelen bir kanı çağrısı yapıldı. Oysa okula gelen(Alınan değil, alınmak için belli bir süre boğaz tokluğuna ağı işlerde çalışmak var) çocuklara yetişkinler gibi zor işler yaptırılıyor, bun lar söylendi ama etkinliklerin niteliği-niceliği ile içinde çalışacaklaqı toplumun geçerli değerleri üstüne tek bir söz söylenmedi. Okunanları, ara ara yapılan ek açıklamaları sessizce dinledik. Geçen derste de dinlemiştik. Dersten sonra arkadaşlar biraz da sinirlendiklerinden Sami Akıncı’ya öneride bulundular:

-Kitabın, hiç değilse okunan sayfalarını kopar. Aynı sayfaları gene gene okuma! Sami gülerek: -Onu siz yapın! deyip geçti.

Yemekte her zaman olduğu gibi gene derslerimizin hoşumuza giden gitmeyen taraflarını konuştuk. Bugün daha çok Booker Washington’un zenci okulu oldu. Hilmi Altınsoy yeminli tövbe ettiğini söyledi:

-Şurada 6 ayım kalmış, taş yesem yaşarım! dedi. Arkadaşlar böyle bir karara neden vardığını sordular, “Baksanıza, zavallı zenci çocuklarını aç aç çalıştırıp kapı önüne bile bırakıyorlarmış; hiç değilse bizde bu yok!”dedi. Yusuf Asıl 6 Ali’yi anımsattı. Tüm arkadaşlar: -Ali Güleren kötü bir örnek, onun için söylenenler doğruysa o, bizim için de bir yüz karasıdır; hiç değilse onu anmayalım! Salih Baydemir, Tuskegee okulu için bir olasılık öne sürdü. Okulu açan açıkgöz biri; adına okul demiş ama okul falan değil düpedüz iş üretilen bir yer. Çalışanlara para vermemek için bir yol bulmuş, fakir zenciler bir umutla geliyor, boğaz tokluğuna 15 gün çalışıyor. On altıncı gün: “Haydi yavrum sen bizim okulumuza layık değilsin deyip onları posta edip yeni bir gurubu topluyorlar. Böylece bedava işlerle ticaretlerini yürütüyorlar. Olur mu olmaz mı? Arkadaşlar kahkahalarla gülerek bunları biraz daha insaf dışına çıkararak iyice insafsız bir eleştiri yaptılar. Bu arada okulun bulunduğu yere ise çok acımasız bi ad taktılar. Tuskegee’liyi küçük bir eklenti yapıp hece değiştirerek ayıplı bir söze çevirdiler. (Tuts. k. z)Özellikle Yusuf Asıl bununla da kalmayıp Okul Kurucusu Booker Washington’un ilk adında gene küçük bir ses değişikliği yaparak, daha doğrusu bir “ y” harfi takarak(Bo. k. y. r) gene gülünç bir ad oluşturdu. Bugün, çoktandır yapmadığımız, alışkanlığımız dışı ders yaptık. Oldukça sıkılmıştık. Yemekte gülerken bu sıkıntımız gitti. Recep Kocaman çok hesaplı bir arkadaş, bizimle birlikte gülüyor ama, içten içe başka şeyler de düşünüyor, bunu hep biliyoruz. Gene öyle oldu. Gülmeler kesilince sordu:

-Ağzınızı bu sözlere alıştırıyorsunuz, derste aynı sözleri tekrarlarsanız ne olacak? Salih Baydemir’in yanıtı sorudan daha önemli oldu:

-Biz derse kalkıp soru yanıtlamayı düşünmüyoruz; kalkıp tahta başında “Arpacı kumrusu” gibi beklemeye alıştık. Gene öyle yapar geçeriz. Orasını sen düşün; tahtada konuşmak istiyorsan bize hiç uyma hatta hiç dinleme ki, kulakların alışmasın!

Hilmi dışında hepimiz marangozluk atölyesine gittik. Halis Öğretmen bana :

- Nihayet gelebildin! dedi. Halis Öğretmenin yanında yeni resim öğretmeni vardı. Halis Öğretmen konuşmayı sevmeyen biri, hemen sözü Talat Ayhan Öğretmene bıraktı. O da sözü uzatmadan bir çizim gösterdi, Masa resmi. Metre olarak 1x1, yükseklik 80 cm. Talat Ayhan Öğretmen masaların kenarlarının köşeli olmamasını rica etti. Halis Öğretmen tekrar beni gösterdi :

-Ustamız bu konuda deneyimlidir, güvenin! dedi. Resim Öğretmenine böyle deyişi hoşuma gitti. Bu kez de resim öğretmeni elindeki bir kağıda bakarak 30X50 ölçüsünde 40 adet Resim altlığı istedi. Konuşmamızı Halis Öğretmen duydu geldi. Kağıdı alıp Salih Baydemir’ verdi. Salih Baydemir Talat Ayhan Öğretmene daha önce çok yapıldığını, onların bir yerlerde olması gerektiğini söyledi. Bu kez de Salih’le Talat Öğretmen Resim altlığı tahtası aramaya çıktılar. Halis Öğretmen arkadaş seçmeyi bana bıraktı. Ben seçmeden Yusuf, Hasan, Orhan bana katıldılar. 10 masa istendi. Hemen çalışmaya başladık. Ayaklardan başladık. Yusuf eski günlere özenerek konuşma yoklamaları yaptı. Masaların önce ayaklarından başlamamızı bir Atasözü ile bağlantıladı:

-Dost yüze, düşman ayağa bakar!”Bu söze göre biz ayaklardan başlamamlıymışız. Sonunda bunu Halis Öğretmene duyurdular. Halis Öğretmen önce ustalık yönünden anladı:

- Olsun, yarın da yan kolonları kesersiniz! dedi. Kendisi 50X50 cm. bir kara tahta yapıyor, aşçıbaşına söz vermiş. Aşçı başına gelen giden sık sık yemek soruyormuş, bıktığını söylemiş. Böyle bir tahta olursa yemekleri yazıp görülecek bir yere koyacakmış. Halis Öğretmen:

-Merak etme, kendim yapacağım söz vermiş.

Salih Baydemir gülerek geldi:

-Öğretmenim o dertten kurtulduk, kitaplıkta dolapların arkasına konmuşlar üstüne de eski gazeteler atılmış. 50 tane kullanılacak gibi tahta bulduk! dedi. Öğretmen Salih’i de bizim gruba verdi, Adam başına 2’şer masa! Paydosa yakın Talat Ayhan Öğretmen gene geldi:

-Tahtaları beğenmedim ama, şimdilik kullanacağız. Ancak ben gene de onların hiç değilse cilalanmasını rica edeceğim! dedi. Salih’e döndü:

-Ne dersin dostum, bu işten kurtulamadın değil mi? Salih, Hasan, Yusuf gidip tahtaları getirdiler. Bu kez hepimiz o işe döndük. On kadar tahta kullanılamaz duruma girmiş, eğri, çizilmiş, köşeleri kırılmış. Talat Ayhan Öğretmen 40 istiyordu, bu sayıda tahta ayırdık. Talat Ayhan Öğretmen bizim resim dersimize yetiştirilmesini istedi; “Gelecek Perşembe!”deyince Halis Öğretmen gülerek:

-Kalmaz, pazartesi günü akşam elinizde olacaktır! Talat Ayhan Öğretmen gidince Halis Öğretmen: “Titiz bir arkadaş, söyleyip işi oluruna bırakmıyor. Gelenlerin içinde en yenisi ama geldiği günden beri Resim Odası diye tutturdu, sonunda dersi için özel bir sınıf açtırdı! dedi. Bunu biz de duymuştuk ama bunu Okul Müdürünün eşi yaptırıyor diye yorumlamıştık. Bunu söyleyince Halis Öğretmen :

-Hayır, hayır, Talat Bey bu konuda çok diretti. Yararlı olmak için tüm olanakları kullanıyor! dedi.

Paydosta konumuz Resim Odası ile Talat Ayhan Öğretmen oldu. Derslikte arkadaşlar Ömer Uzgil Öğretmenle karşılaştırdılar. Benzeyen, ayrılan taraflarını belirtip tartıştılar. Arkadaşların gözlemleri, Halis Öğretmenin dedikleriyle örtüşmedi. Halis Öğretmen onun için “Tuttuğunu koparan bir insan, yararlı olmak için çırpınıyor!”demişti. Oysa arkadaşlar, Resim Odası olayını, öğretmenin derslikleri dolaşma yerini bir yerde oturup, öğrencilerin ayağına gelmesini isteme türü sözlerle savuşturdular. Salih Baydemir en güzelini söyledi. Resim tahtaları için on yere girip çıkmışlar. Salih bulamayacaklarını anlayınca:

-Yanılmışım öğretmenim sizi de yordum. Demek ki yokmuş! deyince Talat Ayhan Öğretmen Salih’i teselli etmiş:

-Bence sen haklısın olabileceğine ben de inandım. Gel, kolayca pes etmeyelim, daha bakılmadık yer vardır oralara da bakalım! deyip Salih’i kuytulara yöneltmiş. Kitaplık son akıllarına gelen yer olmuş. Orada da önce nöbetçilere sormuşlar. Nöbetçilerin yanıtlar, “Yok!” olmuş. Öyleyken Talat Ayhan Öğretmen köşe bucağı aramış. Sonunda eliyle koymuş gibi tahtaları bulmuş. Resim Odası olarak da bizim dersliğin bitişiğindeki oda seçilmiş. Ben buna ayrıca çok sevindim. Müzik Öğretmeni bana söylemişti:

-Müzik için bu yıl bir yer alamıyoruz. Ancak Resim öğretmeni arkadaş ağır bastı bir oda kopardı. Resim çalışmaları dışında o odadan biz de yararlanacağız. Ben daha çok seni düşünertek bu işe seviniyorum! demişti. Bitişiğimizdeki oda olursa hem dersliğime yakın hem de Müzik Öğretmenine. Yarın 2 ders müzik. Müzik Öğretmeni tüm arkadaşların bildiği okul şarkılarını sormuştu. Kime sordumsa yan çizdi. Oturdum kendi bildiklerimi(Biri dışına-Güzel Çoban) yazdım:

 

Şarkı Adları

 

Ilgaz Anadolu’nun
Yalancı
Boş Fıçı
Kalk Artık Sabah Oldu
El gibi Dolaşma Anadolu’da
Baltalar Elimizde
Kurumuş Dallar
Bülbül
Kuğular
Mini Kuzum
Tarlalarda Altın Başaklar
Bahçemizde Gül Açar
Sansarla Kaz
Yaşasın Okulumuz
Güzel Çoban

 

Güzel Çoban’ı da bilir gibiyim ama onun zor bir söylenişi var, onu bir türlü öğrenemedim. Tevfik Fikret! ten şiirler okurken Fikret Madaralı Öğretmen de anımsamış bir bölümünü söylemişti ama tümünü o da toparlayamamıştı. Notasını bulup hiç değilse akordiyonla çalacağım.

Serbet Okuma saatinde Ahmet Kun Öğretmen geldi. Eğitimbaşının söylediği yavaş yavaş gerçekleşecek sanırım. Daha geldiği ilk günlerde, “Bu saatlar konuşarak geçeirmek için düşünülmemiş, onlar eksikleri tamamlamak için kullanılacak. Öğrenci bunu kendisi yapmaz ya da yapamazsa öğretmenler gelir, yardımcı olur!”deyip gülmüştü. O gülünce arkadaşlar da gülmüştü. Besbelli bu; siz yapmazsanız, biz size bunu zorla yaptırırız!”anlamında söylenmiş bir sözdü. O söz iki gündür yerine geliyor. Dün Seyfi Çaçur Öğretmen, bugün Ahmet Kun, yarın da bir başkası gelirse bu iş tamam; iş, bize zorla yaptırma kararı alındığının işaretidir. Bence bu uygulanırsa sevineceğim. Ahmet Kun Öğretmen de kitap okudu. Ancak o kitabını saklamadı. Bekir yan gözle bakınca Ahmet Kun Öğretmen Bekir’e göz kıpar gibi yapıp sordu: “Çok mu merake ettin? Şişko!”dedi. Güldü. Bekir özür dileyip boynunu bükünce öğretmen gülüşünün nedenini açıkladı. Sami Akıncı öğretmenin sözünü açıklamaya yardım etti; “Öğretmenim orada virgülü çabuk geçtiniz, şaka olduğunu anladık!”dedi. Bu kez Ahmet Kun Öğretmen: -Ancak benim örneğim yerine oturmadı, arkadaşınız şişko değil, o nedenle de fıkrayı anımsamadı! Deyip Bekir’in gönlünü aldı. Kitabı övdü; “Fırsat bulursanız, okuyun!”dedi. Öğretmen saatine bakıp çıkarken yemek zili çaldı. Öğretmenin şakası dillere takıldı. Kimileri şişmanlara, “Çok mu merak ettin? Şişko”, kimileri de zayıflara; “Çok mu merak ettin? Çiroz” diyerek yemeğe gittik. Öteki sınıflar olaydan habersiz:

-Ne oluyoruz Abiler? diyerek çevremizte toplandılar. Tevfik Uğurlu bana sordu. Ben de:

-Çok mu merak ettin? Tevfik Uğurlu!”dedim. Tevfik güldü: “Anladım!”deyip gitti. Tevfik gidince arkadaşlar:

-Anlamadı ama “Anladım dedi!” diyerek gülüştüler. Tevfik, arkasından gülüştüğümüzü görünce dönmüş geldi. Neden güldüğümüzü sordu. Bu kez olayı sordum:

-Sen anladım, dedin ama neyi anladığını merek ettik! deyince Tevfik, “Çalı oğlum baban gibi!”deyip yüzümüze baktı. Teşekkür ettik. Bu kez de Şişko kitabını okuyup okumadığını sordum, okumuşBizim masa, Tevfik Uğurlu’nun zekasını zaten biliyordu, bunu bir kez daha perçinlemiş oldu.

Çalışma saatin de Ahmet Kun Öğretmen gene geldi. Ahmet Kun Öğretmen gülümseyerek: “En güzeli sizin derslik, sessiz, sakin; okumak için birebir!”dedi masaya oturdu. Kitabın kapağı rahat okunuyordu: “ŞİŞKO” gene de bakanlar oldu. Bu kez öğretmen sordu: “Merak mı ediyorsunuz? Şişmanlık üzerine, şişman insanlarla ilgili, rahat okuyabilirsiniz. Yazarı: Claude Anet(Klod Ane okunur, Fransız yazarı)Zayıf bir şişmanı görünce onun nasıl yaşadığına şaşan bir şişmanla; Çok şişman bir adamı gören zayıf bir insanın nasıl yaşadığına şaşan bir zayıf yapılı insanın şaşkınlıklarını anlatan bir bölüm okudu. Gülerek:

-Ötesini de kendiniz okuyun, bol bol güleceksiz! deyip okumasını sürdürdü.

Öğretmenin bizim derslik için sessiz demesi, gerçek değildi, bunu anladık ama, gene de söz hoşumuza gitti. Öğretmen gidince bir süre tartışıldı:

-Ahmet Kun Öğretmen bizim sınıfla alay etti! Sami Akıncı ile Halil Basutçu ise:

-Öteki sınıfları bilmiyoruz, belki onlar bizden de gürültücüdür! dediler. Hasan Üner Şişko’yu okumuş. İsmet Hasan'dan bir iki gülünç söz istedi: “Hilmi ile Abdullah’a söyleyecekmiş. Mustafa Saatçı da ivedi olarak bir iki zayıflar için söylenmiş söz istedi, Mehmet Yücel için söyleyecekmiş; “İskelet sözü geçen yerler varsa orası olsun!”deyince Mehmet Yücel; “Ben söylemedim, kendin aradın İmam!”dedikten sonra Mustafa Saatçı için güldürücü sözler söyledi. Özellikle de sınıfça okuduğumuz Yeşil Gece, Kuyucaklı Yusuf, Yaban Romanlarını okurken tanıdığımız kişileri anımsatarak Mustafa Saatçı’nın imamlığını, hafızlığını onlara benzettikten başka SS’ye olan aşkının da sahteliğinden söz etti:

-Adam gibi gönül koysan, gider kızla konuşursun! dedi. Arkadaşlar Mehmet Yücel’e karşı durdular; “Sen şakaları kaldıran bir arkadaş olarak, bunu da hoş görmeliydin. Bu söylediklerin şaka sınırlarını aştı! İsmet, Mehmet Yücel’in ağzına elini kapatarak, “Sus!”dedi. Mustafa Saatçı ise üzgün üzgün baktı.

Zil çalınca hepimiz sessizce yatakhaneye gittik. Yatarken Orhan konuştu:

-Bizim sınıfa nazar mı değdi ne? Söylenenleri ters anlamaya başladık!”

Yatınca Ahmet Kun Öğretmeni düşündüm: “Derslikte gürültü ettiğimiz için gelip başımızda oturuyor ama burada oluşunun gerçek nedenini gizleyip, özellikle güzel göstermeyi yeğliyor. Niçin? Demek öyle yapmaktan bir yarar umuyor. Böyle düşününce iyice anlaşılıyor ki, biz henüz nasıl konuşulacağını galiba bilmiyoruz. Aklımızdan geçeni söylüyoruz. Herkes aklından geçeni söyleyince de bir kargaşa çıkıyor, kavgaların çoğu da bundan olsa gerek! Babam sık sık ağabeylerime övütte bulunurdu:

-İnsan bir sözü söylerken düşünerek söylemeli. Özellikle de birini suçlarken çok iyi düşünmeli. “Söylediğim doğru çıkmazsa karşımdaki bana neler söyler. Neler söylemeye hak kazanmış olur! Bunların altından nasıl kalkarım? diye düşünmelidir. Böyle düşünen insan kolay kolay hata yapıp gönül kırmaz!”derdi. Babamı anımsadığıma sevindim. Babacığımın beni her dakida düşündüğünü biliyorum. Turgeniev’in Babalar ve Çocuklar’ındaki babalar, Nikolay Petroviç’le Vasili İvanoviç Bazarov gibi. Üstelik onlar bir yazarın yakıştırmaları oysa benim babam gerçek. Ben de onun gerçeği içinde bir gerçek olarak ona layık olmalıyım……

 

13 Kasım 1942 Cuma

 

Uyanınca akşamki tartışmayı anımsadım Mehmet Yücel’le Mustafa Saatçı’nın tartışması uzamamalı. Onlar karşılıklı darılır konuşmazlarsa bizim sınıf iyice ikiye bölünür. Mehmet Yücel hem hemşerim hem de sıra arkadaşım. Ayrıca yeğenim İsmet’in de Ahret Kardeşi gibi yakını. Mustafa Saatçı ile okula geldiğim günden beri, hep zıt gitmeme karşın onunla kavga etmek istemiyorum. Çünkü Mustafa sözlü sataşmalar karşın karşısındakine kötülük yapmayı kesinlikle düşünmüyor. Sözü söylüyor ama sözünün arkasına düşmüyor. Yaptığımız tartışmalar sonunda benim kasılmama karşın o kısa bir zaman sonra kendisi bir gerekçe bulup gelip konuşmuştur. Ben bunları düşünürken Mustafa Saatçı’nın sesini duydum; Mehmet Yücel’in yanında karşılıklı gülüşüyorlar. Sevindim. Demek benim düşündüğüm gibi Mustafa gene yumuşamış, arkadaşın yanına gidip gerginliğin artmasını önlemiş. Kendi kendime sevindim. Herkes benim gibi düşünmüyor. Hemşerim Kadir ranzaya tırmandı:

-Şunlara bak akşam neydiler, şimdi neler! Yanıt vermedim ama Kadir’in ne beklediğini bir süre düşünüp bulmaya çalıştım. Derslikte de aynı sözlerle karşılaştım, “Akşam kanlı bıçaklı, sabah sarmaş dolaş!”Bunun arkadaşlıkta güzel bir davranış olabileceğini, söylemeye hazırlandım ama yutkunuıp susmayı yeğledim. Çünkü benden önce konuşanlar hep yerdiler. Onların böyle barışmaları kendilerine karşı güvenleri azaltıyormuş. Kavga ederlerse değil kavgadan sonra hemen barışıyorsa bu onlar için değer yitirmelerine neden olmakmış. Susmayı da doğru bulmadım, akşamki kitaptan Şişko’dan söz açtım. Bu kez de Abdullah Erçetin alındı; “Zaten kavga ondan çıktı!”dedi. Abdullah’a:

-Biz kavga etsek de etmesek de o kitap var, insanlar onu okuyor. Üstelik Ahmet Kun Öğretmenin dediği gibi onu okuyanlar kavga etmek şöyle dursun neşeleniyorlar! dedim. Az kalsın tartışmaya ben de karışacaktım. Sözü değiştirip okul şarkıları listemi Abdullah’a gösterdim. Abdullah bu şarkıları çok iyi hem biliyor hem de güzel söylüyor. Nitekim listeye okudu hemen bir tane daha ekleyebileceğimi söyle; “Yaslı gittim Şen geldim. ”Ne ilginç, bu şarkı benim okulda öğrendiğim, sanırım ilk öğrendiğim şarkı olduğu gibi uzun süre de tek söyleyebildiğim şarkıydı: Yaslı gittim, şen geldim-Aç koynunu ben geldim-Bana bir yudum su ver, -Çok uzak yoldan geldim.

Dırıltıyla başladığımız konuşmamızı şarkılar düzeltti. Abdullah listedeki öteki şarkıların da başlangıç seslerini anımsattı. Hemen hemen hepsini bilenler varmış. Derslik birden müzik dersine döndü.

Kahvaltıda Müzik Öğretmenini görünce kendimizi derste düşünmeye başladık. Nedense benim hiçbir kaygım yok. Arakadaşlar Müzik Dersinden matematik dersi gibi korkuyorlar. En neşeli arkadaşımız Yusuf Asıl bile müzik yerine “Mağmacı Dersi olsun isterim!”deyinceMağmacı dersi dediği Jeoloji-Yer Bilgisi dersimiz. Dünyanın daha doğrusu tarım toprağının gelişimini inceleyeceğimiz ders. Yusuf’un sözü Müzik Dersini de değiştir. Mağma tabakası, yanardağlar, İtalya, Japonya derken sözü oralardaki savaşlara sıçrattık. Japonya neresi, Japonlar nerelerde hangi devletlerle savaçıyor. Japonya Almanya ile neden dost? Amerika ile İngiltere neden iyi dost, sorularını sorarak dersliğe döndük. Yusuf harita başına geçerek açıklamalar yaparken Zil çaldı, arkasından da Eğitimbaşı dersliğimize geldi. Eğitimbaşının kapıdan girince kollarını göğsü üstünde bağlamasına alıştık. Konuşurken de sol kolu göğsünde dururken sağ elinin dirsekten oynattığını hep biliyoruz. Zaman zaman da sağ elini çenesine götürüp işaret parmağı ile baş parmağını çenesine destek yapar gibi yerleştiğini görüyoruz. Önce Sami Akıncı’ya sordu:

-Kızıl Çullu’dan yeni bir haber aldınız mı? Sami Akıncı beni gösterdi; “Kızılçullu habercimiz İbrahim!”Eğitimbaşı :

-Öyle mi? dedikten sonra ağır ağır başını arkaya çevirdi, gülerek:

-Sen orada mıydın? Göremedim, n’oldu, yeni bir durum var mı? diye sordu. Ben de: -Okulu bitirenler, köylerine izinli gönderilmiş, atama yapılmamış, önümüzdeki ay başında Hasanoğlan’a gideceklermiş! dedim. Bu kez de gene Sami Akıncı’ya bakarak:

-Yani bu iş kesinleşti demektir, öyleyse önünüze, okumayı sürdürme yolu açılmış oluyor. Bu kez İsmet parmak kaldırıp sordu; “Öğretmenim bu bizim zararımıza değil mi?”. Eğitimbaşı, soruyu kendisi yanıtlamadı, gülümseyerek Sami’ye dönüp: “Arkadaşın ne diyor? sorusunu sen yanıtla!”dedi. Dedi ama İsmet’in inadı da üstündeydi hemen: “Hayır Öğretmenim ben Sami’nin bu konudaki düşüncesini biliyorum, o hep kendi çıkarı yanındadır. Bu nedenle onunla düşünce birliğine varmamız olanbaksızdır!” Eğitimbaşı:

-Sabırsızlık etme de bir dinle! diye uyardı. İsmet, sağ elini bileğinden kıvırarak: “Eeee!”der gibi yapıp güldü. Eğitimbaşı arkadaşlıkta nezaketin yeri olduğunu, nazik davranana nazik davranılacağını anlattı. İsmet biraz titrek bir sesle; “Öğretmenim ben Sami arkadaşla dargın değilim, kendisi söylesin dört yıllık arkadaşlığımızdan bir yakınması var mı yok mu? Ancak arkadaş geldiği günden beri daha önce başlayıp yarım bıraktığı okuma şekline geri dönmek için çalışıyor. Onun dileği okumak. Benim dileğim de bir an önce köyüme dönmek. Okula gelirken bize kağıt imzalattılar, 6 yıl okuyacaktık3. yılda o imzalar bize sorulmadan yırtıldı, 6 yıl uzun görüldü 5 yıla indi. Biz ona göre önlemlerimnizi alırken gene tek taraflı 6 belki de 7 yıla çıkarıyorlar. Bu benim kendim için ailemce alınan önlemlere ters düşmektedir. Bu nedenle Sami arkadaşın kendi adına yapacağı övgüler bana ters gelmektedir!”Eğitimbaşı gülümseyerek bu kez Sami’ye döndü:

-Arkadaşın dediği doğruysa, sen bunun doğruluğunu kabul edersen, ettiğini kabul edelim; ona göre neler konuşacaksın? Sami Akıncı biraz renklenerek:

-Öğretmenim ben kendi adıma konuşabilirim, ben okumak istiyorum. Okumak istiyordum. Biz dört kardeşiz, içlerinde en büyüğü benim. Ailem karar vermesine karşın beni okutamadı. Ancak ben kararlıydım, okumak için aldığım bu kararı sürdürmek istiyorum. Arkadaşların düşüncelerine saygı duyuyorum!” Bu kez Eğitimbaşı İsmet’e: “Dostum, doğrusu üzüldüm, sen bu okuldan oldukça müştekisin, neden başka okullara kaymayı düşünmedin!”Sıralarda kıpırdanmalar oldu. Eğitimbaşı başını kaldırarak ne oluyouz der gibi yüzlerimize baktı. Parmak kaldırdım: “Ben de tıpkı yeğenim gibi düşünüyorum. Ancak ne o ne de ben okuldan bir şikayetimiz yok. Üstelik memnunuz da. Köyde alıştığımız işte çalışmaları burada da aynen sürdürüyoruz. İşte arkadaşlarımız burada söylesinler bir gün herhangi bir çalışma saatinde bir ihmalim, bir kusurum gürülmüş müdür? Üstelik tüm Köy Enstitülerinin çalışma yarışı yaptığı Hasanoğlan Köy Enstitütsü kuruluş çalışmalarında etkinlikleri yöneten Layoş Sili’den yazılı teşekkür yazısı ile bir armağan alan da benim. Okulumdan kesinlikle bir yakıntım yok. Zaten yakındığımız 6 yıl, 5 yıl gibi uzaltıp kısaltılmaları okulum yapmadı. Okul Müdürümüzün kendi maaşımla ödemek zorunda kalsam size seveceğiniz giysileri yaptıracağım diyen müdürümüz sözünde durdu ama a giysileri arkadaşın sırdında gören yetkili tören yerinde arkadaşı payladı. Söylediği de akıl almayacak bir söz: “Senin başındaki gibi başka kimsede böyle bir kasket var mı? Oysa o kasketleri 150 Kepirtepeli öğrenciye okulu vermişti. Eğitimbaşı eliyle işaret etti: “Anlıyorum, haklı haksız hepinizin bir bir yakındığı taraf var. Sizin düşündüklerinizi ben bilmiyor değilim. Sizim saygıyla andığınız Nejat İdil benim arkadaşımdı. Onu Edirne-Karaağak Köy Öğretmen okuluna biz törenle göndermiştik. İzmir-Kızılçullu arkadaşlarınızla yapacağınız konuşmalarda bu konuya değinirseniz onlar da sizin bu konudaki düşüncelerinizi paylaşacaklardır. Yalnız bukadarla da kalmayacaklar benim de bu konudaki duyarlığımı övgüyle anacaklardır. Çocuklar, her insan gibi biz de eşimle uygar insanlar nasıl giyiniyorsa sizin de öyle giyinmesini hep istiyoruz, bunu aramızada da sık sık konuşuyoruz. Ancak üstümüzdeki sorumlular, kasıtlı yapmıyorlar belki amaonlar bu konuda bizim kadar titiz davranmıyorlar. Bunu salt kendi okulunuz olarak düşünmeyin başka kurumlarda da bu tür sızlanmalar vardır. Bunu size özgü bir dışlama olarak almayın. Halkımızın Devlet Gemisi dediği bu büyük örgütün kulağı da işitir, gözü de görür. Ama kimi kez bu görüp işitmede gecikmeler olur. Bunu biraz da böyle düşünelim. Nereden başladık nereye geldik. Ben, Devlet Gemisinin gözünden kulağından söz ettim ama o sözüm yarım söylenmişti. Devlet Gemisini yönetenler hoşgörülü aynı zamanda insaflıdırlar. Bu söylediklerimizi bakarsınız bizi istediğimiz şekle sokarlar. Böyle düşünelim, böyle dileyelim, bu umutlar içinde hedefimize yürüyelim !”derken ders zili çaldı. Eğitimbaşı konuşarak geçirdiğimiz dersimizi sordu. Dersimizi doğru olarak bilemediğimizi, yeni bir ders olduğunu söyledik. “Ev yönetimi, kızlar için olsa gerek!”diyenler oldu. Eğitimbaşı gülerek, “Sakin öyle düşünmeyin, ben vaktiyle öyle düşünüyordum ama kazın ayağı öyler değilmiş, şimdi çaresiz eşimin işlerine ortak oluyorum. Yaşamım güzeli ortak çalışmayla oluyor. Köylerinizdeki geleneklerden ilk terkedeceğiniz bu, ev işlerinden bayanların sorumlu olduğu inancıdır. O inanç çok gerilerde, belki de çobanlık dönemlerinden gelmiş gelenektir. Günümüzde yürümesi olası değildir. Hele öğretmenlik gibi, insanlara uyarıcılık, öğreticilik yapacak, kısacası örnek olma savıyla ortaya atılacak olan sizler, bu sorunu derslere bırakmadan kendiniz çözmelisiniz. Dersin öğretmeni için gerekeni yaparız. Ancak sız kafanızdaki sorunu kendiniz çözmelisiniz. Gerçek olan düşüncelerdir.

Eğitimbaşı kapıya yönelirken akordiyon omuzunda Asım Öğretmen girdi. Kapıda karşılaştılar. Eğitimbaşı Asım Öğretmenin omuzunda benim akordiyonu görünce bana bakarak öğretmen: “Ne o, o çocuğun akordiyonunu vermiyor musun? dedi. Öğretmen: “Onun akordiyonu var, biz onunla anlaştık. O bundan bıkmış!”dedi. Öğretmenler selamlaşarak ayrıldılar.

Asım Öğretmen Ankara Marşını çaldı. Sınıfın yarıdan çoğu biliyormuş. Oldukça düzgün söylediler. Marçı ben çalıyorum ama sözlerini bilmiyorum. Öğretmen bana: “Söyle!”dediğinde; “Çalsam olmaz mı?”diye sordum. Öğretmen:

-Öyleyse ders sonunda! deyip geçti. Müzik defteri hazırlamamızı söylemişti. Defterleri çıkardık. Benim defterime baktı. “Bak bak bu şarkıları hep biliyor musun?”diye sordu. Çaldığımı ama çoğunun sözlerini tam bilmediğimi söyledim. Öğretmen gülerek:

-Tam bilinmeyen bilgiler bilinmiyor demektir. Bunun yarımı çeyreği olmaz! deyip tahtaya do majör inici -çıkıcı gamları yazdı. Kapının yanından başlayarak sıra ile okuttu. Öğretmen ara ara konuşmalar yaptı, arkadaşlara takıldı. Mehmet Yücel’e:

-Şakacı Mehmet! dedi. Derslikte daha iki Mehmet olduğunu öğrenince onları kaldırıp sordu:

-Adaş olarak bu neşeli arkadaşınızdan sıkılmıyor musunuz? O neden böyle şen, ben neden onun gibi olamıyorum! demiyor musunuz? diye sordu. Mehmet Aygün duraksamadan yanıtladı; “Neden gocunalım? Her insanın kendine özgü becerileri vardır, bunlar kişilere göre başka başkadır! Asım Öğretmen:

-Okkalı bir yanıt aldık! deyip Mehmet Başarn’a baktı. Mehmet Başaran, renkten renge girdi, alt dudağını üst dişleriyle tarar gibi birkaç kez sıyırdıktan sonra, “Ayni köyden olduğumuz için hemşeri olarak iyi geçiniyoruz, başka bir diyeceğim yok!”deyince bu kez de Asım Öğretmen:

-Hoppala! deyip kahkaha attı. Bu kez Mehmet Yücel’e sen krallığını kabul ettirmişisin, Mehmet'lerden sana zarar gelmeyecek! deyip İstiklal Marşı’nı çaldı. İstiklal Marşı’nı önce tek tek, sonra sıra ikililerine çevirdi. Mehmet Yücel bu ders İsmet’in yanına geçmişti. Sırada gene tek oturuyordum. Sıra bana gelince öğretmen gülerek:

-Ne yapalım tek kalmışsın, bunu şan- ya da şanssızlık sayma, gelecek derste okursun! deyip akordiyonu masa üzerine koydu. Tahtadaki do majör sırası üstündeki 5. notadan başlayarak yeni bir gam yaptı. Bir önceki gamla sonraki gam arasındaki farkı sordu. Bu kez sıra numarasıyla ilk on arkadaşa okuttu. İki gam arasındaki farkı söyleyemediler. Öğretmen bana bakarak; “Bak sana da iş düştü, arkadaşlara açıkla!”dedi. Kalkıp fa diyesi yazdım. Anlatmaya kalkarken öğretmen durdurdu. Bu kez de sol major gamı üzerinden 5. nota olan Re’den başlayan bir gam yaptı. Soru sormadan zil çaldı. Öğretmen, “Bir süre bunlara devam edeceğiz!”deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca bir çok arkadaş, “Biz bunları öğrenmiştik!”dedi durdu. Oysa şimdi bile öğrendik sandıklarını öğrenememişlerdi. Bilmiyorlardı ki müzik sesleri bir çalgı üzerinde uygulanmadan öğrenilemiyor. Ezberlense bile hemen unutuluyor.

-Okul Müdürümüz azıcık gecikerek geldi. Gelince de bir süre okul işlerinden söz etti. Bu kez giden müdürümüzü sordu “ Ne yapıyordu?” deyince büyük bir sessizlik oldu. Sanırım Sami Akıncı kendisinden soru sorulacağını hiç beklemiyordu. Ansızın Müdür Bey Sami Akıncı’ya: “Nejat Bey ne yapıyordu? Sami birden toparlandı, Giden Müdürümüzün yaptığı. . . . diye sözü uzattıktan sonra, “Giden Müdürümüz de kimi zaman derslere gecikierek geliyordu. ”Derdemez de “O da bundan yakınıyordu. ” dedikten sonra beni göstererk, “Arkadaşımızı görevlendirdi, arkadaş derslerden önce haber veriyordu!”deyince Müdür Bey, “Ben de öyle yapayım bari deyip bana baktı:

- Sen bu işin kompetanı olmuşsundur, bari beni de ikaz et! dedi. Ses çıkarmadım. Bu kez üsteleyerek bana baktı, “Olur mu?”dedi. Ayağa kalkarak:

- Öyle uygun görürseniz, severek gelir haber veririm! dedim. Müdür Bey tekrar:

- Öyle yapalım, öyle yapalım! deyip, Bekir Temuçin’i odasındaki masası üstünde durduğunu söylediği kitabını getirmesini söyledi. Bekir kitabı getirdi, yerine oturunca nedense Müdür Bey gülümseyerek:

-Haydi hayırlısı, bugün seninle başladık seninle bitirelim deyip kaldığı yeri işaretli kibabı okumasını Bekir’den istedi. Bekir okumaya tam başlarken bana; “Bana habere gelince kitabı almayı da unutma!”deyip tekrar Bekir’e okumasını söyledi. İçimden nedense gülmek geldi. Gerçekte çok sevindim. Kafam karıştı. Sami Akıncı bu yanlışı nasıl yaptı? Yoksa ben mi yanlış düşünüyorum? Uzunca bir süre derslikte değilmişim gibi kendimle didiştim. Dişlerimi sıkarak kendimi toparladım. Okunan yerlerden bir soru sorulsa arkadaşların her zaman düştüğü kötü durumlara düşeceğim kesindi. Neyse toparlandım. Tam bu sıra da Bekir, Booker Washington’un en büyük yardımcısı George Washington deyince duraksadım. Bu bildiğimiz George Washington olamaz. yanlış öğrenmeyelim. General George Wasington 1800 yılından önce yaşamış A. B. D. İlk Cumhur Başkası. Oysa bu okul 1900 yılından sonra kurulmuştur. Müdür Bey hemen bir benzetme yaptı: “Ünlü insanların adları her ülkede doğan çocuklara takılır. Bizim ülkemizde de Mustafa Kemal, İsmet adları sayısız çocuğa verilmiştır. Bu nedenle buradaki George Washington’u bir başkası olarak düşünelim. Zaten ilerde onun hakkında da bilgi verilecektir. Anımsadığım kadarıyla o da o okulda çalışan bir öğretmendir. Müdür Bey Bekir’i durdurdu. Recep Kocaman’a bizim okulla Tuskegee Okulu arasında benzerlikleri sordu. Recep, sanırım bir art niyet gütmeden önce öğrencileri ele aldı: “Orada Zenci çocukları, işsiz-yurtsuz Zenciler!”deyince Müdür Bey Recep’i durdurdu. Ekleme yaptı, “Amerika’da Zenciler, oranın vatandaşıdır, bu hak onlara verilmiştir!”dedi. Bekir okumaya başlarken zil çalınca durdu. Müdür Bey gülümseyerek Bekir’e takıldı: ; “Yoruldun, zili bekliyordun, değil mi?”dedi. Bekir kendini savunmaya kalktı. Müdür Bey bu defa; “Şaka söyledim, takıldım sana!”dedi. Bekir kitabı kapatıp Müdür Beye uzatınca bu kez Müdür Bey beni gösterdi:

-Bu görevi o üslendi, kitabı ona ver, kendi sorumluluğunda getirsin götürsün! deyip ayrıldı.

Arkadaşlardan gene durumdan hoşlanmayanlar görüldü. Hoşlanmayanlar görüldü. İsmet böyle durumlarda benden çok daha öfkeli oluyor. Ne konuşulduysa duymuş. Bana:

-Dayı bu işi bana devret, ben de biraz Müdür Odasına girip çıkayım, orada neler var göreyim! Birilerine karşı söylendiğini anladığımdan, İsmet’e tek sözcükle yanıt verdim; “Olur!”

Öğle yemeğinde Öğretmen Masaları doluydu. Birilerinin ellerinde gazeteler, karşılıklı konuşurken elleriyle yazı ya da resim gösterdiklerini izledik: “Önemli olaylar olsa gerek!”diyerek aramızda olabilecekleri kestirmeye çalıştık. Bir buçuk yıl önce Almanya Rusya’ya saldırınca hem sevinmiş hem de üzülmüştük. Rusya’yı, tarihten gelen düşmanlığımız nedeniyle savaş içinde görmek hoşumuza gitti ama ya Almanya Rusya’yı da yener bize dönerse? sorusu bizi ikircil duruma düşürüyordu. Aradan geçen bunca zaman içinde Almanya, öteki ülkelerde gösterdiği başarıyı Rusya’da gösteremedi. Gerçi Wehrmacht, uzun uğraşlar sonunda Leningred’ı sardı, Stalingrad’ı da aldı alacak duruma getirdi, bir yandan da Kafkasya’nın en yüksek tepesi Elburs dağına gamalı haçlarını dikip dalgalandırdılar ama Moskova’ya o denli yaklaşamadılar. Okuldaki değişiklikler nedeniyle biz de gerek radyo haberleri gerekse gazete haberlerini unuttuk gibi. Mehmet Yücel’in kardeşi, Namık Yücel nöbetçi, ayrılırken ona yavaşça söyledim: “Öğretmenlerden gazete bırakan olursa sakla!”

Öğleden sonra Tarım binasına gittik. İnek ahırı tamamlanmış. Dört inek alınmış. Hikmet Öğretmen bize:

-Hadi bakalım, çiftçi çocuğu olduğunuzu gösterin! deyip hazırlanmış tarakları, fırçaları gösterdi. Sefer Tunca ile benden başka gönüllü çıkmadı. Sefer de önce eline fırça alınca acemiliğini gösterdi. Önce tarak alınacaktı. Tarandıktan sonra fırçalanması gererkirdi. Hikmet Öğretmen buna dikkat edilmesini söyledikten sonra beni dışarı çıkarıp üç arkadaşı görevlendirdi. Bu kez de İsmetle ikimiz atlara gittik. Atların hizmeti yapılmış. Hüsnü Ağabey bize açıklama yaptı. “Atlar öğünleri değiştirilirse huysuzlaşırmış. Bir kez de huysuzluk illetine yakalanırlarsa daha düzelmezler!”dedi. Durumu Hikmet Öğretmene anlattık. Baskülün dengesi bozulmuştu, usta gelmiş, yapmış. Arkadaşlar sıra ile tartıldılar. Gene en kilolu ben çıktım. 74 kg. İsmet’le aramızda 3 kg. Sefer Tunca ile 2 kg. Yusuf Asıl’la 8 kg. Hasan Üner’le 9 kg. fark var. Benim kilomun çokluğunu arkadaşlar ayakkabılarımla giysilerime yordular. Fark olabilir ama bu kadar çok olacağını sanmıyorum.

Besim İyitanır Öğretmen gelmedi. Arkadaşlar ona çok sevindiler. Besim Öğretmen ev değiştiriyormuş. Arkadaşlar aralarında hemen konuşmaya başladılar: “Adam bekarlığında nerede yatarsa orada kalkmaya alışmış. Elin kızı katlanmaz:

-Besim, hadi temiz bir ev bul! dediyse, Ne yapacak Besim Öğretmen? Çaresiz, “Peki!”deyip mahalle mahalle dolaşıp ev bulmuştur! Bu sözün arkasından uzun uzun kıkırdaşmalar sürdü.

Erken paydos ettik. Namık iki gazete getirdi. Cumhuriyet-Son Posta. Başlıkların birinde Amerika ile İngiltere Fas-Cezair kıyılarına çıkarma yaptı. Ötekinde ise Almanya Tunus’a havadan indi. İki gazetede de ortak haber: “Darlan zor durumda. Kahraman amiral, politikada bocalıyor. Japonlar Salomon Adalarında. Amerika ile Japonya Büyük okyanusta köşe kapmaca oynuyorlar. Memurlara devlet yardımı genişletecekmiş. Bunu arkadaşlara söyledim. Kimisi güldü kimisi de; “Bizim yemeklerden kessinler, bize çok geliyor!”İsmet geldi gazetenin birini aldı. Az sonra Hasan Üner de Cumhuriyet’i aldı tefrika romanı(Ülker Fırtınası) okuyacakmış.

Haritadan Japonya ile Amerika arasındaki savaş alanlarını izledik. Gerçekte onların savaş alanları Almanya ile Rusya savaş alanlarından kat kat fazla. Salomon Adaları nerede, Birmanya ya da Filipinler nerede! Japonlar Singapur, Java, Sumatra Adalarını da almışlar. Koskoca Çin’in Mançurya bölümü de cabası…Japanya’nın aldığı yerler Almanya’nın aldığı yerlerden daha geniş bir alanı kapsıyor. Biraz şaşkın, biraz da söylediklerimizden kuşkulu konuşuyoruz ama, sanki Japonya’nın aldığı yerler boşmuş gibi geliyor bize. Oysa onlar o koca denizleri gemilerle geçiyorlar. Ya Amerika askerleri, ta nereden nereye gidiyor; İngiltere de öyle! İngilizlerin kendi anayurdu uçak baskınlarına uğrarken askerleri Avustralya kıtasını korumaya çalışıyor.

Son günlerde arka arkaya okuma saatlerimize öğretmenler gelince kimi arkadaşlar bayan öğretmenlerin de geleceğini hesaplamaya başlamışlardı. Yazı tura atanlar bile oldu. Rezzan Öğretmen, Pesent Öğretmen, Zehra Öğretmen derken Selçuk Öğretmen geldi. Arkadaşların bakışlarından kuşkulanır gibi oldu:

-Ne o beni beklemiyordunuz galiba, isterseniz döneyim! dedi. Arkadaşlar, birden; “Sizi bekliyorduk, geldiğinize sevindik!”dediler. Öğretmen, “İyi öyleyse deyip sıraların arasında gezinmeye başladı. Daha önce kendi aramızda birkaç kez konuşulmuştu. Okulun tüm öğretmenleri değiştiği halde Selçuk Öğretmenle Besim İyitanır Öğretmen neden değişmemişti? Sami akıncı özür dileyerek kalktı sordu. Selçuk Öğretmen gülerek: “Ne o benim de gitmemi mi istiyorsunuz?”diye sordu. Gerçek nedenini bilmediğini, bilmek de istemediğini, o olaya çok üzüldüğünü, “Arkadaşlar hep gidince kalmanın pek sevimli olmadığını, ancak kalış nedeninin bir olasılık olarak maaş kadrosunun bu okulda olmayışından kaynaklandığını, bu nedenle de unutulmuş olabileceğini söyledi. Sonra da öğretmenlerin maaş alma işlerinin kadro denilen bir yasal bağlantı kuralı olduğunu, bunu da daha çok Maliye Bakanlığının düzenlediğini anlattı. Öğretmen gülerek: “Buraya kalmak için gelmediğini ama sözü kalmış gibi uzattığını söyleyerek masaya çıkıp oturdu. Oturumnca da, “Bari kaldım, bana bir kitap verin de okuyayım. Okuma saatine saygı duyalım!”dedi. Şaheserler Antolojisi sıramın üstündeydi uzattım. Öğretmen teşekkür etti. Üstünde adımı görünce; “Bak bak, ne güzel bir kitap seçmişsin, ben bunu bir başka yerde de gördüm, orada da biraz karıştırmıştım!”dedi.

Zil çalıncaya dek Selçuk Öğretmemn kitap okudu. Zil çalınca bu kez arkadaşlar çalışma saatine de çağırdılar:

-Gazete okuyamıyoruz, radyo gene sustu, savaşlar hakkında bize bilgi verir misiniz? dediler. Öğretmen az düşündü:

-Kesin söz vermeyeyim ama gelmeye çalışacağım! deyip ayrıldı. Öğretmenden sonra üstüste yembihler tekrarlandı:

-Her kafadan bir soru çıkmasın, hepimizi ilgilendiren soruları soralım! “Çin-Japan” savaşları, “Japonya-Amerika-İngiltere” arasındaki savaşlar, savaş nedenleri. Afrika’daki savaşlar. Almanya bize de savaş açar mı? Rusya-Almanya savaşı uzun sürecek mi? Almanya Kafkasya’yı aldığına göre oradan Doğu Anadolu’ya iner mi?”Hazırlana soruları yeterli bulduk. Yemekte de bunları konuştuk. Savaşta olmadığımız halde ikide bir gemilerimiz batıyor. (Çankaya Gemisi-Duatepe Gemisi-Atalay Denizaltısı, Üçü de ard arda bu yıl içinde)Bunları Almanlar batırmış olamaz mı? Soruları hazırladık, ilgiyle yanıtlarını beklerken Selçuk Öğretmenin yemeğe geldmediğini gördük. Öyleyse gitmiştir, biz de sorularımızı derste sorarız deyip konuyu değiştirdik. Konumuz yarınki Askerlik Dersi. Öğretmen gelirse özellikle de bir üstteğmen çıkıp gelirse zaten o, kendiliğinden anlatır. Kimse gelmeyecek havası içinde bir çok arkadaşın sıralara yatarak bir birlerine işaretler verdiği bir sırada Selçuk Öğretmen:

-Geciktim, kusura bakmayın deyip dersliğe girdi. Girer girmez de soru saptayıp saptamadığımızı sordu. Bir kaç arkadaş birden Çin-Japon Savaşı dedi. Öğretmen: “Savaştan önce Japonya üstüne kısa bilgi verelim deyip Japonya’nın da tıpkı bizim Osmanlı yönetimi gibi benzer bir Tanzimat dönemi yaşadığını, hatta onların Tanzimatınınn bizimkinden 20 yıl sonra olduğunu, buna karşın onlar işi daha sıkı tuttuğunu. Biz Tanzimattan sonra girdiğimiz savaşlarda özellikle Rusya’ya karşı başarı kazanamazken onlar Tanzimatlarının 20 yılında Rusya’yı dize getirip geniş topraklar aldığını ayrıca savaş parası ödettiklerini anlattı. Bu arada bizim Kırım Savaşını anımsatan arkadaş oldu. Öğretmen onu salt bizim savaşımız olmadığı, 4, 5 yabancı devletin katkıları olduğu için üzerinde durmadığını, aslında onun da bize bir yarar getirmediğini tersine bize yardım için gelenlerin şımartılmasına neden olunduğudu, yenmemize karşın Sırbistan’la Bulgaristan’in kuruluş hazırlıkları yapıldığını anlattı. Buna karşın Japonya Rusya’yı Asya kıtasınta susta durdurduğunu, yer almak şöyle dursun aldığı yerlere sahip olmak için Batı devletlerine sığındığını anlattı. Japonya Rusya’yı susta durdurduktan sonra Çin’e yöneldiğini, Batılılara kapılarını açan Çin’i cezalandırmak üzere savaş açtığını, on yıl sürdürdüğü savaş sonunda kendi ülkesini on katı toprak aldığını, Çin ülkesinin de ¼ ünü topraklarına kattığını anlattı. Savaşa savaşa büyük bir savaş gücü kazandığından bu kez Büyük Okyanustaki tüm araladı sömürge durumuna getirmiş Avrupa devletlerini oralardan kovma kararı alıp savaş açtığını anlattı. Avrupalılar Japaon güçleri karşısında dağılmıştır. Ancak tehlikenin kendisine yöneldiğini anlayan Amerika kendi haklarını korumak için savaşa katılmasına karşın, her biri bir yağlı lokma olan öteki sömürgeleri de alabilir miyim denemesi için Japonya ile savaşa kalkışmıştır. Bu savaşın nasıl biteceğini bizim bilmemiz olası değil. 1905 yılından bu yana(Rus-Japon savaşı tarihi)savaş sürdüren Japonya, ne denli güçlü olursa olsun oralara çok uzaktan gelecek bir Amerika’ya yenilir mi? bu biraz akla uygun gelmemektedir. Bu nedenle bu savaş için başka söylenecek sözüm yok!”dedikten sonra Alman-Rusya savaşı için, daha önce de anlattığı gibi gene Napolyon Bonapart savaşından başladı. Rusya kışlarının orada yaşamayanlar için dayanılmaz sertlikte olduğunu anlattı. Kuzey kutpunda yaşayanların dayanıklığını, beden özelliklerine değindi. Kedileri, köpekleri örnek gösterdi. Canlılar alıştıkları ölçülerdeki sıcaklığa-soğukluğa dayanırlar. Bu ölçü aşınca pes edereler. dedikten sonra Almanların da tıpkı Napolyon Bonapart günlerindeki Fransızlar gibi sonunda Sibirya Soğuklarına pes diyeceğini sandığını söyleyip durdu. Az sonra da, “Adolf Hitler’in tüm yaptıkları insanları şaşırttı. Bizimle savaşıp savaşmayacağı da böyle düşünülmelidir. Dost olarak Cumhur Başkanımıza mektuplar yazıyorsa da belli olmaz, istemeyiz ama bir sabah savaş içinde gözlerimizi açabiliriz. Rusya savaşı böyle oldu. Çok değil 10 gün önce Rusya-Almanya Saldırmazlık Paktı imzaladı. Oysa buluşup imzalayan Dışişleri Bakanları başkentlerine dönmeden yapılmaması için imzalanan savaş başladı. Öğretmen gülerek gene uyardı:

-Sakın söylediklerimin doğruluğuna inanarak söylediğimi sanmayın. Ben de geçmiş olaylara bakıp biraz benzeterek biraz da yakıştırarak söylüyorum. Bunlar, olur da olmayabilir de! dedikten sonra:

-Gemilerin batışlarını kesinlikle Almanların yaptığına bağlanmamasını, gemilerin; bakım-onarım işleri iyi yapılamamasından, çalışanların beceriksizliğinde de olabileceğini; bunları ilgililerin özenle araştırdığını, bu konuda bir kaygınız olmamalıdır! dedi. Devamla, “ Başımızdakiler de insandır; onlar da yanılabilirler. Biz şöyle düşünürsek kendimizi haklı buluruz ama kesinlikle o zaman da ayırdında olmadan büyük yanılgıya düşmüş oluruz. Biliyorsunuz büyüklerimiz: “ Savaş tehlikesi var!”deyip bizi aldı Hasanoğlan’a götürdü, 8 ay sonra da, “Tehlike yok!” deyip geri getirdi. Şimdi kalkıp: “ Yanlış yaptılar!” dersek yanılan onlar değil biz oluruz. Olayları biraz da kendi dışımıza çıkararak yorumlamaya alışmalıyız!” diyen öğretmen, zil çalarken koridorda olmak istediğini söyleyerek ayrıldı. Öğretmen gidince bir süre kendi aramızda önemli bulduğumuz sözleri tekrarladık. Sonunda gene toplu olarak bir bilgi birliğine ulaşamadığımızı konuşarak yataklara girdik.

Yatınca önce Çin’i düşündüm. Selçuk Öğretmen 300. 000. 000 olduğunu söyledi. Tüm Avrupa Devletlerinin nüfuz toplamlarında fazla. Japaonya 50. 000. 000 Çin’in 1/6 ‘sı kadar. Toprakları ise haritada parmak ucu gibi adalarda görünüyor. Japonya’nın da İngiltere gibi adalarda yaşaması dikkatimi çekti. Adalarda yaşamak daha mı kazançlı? Güney Asya adalarını düşündüm; öyle olsa 30. 000. 000 Java adası Holanda’nın sömürgesi olurmuydu? Öğretmenin karşılaştırdığı Tanzimak Dönemleri önemli. Japonya da Tanzimat ilan etmiş. Ama Japonya’nın yaptığı Tanzimat aksamadan sürmüş. Devlet borç yapmadan memleketlerine yenilikleri getirler. Biz ise Avrupadan borç para alarak saraylar, camiler yaptırmışız. Arkasından Kapitülasyonlar gelip tüm yurt gelirlerini ellerine almışlar. Japonya adalardan dışarı taşarken biz tüm Balkanları, Mısır’ı, Arabistanı, Irak’ı, Suriye’yi elden çıkarmışız. Kendi kendime bir “Offf!” çekip uyudum.

 

14 Kasım 1942 Cumartesi

 

Üzüntülü yatınca genellikle uykumu alamamış gibi oluyorum. Askerlik Dersi sözleri iyice rahatsız etti. Askerlik Dersi için öğretmen seçilmemiş. Askerlik Öğretmenlerini Lüleburgaz’daki tümen komutanlığı seçiyormuş. Eski komutan değişmiş, yenisi de yeni gelmiş. Bunu söylediler. Öyleyken arkadaşlar durup durup aynı sözleri tekrarlıyorlar. Gelmesini istediklerinden değil, başka işleri yokmuş gibi aylakçı konuşmaları. Bu söz de babamın çok kullandığı bir sözdür. Aylakçı dediği gerçekte herkesin bildiği gibi işi olmayan değil. Babama göre aylakçı, işi olduğu halde kendi işi yokmuş gibi(Bile bile işini ihmal eden)kahveye çıkıp işsiz takımıyla laklaka yapan. Bir süre sonra da kendi kendine; “Tatlı tatlı konuştuk ama benim iş gene kaldı!”deyip geciktirdiği işe söylene söylene gidenlere der. Babama göre bizim köyde bu tip 4-5 kişi vardır. Çok güvendiği insanlarla konuşurken kimi kez onların taklidini de yapar. Bizim arkadaşların bazıları da o tip insanlar. Bunların işi kalmıyor belki ama konuşmaları hep o tarafa yönelik.

Kahvaltıda çay-peynir yüzümüzü güldür. Hilmi Altınsoy büyük bir söz söyledi:

-Zavallı bizler, o kadar az şeyler istiyoruz ki, o az şeylerin en azı gelince bile sevinçten oynuyoruz! Hasan Üner de, “Hemşerim o sözü başkaları çok kısaltarak söylemiş:

-Deveye hendeği bir tutam ot atlatır! Hilmi önce anlamadı, Hasan’a çıkışırca şimdi sen beni deve mi yaptın? diye sordu. Arkadaşlar Hilmi’yi uyardılar. Yusuf’la Harun ayrı ayrı sözü açıkladılar. Bu kez Hilmi, kendisinin bir konuda düşünürken kendisine söyleneneleri anlamadığını söyledi. Buna da Mehmet Aygün set çekti. Hilmi’ye :

-Nihayet bunu anladın, oysa sana bunu biz dört yıldır anlatmaya çalıştık, öyleyse büyük bir gelişme var! deyince Hilmi gene küplere bindi.

Derslikte kimi arkadaşlar heyecanla Askerlik Öğretmeni beklerken Eğitimbaşı geldi, iki dersimizin boş olduğunu, bu iki saatte dersliğimizi Öğretmen Odasına(Küçük binanın üst katı) taşımamızı söyledi. Taşınacağını biliyorduk ama bu denli yakın olacağını sanmıyorduk. Kapı yanındaki sıraların taşınmasına hemen başlandı. Taşıma sandığımızdan uzun sürdü. Sıra yerleştirmek oldukça sorun oldu. Müdür Beyin dersi için gittiğimde Müdür Bey sıra taşındığını görünce derse yetişmez düşüncesiyle Muhasebeci Hikmet Beyi çağırmış önemli bir işi konuşmaya başlamışlar. Müdür Bey gülümseyerek “Arkadaşlarına söyle, haftada bir tatlı koparmaya çalışıyorum. Dersten kaçtığımı düşünmesinler!”dedi. Arkadaşlara bu sözleri söyledim, önce bana inanmadıklarını söylediler ama dersin boş oluşuna sevindiler. Yeni dersliğimizi genel olarak sevmedik. Kapısı açılınca merdivenden inip çıkanların sesi çok geliyor. Merdiven tam karşıda, alt kat üst kat arası, sürekli inen çıkanlar oluyor. Mustafa Saatçı’ya kapı karşısında yer ayırdılar. (Mustafa Saatçı derslik taşınırken yoktu)SS geçerken rahatça görecekmiş. Arkadaş gelince önce güldü, sevindiğini söyledi. Ancak sıra arkadaşın Sami Akıncı’dan ayrılamayacağını söyleyip onun oturduğu köşeye geçti.

Rüzgarlı bir Bayrak Töreni yaptık. Karşı tepelerde kuşkonmazlar yarış ediyorlar. Kimi kez de asfalta çıkanlar oluyor. Arkadaşlar, “Eski derslikte bunları pencerelerden izliyorduk, o da elimizden alındı!”dediler. Mustafa Saatçı sanırım boş bulundu hemen; “Şimdi de kızları izleyeceksiniz!”deyince birkaç arkadaş birden:

-Lafçı İmam, kapıdan bakmaya cesaret edemedin, pencereden mi bakacaksın? Sen bir Homongolos’sun! dediler. Mustafa bu sözün bir kitap adı olduğunu biliyor. Bu kez, “Verin şu kitabı okuyayım!”dedi. Kitabın kitaplıkta olduğu, kitaplık nöbetçişinin de bu hafta SS olduğu söylendi. Gülüşerek yemeğe gittik. Yemekte Salih Baydemir; “Mustafa Saatçı gerçekte zeki bir arkadaş. Ancak bu SS konusunda nedense zekasını kullanmıyor!”dedi. Herkes bir söz söyledi, değişik fikirler öne sürüldü. Sonuç olarak, söylediği gibi kızla bir bağı olmadığı, arkadaşlar arasında gönül eğlendirici bir konu olarak düşündüğü görüşü benimsendi. Bir de oyun planlandı; “Hasan, Homongolos kitabını kitaplıktan alacak. Mustafa kitabı gerçekten ararsa bulamayacak. Bir kaç gün sonra Hasan kitabı Fevzi Üner’le Mustafa Saatçı’ya verecek. Verirken de kitabı SS’nin verdiğini söyleyecek. Plana hep güldük ama hemen olmazlığını da söylemek zorunda kaldık. Çünkü bu düpedüz, SS için, onun adına bir yalancılık oluyor aynı zaman da kız için de onur kırıcı bir aldatmaca oluyor. Olaydan haberi yok, oysa onun adına kitap veriliyor. Kız duyarsa şikayetçi olur, bu oyunu kuranlar da suçlu durumuna düşerler. Plandan vazgeçildi.

-Nöbetçi öğrenci, beni Müzik Öğretmeninin çağırdığını söyledi. Asım Öğretmen Pesent Öğretmenle yemek yiyordu. Yemekten sonra odasına gelmemi söyledi. Sevindim, Kırklareli’den haber gelecek, Selahattin Yücesoy Öğretmen cumartesi günleri geleceğini söylemişti. Uzaktan uzağa Asım Öğretmeni gözleyip odasıne gittiğini görünce kapısını tıklattım. Önce, “Haaa, geldin mi?”diye sordu, saatine baktı, benim saati gösterdi, “Saatine bak, tam on dakika sonra gel!”dedi. Sonra da; “Gel emi beni bekletme!”dedi. Dersliğe gidip dakikaları saydım. Öğretmenin kapısına vurmaya hazırlanırken kapı açıldı. Öğretmen değişik giysiler içinde çıktı. Bana anahtarları uzatarak; “Eğitimbaşı haberli, ben iki gün yokum, yarın bayrağı indirteceksin. Burada da fazla ses çıkarmadan akordiyon çalabileceksin, kimseyi içeri almazsın!”deyip gitti. Koridor penceresinden gözetledim, beş dakika sonra Asım Öğretmen bir otobüse atlayıp İstanbul tarafına gitti. Öğretmen gidince açıp odasına girdim. Benim akordiyon kapalı okulun akordiyonu Verdi açık yatağın üzerinde öyle duruyor. Açık notalar var. Birinde Tuna adını görünce Tuna Dalgaları olduğunu sandığımdan çalmaya kaltıştım. Hiç ilgisi yok gibi geldi. Dikkatle başlığa baktım Tuna Galgaları değil Mavi Tuna yazıyormuş. Kendi akordiyonumu açtım, olabildiğince az basarak uzun bir süre çalıştım. Boynumuın uyuştuğunu duyumsayınca yavaşça çıkıp kapıyı kilitledim. Yeni dersliğimize dönerken Gül’le karşılaştım. Gül gülerek:

-Öğretmeni mi dinledin? diye sordu, sözü anlayamadım. Zaten o yanıt beklemeden:

-Az önce biz de Sıdıka ile bir süre dinledik! dedi. Olayı anladım; bu kez sordum: “Nasıl, güzel çalıyor mu!”Gül gözlerini açarak:

-Güzel ne demek? Adam o kadar inatla tekrar ediyor ki çalamaması söz konusu olamaz!”edi. Çok sevindim ama açıklamadım. “Ben de öyle çalışmaya çalışıyorum. Ancak o farklı, o öğretmen olmuş!”dedim. Ayrılırken uçar gibi hafifledim; “Demek çalışmalarım ilerliyor, duyanları etkiliyor!”Derslikte oturan arkadaşlar yeni dersliğimizin tuvalet üstünde olmasını eleştiriyorlardı. Oysa tuvaletle görüntü olarak hiçbir bağlantısı yok. Merdivenler yümüyle ayırmış durumda. Ben sevinerek girince bu kez benim memnun olduğumu öne sürerek eleştirmeye kalktılar. Amacım biraz dinlenmekti, inadım tuttu, hiç düşünmezken bu kez yeni dersliği övmeye başladım. Bir süre tartıştıktan sonra, diretmemin içten olmadığını, salt konuşmak için konuştuğumu, Selçuk Öğretmenin anlattıklarını, Geçmişte Fikret Madaralı Öğretmenin okuduğu Bir Öğretmenin Hatıraları anımsayıp başımıza gelenleri sabırla karşılayıp başarı belgesi almayı düşündüğümü söyleyerek kalktım. Rüzgar esiyor; ancak bu rüzgarın toprağı çabuk kuruttuğunu da öğrenmiş bulunduğumuzdan fazla yakınmıyoruz. Kendimi yoklayıp sağı solu gözettikten sonra gene küçük odaya daldım. Odaya girerken kimsenin görmesini istemiyorum, Girmeye kalkarlarsa önlemem zor olur. Bu kez piyanoyu çok yavaş olarak tıngırdattım. Sol elimi hiç kullanamadığım için tatsız geldi. Bu kez büyük akordiyonu aldım. Bildiğim tüm parçaları tekrarladım. Oyun havalarını, okul şarkılarını, notası bulunan tüm parçaları tekrarladım. Kapı vuruldu. Duymazdan geldim ama çalmayı durdurdum. Gene vurulunca açtım. Kapıyı vuran Melahat Erkan. Ne var demeye kalmadan sol köşeden Gül, “Yakaladık, bu kez saklanamadın!”dedi. Meğer onlar öteki, numarayı da yutmamışlar. Çünkü Pesent Öğretmen Asım Öğretmenin İstanbul’a gittiğini biliyormuş, kızlara söylemişmiş. Kapıyı kapatıp çıktım. Bizim derslik tıka basa dolmuş. Öteki sınıflardan gelmişler. Hemşeriler, meraklılar! Konum olarak yeni dersliğimizin, özellikle iç bahçe tarafında bakılınca ilginç bir görüntüsü oluyor. Yemekhane taraflarından bakılınca özellikle hava kararınca içerdeki insanlar daha canlı görünüyor. Burası Öğretmen Odasıyken öğrenciler öğretmenlerden çekindiği için bakamıyodu. Şimdi, öyle bir durum kalmadı. Biraz da bu nedenle sanki yeni açılmış gibi meraklıların uğrak yeri oldu. Akşam yemeğine bunları konuşarak gittik. 9. sınıflar bu konuda dertlendiler. Onların 4 şubesi var. Son sınıfa geçince burada handi şube oturacak? sırayla oturmaları önerildi:

-2’şer ay oturursunuz!” 8. sınıf olan Recep Türköz kolay bir çözüm yolu önerdi: “Üzülmeyin Abiler, bizim sınıfın sayısı tam buraya göre. Biz buraya geçeriz, sizi de zaman zaman davet eder burada görüşürüz!”Recep Türköz’ün “Abiler” sözü bizim sınıfta zaman zaman dillendiriliyordu. Bu kez tam yerinde, sahibinden bir daha duyulmuş oldu; “Üzülmeyin Abiler, bir çaresi bulunur!”

Ekmekler yakında düzelecek, diye gazeteler yazmıştı. Düzeldiği falan yok. Özerllikle akşan verilenler kurumuş olduğundan ufalanıyor. Gene konu oldu. Hasan Üner hemen yapıştırdı, “Üzülmeyin Abiler yakında düzelecek!”Cumhurbaşkanı İsmet İnönü gelip gittiğinde hemen fırın yapılıp ekmeğin burada yapılacağı söyleniyordu. Bu anımsatılınca bu kez ben, “Cumhurbaşkanı beni karşısına çağırıp soru sordu. İki metre yakınına gittim. Konuşma bittiğinde de geri çekildim ama çok uzaklaşmadım. Burada ekmek yapılacak diye bir söz konuşulmadı. Yalnız Askerlerin olanaklarından yararlanma düşünülemez mi?”diye oradaki bulunanlardan biri bir söz söyledi. Ona da olanak bulunmadığı anlatılınca bu kez, okul kendi ürününü çıkarınca bunların yapılacağı söylenerek konu geçiştirildi. ” dedim. Bu yıl oldukça bol ürün alındı. Bu kez de Yusuf sözü tamamladı; “Üzülmeyin Abiler yakında o da olacak!”

Dersliğe önünce yer paylaşımı sorun oldu. Nerede olursa olsun oturacağımı söyleyerek kenara çekildim. Uzun tartışmalardan sonra geçici bir uzlaşmaya varıldı. Bu kez de sıra arkadaşları anlaşmazlığı ortaya çıktı. Ben ona da karışmadım. Yazı tura atımı sonucu Abdullah Erçetin tek sıraya düştü. 15 sıraya 29 kişi. Abdullah Erçetin istediği zamanlar gelme hakkını kullanarak tek kişilik yerini bana verdi. Böylece benim tek kişi oturmamı önleme oyunu bozuldu. Bu numaraya baş vuranlar sonunda fena bozuldular. Abdullah Erçetin’e bir süre yan baktılar. Bunların içinde hemşerim Kadir Pekgöz’le Mehmet Başaran’ın bulunmasına biraz şaşar gibi oldum ama, aldırmadım. Mehmet Başaran’ın olabileceğini bekliyordum. Ancak Kadir’e biraz şaştım. İşin ilginci bana gelip: “Abi, üzerine alınma, sorun sen değilsin!”diyebiliyor. Oysa olay açık açık şöyle başladı:

-Tek sırada kim oturacak? Ben arkadaşlara, “ Ben tek sırada oturmak istiyorum!”demedim. Herkes eş tuttu, ben eş tutmaya gerek görmedim. Arkadaşların beni eş seçmesini bekledim. Kimse tutmayınca doğal olarak ben tek kaldım. Benim tek kaldığımı gören birileri salt olay çıkarmak için, “Tek sırada oturmanın rahatlığını öne sürüp değişiklik istediler. Ben buna da karışmadım. Gülerek; “Bu sınıfta olduğuma göre bana bir oturacak yer kalacaktır!”deyip bekledim. Bir yığın tartışmadan sonra bir arkadaşımız kendisine şans olarak çıkan tek sırayı bu kez bana verdi. Abdullah Erçetin’e niçin verdin diye çıkışanın ben feleğini şaşırtırım. Benimle bir sorunu varsa bunu benimle çözümlemelidir. Kalleşliğe kalkışırsa kalleşlere yapılması gereken ne varsa onada tarafımdan yapılacaktır. Bunun başka türlü bir açıklaması olamaz. Abdullah Erçetin arkadaşımız benim bugün gönlümü alacak bir yakınlık gösterdi. Ben bunu hiç unutmayacağım. Bundan böyle ona olacak haksız bir sataşmada beni karşısında bulacak. Bunun ne demek olduğunu herkesin iyi düşüneceğini umuyorum. Ne demişler:

-Bana dokunmayan yılan binyaşasın! Dokunmaya yeltenen yılanın başını n’aparlar orasını da birileri düşünsün!

Yeni dersliğimizin ilk gecesini tatsız konuşmalarla geçirdik. Bir ara sessizlik oldu. Sami Akıncı:

-Türkçe Öğretmenimiz, geçmiş yıllarda temsil için ele aldığımız piyeslerin adlarını sormuştu, onları konuşalım mı? diye sordu. Halil Basutçu, “Onlar, İbrahim'de yazılı, arkadaş söyler!”dedi. Bana bakanlar oldu. Ben de; “ Birinin yarısına yakınını sizler ezberlediniz, onu anımsayın, ötekileri ben söylerim!”dedim. Aka Gündüz’ün yazdığı Mavi Yıldırım’ı bir türlü anımsayamadılar. Bekir Temuçin bir iki eksiklikten sonra söyledi. Mavi Yıldırım. Ötekileri kimse anımsamadı. Namık Kemal’den: Vatan yahut Silistre-Faruk Nafiz Çamlıbel’den Akın, Yaşar Nabi Nayır’dan: Mete -Behçet Kemal Çağlar’dan: Attila-Aka Gündüz: Mavi Yıldırım. Kitaplar söylendi ama baştan sona okuduğumuz Mavi Yıldırım bile tam toparlanamadı. Ötekilerini kim nasıl tanıtacak. 4 gönüllü arkadaş istendi. Temsilde görev almak isteyenler soruldu. Hemen hermen herkes görev almak istiyor ama, kitapları aramayı kimse üslenmedi. Gene de Hasan Üner, Bekir Temuçin, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman görev aldılar. Kitapların kitaplıkta olduğunu Hasanoğlan’a gitmeden önce biliyordum. Çünkü Hidayet Gülen Öğretmen sağlamışı. Ancak dönünce bu konu üzerinde durmadığımız için şimdiki durumu bilmiyorum. Belki de kitapları Hidayet Öğretmen kendisi için almış, birlikte götürmüştür. Görev alan arkadaşlar araştıracaklar. Hep birlikte, “ Haydi hayırlısı!”dedik iyi dileklerde bulunduk. Yarım saat önce sıra kavgası yapanlar şimdi ortak piyes yapmak için karar veriyorlar: . “Neden olmasın Abiler?”

Yat zili çalınca arkadaşlar bir süre öteki sınıfların okulu boşaltışını izlediler. Eski dersliğimizde böyle burun buruna bir durum yoktu. Bundan böyle büyük binadan çıkanları beklemek gereği doğdu. İyi mi kötü mü? Bunları düşünerek yattım. Oysa düşünecek daha güzel konum vardı. Özellikle Asım Öğretmenin anahtar bırakması, benim için büyük bir onur oldu. O bana bazı benzer çalışmalardan söz etmişti. Öyleyse sözünde duracak. O zaman benim kendimi toparlayıp daha çalışmaya istekli davranmam gerekecek. “Gel çalış!” demesini beklemeden zaman zaman çalışmak istediğimi belirtmem gerekecek. Ama bunu nasıl yapacağım? Esneyene dek bunları tekrarladım durdum. Odada çalışırken dışardan ses duyulmasını düşünmek istemedim. “Yöneticiler, hepsi olmasa bile biri hoşgörmezse bu şansım elden gider!” dememe karşın, böyle bir engelin çıkmayacağını düşünerek, daha doğrusu dileyerek uyudum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ