Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

26 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Gerçek Saklanmaz Savı Üstüne Kurulu Tezler-Antitezler

 

19 Ekim 1945 Cuma

 

Akşamki şamatalar sürüyor. “Kendi gerçeğimizi iyi bilmeliyiz!” En sakin arkadaşlarımızdan biri, Süleyman Koyuncu, bunu söyleyebilir. Bunu hepimiz söyleyebilsek, başkalarıyla çatışmamıza gerek kalmayacak. İki yıldır Üniversite Talim Taburu’nda kamp yaptık. Onlar bizim yanımıza değil biz onların yanına gittik. Kamp Komutanı daha ilk gün kampın yaşından söz etti. Demek orada bizden önce insanlar olmuş. Öyleyse o olanlara saygı duymamız gerekir. Liselere öğretmen olanlar Köy Enstitüleri’ne neden atanmasın? Bunları düşündüm ama söze karışmadım. Neredeyse bir haftadır, bizim yemek masasından yoksunum, neler konuşuyorlar acaba? Şunun şurasında iki gün kaldı, ondan sonra dinlerim doya doya.

Öğrencilerde bir sevinç, yeni giysi için ölçü alınacakmış. Kendimi düşündüm, önemli bir olay, Edirne’den terziler gelecek, bizim ölçülerimizi alacak. Çok önemsemiştik. Gerçekten iki kişi gelmiş, bizlerle konuşarak bir yerlerimizi ölçmüşlerdi. Üstümde köy yapımı şayak ceket vardı. Terzi bana:

-Sen bu ceketi sakla, bizim vereceğimiz Edirne’nin kışlarına vız gelir, o zaman bunu giyersin! Adamın söylediği bana küfür gibi gelmişti. Öğrenci olarak okulda şayak giyilir mi? Şimdi çok değişik, çocukların beklediği o benim beğenmediğim şayağın açık rengi; kışlık asker giysilikleri. O zaman bize verilen kasketler sorun olmuştu, kasketlerimizde, Öğretmen Okulu rengi olan türden şerit istiyorduk. Oysa şimdi kasket falan sözü edilmiyor. Bu değişiklik iyi mi? Bu değişiklik, sabahki tartışmanın bir parçası, zamanla insanlar, içinde bulundukları toplumsal yaptırımlara uyarlar.

Edirne’den falan gelen olmadı, Biçki-Dikiş atölyesinde çalışan Usta öğretici bayanla, iki öğrenci geldi (Nafize Tunca-Hatun Efe) çocukların bir yerlerini ölçüp gitti. Bir hafta içinde giysiler verilecekmiş. Öğrenciler sevindiler. Gene de bir buruk tarafları varmış:

-Bir de dersliğimiz olsa! Dersliklerinin olacağını da ben söyledim. 40 kişilik bir sınıfın dersliği olmaz mı? Yakında size bir derslik gösterilecektir. Çocuklar, olmuş gibi sevindiler. Bunu neye güvenerek söylemişim? Kendi mantığıma göre; öğrenci alınmış, oturacakları yer yok! Bunu insan mantığı kabul etmez! Gene de çocukların neşesi kaygılarımı sildi süpürdü, ayrıldık.

Salona ilk gidenlerden oldum, Küçük Odadaki piyanoya oturdum. Oturur oturmaz da içimden bir tepki geldi:

-Salondaki piyanoyu aç, onda çal! Öyle yaptım, kimse ilgilenmedi belki ama dediğimi yapmıştım. Hem de sabah sabah bir Bach havası estirdim, Wachet auf, melodi…Onu dinlememek kimsenin elinde olamaz, herkes sustu. Bölüm Başkanı gülerek geldi:

-İbrahim, sabah sabah sinirlerimizi rahatlattın, eline sağlık! Öğrenci belgelerimiz gelmiş, onlar dağıtıldı. Kemancıların çalgılarını sordu, Gülümseyerek:

-Dersler başlayınca yayım şöyle, okum böyle! diye sızlanmayın! dedi sonra da sordu:

-Bu ok da nereden çıktı, yay sözü beni gerilere götürdü, hani oklu, yaylı hikâyeler vardır ya! Muttalip Çardak:

-Orkun Dergisi okuyorsunuz, onun etkisinde kalmışsınızdır! Bölüm Başkanı toparlanarak:

-Etme, Muttalip, ok demek için Orkun Dergisi mi okumak gerekir, başka yerde yok mu ok? söze ben de karıştım:

-Yahya Kemal’in şiirlerinde ok vardır. Bir şiirinin adı bile Ok’tur. Bölüm Başkanı bundan sonra kısa bir konuşma yaptı. Orkun Dergisini anmadı ama bazı dergilerin gerçekte çok yan tuttuğunu anlattı. Dergi, gazete okumamızı önerdi ancak hayranlıkla bağlanmamamızı özellikle vurguladı. Bu kez adını vererek Orkun Dergisi’nin bu amaçla çıktığını,

       

        Nihal Atsız

 

okumamızı ancak bağlanmamamızı önerdi. Talip Apaydın Varlık Dergisini söyledi. Bölüm Başkanı Varlık Dergisi’ni on beş yıldır okuduğunu, özellikle müzik konusunda çok kesin bir görüşü olduğunu, o nedenle ara ara okuduğunu ancak öteki konuları üzerinde durmadığını, söz gelimi Varlık Dergisinin de yeni şiir üzerinde iddialı olduğunu, bir öğretmen olarak o tür yan tutmalara girmek istemediğini, bizlerin de dergilere, gazetelere hatta okuduğumuz kitaplara, yazarlarına böyle bakmamızı salık verdi: “Örneğin bir derginin, yazarın tüm dediklerini benimserseniz, kişiliğiniz için zararlı olur. Böyle durumlara eskiden müptela denirdi, Kara Sevda gibi bir şey, bundan sakının!”

Bir takılma nedeniyle çoktandır beklediğim bir konu ortaya geldi. Geçen yıl gazeteler yazdı, okuduk. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız mahkemeleri kuruldu. Nedense üstünde fazla durulmadı, ya da benim yakınımdakiler öyle davrandı. Bugünse konu kendiliğinden ortaya gelmişti. Ancak beklediğim olmadı; Bölüm Başkanı enstrümanlara getirip, onların önemle korunmalarından söz etti:

- Kuru bir tahta gibi duran kemanların en küçük hava değişmesinde seslerinin bozulduğunu unutmamalı, özellikle rutubetli yerlerde tutulmamalıdır! dedi. Eski keman yeni keman sözü edildi. Bölüm Başkanı bu kez de:

- Kemanın eskisine yenisine değil ses düzenine bakılır. 1700’lü yıllarda yapılmış kemanlar vardır, onlar günümüzde milyonlara satılır.

Bu arada:

- Ünlü kemancı Menuhin’in kemanı bir milyon sterlindir. Bizim paramızla 2 milyona da alamazsın! deyince hep şaşırdık. Arkasından sorular geldi:

-Teknik çok ilerledi, her şeyin daha güzeli yapılırken o kemanlardan üstünü yapılamıyor mu?

Bölüm Başkanı bu kez geçmiş yıllarda söylediklerini anımsattı:

-Kemanlar, makine ile yapılmıyor, insan elinden çıkan bir nesne. Dünyada sayıları belli kemanları yapan ustalar var. O kemanların adı yapan ustaların adıyla anılıyor. Başkaları da yüz yıllardır keman yapıyor; ancak onların yaptıkları, ötekiler düzeyinde ses vermiyor. Ben, yüzyıllar önce yapılmışların içinden birkaçını söyledim; öylesi güzellikte ses çıkarıyorlar ki tarifi olanaksız. İdeal, üstüne bir başkasını yapmak olanaksız, dedirtecek boyda! Olanaklı, güzellikten anlayan insanlar bunlara sahip olmuş. Öteki insanlar durmuş mu? Durur mu, onlar da şanslarını denemiş, denemekte de direniyorlar. Binlerce orkestrayı donatan kemanlar hep yenilenerek devam ediyor. Söylemeye gerek yok, insanlar çoğaldıkça sanatçılar da çoğalıyor, sözü edilen kemanlar çok değil sayılı beş on, bilemedin yirmi insanın elinde. İşte bunlar, varsıl, değerbilir insanlarca korunuyor, onlar aracılığıyla takdir bilen sanatçıların eline geçiyor. Bu, müzik dünyasında bir alış-veriş matahı olmuş!

 Bölüm Başkan, bu arada ünlü keman markaları tekrarladı:

-Amati, Guarneri, Stradivari.

Girolamo Amati (1551-1630)

Giuseppe Antonio Guarneri, 1700’lü yıllar

Antonio Stradivari 1700’lü yıllar.

Bölüm Başkanı, sık sık takıldığı gibi gene:

-Siz şimdi, “Bizde bu tür ustalar yok mu?” diyeceksiniz. Yok ama bu, hiç olamaz anlamında söylenemez. Bizim yurdumuzda kömür de yok deniliyordu ama varmış! Sonradan birçok yokun var olduğunu nasıl var ettikse bunu da edeceğiz.

 

 Girolamo Amati 16-17. y. yıllar

Keman ustaları 1700’lü yıllar yazılmışsa da, bir önce ya da sonraki yüz yıllara sarkanları vardır. Gerçekte bu adlar birer aile adı olarak anılır.

 

 Giuseppe Antonio Guarneri, 1700’lü yıllar

 

 Antonio Stradivari 1700’lü yıllar.

 

17. yüzyıl başlangıcı sayılan 1685 sonrası Müzik Tarihi’nde bir dönüm noktasıdır. Büyük besteci olarak tanıdığımız Johann Sebastian Bach, George Frideric Haendell, Georg Philipp Telemann 1685 yılında doğmuştur. Antonio Vivaldi’nin de birkaç yıl önce doğduğunu biliyoruz. Bunlar kadar ünlü olmasa da başka bestecilerin de bu tarihlerde doğanları vardır. Bestecilerin yanında bu dönemde müzik enstrümanlarında da büyük bir gelişme görülür. Kilise orgları büyümüş, klavsen yavaş yavaş yerini piyanoya bırakmaya başlamıştır. Orkestraların değişmez enstrümanı keman ise değişmek şöyle dursun, belki de tarihinin en zirvesine (doruğuna) çıkarılmıştır. Yukarıda adı anılan ustaların ardı ardına yaptıkları kemanlar, dudakları uçuklatacak ölçüde geliştirilmiş, yapanlar ustalıklarını kanıtladıkça öteki ustalar için bir umut ve de iş alanı açılmıştır. Keman ustaları arasından bu denli başarıların çıkması, öteki keman ustalarını özendirmiş böylece keman, orkestra çalgıları arasında saygın bir (gözde) nitelik kazanmıştır.

Öğretmen az duraksadıktan sonra, sanırım az önce eleştirdiği geçmişin ihmallerini hafifletmek için konuya dönerek:

-Bakın biz keman konusunda bir noktaya hiç değinmedik. Biliyorsunuz keman bir ağaç ürünüdür. Ağaçların çok farkı özellikleri vardır, söz gelimi bir söğüt ağacından yapılan keman meşe ağacındaki kadar dayanıklı olmaz. Kemanların ayrıca hemen hemen her parçası başka başka ağaçtandır. Bunları konuşuyoruz ama işin bir başka püf noktası vardır. Yukarıda adını andığımız ustalar, yaptıklarını rakiplerinden hep saklamışlardır.

Bölüm Başkanı bir de uyarıda bulundu:

-Bizim konserlerimiz kasım ayında başlayacak. Biliyorsunuz, konser öncesi bizim dersimiz oluyor. Program açıklamaları bizim açımızdan bir derstir. O dersler kasım ayında başlamaktadır, baştan beri böyledir. Çünkü öğretmenle anlaşmamız böyledir. Gitmek isteyenler gene gidebilir; kapıda pasonuzu göstermeniz yeterlidir. Ancak koşulumuzu unutmayalım, bizim yerlerimiz balkondadır. Bu salt bizim değil, Konservatuvar ya da Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü için de geçerlidir. Salon davetlilerle biletliler için ayrılmıştır.

Yemeğe, ucu ucuna yetiştim, gün günden öğrenciler bencilliklerini gösterir oldular. Masalarda yer beğenmek, kaşık-çatal değiştirmek gibi yeni yeni tavırlar sergilemeye başladılar. Eğitimbaşı Şeref Tarlan kapıdan baktı. Fazla bir ilişkim yok ama Şeref Tarlan güven verici bir kişiliğe sahip, selâm verişi bile bir başka. Bana:

-Burasın, ben öbür taraflara bir göz atayım! dedi. Ben bundan kendime pay çıkardım:

-Sana güvenim var, ancak öbür taraflara o kadar güvenmiyorum! Doğru ya da yanlış, beni rahatlatan bir tavır. Ben demeden Nebahat açıkladı:

-Bütün yöneticiler Şeref Tarlan gibi olsa! Oysa Nebahat kimseden söz etmez, özellikle yöneticiler için kesinlikle konuşmaz. Demek ki kimi olayların üstünü örtüp içine atıyor. İlkokul Öğretmeni oluşundan mı acaba diye düşündüm, değil, yaratılışı gereği. Cumartesi gününü sordum. Cumartesi günü, bir arkadaşı gelebilirmiş ama pazar günü yer değiştirilecekmiş, bulunmamı istedi.

Yemekten sonra üst kata çıkıp uzun süre piyano çalıştım. Aksulu kız bir arkadaşıyla geldi, Mahide, Mahide Kiremitçi, Kızılçullu çıkışlıymış. Bir yıldır uzaktan uzaktan görüyordum ama konuşmamıştım. Gözleri ilgimi çekti, mavi göz ama bildiğim mavilerden değil, gri bile denilebilir. Ne var ki, bedeni çok zayıf. Müziği çok seviyormuş. İzmirli olduğunu söyledi. İzmirli arkadaşlarımız Ekrem Bilgin ile Nihat Şengül’den söz ettim. İbrahim Şen’i unutmuştum Mahide anımsattı:

-Yeni soyadı, deyip düzeltti, “İbrahim Kavasoğlu!” Biz konuşurken Bella geldi, Ankara’ya gidip gitmeyeceğimi sordu. O gelince benim dinleyiciler ayrıldı. Besbelli Bella’ya öğretmen gözüyle bakıyorlar. Bir süre de Bella ile çalıştık. Onun istediği müzikleri akordiyonla çalmak istedim, dinleyecek. Başarılı olursam sevineceğim. Piyanoyla çalmakta zorlanıyorum, çünkü tekrarlamak zor. Zaten ben piyanoya tam olarak ısınamadım. Üstelik akordiyonla, karşımdakileri daha rahat gözleyip tavır alabiliyorum. Aynı sözleri bu kez Bella söyledi, o da akordiyona alışık değilmiş.

Kendi salonumuza indim, iki arkadaş vardı, izin isteyip kuyrukluyu açtım. Arkadaşlar ayrılmak üzereymiş, gittiler yalnız yalnız dilediğim gibi çalıştım. Czerny, bana göre toz oldu. Nedense sol elim ikide bir sağ yüzük parmağımı yokluyor. İki yüzük parmağım da tembel ama sol el, akorlu bölümde olduğundan fazla sırıtan tını vermiyor. Parçalarda tüm titizlikler sağ elde. O nedenle ilk göze batan; pardon kulağa çarpan o oluyor.

Bu akşamki okuma saatinde şiir okuyacağımızı söylemiştim. Okuma kitapları dışından şiir seçmeyi düşümdüm. Hangi şairlerden olabilir? Son zamanlarda okuduğum şairlerden beğendiklerim var ama onların hiç birisi uygun değil. Öğrencilerin şiir anlayışı çok başka, kolayına kaçma durumu var, onların beğenmesi önemli. Şiir yazdığını söyleyenler de var. Kendi başımdan geçen şiir olayını unutmuyorum. Hem de onlar gibi okula girişte değil son sınıftayken karşılaştığım anlayışsızlığı unutamıyorum. Türkçe öğretmenimiz ara ara şiirler okuyordu. Bir önceki öğretmenimiz de şiir okuyordu. Nedense ikisi arasında karşılaştırma yapar sonra gelen öğretmeni daha üstün tutardım. Belki de bu seçim, onun bayan oluşundan, sesinin rengindendi. Ona öykünerek şiire eğilimim oldu. Şiir kitapları almıştım, onları okudukça şiir yazmaya da kalkışmıştım. Öğretmen, tüm arkadaşları şiire özendiriyordu. Ona aldanarak ben de bir iki deneme yapmıştım. Bunlardan birini derste de okumuştum. Oldukça uzundu, öğretmen yazıp kendisine vermemi söyleyince sevinip yazmıştım. Uzun süre bir sonuç bekledim, ses çıkmayınca bir gün utanarak sordum. Öğretmen hayretler içinde kalmışça:

-Öyle mi, şiirini alıp vermedim mi? gibi sorular sorduktan sonra arayacağını söyledi. Daha sonra da bulamadığını, sahiden verip vermediğimi benden sordu. Utanmıştım, öğretmen yalan söyler mi? Yıl sonuna doğru sınıfça bir köy gezisi yapmıştık. Gezide bizim köy yoktu ama yakınına dek gitmiştik. Gölün yakınından geçerken öğretmen arkadaşlara gölü göstererek:

-Bakın bakın, İbrahim’e ilham veren göl, değil mi İbrahim? deyip bana bakmıştı. Arkadaşların olaydan haberleri yoktu, çoğu gerçekten şiiri okumamı istediler. Kendi aramızda şiir okuyan ben olduğum için arkadaşlar uzun süre direndiler.

Sonunda kendimi savundum.

-Yazmıştım ama ezberlemeden kaybettim. Kaybetmemi de uğursuzluk saydığımdan bir daha o konuya dönmedim. İsterseniz size şiir yerine Yalancı şarkısını söyleyebilirim.

Bunu der demez yeğenim İsmet olayı azıcık biliyordu, olanca sesiyle Yalancı çocuk şarkısına başladı. Gittiğimiz köye yaklaşmıştık olay öylece kapandı. Öğretmen eşiyle birlikte başka yere atanmıştı. Böylece konu kapandı gibi ancak bende karşılıksız bir soru olarak kaldı Neden? Gerçekten kapanmamış ki, şiirleri karıştırırken onu da anımsadım. Gene sordum: Neden?

Şiir sevdiğim gibi bunla yetinmez ayrıca şairlerin yaşamlarını da okurdum. Şiir ezberlemek ise bana oyun gibi gelirdi. En zor ezberlediğim şiir Yahya Kemal Beyatlı’nın Mahurdan Gazel’i idi. Bunun nedeni vardı, şiirde geçen sözler hep eski sözlerdi. Gene de ezberlemiştim, sık sık okuyarak, Gazeli belleğime yerleştirdim. Onu şimdi çocuklara okusam, susarlar belki ama, hiçbir şey anlamadıkları gibi, şiir hevesleri de kaçabilir. Geçen gün okuduğum Kemalettin Kamu’nun şiirlerini dikkatli dinlemişlerdi. O tür şiirleri seçip okumayı tasarladım. Şair olarak; Yahya Kemal Beyatlı, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Behçet Kemal Çağlar. Yazık ki seçtiğim bu şairlerden örneğin Yahya Kemal Beyatlı ile Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan şimdiki durumda yeni öğrencilere okuyacak türden bir şiir bulamadım. Yusuf Ziya Ortaç’ın Evim şiirini biliyorum ama onu da ev özlemini arttırır düşüncesiyle seçmedim. Faruk Nafiz Çamlıbel’le Orhan Seyfi Orhon’un çok bilinen şiirlerini özellikle seçtim. Behçet Kemal Çağlar’ın şiirleri de oldukça uzun. Onları, nasıl olsa radyoda kendi sesinden dinlerler! deyip geçtim. Aka Gündüz, Vasfi Mahir Kocatürk ile Hasan Ali Yücel’den seçtim.

 

Aka Gündüz:

Kuvvetlidir Türk’ün kolu.
Doğruluktur her bir yolu,
Baştan başa Türkle dolu,
Anadolu, Anadolu.
Türk çocuğu küçük yaştan,
Ekmeğini söker taştan,
Kurtulmuştur yeni baştan
Anadolu, Anadolu.
Çalışmanın vardır tadı,
Tembelliğe alışmadı,
Türk cennetinin bir adı,
Anadolu Anadolu.
 Aka Gündüz.

 

Faruk Nafiz Çamlıbel’den:

 

Memleket Türküsü.
El gibi dolaşma Anadolu’nda,
Arkadaş yurdunu içinden tanı.
Dinle bir yosmayı pınar yolunda;
Dinle bir yaylada, garip çobanı.
Bir ıssız ev gibi gezdiğin bu yurt,
Yıllarca döktürür sana gözyaşı,
Yavrunun derdiyle ah eder Bayburt,
Tuna’nın özlemi yakar Maraş’ı.
Bir çölü andırır bil ki dört yanın,
Bağrını delmezse yanık türküler,
Varlığı bir korla tutuşmayanın,
Kirpiği yaşarsa, gözleri güler.
 Faruk Nafiz Çamlıbel

 

Orhan Seyfi Orhon’dan:

Anadolu Toprağı
Senelerce sana hasret taşıyan,
Bir gönülle kollarına atılsam,
Ben de bir gün kucağında yaşayan
Bahtiyarlar arasına katılsam!
En bakımız en kuytu bir bucağın,
Bence “İrem, , bağı gibi güzeldir.
Bir yıkılmış evin, harap bucağın,
Şu heybetli saraylara bedeldir.
Kadir mevlâm eğer senden uzakta
Bana takdir eylemişse ölümü,
Rahat etmem bu yabancı toprakta
Cennette de avutamam gönlüm.
Anladım ki sevda, gençlik, şeref, şan
Asıl neymiş şu yalancı dünyada,
Hasretinle yad ellerde dolaşan,
Hızr’ ı bulsa gene ermez murada.
Yalnız senin tatlı esen havanda,
Kendi millî gururumu sezerim,
Yalnız senin dağında ya ovanda
Başım gökte, alnım açık gezerim.
Hürüm derim, eskisinden daha hür!
Zincirlerle bağlansa da ayağım
Şimdikinden daha ferah görünür
Zindanında olsa bile durağım.
 Bir gün olup kucağına ulaşsam
Gözlerimden göksen sevinç şaşımı,
Bayrağımın gölgesinde dolaşsam
Öpsem öpsem toprağını, taşını.
 Orhan Seyfi Orhon

 

Hasan Ali Yücel’den:

Bayrağım
Atalarım gökten yere,
İndirmişler ay-yıldızı,
Bir buluta sermişler ki
Rengi şafaktan kırmızı.
Onun ateş kırmızısı,
Ne gelincik ne de gülden,
Türk oğlunun öz kanıdır
Ona bu al rengi veren.
 Ay yıldızı gök yüzünün,
Ayla yıldızından yüksek
Türk’ün alın yazısıdır,
Türk’tür onu yükseltecek.
Vazifemdir bayrağımı,
Üstün tutmak her bayraktan,
Can veririm , kan dökerim,
Vazgeçemem ben bu haktan!
 Hasan Ali Yücel

 

Şiirleri oldukça dengeli seçmişim, sözüm bitmek üzereyken zil çaldı. Ancak arada konuştuk. Sevip sevmediklerini sordum. İçlerinde şiir yazanlar da varmış, onların şiirlerini de dinleyeceğimize söz verdim. Okul dergisinde çıkan şiirleri salık verdim. Nebahat Öğretmen dergiyi göstermiş, ancak öğrenciler henüz kitaplığa gitmeye başlamamışlar. Yeni giysilerini giyince gideceklermiş. Oldukça neşeli bir okuma saatini de geride bıraktığıma sevinerek ayrıldım. Yarın sabah kahvaltıda bulunacağım, öğlede yokum, akşam ucu ucuna yetişebilim, diyerek ayrıldım. Pazar günü gene beraberiz. Bizim nöbetler için bir hafta demişlerdi, öyleyse pazar akşamı benim nöbet bitecek. Selçuk Öğretmen gelir, o da Faik Öğretmen gibi akşamdan ders yaparsa? deyip titrer gibi oldum. Halil Dere imdadıma koştu, “Nerdesin be birader?” sorgulamasıyla başladı, Ankara’ya o da gidecekmiş. Arkasından da:

-Sen o kızlarla dolaşacaksan ben arkadaş bulayım! deyince ben:

-O kızlar benim kardeşlerim, biri Kepirli, bana güvenle candan “Ağabey!” diyor. Daha buraya gelmeden hâtta seçimi bile tam belirsiz değilken gezide uğradığımızda, benden yardım istedi. Yıldız’ı biliyorsun, anlatmama gerek yok. Bunlardan gocunursan kendine arkadaş bul; buna darılmam. Ancak, o zaman arkadaşlığımızda bir çürük nokta olduğu ortaya çıkar. Beni onlarla yalnız bırakmanı bir umursamazlık sayarım. Birlikte olsak ne olur? Abuk subuk konuşmaları yapamayız. Buna karşın onların rahatına yardımcı olmak da bir insanlık görevi. Kızlarla gezenler hep hovardalar mı?

Halil Dere yumuşadı, ”Haklısın!” dedi, sözü değiştirdim:

-Yıldız bir yıldır benimle gezdi, ona bir şey demedin, Kepirliye göz koyarsan o senin sorunun olur, yardımcı olmam. Halil Dere işi şakaya çevirdi, o hâlâ Gaspar Usta’nın kızını düşünüyormuş. Geçen gün görmüş, tanıyamamış, daha da güzelleşmiş. Ona, Bella aracılığıyla yardımcı olmaya çalışırım. Bu konudaki çok değişik kararlarımız olduğunu bilen Halil Dere kısa kesti:

-Sen Kınalı Saçlı için de aracı olacaktın! İkimiz de güldük:

-Kınalı saçlı, bizim alanımız dışında, başka bir dünyanın insanıydı. İyi ki bir salaklık yapmaya kalkmamışız, sen değil ama ben bir daha konsere gidemezdim! Bir süre gülüştük. Gene de uzun süre bize konu olmuştu. Halil Dere’ye anlatmamıştım, anlattım: 1941 yılında Hasanoğlan’a geldiğimizde bize yeni müzik öğretmeni atanmıştı, benim yaşımda biriydi. Kendisi keman çaldığı için keman öğretiyordu. Akordiyon çaldığım, nota bildiğim için öteki öğrencilerden biraz farklı ilişkimiz olmuştu. Aşık olmak değil belki ama neredeyse onu sahiplenir gibi olmuştum. Akordiyonu bir yana itip salt onun gözüne girmek için tüm gücümle kemana sarılmıştım. Ancak o Konservatuvara devam etmek için ayrıldı. Bir süre sonra biz de gene Kepirtepe’ye döndük. Yüksek Bölüme gelince Konservatuvara gitme olayını duyduğumda bayağı bir ilgi depreşimi oldu. Bir iki kez karşılaştık. Son karşılaşmamızda beni birisiyle tanıştırdı. Onu bir daha da görmedim. O tanıştırdığına sorduğumda o da fazla bilgisi olmadığını, “Galiba evlenmiş!” deyip güldüğünü görünce durumu kayrayabildim. Tanıştırdığının da bir arkadaşı olduğunu görünce “Hanya’yı Konya’yı” öğrendim. İşte ondan sonra biliyorsun, Kınalı Saçlı maceramız başladı.

Erken yattık. Yatınca bir haftalık stajımı gözden geçirdim. Nebahat’ın sınıfına düşmemi şans saydım. Nebahat gene o sınıfla Etimesgut’a gönderilirse! dedim ama üzüldüm. İyi ki orada teyzesi var. Belki de o nedenle o seçiliyor. Kafam karıştı, gözlerimi kapadım…

 

20 Ekim 1945 Cumartesi

 

Erken kalkmaya iyiden iyiye alıştım. Staj sonrası da bu alışkanlığımı sürdüreceğim. Kahvaltıdan önce yarım saat çalışmak, öğleden sonranın iki katı yararlı olur. Bella ile karşılaştım, benden önce o sordu:

-Ankara’ya gidiyor musun? Gidersen ablaya uğra, benim iyi olduğumu söyle. Bu hafta gelemiyorum, yeni öğrencilerin kayıtlarıyla uğraşıyorum.

Kahvaltıya girince biraz başka türlü olmakla birlikte Nebahat da benzer sözleri söyledi:

-Bu hafta gidemiyorum, haftaya belki giderim! Kahvaltıdan sonra Halil Dere ile buluştuk. Çok arkadaş var ama biz kalabalık gruplara karışmak istemiyoruz. Durağa inince Yıldız, Melahat, Nebahat geldiler. Sinemaya gitmek istiyorlarmış. Halil Dere’ye sordum:

-Gideriz değil mi? Melahat oldukça girgin, Halil Dere’ye sorular sordu. Halil Dere biraz kasılır gibi oldu ama Melahat’a Nebahat da katılınca konuşmalar uzadı. Ben verdiğim söz gereği Millî Eğitim Bakanlığına uğradım. Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel kalabalık bir grupla İngiltere’ye gitmiş. Öğretmenimiz Sabahattin Eyuboğlu da o gruptaymış. Dora Abla hemen söyledi, “Sabahattin Emmi de gitti!”. İçimden geçirdim:

-Öyleyse bu hafta derse gelmeyecek.

Bakanlıkta çok kalmadım. Gazeteciler bağırıyor. Hitler’in nasıl öldüğünü yazıyor! Aklım takıldı, geçen haftalar, böyle bir film vardı. Demeye kalmadı, film Yeni Sinema’da oynuyormuş. Hemen girdik. Oldukça karışık olaylar, Hitler’le doğrudan ilgisi yok gibi. Gene de sonuna dek direndik. Neyse, filmde ölüp ölmediği kuşkusu vardı, gazete alıp okuduk, böylece Hitler’le sevgilisi Eva Braun’un gerçekte birlikte kendilerini öldürdüğünü öğrendik. Filmde öğrenemediğimizi gazetelerden öğrendik. Gözüme takıldı, özlemiş gibi Cumhuriyet gazetesi aldım. Bir süre çay bahçesinde oturduk. Nebahat ayakkabı alacakmış, gittiler. Onları beklerken gazetenin ıcığını cıcığını okudum. Köy Enstitüsü yazısı gözüme takıldı. Başlık, Köy Enstitüsü Mezunları…

Cumhuriyet bayramında köy enstitüleri mezunlarından on beşi İstanbul vilâyetine gelecek ve köylerde inşa edilen yeni okullarda vazife alacaklardır. Haber bu kadar. Tarih 20 Ekim 1945. Kendi kendime söylendim:

-Habere bak, kim nereden, nereye verilmiş? Halil Dere sordu:

-Ne söyleniyorsun? Haberi bir defa da ona okudum. Gene sordu:

-Nesi eksik bunun? Devamla:

-Eksik değil bilgisizlik ya da baştan savma! İstanbul’a 15 öğretmen atanmış. Nereden? Köy Enstitüsü’nden. Türkiye’de 18 Köy Enstitüsü var, hangisinden? Halil Dere:

-Onu bilmeyecek ne var, İstanbul’a yakın olandan!

-Dalga geçme, İstanbul il sınırlarına yakın olan iki Köy Enstitüsü var, Arifiye ile Kepirtepe! Söylenen 15 öğretmen ikisinden mi yoksa birinden mi? Halil Dere güldü:

-Bak, bunda haklısın! dedi.

Halil Dere’ye bizim olayı anlattım. Hem güldük hem de üzüldük. Hiç değilse burada mezuniyetten 20 gün sonra haber veriliyor. Bizim dönem için verilen haber 22 Kasım 1943 tarihinde ve de araba, para verilerek tüm köylere gönderilmişti. Halil Dere, Kızılçullu çıkışlı pek taraf tutmuyor ama gene de arkadaşlarının etkisinde kalıyor. Emin Soysal’ın Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un aleyhindeki yazılarının gazetelerde etkili olduğunu, bu nedenle eskiye bakarak Köy Estitülerine karşı övgülerin azaldığını söyledi.

Gazetede bir başka haber, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bugün Londra’ya gidiyor. Londra’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Eğitim Konferansına katılacakmış. Yanındaki üş kişiden ikisi bizim okulda öğretmen, İrfan Şahinbaş ile Sabahattin Eyuboğlu. Buna sevindik. Sabahattin Eyuboğlu öğretmeni çok seviyoruz ama onun bizim dışımızdaki etkinlikleri hakkın fazla bir fikrimiz yok. Ne doçent, ne profesör. Oysa nice profesörün, onun yanında suskun kaldığını çok gördük. Biz konuşurken alışverişçiler ellerinde paketlerle geldiler. Yolda Ahmet Yol’la karşılaşmışlar. Ahmet Yol Arifiye Köy Enstitüsü çıkışlı. Yıldız’la aynı sınıfta okumuşlar, Ahmet oldukça yaşlı. Sormadım ama benim yaşımda olsa gerek. Yaşına uyan tavırlı, ağır başlı bir arkadaş. Yıldız gibi Arifiye çıkışlı Nebahat da ona Ahmet Ağabey diyor. Bir yıldır beraber olduğumuz Ahmet Yol’la fazla bir ilişkimiz olmamakla birlikte sanırım bir anlaşmazlığımız da yoktur. Yıldız aracılığıyla zaman zaman birlikte olduk. Bence kendine özgü anlayışı olan, ilkelerine bağlı bir arkadaş. Birlikte geldiler. Yemeğe gideceğiz, Bayanların ellerinde paketler. Ahmet Yol:

-Yemek yedim, sizi burada beklerim! deyince, biz sevinerek Tavukçu’ya gittik. Yıldız, Melahat’la Nebahat’a ablalık yapıyor, neşeli, bir yemek yedik. Çay bahçesine dönünce paketler gene sorun oldu. Bu kez Gençlik Parkı’na indik. Oturduğumuz yerin yakınından sandallar kalkıp, dolaşıyor. Ahmet Yol, Sapanca Gölünü bildiğinden, daha önce yolunu yordamını öğrenmiş, paralı, 15 dakika dolaşabileceklerini söyledi.

  

 

Özellikle yelkenli, hepimizin ilgisini çekti; neden binmeyelim?Ancak, koşulu varmış, iki kişiden fazla binemiyormuş. İlginç bir durum ortaya çıktı, kimse tınmadı ama kimse cesaretle çift oluşturamamış olacak, bayanlar bakıştılar, belli ki bir seçim zorluğu ile karşılaştılar. Yıldız, sonunda olayı belli etti:

-Bu duruma göre, ancak siz binebilirsiniz! diye Halil Dere ile beni gösterdi. Ben de, Ahmet Yol’un üç kez gezmesini önerdim. Ahmet Yol, başının döndüğünü, küçük teknelerde gezemediğini söyleyince yelkenli işi kapandı.

 

 Resimler:Türkiye Kılavuzu- 1945

Sandallar dört kişilik, Halil Dere ile bakıştık; biz başka zaman da binebiliriz! Sonunda Ahmet, bayanları aldı gitti. On beş dakika dolaştılar; bir sevinç bir sevinç; sanki on saat dolaşmış gibi; gelince gördüklerini anlata anlata bitiremediler. Melahat, ilk kez kayığa bindiğinden, anlatırken, kayıktakinden daha çok heyecanlanıyordu. Kayık, deniz falan derken vakti geçirdik. Oldukça durgun geçen bugünkü Ankara gezimiz sonunda çok önemsenen bir olayla sona erdi:

-Başka zaman da binelim! Kalkmak üzereyken Ankara’da bulunan öteki arkadaşlar da dönmeye başladılar. Sinema sever arkadaş Nihat Şengül bana:

- Seni aradım, bulsaydım seveceğin bir filme götürecektim! dedi. Ben de merak ettim, “Nasıl bir film?” Anlatınca üzüldüm. Sinemadan, filmden söz ederken ben sık sık rol sahiplerinin adlarını anarım. Clark Gable, Spencer Tracy, Gene Kelly, Walter Pidgeon, Errol Flynn, Frank Sinatra filan diye herkesi yerine koymaya çalışırım. Nihat’sa genelde unutkandı. Benim bir de gereksiz ama özel ilgim vardır. Kim kiminle evlidir? Greer Garson kiminle evli? Ava Gardner kimden boşandı, kiminle evlendi? Bunları konuştuğumuz olur. Ben bu bilgileri salt filmlerden değil çıkmakta olan Yıldız Dergisinden izliyorum. Bir konuşmada, Clark Gable’ın kiminle evli oluğunu sormuştum. Çünkü onun bir çok kimse ile adı yazılıyor ama eşi olandan kimse söz etmiyordu. Carole Lombard olduğunu duyunca, bir daha unutmadım. üstelik bayanın adı da ilgimi çekmişti. Carole Lombard. Lombard sözü, bende bambaşka bir varlık adı gibi duygu uyandırıyordu. Oysa o çok güzel biriydi. İşte bu gün Nihat onu görmüş, üstelik söz konusu yıldız, Uzak Doğudaki askerlere moral vermek için giderken uçak kazasında ölmüş, film arasında o gösterilmiş. Carole Lombard. Söz konusu yıldızın filmlerini görmedim ama Yıldız Dergisinde onu hakkında övücü yazılar okudum. Öteki film yıldızlarından çok farklı bir yanı var gibi geliyordu bana, dergideki resimlerini hep güzel buluyordum. Bunları anlatırken Melahat’ın şaşkın şaşkın yüzüme baktığını gördüm, haklıydı; Kepirtepe’de okurken bunlardan habersizdim. Gördüğüm filmler sınırlıydı, Şehvet Kurbanı, Aynaroz Kadısı v. b…

    

        Clark Gable                          Carole Lombard

İstasyona inince oldukça kalabalık bir grup oluştu. Genellikle:

-Sen de mi gelmiştin? sözleri duyuldu. Demek Ankara, sanıldığı kadar küçük değil, başka başka yerlerde dolaşanlar birbirini görmüyor. Konserler başlayınca bizim zamanımız zaten bölünüyor, sabah Konservatuvara gidiyoruz. Oradan çıkınca Ulus’a yürürken zaman harcıyoruz. Yemek falan derken öğle oluveriyor. Bir de film eklenince konser saati geliveriyor. Konserden sonra ise Kızılırmak ya da benzeri bir kıraathanede bir süre pinekleyip istasyonun yolunu tutuyoruz.

Yemek azıcık gecikmiş, daha doğrusu bizim sınıfın yemekleri biraz soğuyarak geliyor. Yemekleri her sınıfın nöbetçileri alıyor. Sınıf sıralamasında bizimkiler sonuncu olduğundan, “Sona kalan, dona kalır!” deyimine uyarak yemekler biraz soğuk geliyor. Ancak çocuklar bunun ayırdında değil. Onlar soğuk yemekten çok, büyük gruptan ayrı olmalarına üzülüyorlar. İçlerinden bazıları öylesine içleniyorlar ki, giysi ölçüsü alınırken soranlar oldu:

-Bizim giysilerimiz de 1A gibi mi olacak? İlk bakışta saçma gibi görülen bu sorunun altında büyük bir güvensizlik sezilmektedir; dışlanmışlık duygusu! Nebahat Öğretmen bu duyguyu, bir ölçüde kendi de taşıdığı için olabildiğince çocukları onurlandırmaya çalışıyor. Benim gelişime biraz da bu yüzden sevindiğini söyledi. Akordiyon çalışım, şarkı öğretmem, şarkı dinlemem, şiir okumam, öteki sınıfa göre oldukça büyük bir değişiklik!

Okuma saatinde Nebahat, Köy Enstitüleri Dergisi’ni tanıttı. Çocuklar, Hüseyin Sezgin’in anasına, babasına yazdığı mektuplara katıla katıla güldüler. Okunan şiirleri beğenmediler. Öğrencilerden biri kendi şiirini okudu. Arkadaşları onu daha güzel buldular. Şiir için, kendime göre açıklama yaptım:

-Şiir bir duygu anlatımıdır. Şairler, bir konu ya da olay hakkında kendi duygularını anlatırlar. Biz o duyguya yabancı kalırsak o şiir kötü sayılamaz. Gerçekte biz kendi duygularımıza yakın şiirleri severiz. O nedenle duygusal olarak bize yakın şairlerin şiirleri bizim için güzel olur. Varlık Dergisinden söz ettim. “Orada birçok şair şiir yazıyor, bana sorulsa içlerinden birini söylerim. Ötekileri beğenmediğimden değil, ele aldıkları konudan dolayı onları ikinci sıraya iter beğendiğim konuda yazanı seçerim!” dedim. Benden ad istediler. Okulumuza gelen şairleri sıraladım. Ahmet Kutsi Tecer, Yaşar Nabi Nayır, Selâhattin Batu, Hasan Ali Yücel! deyince “Aaa!” diyen oldu. Az durdum, paylarca dikkatlerini çektim. Hasan Ali Yücel’den geçen akşamların birinde okuduğumu, onu nasıl unuttuklarını sordum. Not tutmaları için önerilerde bulundum. Ayrıca, ad vermeden Enstitü bölümde de Yüksek Bölümde de güzel şiir yazanların olduğunu, zamanla onları tanımalarını önerdim.

Salona dönüp bir süre kuyruklu piyanoda çalıştım. Kimseler yok, her akşam geç vakit gelip bir süre çalışmaya karar verdim.

Yatınca, sıkıntıyla başlayan günümün gene de iyi bittiğine sevindim. Ayrıntılara dalmadan uyudum.

 

21 Ekim 1945 Pazar

 

Akşam, kimselerle konuşmadığım için duymamışım, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un geleceği üstüne konuşmalarla uyandım.

Sabi Taşkın, gerçekten kimi konularda çok taşkın çıkışlar yapıyor. Sahiden korkak biri olmadığına inandım. “Ağzından çıkan sözü, inkâr eden puşttur!” gibi bir söz söyledi. Kendisi için söylemiş, arkasından açıkladı:

-Ağzımdan çıkan sözün arkasındayım, herkes bunu bilsin, doğru bildiğimi, kendi babama karşı bile savunurum! Bunu yapamayan, ödleklerin topunu birden lânetliyorum! deyince yatakhane boşalmış gibi sessizleşti. Bu, bana göre bugün Genel Müdür önünde bir patırtı olacağa muştu gibiydi. Ama niçin? Rıza Tevfik’in şiirini anımsadım:

“Feylozof Rıza’yım dinsiz anlama,

 Dini ben öğrettim kendi babama!

 Her telde oynarım, cambazım amma,

 Sırat Köprüsü’nden geçemem Hocam!”

Kavgalı, gürültülü konuşmaları sevmem ama Sabri’nin çıkışı ilgimi çekti, yatağıma oturup bir süre bekledim. Kemal Karadeniz geçerken takıldım. Karadeniz, en güven duyduğum arkadaşlardan biridir. Önce Sabri’nin o denli sert çıkışını doğru bulmadığını, ancak onu kızdıranların da daha fazlasını hak ettiklerini söyledi. Ad vermedi ama olayın özünü biliyordum. Bizim dışımızda sandığımız Sağ-Sol dalaşması açık açık içimize girmiş. Sol, diye sıfatlandırılanlardan bir grup, kendilerini kıskanan karşı grup tarafından iftira atıldığını yayıyormuş. İlk geldiğimiz günlerde Kızılçullu-Çifteler anlaşmazlığı gibi algıladığımız zıtlık giderek bu duruma döndü. Kimileri bunu Emin Soysal’ın makam hırsına yoruyor ama, sanırım bu yorum yeterli değil. Elimde olmayarak içine girdiğim bir olay, beni bu konuda etraflı düşünmeye zorladı. Eski Bakanımız Saffet Arıkan’ın gelişi, hele piyano hediye edişi, birilerinin açık açık sinirlerini bozdu. Piyanonun hâlâ demirbaşa kayıt edilmemesi bunun bir sorun olduğunu kanıtlamaktadır. Bu noktadan geriye doğru bakınca Çifteler-Kızılçullu değil de yöneticileri arasında, bizim de içinde bulunduğumuz bir görüş ayrılığı göze çarpmaktadır. Bizim kurucu Müdürümüz, Kızılçullu’dan gelmişti. Biz olayların ayırdında değildik ama, besbelli bizim okulla Kızılçullu arasında bir benzerlik vardı. Bunu ben, mektup arkadaşım Ziya Fikri Özlem’in anlattıklarından seziyordum. 1939 yılı başlarında nasılsa mektuplaşma aklıma takıldı, Kızılçullu ile Çifteler Köy Öğretmen okullarındaki 66 numaralı arkadaşlara mektup yazdım. Kızılçullu’dan hemen karşılık verildi. Arkadaşım vefalıymış, haberleşmeyi sürdürdük. Burada bitmedi, ikimiz de buraya seçildik, arkadaşlığımız burada da sürüyor. Buna karşın, Çifteler’den karşılık verilmedi. Ancak ben aklıma takmıştım, Çifteler’den de bilgi almak istiyordum. Bu kez arkadaşım Cavit Kafkas’a durumu anlattım. Cavit’in numarası 25 idi. O da bir mektup yazdı. Çifteler’li 25 numaralı Ali Yılmaz’dan karşılık geldi. Geldi ama okulları üstüne tek bir söz yoktu. Ali Yılmaz da buraya geldi, burada konuştuk, kendisini (okulu bitirdi) severdim. Ancak ilk davranışını unutamadım. Kendisine mektup yazdırdığım Cavit Kafkas, aldığı cevaba çok üzülmüştü. Kısacası Ali Yılmaz, “Ben, orta ikinci sınıftayım, sen daha ilkokul 5. sınıftasın, benim düzeyimde değilsin” demek istemişti. Buna karşın benim Kızılçullulu arkadaşımın ağabeyi Fevzi, benden bir sınıf büyük olmasına karşın kardeşinin mektubunda selâmı eksik etmiyordu. Fevzi Özlen’le de burada arkadaşlığımız sürdü. Çok önemsiz gibi görülen bu iki olaya ben daha sonra başkalarını da ekledim. Örneğin, 1941 yazında Hasanoğlan’a geldiğimizde bir yapıcılık, bir dülgerlik öğretmenimiz vardı, öteki öğretmenlerimiz gelmemişti. Yeni bir öğretmen atandı. Mustafa Güneri, kendi deyimiyle Resim –İş Öğretmeniydi, birkaç gün sonra ona Sanatbaşı sıfatı takıldı. Kısacası bizim sanat öğretmenlerin başına geçmişti. Oysa bizim Kepirtepe’de, bir Demircilik, (Nazmi Aybar) iki yapıcılık (Namık Ergin, Hasan Çevik) dört Dülgerlik öğretmenimiz (Hamdi Bağ, Naci İnan-İrfan Evren-Ali Yılmaz Demirbilek) varken hiç birisi baş falan değildi. Çifteler’den gelen arkadaşlardan öğrendik ki, onlarda bu başlar varmış. Tarımbaşı, Sanatbaşı, Müzikbaşı… İşin bir başka yönü de, öğrencilerin sınıfları anılmıyor, küme deniyordu, başlarındaki öğretmenler de kümebaşı olmuştu. Küme, toprak yığını, öbek gibi anlamlar taşır; bulutlu havalarda da renkli, beyaz bulutlar öbek öbek toplanır onlara da kümeleşme diyen olur. Kümeleşen hayvanlardan da söz edilir, Tavukların topluca yattığı yerlere de Kümes denir. Leylekler, göç zamanlarında küme küme uçarlar. Turnalar da zaman zaman gökyüzünde kümeleşir. Öğrenci topluluklarıyla bunlar arasında nasıl bir bağ kurulmuştur anlayamıyorum?

Sekiz ay sonra Kepir’e döndüğümüzde gene baş maş yoktu. İki tarım öğretmenimiz vardı, başsız maşsız çalışıyorlardı. Bir yıl sonra okul Müdürümüz başta olmak üzere tüm öğretmenler başka yerlere gönderildi. Yerlerine yenileri atandı, İki Md. yardımcısının biri Eğitimbaşı idi. Sınıf öğretmenlerine bizde de küme öğretmeni denmeye başlandı. Bir rastlantı, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un Kepirtepe Kurucu Müdürü Nejat İdil’e neden başarısız sayıldığını bildiren mektubu okuyunca anladım ki, bu, yenilik diye öne sürülen sıfat değişikliklerine pek önem vermediği için başarısız sayılmış. Öğrencilerin giyim kuşamlarına önem vermesini önleyemediği için suçlanmış. Özellikle bu giysi konusu, 1941 yılında Hasanoğlan’da da sorun olmuştu. Kısacası, 18 Köy Enstitüsü içinde, hiçbir binası bulunmayan düpedüz kıra (30 öğrenci ile) görkemli bina konduran tek, başarılı Köy Enstitüsü Kepirtepe’dir. Öteki tüm Enstitüler, az ya da çok hazır binaların bulunduğu yerlere konduruldu. Binasız, doğanın kırlığına kondurulan iki Köy Enstitüsü olmuştur, birincisi Kepirtepe, ikincisi ise Hasanoğlan. Ancak Hasanoğlan’da içinde oturulacak (şimdi de Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün temeli sayılan) beş binayı da Kepirtepeliler var etmiştir. Duvarlarında adı yazılı Köy Enstitüleri, o binaların ancak temellerini kazmış, en çoğu su basmanlarında bırakıp gitmiştir. Binalardaki Enstitü adları, onların bu emeklerine karşı bir şükran borcu olarak Kepirtepeliler tarafından konmuştur. Çok önemsediğim bir olay da bir damla suyu bulunmayan kepirliğe artezyen açarak suya kavuşturan, yakın köylerin duası kazanan, üstüne üstlük artezyen olayı başarıyla sonuçlanınca bizzat genel Müdür tarafından gözleri öpülen Nejat İdil, bir başka işte başarı sağlarsa gene Köy Enstitüleri’ne dönebileceği söylenerek aynı genel Müdür tarafından kovulmuştu. Bunları, anımsayarak, son iki yıllık gözlemlerimi, az çok, kendimce değerlendirip bir sonuca varmaya çalışıyorum. Öğrencilerin arasındaki uyumsuzluk, onların ürettiği bir zıtlık değil onları yönlendiren ya da yönlendirmek için gizli gizli oyunlar oynayan kimi düzenbazların kişisel çıkarlarını koruma güdülerinin etkileridir. Buna kesin olarak inanmama karşın, ortaya çıkıp birilerini suçlayacak değilim. Gene de yumuşak bir hava sezersem aşağıdaki konuları ortaya getireceğim.

 1. Cumhuriyet gazetesinde çıkan iki ilân,

 2. Kepirtepe’ye Elektrik verilmesi olayı,

Kepirtepe ilk binası yapılırken, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gelmişti. Bakan önce okul inşaatını görmüş, arkadaşlarla konuşmuş, sonra da Lüleburgaz içinde, okul bahçesinde okulun ağaç işlerini hazırlayan bize gelmişti. O an başımızda öğretmen yoktu, elektrikli hızarla tahta biçiyorduk. Hızarın başında bendim o nedenle ben cevap vermiştim. Soru şuydu:

-Arkadaşınız okul yerinde çalışıyor, siz neden buradasınız? Orada cereyan olmadığı için burada kaldığımızı, yaptığımız işleri el kesmeleriyle yapmaya kalkarsan bina çatısının iki yıl sonra bile tamamlanamayacağını söylemiştim. Sözüme gülen Hasan Ali Yücel, hemen yanındaki Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal Çağman’a dönerek:

-Oraya, elektrik verilemez mi? diye sormuştu. Belediye Başkanı Kemal Çağman:

-Elektrik verebiliriz, orası 5 kilometre, biz daha uzak yerlere, örneğin istasyona, Türkgeldi çiftliğine ve de Tümene veriyoruz. Ancak size verebilmemiz için, sizin de bizim bağlı olduğumuz makamlarla temasınız gerekmektedir, lütfedersiniz, ötesi kolay! demişti. O lütuf neyse, olmadı sanırım, çünkü okul elektriğe iki yıl sonra kendi olanaklarıyla kavuşabilmişti.

 3. Nezir Üşenmez’e eksik ödeme yapılmasına karşın başarılı çalışması,

 4. Menekşe’nin kurnazlığına meydan veren yönetimin gözden kaçırılması,

 5. Yasanın kesin buyruklarına karşın, öğretmenlerin köylerde durmamasının illerde hoş görülmesi,

 6. Millî Eğitim Müdürlerinin Köy okulları ya da öğretmenleri konusuna eğreti bakmaları,

 7. Enstitü çıkışlı arkadaşların da, görevlerine can gözüyle sarılmadıkları,

 8. Kendi köyümdeki eğitmenin, sürülen tarlalardaki tüm ahlatlara armut aşıladığını, karaağaçlara dut, söğütlere iğde aşılaması için savaş vermesine karşın iki yıldır köyde çalışan arkadaşların herhangi bir aşı yapmaması,

 

Öğrenciler, öğle yemeğine ucu ucuna yetiştiler. Bu kez de yemekler onları bekledi. Banyo sıralarında da bir değişiklik olmuş, biraz sızlandılar:

-Hep bize mi oluyor bu tür yanlışlar? Nebahat, olunca gücüyle çocukları yatıştırmaya çalışıyor ama çocuklar haklı. Onlar, hiç değilse yemekhaneye sıkıştırılabilirdi. Banyoda her zaman karışıklık olabilir. Bizim de kimi kez başımıza geliyor. Sağlık Bölümü, özellikle onların doktor yöneticileri, her konuda doktorluklarını kullanıyorlar. Bu da karışıklıklara yol açıyor. Ağabey İbrahim Çiçek açıkladı, bu kez Sağlıkçılardan değil öteki sınıflar ileri gelen bir karışıklık olmuş.

Yemekten sonra Kendi salonumuza indim, kimse yoktu. Oysa toplantı saatine daha çok vardı. Umursamadım, Czerny’yi açıp sağ yüzük parmağımı çalıştırdım. Parmak çalıştırırken anımsadım, ben Czerny’den daha Beringer çalışırken bir hayli sıkıntı çekmiştim. Kalkıp Beringer’i açtım. Nasıl da unutmuşum? Kendime ceza verdim, evvelki yıl yapıp geçtiğim (ben öyle sanmışım) küçük etütlere saplandım kaldım. Faik Canselen Öğretmenin kulakları çınlamıştır. Sık sık tekrar eder:

- Müzik çalışmalarında, bunu çaldım, bitti denemez! O bitti sandığın ses dizisinde senin öğreneceğin daha başka bir şeyler vardır. Çaldığını sandığın herhangi bir parçada bunu dene, dediğimin doğruluğunu sen de göreceksin!

 

 

Selçuk Öğretmeni değil de daha çok Faik Öğretmeni düşünerek önce sağ, sonra sol parmaklarımı daha sonra da ortak çalışmalar yaptım. Doğan geldi, saati sordu. Anladım, kalkıp notalarımı topladım. Yüreğimde asıl kıpırdanma şimdi başladı; söyleyeceklerimi, güme gitmeyecek bir ortamda söyleyebilecek miyim?

Doğan olayın dışında gibi, kendi kendine konuşarak:

-Bu adamlar hep aynı sözleri tekrarlıyorlar, ne zevk alıyorlar bundan? Onlar, aynı sözleri söyleyerek görev yapıyorlar. Onlara birileri çıkıp da bu dediğini demiyor ki! Dense onlar kendini toplar. Çobanlar koyunlara aynı kavalla nasıl aynı havayı dinletiyorsa, onlar da öyle. Bunu onlara söylesek, burada kalamayız. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar.

Acı ama gerçek, gülüşerek salona gittik. Enstitü Bölümü öğretmenlerinin tümü gelmiş. Belli ki bu günkü toplantı önemseniyor. Halil Dere işaret verdi. Ayağına taktığı tabureyi gösterdi. Tam karşımızda kızlar, bir grup olarak oturuyor. Saçları, başları daha derli toplu. Tam karşımda Aksu’lu Pakize, göz göze gelince gülümsedi. Üstünde fazla durmadım ama gene de hoşuma giden bir durum oldu. Bir daha bakmamaya karar verdim, bakarsın bu kez yüzünü ekşitir. Gülmesi güzel de yüzünü ekşitmesi, sinirlerimi bozar. Tabureyi biraz yan çevirdim.

Az sonra Genel Müdür, büyükçe bir grupla geldi. Yanında, tanımadığımız iki kimse var, genel Müdür oturur oturmaz onlara bir şeyler anlattı. Her zamankinden faklı olarak bu kez Okul Müdürü Rauf İnan uzunca bir konuşma yaptı, toplantının önemli üç konu üstünde süreceğini söyledi,

 1. Yeni arkadaşlarımızla tanışmak,

2. Tüm ülkeyi kaplayan bir staj süreci sonunda izlenimleri dinlemek,

3. Önümüzdeki çalışma döneminde yapılacak hamleleri gözden geçirmek.

Rauf İnan’ı dinleyince bir bakıma sevindim, bu ortamda ortaya çıkıp kendimi zor durumda bırakmam.

Genel Müdür, her zamanki gibi, salt kendinin sözlerinin geçerli olacağının bilinci içinde hepimizin halini hatırını sordu. Yeni gelenleri önce ayağa kaldırdı, kız- erkek sayısını sordu. Yeni gelenlerden rastgele birkaçına geldiği Enstitüleri sordu. Geldikleri Enstitülerde Yüksek bölüme gelmek isteyenlerin çok olup olmadığını sordu. Kepitepe’den gelenlerle, Beşikdüzü, Aksu’dan gelenler, Yüksek bölüme çok istekli olmadığı söyledi. Genel Müdür gülümseyerek kendine göre yorum yaptı:

-Demek o bölgelerde çevreden kaçma problemi çözülmüş, köyünden gelenler, yeterli bir bilgi teçhiziyle köyüne dönmeyi yeğliyorlar! dedi. Rauf İnan, Hürrem Arman, gülümsediler. Hürrem Arman, “Temennimiz de buydu değil mi efendim?” dedi.

Genel Müdür, geleceğin Yüksek Köy Enstitüsü’nün daha radikal bir şekle sokulacağını, benzeri yüksek okullardan farklı programlarına karşın öğrenci almada benzer uygulamalar olabileceğini, belki de öğrenci okula girdiği günden bu yönde kendini hazırlayacağını anlattı. Sıra bizim sınıfın stajına gelmişti. Genel Müdür gülümseyerek hepimize:

-Acı tatlı hepinizin görüşlerinde değişme olmuştur, dilerim bunları asgari müştereklerde (Ortasını bularak) buluşup, daha güzel geleceklere umutla bakacağız!

Hürrem Arman söz istedi:

-Konuşacak arkadaşların önce adlarını alalım efendim. Söylenecek önemli noktaları böyle daha rahat not ederiz! Hürrem Arman zaten kalemi kâğıdı hazırlamıştı. Genel Müdür gülümseyerek başıyla işaret verince bu kez Okul Müdürü Rauf İnan bize dönerek “Konuşacak arkadaşlar, sıra ile adlarını söylesin. Dikkat buyurun efendim, konumuz, staj süresince gördüklerimiz üstüne olmalı. Hep bildiğimiz kusurları tekrar tekrar konuşarak vakit geçirmemiş oluruz!” dedi. İlk parmak kaldıran Veli Demiröz oldu. Hürrem Arman gülümseyerek:

-Evet Veli, senden başlayalım! deyince Veli Demiröz:

-Efendim, ben söyleyeceklerimden önce başka bir şey söylemek istiyorum! deyince bütün bakışlar Veli Demiröz’e döndü. Sesini duymadık ama sanırım Genel Müdür, konuşmasını istedi. Okul Müdürü ile Hürrem Arman ikisi birden başlarıyla işaret ettiler. Veli Demiröz çok sakin olarak:

-Benim, bireysel olarak söyleyeceğimden önce bizim topluca gittiğimiz stajın gittiğimiz yerlerde iyi anlaşılmadığını gördük. Neredeyse bize:

-Siz ne için geldiniz? derce baktılar. Biz anlatınca da, biraz surat ekşittiler. Merak ettim, dedikodu şekline dökülmemesi için dönünce arkadaşlara sormadım. O nedenle huzurunuzda arkadaşlara sormak istiyorum:

-Arkadaşlar, sizler bu konuda farklı bir durum gördünüz mü? Yoksa bu bizim Konya’ya mahsus bir tavır mı?

Yirmi kadar parmak kalktı. Hürrem Arman, alnını kırıştırarak parmakları saydıktan sonra Genel Müdür’e dönerek:

-Yazmadan konuşsunlar efendim, böylece benzer sözlerin tekrarını önlemiş oluruz. Bir daha parmak kaldırıldı, bu kez altı parmağın kalktığı görüldü. Parmak kaldıranların biri de Bekir Semerci idi. Bekir Semerci’ye söz verildi. Bekir Semerci de Konyalı olduğu için ilgiyle dinlendi. Bekir, Veli Demiröz’ün çok duyarlı bir arkadaş olduğunu, o nedenle onu haklı bulduğunu, ancak kendisinin, zaten başka bir tavır beklemediğini, çünkü geçen yılki arkadaşlara da böyle davranıldığını bildiğini söyledi. Genel Müdür de dahil arkadaşların çoğu gülümsedi. Yakınımda oturan Hasan Özden herkesin duyabileceği bir sesle:

-Ne şiş yandı ne kebap! dedi. Burhan Güvenir, önce parmak kaldırmamıştı, arada söz istedi:

-Ankara ilinde de bir vurdumduymazlık var, ancak bu normal mi, yoksa bizim gereğinden çok ilgi beklememizin sonucu mu? diye sordu. Genel Müdür, başıyla onayladı. Arkasından konuştu:

-Arkadaşınız güzel bir noktayı işaret etti. İnsanlar arasındaki ilişkilerde her zaman olan beşerî bir tavırdır bu. Bundan kurtulmak için kendimizi biraz frenlememiz gerekir, yoksa giderek bencil bir insan olur çıkarız!

Mehmet Toydemir başka bir öneride bulundu:

-Arkadaşlar stajdan döneli beri konuşmadık denmesine karşın bu konuyu hep konuştular. Benzer kusurlar her ilde var. Bunu da doğal saymak gerekir. Biz nasıl bu işleri yeni yeni öğreniyorsak oralardaki görevliler de yeni yeni öğreniyor. Hepimiz illere dağıldığımızda benzer duyarsızlıklarla karşılaştık, ancak, iki ay sonra ayrılırken hava tümden değişmişti. Bunlar üzerinde durmaktansa bundan sonra böylesi durumların olmaması için neler yapmamız gerektiği üstünde dursak daha yararlı olur düşüncesindeyim.

Genel Müdür gene gülümsedi, Müdür Rauf İnan’la Hürrem Arman birbirlerine bakarak başlarını oynattılar. Haşim Kanar parmak kaldırdı, arkasından da konuşma iznini beklemeden öneride bulundu. Ancak uyarılarla karşılaştı:

-Konuşma düzenini bozma, sıranı bekle! Gülenler oldu. Parmak kaldıranlar oldu: Mustafa Yüksel, Mustafa Parlar, Süleyman Karagöz, Şükrü Koç, Hasan Özden, Mehmet Kocaefe sayabildiklerimdi. Mustafa Parlar’a söz verildi. Mustafa Parlar, kısa bir açıklamadan sonra bir öneride bulundu:

-Hepimizin söyleyecekleri var, ancak bunlar değişik dille, gene tekrara dönüyor. Konuştuğumuz konuları hep biliyoruz, bunların tekrarını azaltmak için ne gibi önerimiz varsa onları konuşalım, Mustafa Parlar’ın önerisi benimsendi, ancak kendi önerisi olup olmadığı soruldu. Mustafa Parlar:

-Kendi gözlemlerime göre köydeki öğretmenlere en büyük yardımcı Köy muhtarları olacakken, bu konuda bilgisiz muhtarlar çok kere cehaletinden, öğretmenin işlerine engel duruma giriyor. Bu nedenle muhtarların yasal görevlerini onlara öğretmenler yerine muhtarların Köy Enstitüleri’ne davet edilip tanışma yoluyla ilgilendirilmesinin yararlı olacağını düşünüyorum.

Doğrudan karşı olmamakla birlikte muhtarların enstitülere toplanmasının zorluğu öne sürüldü. Özellikle Eskişehir Çifteler’le Konya İvriz’in geniş alanları öne sürüldü. Bu kez Mustafa Parlar’dan çok öteki arkadaşlardan savunanlar oldu:

-Yüzde yüz toplamak gerekmez, gelebilenlerin etkisi ötekileri de harekete geçirir.

Okul Müdürü Rauf İnan:

-Bizler uygun gördüğümüz kararları alalım, bunu Enstitülere duyururuz, yapabilenler yapmış olur! Değil mi arkadaşlar! deyince durum değişti. Sanırım Mustafa Parlar, bir grup arkadaşla konuşmuş, arka arkaya öneriler sıralandı.

1- Köy Enstitüsü kooperatiflerini genişletip Enstitü çevrelerine yönelmeli!

Veli Demiröz, Azmi Erdoğan, Haşim Kanar, Hasan Ayaz, Tevfik Uğurlu, Ahmet Allı bu öneriyi destekledi.

Benzer bir öneri de, Mustafa Top, Mustafa Acar, Muzaffer Kayhan, Hasan Serinken’ den geldi:

2- Köy Öğretmenleri Birlikleri kurularak ürettiklerini kooperatifler eliyle halka iletilmesinin sağlanması,

Arkasından, Tarımcılardan bir grup:

3. Köy Enstitüleri, tohum üreterek bölge öğretmenlerine dağıtılması,

Bu kez de Dergi Kolu adına Bekir Semerci:

4. Köy Öğretmenleri ortak bir Dergi çıkararak çalışmaları bölgelerine iletmelerinin sağlanması,

Ahmet Özkan, Kemal Güngör, Arif Işılak, Faik Demir:

5-Köy Muhtarlarını Enstitülere çağırıp yasal görevlerinin kendilerine anlatılması,

Muzaffer Kayhan, Halil Basutçu, Salih Baydemir, Mehmet Gönül:

6. Enstitülerde konuk evi açıp, öğrenci yakınlarının gelip kalmalarını sağlanması,

Şükrü Koç, Hasan Özden, Sabri Taşkın, Halil Dere:

7-Her Köy Enstitüsünü bitiren öğretmenler, birlik kurarak birbiriyle kenetlenmelerinin sağlanması,

Ali Özcan, Mustafa Aydoğan, Harun Özçelik, Mehmet Kocaefe:

8- Gezici Başöğretmenlerin, zaman zaman Köy Enstitülerinde toplanıp çevrede çalışmalar hakkında bilgi vermesi, özellikle son sınıfları bu konuda aydınlatması,

Burhan Güvenir, Fakı Yörük, Ali Yücel, Hüseyin Orhan, Emrullah Öztürk:

9. İlköğretim Müfettişlerinin Enstitülere sık sık gelmeleri, bölgeleri hakkında bilgi vermeleri, ortak programlar yaparak sürekli iletişim kurulması.

Konu tamamlanmış gibi bir hava esince parmak kaldırdım. Hürrem Arman elindeki listeye bakarak:

-Sahi senin de sözün vardı, unutmuşuz! deyince düzeltme yaptım:

-İzin verirseniz, konuşma hakkımı ayrıca kullanacağım, ancak şimdiki önerim başka!

10. Köy Enstitüsü bulunan illerin merkezlerinde, Köy Enstitüleriyle ilgili yazı, haber, ilân türü halkı ilgilen haberleri izleyen bir sorumlu birim kurulması.

-İsterseniz bunu niçin istediğimi hemen açıklarım. Genel Müdür başıyla işaret etti. Hürrem Arman konuşmama işaret etti. Ben:

-Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü 1943 yılında bitirdim. Okul yönetimi beni, buraya, Yüksek Köy Enstitüsü’ne seçti. Sınıfımızda 29 arkadaştık. 16’sı benim gibi buraya seçilmiş 13’ü de köylerine öğretmen olarak gitmişti. Biz 16 arkadaş buraya 3 Ekim 1943 tarihinde geldik. 13 arkadaş da köylerine öğretmen olarak döndü. Ders yılı sonunda staj için burada kaldım, izinli olarak köyüme gitmemiştim. Bu kez gidince köyümdekiler bana:

-300 liralık araba ile atları, öteki yasal araç gereci aldığını biliyoruz, onları nerede, kaça sattın? diye sordular. Bunun bir şaka olduğunu, bu şakanın kaynağının, köye giden arkadaşlara verilenlerden kaynaklandığını sanarak, olayı anlattım. Şakalar sürdü. Bu kez bunları ailemin duyduğunu, onlara yeterli bilgi vermediğimi düşünerek dedikodunun kaynağını araştırdım. Olay sahiden olmuş gibi 22 Kasım 1943 tarihli Cumhuriyet gazetesinde aynen şu yazılmış.

Kepirtepe Köy Enstitüsünü bu yıl bitiren 29 öğretmene, 300 liralık birer araba ile atları, yasal hakları olan öteki araç gereci büyük bir törenle verildi.

Bu habere göre, ben ve öteki arkadaşlarım, bize verilen bu donatımları, alıp cebe atmış oluyoruz. Benim ailem buna inanmamış, biliyorum ama neden böyle bir haber çıkarılsın. Kepirtepe Köy Enstitüne dönünce sorumlulara bunu anlatım. Eğitimbaşı Kemal Üstün, olayı olduğu gibi anımsadı, üzüntülerinin çok derinliğinden söz etti. Ancak Gazeteye haberin, Trakya Genel Valiliği Eğitim Müşavirliğinden özel olarak verildiğini, haberi veren bir üst makam olduğu için onların yalanlama ya da açıklama yapmalarının söz konusu olmadığını anlattı. Bu açıklama da beni rahatlatmadı, Cumhuriyet Gazetesine gidip sorumlu müdürü ile (Abidin Dav’er) konuştum. O da şöyle açıkladı: Biz gazete de iki türlü haber yayınlarız:

1. Kendi muhabirlerimiz vardır, onlar haber toplar, o haberler bizimdir, onlardan sorumluyuz, bir yanlışlık olursa ertesi gün özür diler, güzeltme yaparız. Ayrıca yanlış habere neden olan muhabiri de paylarız.

2. Haberler bize başkalarından verilir, özellikle Devlet Dairelerinden verilenleri de yaymak zorundayız. Ancak bunlara “Hususi! sözünü ekleriz. Bu tür yanlış haberler üzerinde durmayız. Bir yanlış varsa ya veren birim ya da onun bir üstü makam yazı gönderir, onu aynı yerden yayınlarız. Sizin haberiniz için böyle bir işlem yapılmamıştır.

Anlatılanlara inandım. Ancak birkaç gün önce bir başka haber beni gene şaşırttı, gene Cumhuriyet gazetesi, sanırım onu okuduğum için böyle oluyor. Haber şu:

İstanbul’a köy Enstitüsü’nü bitiren 15 öğretmen verildi. Türkiye’de 18 Köy Enstitüsü var, bunlardan birer tane mi alındı? Yoksa bir Köy Enstitüsü’nden mi atandı? Ankara ya da başka bir yer için yazılsa akıldan bulunur. Ancak İstanbul’un başka bir özelliği var. İstanbul iki yakalı bir kent. Trakya tarafı Kepirtepe’ye, Anadolu tarafı Arifiye Köy Enstitülerine bağlı. Bu öğretmenler Kepirtepe’den mi yoksa Arifiye’den mi? Gazete bunu neden belirtmiyor? Neden önemsemiyor? Çünkü, geçmiş dönemlerde yapılan yanlışları düzeltmeye kimse kalkışmamış. Bu umursamazlık salt gazetelerde değil başka olaylarda da kendini gösteriyor. Kepirtepe Köy Enstitüsü yönetimi kendine göre savunma yaptı ama ben bunu yeterli bulmadım, çünkü tüm enstitüler, okullarındaki olayları haber olarak Köy Ensttitüleri dergisine gönderiyor. Derginin çıkan sayılarına bir daha baktım. İşin ilginci, Kepirtepe yönetimi kendi öğretmenlerinin köylere gidişini ayrıntılarıyla anlatıyorlar, A, şuraya gitti, B şuraya gitti, diyor. Söz gelimi Çifteler Köy Enstitüüsü, daha önce yapılmış ahır binası yıkılmış, onu hemen onarmışlar, bunu bile dergiye haber olarak yazıyor da, Kepirtepe yönetimi bizim oraya gelişimizden söz etmiyor. Onlar için bundan daha önemli ne olabilir, okullarından çıkmış, kendi öğrencileri Enstitü Bölgesinde inceleme yapacak! Bu, tüm Trakya halkını ilgilendiren bir olay. İşin ilginci bizim Güzel Sanatlar Bölümü bu yıl gezide de Kepirtepe’ye uğradık. Ondan da bir haber çıkmadı. Bu konu için çok düşündüm, kimi yöneticiler, sanıldığı ölçüde Köy Enstitülerinde olması gelen duyarlığı umursamıyorlar. Bence bu yeni bir olay değil, başlangıçlardaki duyarsızlığın sürdüğünün belirtisidir. İki olaya da kısacık değinmek istiyorum. Köy Enstitülerinin başlangıcı Köy Öğretmen Okullarına köy okullarını bitirmiş öğrenci alınacaktı, öyle duyurulmuştu. Ben bu koşullara uygun gitmiştim. Birkaç gün sonra bir de baktım ki ortaokullardan gelenler var. Sınıfımızı oluşturan 30 arkadaşın 18’i Ortaokullardan gelmeydi. Derslerimiz başladığı sıralarda yabancı dil derslerimiz boş geçiyordu. Yeni bir Resim Öğretmeni geldi, Almanca Derslerini okutacağını söyleyin Okul Müdürümüz bize durumu anlattı:

- Okullarda üç yabancı dil okunmaktadır. Almanca, Fransızca, İngilizce. Bunlardan hangisini okuyacağını öğrenci kendisi seçer. Almanca öğretmenimiz oldu, isteyenler Almanca seçer, derse başlayabilir. Ötekiler için bir sözüm yok, yıl sonuna dek ders yapmazlarsa onlar için ne işlem yapılacağını Yüksek Bakanlığımızdan soracağız! Benim de içinde bulunduğum bir grup arkadaş biz Almanca seçtik. Almanca seçmeyenlerden bir grup telaşlandı tekrar tekrar sordular:

- Okumadığımız dersten sınıfta kalır mıyız? sonunda 30 arkadaşın 29’u Almanca seçti. Bir arkadaşımız direndi:

-Ben Ortaokulda Fransızca okuyordum, gene Fransızca okumak istiyorum! Okul Müdürü az duraksadı, bize dönerek bir dakika! deyip gitti az sonra elinde bir dosya ile geldi. Dosya o Fransızca okumak isteyen arkadaşındı. Okul Müdürü dosyayı göstererek arkadaşa:

-Be oğul, senin burada ne işin var, seni buraya kim nasıl almış? Sen köyde değil ilçe merkezinde okumuşsun. İş olmuş bitmiş, ben senin mağdur olmanı istemem ancak, ders yılı sonuna dek Fransızca okutacak bir öğretmen bulamazsam, ben senden sorumlu olmayacağım! Okul Müdürü gidince arkadaşlar arkadaşımızı, caydırdılar, o da Almanca dersine yazıldı, olay kapandı. Olay kapandı ama benim içimde bir yara açılmıştı. Birileri görevlerini yapmıyor. Buraya geldiğimde yeni arkadaşlarla tanıştık, zaman zaman geçmişlerimizden söz ettik. Bir gün bu olayı anlattığımda bir arkadaş güldü, şaka ederce:

- Ne var bunda ben Orta 3. sınıftan ayrılıp gelmiştim! deyince, anlattığımdan utanmıştım.

 Bir yıl sonra okula yeni öğrenciler alındı. İçlerinde biri değişik kılıklıydı, kısa pantolonlu falandı, ilgimizi çekmişti. Öğrendik ki arkadaş bizim okuldaki öğretmenlerden birinin akrabasıymış. İş çalışma saatlerinde gözüm zaman zaman o arkadaşa takılıyordu. Ben en ağır işlerde çalıştığım için o arkadaşla pek karşılaşmadık (!) Bu yıl Kepirtepe’ye gidince gördüm, Kepirtepe’de öğretmen kalmış. Ben:

- Ne iyi, kendi okuduğun okulunda öğretmenlik, güzel bir olay! dedim. Arkadaş:

-Yok yahu, bu dediğin benim işim değil, beni sarmadı. O nedenle ayrılıyorum. Geçen yıl kalışımın bir başka nedeni vardı. Geçen yıl burası 200 mezun verdi. Bunlara, gerekli yasal hakların verilemeyeceği belliydi, o nedenle burada kaldım, bu yıl 25 arkadaş bitirdi, azlıkla birlikte bütün yasal haklarımı alıp köyüme yerleşeceğim!

Burada özel bir durum var. Buna kimler göz yumuyor?

Sözümü bir başka olayla bitireceğim. Söz konusu kişinin sınıf arkadaşı Çanakkale ilinin Biga ilçesi köylerinden birine atanmış, (iki yüz kişiden biri, Nezir Üşenmez) Kendisine yasal haklarından bir bölümü verilmemesine karşın o denli çalışmış ki, kendisini teftiş eden İlköğretim Müfettişi övgülerini İlköğretim Dergisinde tüm okuyucularına duyurdu. İşte gerçek Köy Enstitülü! deyince, Genel Müdür gülümsedi, doğruldu bana bakarak:

-Lüleburgazlı, sizin Lüleburgaz’da kaldığınız yaz oraya ben de gelmiştim. Bir ilkokulda konuklamıştınız. O okulun adını bilirsin, Emrullah Efendi’nin adını taşır. Emrullah Efendi, Osmanlı döneminin Maarif Nazırlarındandır. O mu söylemiş, yakıştırmışlar mı, bir sözü vardır, “Bu mektepler olmasa, maarif işleri tıkırında gider!” Emrullah Efendi’nin mektepler dediği bizim bugünkü ilkokullardır. Bizim ilk okullar eskiye göre çok düzelmiştir. Onların kökeni Osmanlı mahalle mektelerine dayanır. Onlar Tanzimattan sonra oldukça gelişti. Siz bilmezsiniz, birkaç yıl önceye dek Devlet, ilkokul öğretmenlerine maaş vermiyordu. İlkokul öğretmenleri aylıklarını illerdeki hususi muhasebelerden alıyordu. Alıyordu ne demek aylarca maaş bekliyordu. İlkokul öğretmenlerinin aylığa geçmesi birkaç yıllık bir olaydır. Birçok öğretmen hâlâ hususi Muhasebelerle mahkemeliktir. Köy Enstitüleri konusundan önce bizim Bakanlığın en büyük sorunu ilkokul öğretmenlerinin aylıklarıydı. Biliyorsunuz 63 vilâyetimiz vardır. Vilâyet falan diyoruz ama bunların birçoğu 4-5 bin nüfuslu büyücek köylerdir. Oralardan toplanan vergiler, öğretmenlerin aylıklarını karşılamıyordu. Bu nedenle oralarda okul açılamıyordu. Birçoğunun eleştirdiği Köy Enstitüsü sistemi biraz da bu yüzden işi maaşa bağlamaktan kaçınmadır.

Bir başka konu da, Millî Eğitim Bakanlığı büyük bir kuruluştur, öteki bakanlıkların birkaçını içine alacak oylumdadır. Belli başlı 5 Genel Müdürlüğe bölünmüştür. Bunlardan İlköğretim Genel Müdürlüğü öteki dördünün tamamından daha geniştir. İkiye bölünmesinden söz edilir ama bu yapılamaz. Ancak Köy Enstitülerini 40-50 ye çıkardığımızda Köy okullarını bir genel müdürlükte toplamak mümkün olacaktır. Böylesi geniş bir kurumda istenmeyen birkaç olay olmaktadır.

Genel Müdür ses tonunu değiştirerek gülümsedikten sonra:

- Arkadaşınız kötü örneklere karşın bizi mutlu eden güzel olaylardan birini anımsattı. Dergide çıkan o yazıyı arkadaşlar bana getirdi, o müfettişi telefonla arayıp teşekkür ettim. Teşekkür ettiğim tek o değil daha niceleri var! İşte sizlerden hep böylelerini duymak için sabırsızlanıyoruz. Bunlar çoğaldıkça öteki safralar azalacak, bakın bitecek diyemiyorum, çünkü insanların biteviye (Tümünün) düzelmesi beklenmemeli! Genel Müdür sözünü bitirince Hürrem Arman bana bakarak sordu:

-Söylemek istediğin başka bir şey var mı? Ben :

-Vardı ama onlar, arkadaşların önerileri içinde geçtiklerinden tekrarlamama gerek kalmadı! deyince, Müdür Rauf İnan, çok önemli bir çalışma yapıldığını söyledi, “Böylece kendimiz, kendimizi topluca belli noktalarda sorumluluk altına aldığımızı belgeledik!” deyip bir dahaki toplantıda buluşmak üzere toplantıyı sağlıklar dileğiyle kapattı.

Genel Müdürle konukları, yanındakiler çıkınca büyük bir arkadaş grubu beni kutladı. Yalnız biri, (olayın kahramanı, Mehmet Başaran) titrek bir sesle:

-Teşhir ettin, ne kazandın? diye sordu. Kepirli Arkadaşlar cevapladı:

-Adını vermediğine şükret, olay aynen öyle olmuştu, sen neyini inkâr ediyorsun? Harun Özçelik, “Dosyaların burada, istersen çıkartabiliriz!” deyince arkadaş pısırıp geri çekildi. Kepirlilerden söylediğim gazete olayını duymamışlar varmış hayretle yüzüme baktılar. Pek yakınlık kurmadığım arkadaşlardan Mustafa Top, Fakı Yürük, Mustafa Acar, Süleyman Koyuncu, Rasim Köktürk, Cesarettin Ateş, Osman Darıcı, Arif Gelen, İbrahim Toprak beni kutladılar.

Gene de istediğim gibi konuşamadığıma, söylemek istediklerimi söyleyemediğime üzüldüm. Kendi salonumuza gidip bir süre piyanoya oturdum. Selçuk Öğretmen gelirse falan diyerek, parmaklarım tuşlar üzerinde gezdi ama sanki onlar benim parmaklarım değildi. Kalkıp, son nöbet görevime gittim. Öğrenciler neşeli, yakında yemekhaneye taşınacaklarmış. Onların sevincine katılmaya çalıştımsa da kendi sorunumu aklımdan atamadım. Selçuk Öğretmenin gelip gelmediği bizim yemekhanede öğreniliyordu, burada ondan yoksunum. Yemekten sonra Nebahat’a durumu anlatıp ayrıldım. Selçuk Öğretmen gelmemiş, neredeyse çığlık atacaktım. Salonda, kendi sınıfımdan kimse yoktu, büyük salona gittim, yarı şaka yarı ciddi beni günün kahramanı sayanlar oldu. Ancak konu hemen eleştiriye dönüştü:

-Genel Müdürün gözü boyanıyor. O asalak, kendi işini önde tutanlar burada da var.

Dikkat ettim, eleştirenler gerçekten Genel Müdürün kendisini değil çevresindekileri eleştiriyor. Çevresinde kimler var, pek bilmiyorum, bildiğim iki kişi, Hamdi Keskin Öğretmenle, Ferit Oğuz Bayır. Ferit Oğuz Bayır’ı 1941 yazında tanımış, sevmemiştim. Oysa onu çok öven bizim köyün eğitmeni Mustafa Güvener, benden, gidip ona özel saygılarını iletmemi söylemişti. Gördüm ama içimden gelmediği için söylemedim. Hele kızının burada çalıştığını duyunca iyice nevrim dönmüştü. Hamdi Keskin Öğretmeni ise bakanlıkta görmeme karşın orada çalıştığına inanmıyorum. Onun dersleri beni çok başka düşündürüyor. O, başkasının kulu-kölesi olamaz. Bir dersinde bize kendi kardeşini anlatmıştı, Kardeşi tembelmiş, sınavlarda kapı bekleyip sınavdan çıkanlardan sorular öğrenerek sınıf geçiyormuş. Bunu anlatırken bile sesi titriyordu. Böylesi kimselerden insanlara zarar gelmez. Halil Dere geldi, muştuladı:

-Sen konuşurken birini gözledim, gözleri sendeydi, vallahi kızı kendine aşık ettin. Şakaydı, ciddiydi derken yataklara serildik. Ad vermedi ama sanki bilir gibiydim, tam karşımda oturanları biliyordum. Birisi için, “O olabilir” diyerek uyudum.

 

22 Ekim 1945 Pazartesi

 

Bu kez, sahiden derslere başlıyoruz. İlk dersimiz Tiyatro Tarihi. Roma tiyatrosunu okuyacağız. Roma dönemi en ünlü komedi yazarı Plautus’un Urgan eserini özetledim, rahatım. Gerçi eserin adının neden urgan olduğunu tam anlayamadım ama, bulunan kutudaki urgan parçasına dayandığını biliyorum. Oldukça neşeli masama döndüm. Arkadaşlar da beni özlemiş, ilk işleri bir hafta orada nasıl durduğumu sordular. Arkadaşların Nebahat’tan haberleri yok. Sözü Tiyatro dersine getirerek konuyu değiştirdim.

Salonda toplandık, az sonra Mahir Canova Öğretmen geldi. Kapıdan girince gülerek:

-A, aaa! ben sizi daha büyümüş olarak bekliyordum, fazla farketmemişsiniz, yoksa ben mi hızla ihtiyarlıyorum? Muttalip Çardak, hepimizden önce karşılık verdi:

-Yok öğretmenim, siz de biz de belli ölçüde, tıpatıp değişiyoruz, aramızda milimetrik fark yok! Mahir Öğretmen güldü:

-Eh, Muttalip, güzel söyledin ama şu milimetrik ölçünü anlamadım, bunu nasıl yaptın? Milimetrik ölçü anlayışımızda da fark yok diyebilecek misin? Muttalip:

-Özür dilerim, söz gelişi söyledim, ben milimetrik diye bir ölçüyü hiç kullanmadım, tek bildiğim uzunluk ölçüsü metredir, ancak babam kimi kez karış diye bir ölçüden söz ederdi, doğrusu onu bile hiç kullanmadım! Mahir Öğretmen gülümseyerek:

-Bu konuda anlaştık sayılır, bakalım öteki konularda anlaşabilecek miyiz? deyip önümde duran Tiyatro Tarihi kitabını alıp karıştırdı. Kitabı göstererek:

-Bedrettin Tuncel, ikincisini bir türlü çıkaramadı, kitap bastırmak da kolay değil, dedikten sonra sayfalar çevirdi. Çin tiyatrosu hakkında bildiklerimizi sordu. Ekrem Bilgin, Çin Tiyatrosu konusunda aklında kalan tek olayın, bir Türk’ün kötülük yaptığını unutamadığını, bunun doğruluğu hakkında kuşkusu olduğunu, Tarih derslerinde, Türklerin daha sonraları ortaya çıktığını okuduğunu söyledi. Mahir Öğretmen, bilimsel olarak tarihin gerçek yanını bilmediğini söyledi: “Ancak Ekrem’in söylediği tarihteki Türklerin ortaya çıkışı, devlet olarak anlatılmaktadır, Orhun yazıtları falan, değil mi? Devlet kurmamış ama günümüzde de var olan halklar olduğunu biliyoruz” dedikten sonra sordu:

-Var değil mi? Bizden bir karşılık verilmeyince, gülerek:

-Esmer vatandaşlar, hiç devlet kurdu mu? Yoksa kurdu da ben mi bilmiyorum? Öğretmen daha sonra Hint tiyatrosu üstünde durdu. Sözü Gandi’ye getirip:

-Adamın yaşamı baştan sona tiyatro! deyip güldü. Toplumlarla tiyatroları arasındaki ilişkiyi anlattı:

-30 milyon İngiliz, 300 milyon Hintliyi sömürüyor. Bakın, İngilizlerin Shakespeare’leri var, Hindistan bundan yoksun. Olaylara biraz da bu noktadan bakmak gerekir.

Öğretmen bundan sonra, uygar sayılan ülkeleri sıralattı. İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka, İsveç, Norveç, Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri sayıldı. Bunların hepsinde bir tiyatro anlayışı, az farklarla birbirini izlediğini söyledi. Sözü sinemaya getirip, aynı ülkelerin sinemada da hamle yarışı yaptığını, öteki ülkelerin tıpkı tiyatroda olduğu gibi sinemaya da seyirci kaldığını anlattı. Sözü tüm sanatlara çevirerek, Edebiyat, Müzik, Resim, Mimarlık, Mühendislik diyerek ülkelerden örnekler seçerek karşılaştırmalar yaptı. Sonunda da askerliğe değinerek:

-Gördük işte, o uygar ülkeler geri kalmışların övündüğü savaş kahramanlığı hikâyesini de tarihe gömdü, en modern silahlar Shakespeare’i alkışlayanların ellerinde. Milyarlık Çin, sarhoş gibi ortalıkta Avrupalının yardımını bekliyor, 300 milyonluk Hindistan, bağımsızlık istiyor. Verecekler, onlara bağımsızlık verecekler ama yularların ipleri hep tiyatrolara, konser salonlarına, sergilere koşanların elinde olacak. Öğretmen yüzümüze bakarak:

-İşin ilginci ne, biliyor musunuz? Bu uygar ülkelerin bilginleri bağır bağır bağırıyor, “İnsanlar hür, doğar, onların hür yaşaması haklarıdır!” Biliyorsunuz, bu sözleri kitaplarda biz de okuyoruz, Hintli, Çinli, Mısırlı da. Öyleyse bir Mısırlı kendine sormuyor mu, Mısır neden 2500 yıldır bir devlet değil, şunun bunun sömürgesi? İşin püf tarafı ne, biliyor musunuz? Okumamak, geçmişi yok saymak. Kimin geçmişini, kendilerinin değil, tüm insanlığın geçmişini. Kendi geçmişini bilmek insanlara hiçbir şey kazandırmaz. Mısırlının kendi geçmişi, 2500 yıllık köle, onu bilip ne kazanır, kazansa kazansa 2500 yıllık köle bir topluluğun devamı olduğunu. Bakın ikide bir Shakespeare deyişim bundan. O ya da benzerleri İngiliz geçmişini değil, insanlığın geçmişini irdelemiş. Hamlet, bir Danimarkalının geçmişi, Othello bir Kıbrıslının, bizim arkadaşların oyununu gördünüz, İki Efendi ile Uşağı İtalya-Yunanistan karması insanlar. Salt Shakespeare değil, Schiller’i okuyun, sizin çok yakından tanıdığınız Mozart’ın operalarını inceleyin konularının çoğu, Eski Yunan ya da Roma dönemindeki olaylardır. Kültür denilen bilgi birikimine bunlar yardımcı oluyor. Bundan kaçanlar, kurulmuş, o kurgu içinde gelişen uygarlığa ayak uyduramıyor. Biliyorsunuz Atatürk de bize bunları söylemişti. Atatürk’ün tiyatro, opera kısaca sahne kültürü için nasıl çırpındığını ben yaşayarak gördüm. O nedenle benim birinci dayanağım Atatürk’tür. Size bunu cesaretle söylüyorum. Uygarlık, kuru bir söz değil, bir kültür işidir. Kültür de tüm insanlığın kazanımlarının birikimidir. Bu kazanımlardan bir bölümünü seçerek alınca uygar olunmaz. Osmanlılar bunu denedi, çok büyük yanılgıya düşerek yok oldular. Bakın tiyatro bizi nerelere götürüyor.

 Süleyman Güler Öğretmen gelince Mahir öğretmen:

 -Devam edeceğiz! deyip ayrıldı.

Süleyman Güler Öğretmen, piyanoya oturarak bir süre şan çalışma tekniğinden öz etti, değişik çalışmalar yapıldığını anlattı. Genellikle a diyerek sesler çıkarıldığını, bu çalışma biraz ilerleyince başka heceler kullanıldığını anlattı. Bu çalışmaların ses renklerine göre yapılması gerektiğini, bir baritonun bir tenordan farklı olduğunu tekrarladı. Arkasından da bizi daha yakından tanımak için teker teker çalışmak istediğini söyledi. Hiç beklemezdim bana bakıp:

-Seninle başlayalım, deyiverdi. Hiç başıma gelmemişti, öğretmen piyanoda ben yanında, o tuşlara basıyor ben de nota okuyorum. Yaptığım çok basitti ama yapmış olmak sıkıyordu. Becerdiğimden mi yoksa beni mahcup etmemek için mi onurlandırıcı sözler söyleyip beni ayırdı. Bir süre kendime gelemedim. Benden sonra Halil Yıldırım geçmişti. Öğretmen onunla benden daha çok cebelleşti, duruşunu, eleştirdi, kendini rahat bırakmadığını söyledi. Rahat bırakmaya kendinden örnekler verdi. Bir ara da beni örnek gösterince şaşırdım, alay etti sandım. Halil Yıldırım’dan sonra sıra geçen yıldan kalan Halil Koçyiğit’e gelmişti. Halil Koçyiğit hastalığını öne sürüp kurtulmak istedi. Öğretmen:

-Derse geldiğine göre, ben seni yok sayamam, hastalığın nedir? Dersi takip edemeyecek bir durum mu var? diye sordu. Hava azıcık bozulmuş gibiydi. Öğretmen diretti, Halil Koçyiğit’e gam yaptırdı, gelecek derse daha hazırlıklı gelmesini söyledi. Arkadaşlarda bir tedirginlik seziliyordu, öğretmen de biraz daha gerilimliydi. Öyle bir havada ders sürdü. Havanın değişmesi için Abdullah Erçetin’in kalkmasını beklemeye başlamışım. Yazık ki öğretmen Abdullah’ı atlayıp Kadir Pekgöz’ü, Muttalip’i kaldırdı, onlar da başarılı olamadı. Öğretmen piyanoyu göstererek herkesin günde yarım saat çalışmasını önerdi. Bu kez tüm arkadaşlar piyanonun kapalı olduğunu söylediler. Öğretmen, piyano anahtarının bende olduğunu öğrenince gülümseyerek, benim başarımı ona bağladı. O zaman anladım ki sahiden ben başarmışım. Bu kez de ben odadaki piyanonun her zaman açık olduğunu, orada daha rahat çalışılacağını anlattım. Öğretmen bu kez bana görev verdi, Şan çalışmaları için saatler gösteren bir cetvel as, o saatlerde çalışsınlar. Güler öğretmen biraz durgun gibi ayrıldı. O gidince kimseden bir ses çıkmadı ama, herkesin kafası ona takılmıştı. Yemekte Ekrem Bilgin dayanamadı:

-Uslu atın çiftesi sert olurmuş! Sözün doğruluğu üstüne başlayan tartışma kendimizi eleştiriye döndü:

-Piyano öteki odada, hangimiz oturup bir gam olsun yapıyoruz? Bu arada Yönetim binasındaki piyanoyu anımsattım, orada çalışılırsa kızlar da dinler! Hemen planlar yapıldı, orada şan çalışması yerine şarkı söyleyecekler. Hangi şarkıları? Söz alaturka şarkılara kaydı, hangi şarkıyı söylemeli! Kamil Yıldırım, “Sürmeli gözlü çapkın…”ı söyleyecek. Nihat ise “Yalova’nın şen kızı”nı, arkasından herkese bir şarkı yamamaya kalkışıldı ama o kadar şarkı bulunamayınca bu kez tangolar eklendi, Papatyam, Zambak, Çok Ağladım, Ne Olur Sen Benim Olsaydın, Ayrılık, Ayşe v. b. Tango adlarından en çok “Ne olur Sen Benim Olsaydın” beğenildi.

Kendimize bir eğlence bulmuştuk, gülüşerek Armoni dersine gittik. Faik Canselen Öğretmen bizden önce gelmiş piyanoda oturuyordu. Beni görünce sordu:

-Piyanoyu nasıl açtığımı merak etmedin mi? Doğrusu merak etmemiştim, Bölüm Başkanının gelmiş olacağını düşünmüştüm. Yanılmamışım, Bölüm Başkanıyla birlikte yemek yemişler, salona erken geleceğini söyleyince o da anahtarı vermiş.

Faik Öğretmen kuyruklu piyanolarla duvar piyanolarının farklarını anlattı. Piyanoların da kemanlar gibi özgün yapılarından söz etti. İtalyanların kemandaki üstünlüğüne karşın piyanoda Alman markalarının önde geldiğini anlattı.

“Gelelim dersimize!” deyip yüzlerimize baktıktan sonra bana:

-İbrahim, senin şu çocuk şarkısını açsana! dedi. Çocuk şarkısı dediği, Mozart’ın Maman’ı. Ancak arkadaşlar, benim bestem olduğunu sanıp şaşkın şaşkın bakıştılar. Parça açılınca olay anlaşıldı. Daha dün annemin şarkısının ilk seslerini tek tek çalan öğretmen, hemen ses dağılımına geçerek birkaç mezür çalıp durdu. Üstteki yalın seslerle alttaki ses dağılımlarına dikkat çekip:

-İşte size bir armoni dersi! dedikten sonra büyük bestecilerin bu bilgileri öğretmenlerden almadığını, bir önceki bestecinin eserlerini inceleyerek olayı kavradığını anlattı. Devamla:

-Müzik okuyanlar, hep bilir, Mozart, Haydn’dan öğrenmiş ya da Haydn Mozart’ın öğretmeni, Mozart, Beethoven’in, Beethoven de Schubert’in! diyerek bir zincir uzatırlar. Bu zincir sözü doğrudur ama, o, bildiğimiz şekilde öğretmen öğrenci zincirinden çok, eserlerini inceleyerek etkide kalma zinciridir.

-İşte bakın diyerek öğretmen tahtaya Maman’dan ilk notaları yazarak, altına ses dağılımlarını koydu.

 

Girişteki do, do, sol, sol, la, la, sol, sol, fa, fa, mi, mi, re, re-mi-doo; altta, fa anahtarına göre, do, do, mi, do, fa, do, mi, do, re, la, do, la, fa, mi, doo; olarak sıralanmış. Bir re-mi trilinden başka işaret yok. Varyasyon’a bakarsak, re, do, si, do, si, do, si, do, la, sol , fa diyez, sol, fa, sol, fa, sol, fa, sol, fa, sol, sol diyez, la, do, si, re, do, si, la, la, sol, natürel, mi, re. do, si, la, sol, sol, fa, mi, do, si, la, sol, fa, mi, re, la, sol, si, do…Burada fa diyez, sol diyezle karşılaştık. Do majörde diyez yok. Sol majör bir diyez, fa diyez alır. Öyleyse burada sol majör geçiş var. Arkasından bir de sol diyez geldi. Öyleyse burada re majör havasını sezebiliriz.

Öğretmen, arkadaşların fa anahtarı üstüne bilgileri olmadığını görünce konuşma şeklini değiştirdi.

Parçayı tahtaya yazdırdıktan sonra sıra ile herkesi kaldırdı. Benden başka doğru okuyan olmadı.

-Fa anahtarını hatta do anahtarını öğrenemezseniz, armoni öğrenemezsiniz. Bu suç benim değil, bunu bana da kimse öğretmedi, kendim tırnaklarımla söker gibi çalışarak öğrendim. “Besteci olmayacağım!” demek yetmez, müzik öğretmenliği yapacaksınız! Bir süre yüzlerimize bakan öğretmen:

- Seçtiğimiz parça bizim işimizi kolaylaştıracak. Bunun üstünde duralım! deyip ayrıldı. Arkadaşlar oldukça şaşkın, Muttalip Çardak duramadı:

-Yüzümüze piyanoları kapatırsalar böyle olur! Öztekin Öğretmenle Şükrü Arseven Öğretmen birlikte geldiler. Yeni öğretmen kemancı arkadaşları sevgiyle selâmladı. Konuşkan biri sanırım, hemen geleceğin daha iyi olacağından söz etti. Öztekin öğretmen de:

-Şimdilik aramızda bölüşüyoruz ama, bu sürekli olmayabilir. Şükrü Bey usta bir kemancı zaman zaman hepinizi dinleyecektir.

Ben kitaplarımı alıp aradan sıvıştım. Sıcağı sıcağına Maman’ın 2. bölümünü gözden geçirmek için, Yönetim Binasındaki piyanoya gittim. Şansım yokmuş, kızlar, orası boş diye işlerini alıp oraya geçmişler. Kitaplığa indim. Bella orada çalışıyordu, eliyle gösterdi, Müdür, odasındaymış. Dolapların yan tarafına oturup 2. bölümün notaları yazdım. Bu bölüm 1. Bölümden pek farklı değil, 1. Bölümdeki sağ elin değişikleri bu kez sol ele geçmiş. Dikkat ettim, ben sol elimi daha rahat kullanıyorum. Bu belki bir yanılgı ama beni sevindiriyor. Belki de ilk çalışma sağ elle olduğundan acemilik orada kendini daha ürkütücü gösteriyor. Sus, mus işareti yapmasına karşın Bella duramadı yanıma geldi:

-Bana yazı yazdıracaktın, neydi onlar, bu sıra yazabilirim! dedi. Ona yazdıracağım bitirme tezimdi, ona daha başlamadım bile; tezimi ancak mayıs ayında yazdırabileceğimi söyledim. Sevindi:

-O zaman işim azalır, yazarım! deyip ayrıldı.

 

 

Bella gidince yalnız kaldım, yarın Sabahattin Öğretmen derse gelmeyecek, onun sıkı sıkı tembih ettiği Montaigne Öğretmenin kaynak kişilerini tamamlamamıştım, kitabı alıp açtım, hiç değilse adlarını sıralarım.

 

1. Lucretius

Minutatim vires et robur adultum

Frangit et in partem pejorem liquitur oetas

Yıllar, için için yıpratır,

Olgunlaşmakta olan güçleri.

 

2. Horatius

Singula de nobis anni proedandur euntes

Bir şeyler alıp götürür bizden, yıllar gelip geçerken.

 

3. Persius

Udum et molle lutum est; nunc properandus et acri Fingendus sine fine rota

Çamur yumuşak ve tavında; çabuk, çabuk olalım;

Durmadan dönen çark biçim versin bize.

 

4. Gallus

O miseri! quorum guadia crimen habent.

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.

 

5. Terentius

Nec fas esse ulla me voluptate hic frui

Decrevi, tantisper dum ille abest meus particeps

Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,

Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.

 

6. Virgilius

Haeret lateri letalis arundo.

Öldürücü yara bağrımızda kalır.

 

7. Tibullus

İn solis sis tibi turba locis

Issız yerlerde kendin için bir evren ol.

 

8. Seneca

İpsa felicitas se nisi temperat, premit.

Mutluluk bile gereğinden fazla olunca katlanılmaz.

 

9. Ovidius

Est quaedam flere voluptas.

Ağlamak da bir zevktir.

 

10. Catullus

Minister vetuli, puer, Falerni

İngere mi calices amariores.

Kadehime eski falermun şarabı döken çocuk,

Daha acısından getir bana!

11. Tacitus

Omne magnum exemplum habet aliquid ex iniguo, quod contra singulos

utilitate publica rependitur.

Örnek olsun diye verilen her cezada; kamunun yararına ve bireyin zararına,

bir adaletsizlik vardır.

 

12. Titus-Livius

Volutantibus res inter se pugnantes obtorpuerunt animi.

Zıt fikirleri çevire çevire zihinleri sersemleştirmişti.

 

13. Cicero

Non emolimento aliquo, sed ipsius honestatis decore.

Çıkar için değil, dürüstlük için.         

 

14. Quintilianus

Dedit hoc providentia hominibus munus, ut honesta magis juvarent.

Kaderin insanlara bir lütfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en yararlı işler olmasıdır.

 

15. Martialis

Quisquis abique habitat, maxime, nusquam habitat.

Her yerde olan hiçbir yerde değildir.

 

16. Tasso

Come quel ch’or apre orchiude

Gli occhi, mezzo tra’l somno e l’esser desto.

Gözlerini bir açıp bir kapar gibi, yarı uyur yarı uyanık bir insan.

 

17. Emnius

Ego deum genus esse semper dexi, et dicam caelitum,

Sed eos non curare opinor, quid agat humanum genus.

Tanrılar vardır dedim ve diyeceğim her zaman,

Ama insan işleriyle uğraşacaklarına inanmam.

 

18. İspanyol Atasözü ( Montaigne)

Defianda me dios de mi!

Allah beni kendimden korusun!

 

19. Juvenalis

İmponit finem sapiens et rebus honestis.

Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir.

 

20. Publius-Syrus

Malum consilium estquod mutari non podest.

Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.

 

21. Prudentius

Quid vesani aliud sibi vult ars impia ludi

quid mortes juvenum qui sanguine pasta voluptas.

Bundan geliyordu o ölüm oyunları, o çılgınlık, o kanla beslenen zevk!

 

22. Claudianus

Victoria nulla est Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes.

Zafer, zafer sayılmaz, yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe!

 

23. Quintus

Festinatio tarda est.

Acele (gerçekte) bir gecikmedir.

 

24. Tasso

E’i silentio ancor suole-Haver perigi e parole.

Ve, susmada bile sözler, yalvarmalar vardır.

 

25. Virgilius

Atque in se suar per vestigia volvitur annus.

Yıllar, hep kendi izleri üstünde dolanır.

 

26. Gallus,

Diversos diversa juvant, non amnibus annis omnia conveniunt.

Zevkler, insandan insana değişir,

Her şey her yaşa uymaz.

 

27. Plautus

Sapiens polipse fingit fortunam sibi.

Bilge olanlar, kendi mutluluğunun ustasıdır.

 

28. Maccenas

Debilem fecito manu-Debilem pede, cora

Lubriscos quate dentes-Vita dum superest bene est.

Tek kollu da kalsam –Kötürüm, damlalı da olsam,

Sökülse de bütün dişlerim-Ne mutlu bana yaşıyorsam!

 

28. Tusculanes

Quam verreri deberet, etiamsi percipere non posent.

Erdem ki var, insanların, saymaları gerekir, anlamasalar bile!

 

29. Hieronimus.

Diaboli virtus in lumbis est.

Şeytanın gücü beldedir.

 

Çok zamanımı aldı ama sevindim. Ezberden olmasa bile sözü geçince yazılarımı çıkarsam konuya emek verdiğim belli olacaktır. Salona dönünce, arkadaşların yüzleri gergindi. Kâmil Yıldırım bana sordu:

-Sen, yeni piyano öğretmeninden memnun musun? Ne maksatla sorduğunu anlayamadığım için, kendi düşüncemi söyledim:

-İyi bir öğretmen ama ben memnun değilim, bir kez bayan oluşu beni düşündürüyor. Oldum olası bayan öğretmenlerden pek fazla güler yüz görmedim. Tembel değilim ama, tembel duruma düşmekten korkuyorum. Bayanlar sinirlenirse, sanıyorum beni tembeller listesine katacaklar; bende öyle bir kanı var. Hele şimdiki durumda bu kaygım giderek artıyor. Çaldığım parça için “Olmamış!” derse ne yaparım? Gelecek hafta olacağını nerden bilirim? Buna benzer bir durum yaşamasaydım, sanırım şimdi aranızda keman çalışacaktım. 1941 yılında buraya, Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kurmaya geldiğimizde ders yapmıyorduk ama 2 saat öğle paydoslarında müzik çalışması yapıyorduk. Gazi Eğitim Enstitüsünü yeni bitirmiş bir bayan bize keman öğretmeye başlamıştı. Ancak ben akordeon da çalıyordum. Özellikle başka Enstitülerden ekipler gelince onların oyun müzikleri çalmak için can atıyordum. Keman çalışmam da çok iyi idi, oyun müziği çalarken beni gören bayan öğretmen bir güzel azarladığı gibi:

- Bir daha akordiyonu elinde görürsem, kemanı alırım! deyip gitti. Akordiyonu değil kemanı bıraktım. İşin ilginci 15 gün sonra o öğretmen ayrıldı, yerine, onun arkadaşlarından bir başka bayan geldi. Yeni gelenle anlaştık, çok da güzel öğretiyordu. Akordiyonuma dokunmadığı gibi daha da cesaretlendiriyordu. Şansımız yokmuş, o öğretmen de iki ay sonra Konservatuvar sınavlarına girip ayrıldı. Yaz mevsimi soğumaya dönünce çalışmalar aksadı. Zaten inşaat işleri de çoğalmıştı, keman kutusunu kapattım. Kepirtepe’ye dönünce öğretmensiz kalmıştık, tüm gücümle akordiyona sarıldım.

Nihat arkadaş ortaya konuştu:

-Her yiğidin bir yoğurt yiyişi varmış, öğretmenler biz uyacak değil biz onlara uyacağız, sabredelim, şunun şurasında sekiz ay kaldı! Bir kahkaha tufanı koptu, yaşa, var ol! arkasından da:

-Şunu bir iki ay daha indiremez misin? Parmaklar sayıldı, kasım, aralık, ocak, şubat, mart, nisan, mayıs! Hey! sekiz bile değil. Arkasından ince hesaplar yapıldı, birer ay Millî Eğitim Bakanlığı stajımız var. Haziran ayında 20 günlük gezimiz var.

Yemekte tüm sıkıntılar uçmuş gibi, karşılıklı takışmalar başladı. Tartışmaları kesmek için bir soru:

-Otelci Kadın eserinin yazarı, hangi ulustan olduğu, oyunda rol alan oyuncuların adları. Bundan sonra yemeklerde bu tür konular tartışılacak! Söz! Otelci Kadın’da oynayanları, birer ikişer, anımsadık. Muazzez Yücesoy (sonra İlgin oldu), Ertuğrul İlgin, Agâh Hün, Cüneyt Gökçer, Mahir Canova! Başka başka! Goldoni, İtalyan. O mu, bu mu? gibi sorularla bir süre zıtlaştıktan sonra bir noktada buluşarak, plâk dinlemeye karar verdik. Arka masadaki arkadaşların da böyle bir beklentileri varmış, bizi izliyorlarmış, duyunca sevinç gösterisi yaptılar; hep birlikte toparlanıp gittik. Topluca verilmiş bir karar değildi, öyleyken bayanlar dışında tüm arkadaşlar geldi. Tschaikovsky keman konçertosu ile başladık, Yaylı Sazlar Serenadı, arkasından da İtalyan Capriccio (Kapriçyo) ile bitirdik. Bir tür Tschaikovski gecesi oldu.

Yatınca bir süre düşündüm, şaka falan değil 7-8 ay sonra buradan ayrılacağız. Yakınıp duruyoruz ama bir bakıma burada çok rahatız. Şevki Aydın ya da Şerif Yener geçen yıl burada yakınanlardan biriydiler; şimdi ne yapıyorlar? Onlara ne gerek, Abdullah Ön’le Hüseyin Çakar burada, gelip plâk dinleyebiliyorlar mı? Kepirtepe’yi gördük işte, değişen bir şey var mı?

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ