Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

26 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Meslek Olarak Seçtiğimiz Bölümün Zorluklarını Sezmeye Başladık

 

6 Aralık 1943 Pazartesi

 

Kaldığı yerden gene o konu; Kadir Pekgöz geldi; “Ben o bayanın kim olduğunu biliyorum. O bayan, geçen gün konser veren bayandır. O güzel konçertoyu bize bir kez daha dinletmek istemişmiş. Güldüm: “O bayan Piyanist Ferhunde Erkin, böyle yere, bu soğukta gelip konser verir mi? Onun elleri azıcık üşüse o çaldıklarını çalamaz!” Dinleyenler olmuş, bir kaçı birden:

-“Sen burasını neden bu kadar küçümsüyorsun, biz insan değil miyiz?” Bunu söyleyenlerden biri de hangi bölümden olduğunu bilediğim kısa boylu biri. Yüzüne dik dik bakarak:

-“İkimiz de insanız ama boylarımız bile farklı. Bak ben müzikten söz ediyorum, sen ne konuşulduğunu bile öğrenmeden ortaya atılıyorsun.”

Arkadaş utandı; “Afedersiniz!” deyip uzaklaştı. Kahvaltıda konuk Bayanın kim olduğu anlaşıldı. Bayan, Hilmi Girginkoç öğretmenle birlikte gelmiş. Bu kez de onları nişanladılar. “Belki de evlidirler, bilinmez (!)” türü yakıştırmalar bile yapıldı. Kahvaltıdan hemen sonra salona gidip ortalığı toparlayarak sobayı ateşledim. Arkadaşlar ilgiyle sonucu bekler durumda. Önce Öztekin Öğretmen geldi, etrafa baktı, piyanoyu gözden geçirdi; kenarları gösterdi, tozlu gibiydi, özel beziyle sildim. Faik Canselen Öğretmen de gelir gelmez önce piyanoya baktı. Piyanoyu temiz görünce benim titizliğime yordu. Yavaşça da “bugün bana da çok iş düşecek!” deyince Faik Öğretmenin yüzüne baktım. Öğretmen hayretle:

-“Bilmiyor musun? Şan dersinize bugün bir bayan konuk katılacak, ünlü sopranolarımızdan Rabia Erler, size aryalar söyleyecek, güzel, renkli sesi vardır, çok beğenilir!” dedi. Az sonra da Hilmi Girginkoç Öğretmenle konuğu geldi. Rabia Erler genç bir bayan, esmer, güzel yüzlü, güleç bakışlı. Öyle sanıyorum ki bizim onu aramızda görünce şaşırdığımızdan çok daha fazlasını o şaşırdı. Kuşkusuz her gün gördüğü öğrenciler gibi öğrencilerle karşılaşacağını sanıyordu; oysa karşısında hepsi ondan iri, asker giysili insanlar gördü. Hilmi Girginkoç Öğretmen sanırım iyi anlatmış, sandığım gibi ürkeklik etmedi, ya da ürkekliğini gizledi. Çok rahat olarak hepimize bakarak “Günaydın!” dedikten sonra da:

-“Salonunuz, güzel, aydınlık! ” dedi. Öztekin Öğretmen hemen yardıma koştu, “Salonun altını da yakında tamamlayacağız, o zaman çalışmalarımızda daha da rahatlayacağız! ” deyip Hilmi Girginkoç Öğretmene baktı. Sanırım onlar önce ne yapacaklarını konuşmuşlar; Hilmi Girginkoç Öğretmen:

-Konuğumuzu, ad olarak tanırsınız, biliyorum ama onun bir başka adı daha vardır; “Operamızın ünlü sopranolarından Rabia Erler.” Az sonra siz onu asıl bu sıfatıyla tanıyacaksınız. Yakın zamanda da opera izlemeye gelince belki değişik kılıklarda olacak ama değişmeyen lirik soprano Rabia Erler olarak karşımıza çıkacak, biz de onu coşkuyla alkışlayacağız! Rabia Erler gülümseyerek:

-“Biz de, Bas-bariton'umuzu şimdiden alkışlayalım; bu ne güzel övgü, bu övgüleri nasıl karşılayacağım bilmem?” deyince Faik Canselen Öğretmen söze karışarak:

-Siz şimdi bize güzel aryalar dinletince, biz sizi alkışlayacağız. Böylece sanatın o ideal-kutsal-Alkış üçlü halkası tamamlanınca ödeşmiş olacağız!

Mehmet Öztekin Öğretmen bize işaret verince yerlerimizi aldık. Faik Canselen Öğretmenle Rabia Erler Mehmet Öztekin Öğretmenin masası yanında kaldılar. Hilmi Girginkoç Öğretmen kendi kendimizeymişiz gibi bir süre konuştu. Konu insan sesleri, daha öne konuştuğumuz; Bas, Bas-bariton, tenor erkek sesleri-Soprano, Alto kadın sesleri dedikten sonra geçmişte bir süre çok makbul sayılan, erkeklerin kadın seslerine özenip özel eğitimle ses inceltmelerini anlattı. Opera hakkında bilgi verdi. Operada rol alanların, sürekli şarkı söylemediğini, şarkı söylemenin başka bir kuralı olduğunu, oysa operadakilerin konuşmalarının sesli olduğunu anlattı. Operalarda tek tek sesli konuşmaların yanında ikili, üçlü, dörtlü konuşmalar olduğunu ancak yer yer koroların sahneye çıkarak topluca şarkı söylediklerini anlattı. Operadaki tek şarkılara “ARYA”, düpedüz konuşmalara ise recitatif dendiğini anlattı. Operanın yurdumuz insanlarınca yeni yeni tanınmaya başlandığını Avrupa'da ise 400 yıl önceye giden bir geçmişi olduğunu anlattı. Ünlü besteci Mozart'ın 200 yıl önce bir operasının konusunu yurdumuzdan seçtiğini, bu operanın tüm dünyada 200 yıldır oynanmasına karşın bizim halkımızın habersizliğinden yakındı. Şimdilerde ise Atatürk'ün buyruklarıyla açılmış olan kendi yetişip çalıştığı Konservatuvar uygulama sahnelerinde operalar hazırlandığını, dünyaca ünlü Wolfgang Amadeus Mozart'ın Bastin-Bastian operasını oynadıklarını, Berfrich Smetana'nın Satılmış Nişanlı operasını oynamakta olduklarını, Georges Bizet'nin Karmen (Carmen), Mozart'ın Figaro'nun Düğünü operalarını hazırladıklarını anlattı. Sessizce öğretmeni dinledik ama aklımız hep Rabia Erler'in söyleyeceği aryalardaydı. Hilmi Girginkoç Öğretmen “Benim şimdilik söyleyeceğim bu kadar!” deyip ayrıldı. Biz yerlerimizden kalkmadık. Az sonra öteki öğretmenler hep birlikte geldiler. Faik Canselen Öğretmen piyanoya oturdu. Önce Hilmi Girginkoç daha önce bize söylediği Johannes Brahms'an Guten Abend Guten Nacht'ı söyledi. (Ninni) ikinci olarak birlikte Barkarol dedikleri bir şarkı söylediler. “Akşam olunca kalbimdeki ıstırap diner-Gecenin sükuneti her tarafa siner. Bir sessizlik iner, ahhh! Gel ey güzel gece, güzel gece!”…

Önce birlikte söylediler, sonra da karşılıklı seslendirdiler. Kimi yerlerde ayrılarak seslerini oldukça uzatıp gene birleştiler. “Aaaaaahhh, Aaaaaahhh!”ları söyleyişleri özellikle seslerinin güçlü, güzel olduğunu kanıtladı. Daha sonra Hilmi Girginkoç Öğretmen aryaların adlarını verdi. Verilen adları önce Rabia Erler söyledi: Mozart'ın Bastian-Bastien und Batienne Operasından Bastien'in, Satılmış Nişanlı'dan-Mari (-Marenka-Marjenka), Figaronun Düğünü'nden Kontes Rosina ile Barbarina'nın, arkasından da Carmen'den Fraskita'nın aryasını sıraladı. Hilmi Girginkoç Öğretmen de Carmen'den Eskamillo, Figaro'dan Kont Almavivo, Satılmış Nişanlı'dan Hans'ın aryalarını söyledi. Faik Canselen Öğretmen ellerini gösterince, gülüştüler. Rabia Erler bize baktı. Bizde hiç bir kıpırdama belirtisi yoktu; ne düşündüyse birden:

-Bir de dinleyicilere soralım belki istedikleri vardır, “Bis yaparız! ” dedi. Öztekin Öğretmen (bizim adımıza) gülerek:

-Biz daha opera görmedik, isteklerimizi bir dahaki sefer geleceğinize saklayacağız! dedi. O öyle söyledi ama ben duymamış gibi parmağımı kaldırdım. Faik Canselen Öğretmen gülerek:

-Durun bakalım, sanırım İbrahim'in bir isteği var! deyince herkesin yüzü bana döndü. Ben de:

-Mozart operasından söylediniz, Mozart'ın bir de Don Juan (Don Giovanni) operası var, bir arya da ondan söyler misiniz? deyince arkadaşlar, kuşkulu kuşkulu bakıştılar. Faik Canselen Öğretmen ne istediğimi hemen anladığı için:

-Ben bekliyordum İbrahim'den bunu, biz daha önce bu konuda konuşmuştuk, piyano metodumuzda Don Juan'dan (Don Giovanni) bir değil iki parça var, İbrahim fırsatı kaçırmadı! deyince Öztekin Öğretmen kahkahayı bastı:

-Aferin İbrahim'e bu fırsat gerçekten, kaçırılmayacak güzel bir fırsattı! dedi. Ben piyanonun üstündeki Beringer piyano metodunu açıp Don Juan (Don Giovanni) parçalarını gösterdim. Meğer Rabia Erler, bir süre piyano çalışmış, Beringer'i görünce gülerek:

-Aaaa, Zerlina! dedi. Hilmi Girginkoç Öğretmene de, “Size de var burada hem de, Don Juan, (Don Giovanni) tam da bariton!” diyerek güldü. Metoda bir süre baktılar. Faik Canselen Öğretmen bana:

-İbrahim, elimizdeki notalar kadarına razıysan hazırız! deyince ben ancak “Siz bilirsiniz!” diyebildim.

Önce “Zerlina” dedikleri parçayı söylediler. Arkasından Hilmi Girginkoç Öğretmen:

-“Bu parçanın aslı bir serenad, çok severim, zaten benim sesimin şarkısı” deyip Faik Öğretmene baktı. Serenadın girişini hep merak ediyordum, hızlı, noktalı sekizliklerle başlıyordu. Orası aryanın girişiymiş. Faik Canselen Öğretmenin çalışına bayıldım, yazık ki kısa sürdü; aslı da kısaymış.

Mehmet Öztekin Öğretmen'le Faik Canselen Öğretmen, “Size kolay gelsin!” deyip ayrıldılar. Hilmi Girginkoç Öğretmen piyanoya geçerek kendi sesinin alt-üst basamaklarını piyano tuşlarına basarak birkaç kez tekrarladı. Sonra da Bas, bariton, tenor ses merdivenlerini, Fa anahtarına göre: Bas, Mi'den Sol'a kadar, Bariton, Sol'dan, Si'ye kadar, tenor: Sol anahtarına göre, Si'den Re'ye kadar. Arkasından alto, Do'dan Mi'ye kadar. Soprano: Mi'den Do'ya kadar. (Not:1. Bu ölçüler ayrıca ses renklerine, kişisel dirençlere göre değişmektedir. 2. Ses dizisi de piyano ses dizisine, -La sesinin fizik-frekansına- 435-440-uymaktadır )

Rabia Erler, soprano aralıklarını bir kaç kes seslendirdikten sonra ayrıca Hilmi Girginkoç Öğretmenle birlikte inici-çıkıcı gamlar yaptılar, Barkarol'u da bir kez daha söyledikten sonra ayrıldılar.

Mahir Canova Öğretmen geldi. İlk sözü:

-Güzel Sanatların tüm kolları ancak bayanların katılmasıyla gerçek şeklini bulur: Bu bölüme bayanlar geldiğinde çalışmalar daha kolaylaşacaktır. Yapmaya çalıştıklarımızın her biri bir aile ünitesi üzerinde toplanmaktadır!

Az bir aradan sonra Çin Tiyatrosunu, kaldığımız yerden açıklamalar ekleyerek okuduk. Çin Tiyatrosuyla Japon tiyatrosunu karşılaştırarak benzeyen, ayrılan yanlarını saptamaya çalıştık. Genelde benzer gibi görünse de maskelerde bile önemli ayrılıklar bulduk. Mahir Canova Öğretmen; “Bugün bana izin!” deyip ayrıldı. O gidince konu soprano Rabia Erler'e döndü: Önce adı konu oldu. Rabia ne demek? “Adların anlamı sorulur mu?” sorusu ona eklendi. Ben hala az önceki arya isteme cesaretimi düşünüyordum. Sahiden öğretmenler, yaptığımı hoş gördüler mi? Ben böyle suskun dururken Muttalip Çardak bana dönerek:

-Eeeee, çok bilmiş arkadaş. buna da bir şeyler söyle, sen böyle şeylere kulp takmasını biliyorsun? Söz üzerinde hiç durmak istemedim ancak birden aklıma geldi Rabia, bana yabancı değil; Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal'ında sevilen bir kahramandır. Halide Edip o kahramanını gerçek yaşamdan almış olabilir. Ya da başka o adda iyi insanlar vardır. Adlar böyle böyle yaşayıp gider. Benim ailemde erkeklerde Mahmut adı, çok eskilerden beri konuyormuş; babamın dediğine göre Mahmut Ağabeyim ailenin 5. Mahmut'uymuş. Sinekli Bakkal işime yaradı. Okuyan çıktı. (Ali Kuş) Ancak arkadaş bu kez diz dövmeye başladı:

-Ben neden onu anımsayamadım? Muttalip'e baktım:

-Buna ne diyeceksin? Hadi buna da sen kulp tak. Çalıştığım Beringer Metodunda yazan parçaları söylemem kulp takmaksa, ya da sen kulp takmayı böyle sanıyorsan yanılıyorsun. Kulp takılacaksa okuduğunu unutmayanlara değil unutanlara takılmalıdır. Çünkü kulp takma bir uyarıcı bir incitici deyimdir.

Muttalip geldi sarıldı, “Tamam tamam arkadaşım, benim niyetim incitmek değil övmekti; sen bunu gene övmek olarak al. Fakirin bahşişi bu kadar olur!” deyip geçti.

Güzel bir gün geçirmenin mutluluğu içinde yemeğe gittik. Konu Rabia Erler. Yemekte bu kez de Mehmet Zeybek sordu, “Sen metodun oralarına geldin mi?” Ben de ona sordum; “Nerelerine geldim mi?” Soruma takılanlar oldu, “Öyle sorulur mu?” Bu masaya geleli ilk kez düşündüğüm gibi konuştum:

-Öyle başkasının sözünü tekrarlayarak üstüme gelenlere tek tek yanıt vermekten yanayım. Meydan kavgacılığına da hevesim yok. Mehmet Zeybek bana bir soru sordu: “Oralara geldin mi?” dedi. Şimdi ben ondan sonra söze karışanlara soruyorum, Mehmet Zeybek'in “Oraları” ne anlama geliyor? Abdullah Ön, önce güldü, arkasından da Mehmet Zeybek'e sordu:

-Sen konuşulanları duymuyor musun, söylesene senin oran nerendir? Masada herkesi bir gülmek tuttu, Arkasından Orhan Doğan ekledi:

-Arkadaşın o kadar çok “Orası” var ki bir türlü seçemiyor. Üstüne varmayın, seçince söyleyecektir. Böyle saptırmalarla olay kapanır gibi oldu ama masadakilerin toplu saygınlığı gözümden düştü. Bir birine yaslanarak karar vermeleri olanaksız. Her kişi kendi telinde çalıyor. İçimden masaya toptan soğur gibi oldum; onlar büyük sınıf olduğunu unutursa ben neden onları büyük sayayım?

Enstrüman çalışmalarını yakından izleyip ona göre değerlendireceğim. Teorik çalışma konularında da yanlışlarını bulunca gereğini yapacağım. Nitekim az önce Fahri Yücel (belki şaka olarak, Türkçe C harfi ile) Carmen operası deyince, dikkatini çektim; “Sen adındaki bir harfi dile dolayıp bir gönül eğlemeye kalkarsan yakında çevrendekiler sana “Fahri Yükel! ”diye bağırırlar. Şevki Aydın'ın çok hoşuna gitmiş hemen “Fahri Yükeeeel!” deyip güldü.

Öğleden sonra Öztekin Öğretmen kemancılarla uzun bir çalışma yaptı. Çakar da hem keman hem piyanoyu seçmişmiş, o da Abdullah gibi keman gurubunda kaldı. Ben ayrılırken Muttalip Çardak'ın Öztekin Öğretmene Bayram günleri için soru sorduğunu duydum, durakaldım. Muttalip:

-Yarından sonra 4 günlük bayramımız var, burada çalışabilecek miyiz? deyince öğretmen önce:

-Elbette dedi ama az düşünür gibi yaparak duraladı.

Muttalip Çardak ; “Bayram günleri çalışabilecek miyiz?” deyince çoğumuz şaşırdık. Bayram geleceğini hep biliyorduk ama gelince ne yapılacağı üstüne hiç konuşmamıştık. Öyle ki ben 8 Aralık günü Hasanoğlan'dan Kepirtepe’ye dönüş tarihimiz olduğunu söyleyip o günleri anmayı tasarlıyordum. Biraz da bu nedenle olacak bayram sözlerini önemsememiştim. Öğretmenin söyleyeceklerine kulak kesildim. Öğretmen:

-Biliyorsunuz ben de bekarım; bekarların bayramı, benim gibi çalışıyorsa 3-4 gün dinlenmektir. Bu nedenle ben okulun bayramları üstüne pek bir şey bilmem. 2. sınıflar bilirse söylesin! deyince onlar da bir şey bilmediklerini, geçen yıl bayramdan sonra geldikleri söylediler. Öztekin Öğretmen bu kez gülerek:

-Okulumuz yeni kuruluyor, zamanla her şey düzelecek. Yöneticilerimiz bir şeyler düşünmüştür, daha yarın var, öğreniriz! dedi. Sanki çok önemli bir planım bozulmuş gibi önce tedirgin oldum ama sonra toparlanıp doyasıya çalıştım. Bu arada tek elle, bugün dinlediğim Mozart Don Juan ilk parçasını çaldım. Sol el de kolay geldi. Çok güzel söylemişlerdi, öteki melodileri hep unuttum ama şimdi, kendim de çaldığım için Rabia Erler'in Zerlina dediği parçayı unutmuyorum. Zerlina sanırım bayan adıdır. Don Kişot'un Dulsina'sı, Werther'in Scharlote'si, Faust'un Margarite'si gibi.

Yemekte, önce oldukça durgun bir hava vardı. Her an bir tartışma çıkacağını kestirmiştim, ne söylense karşılık verecektim. Orhan Doğan, beklemediğim bir söz söyledi:

-Vallahi Kepirli arkadaşım seni çok beğeniyorum, sen çok iyi bir öğretmen olacaksın. Çok sevdiğim bir İlkokul öğretmenim vardı, bana onu anımsatıyorsun! deyince Abdullah Ön:

-Seni çok döverdi değil mi? diye sordu. Onlar kendi aralarında dalaşmaya başlayınca bana söylenen söz üzerinde hiç durmadım. Yemekten sonra ise pek ummadığım bir ilgiyle karşılaştım. Kitaplıkta arkadaşlar toplanmıştı. Hemen hemen herkesin elinde bir kitap var ama kitaplar ellerde açılmak bekleye dursun konuşmalar sürüyor. Oysa ben yarından sonraki bayram için neler diyecekler diye yeni yeni öneriler bekliyordum. Oysa yanlarına gider gitmez önce Yusuf:

-Abi, hangi ders için söylersen söyle, o dersin sorumluluğu üstüme alıp sana o dersin notlarını vereceğim. Bak arkadaşlarla bunu konuştuk, dört arkadaş kesin kararlıyız; daha katılacaklar da var.

Önce anlayamadım, bu kez de Orhan açıkladı, okuduğum notlarımı çok beğenmişler; burada da devam etmemi istiyorlarmış. Bana yardım olsun düşüncesiyle önemli buldukları olayları not edeceklermiş. Tam toparlayamadım ama ilgi beni çok sevindirdi. Bu kez de okuduklarımdan anımsadıklarını dile getirip hem güldüler hem de zaman zaman topluca yapılan doğrular gibi yanlışları da irdelediler. İşin bu yanı beni çok sevindirdi. Gerçi söylenenlere salt gülerek katıldım, kendi kanımı söylemedim ama hoşnut olduğum açıktı. Gene de sözün uzatılmasına olanak vermemek için işim olduğunu söyleyip ayrıldım; oysa işim dediğim onların da işiydi. Hamdi Keskin Öğretmen Divan Şiirinde çok geçen sözlerin öğrenilmesi. Örneğin Musammat; şimdi sorsam hiç biri yanıt veremeyecek, biliyorum. Gene de öğrenme için bir çaba göstermiyorlar. Tek avuntuları bunlar bize sınavlarda sorulmaz.

Musammat: Beyitler içinde kafiye,

Gamım pinhan tutardın ben dediler yare et ruşen

Desem o bi vefa bilmen inanır mı inanmaz mı

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Şeb-i hicran yanar canım kan akar çeşmi giryanım

Uyarır halkı efganım karabahtın uyanmaz mı

 

Fuzuli

Ga mım pin han tu tar dım ben de (di) ler ya  re et ru şen

Me fa î lün me f a î lün me fa î  lün me fa î lün

di uzatılacak (İmale)

 

Dizelerdeki ben'le bilmen, canım'la efganım birere iç kafiye oluşturur.

Müseddes:Altı dizeli şiirler.

 

Fuzuli eyledüğün 'ahdune vefa kılgıl

Yeter şikayet idup şerb-i mü-cezza kılgıl

Vücudunı hedef-i navek-i kılgıl

Kamu cefalara sabr eyleyub dua kılgıl

Kim ola dost rızası hemin sana kılgıl

Rıza-yi dosttur asl-i temettu' ey gafıl

(Fuzuli, verdiğin sözlerinde dur, yeter şikayetlerinin de bir sonu olsun. bedenini de seni hedef alanlardan koruma, insanlardan gelecek cefalara dualarla diren ki dostlar da sana dua edeler. Dost duaları insanların esas kazançları)

 

Fu  zu li ey  le dü ğün ah  du ne (ve ) fa kıl gıl

Müs tef i lün  fa î lün müs tef  i lün fa î lün

 

 

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Menem ki kafile-salar-ı kar-ban-ı gamem

Musdafir-i reh-i sahra-yi mihnet ü elemem

Hakir bahma mana kimseden sığınma kemen

Fakir-i Pad-şeh asa gerda-yi muhteşemem

Sirişk tahte revandır mana vü ah' alem

Cefa vü cevr mülazım bela vü dert haşem

Fuzuli

Ben ki kederliler kervenının başı olduğum gibi geçit vermez çöllerin de yolcusuyum. Sakın bunu eksikliğime yorma, ben padişah gibi muhteşemim. Göz yaşlarım akar durur, bu benim özelliğimdir. Sıkıntım ve üzüntüm gereğinden çok bela ve dert ise çok yakınım, dostum gibi.

 

 

(Ha kir bah ma ma na kim se den sı ğın  ma ke mem

Me fa  î lü fe  i lâ tü fa i la  tü fe lün

Muhammes: Beş dizeli ya da beş dize üstüne kurulmuş şiirler.

 

aaaaa

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Ey yüzi gül gönleği gül-gün u donı kırmızı

Ateşin kısvet geyüp odlara yandurdun bizi

Ay ü gün dür hüsn bahsinde cemalün acizi

Adem oğlında senun tek doğmaz ey kafir kızı

Güyya atan meh-i tabandan anan aftab

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Ey yü zü gül gön le ği gül gün u do nı  kır mı zı

Müf te i lün müf te i lün müf te i lün fa i lün

 

Muhammeslerde ilk beş dizenin uyaklı olması yanında, sonra gelen küme dizelerin son dizesi, ilk dizeye uyaklı olur. aaaaa, bbbba, cccca gibi. . . . . . .

Tahmis: Başka şairlerin beyitlerine üçer dize ekleyerek yapılan beşli şirler. aaaaa, bbbba, cccca, olarak sürer.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Hah sin cap eylesün ferşin Fuzuli hah kül

Hecr ara mutlak yuhu görmez göz eylemez gönül

Yarsuz eşk ehlinin dinlenemi mümkün değil

Nice dinlen sün HABİBİ sensiz ey endamı gül

Kim batar cismine ten de her tüg olmuş bir diken

Ni ce din len sün ha bî  bî sen si zey en  da mı gül

Fe i  la  tün fa  i lâ  tün fa i lâ tün fe i lün

Fuzuli'nin Habibi'nin bir gazeli üstüne kondurduğu bir Tahmisten örnektir.

Murabba:Dörtlü dizelerden kurulu şiirler. Bunlar da aaaa, bbba, ccca. . . . düzeniyle giderler.

 

Perişan halün oldum sormadun hal-i perişanım

Gamundan derde düşdüm kılmadun tedbir-i dermanum

Ne dirsen rüzgarum beyle mi geçsun güzel hanum

Gözüm canum efendim sevdüğüm devletlu sultanum

 

Esir-i dam-ı 'ışkun olalı senden vefa görmen

Seni her han de görsem ehli derde aşn a görmen

Vefa vü aşnalık resmini sana reva görmen

Gözüm canum efendin sevdüğüm devletlu sultanum

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Ga mun dan der  de düş tüm kıl ma dun ted bir i  der ma num

Me fa  î lün me fa  î  lün me fa  î lün me fa  î lün

Mukatta'at:Tamamlanmamış, ya da kesilmiş anlamı taşımaktadır. Kısa, özlü sözlerin şiir biçimlerinde söylenişi de diyebiliriz. Şairler belli konularda düşüncelerini belli bir kalıba dökmeden manzum olarak söylerler. Değişik konulardaki bu söylemlerini divanlarında bu ad altında toplarlar. Fuzuli'nin divanı buna güzel bir örnektir. Divanın Mukatta'at bölümünde dört ile yirmi beyit arasına dağılmış uzunlu kısalı elli kadar parça vardır. Örnekler:

 

Ey mu'allim alet'i tezvirdür eşrare ilm

Kılma ehl-i mekre talim-i ma'arif zinhar

Hile içün ilm talimin iden müfsidlere

Katl-i am içiün virur cellada tiğ-i ab -dar

Her ne tezvir itse ehl-i cehl ana olmaz sebat

Mekr-i ehl-i ilmdur aşl-i fesad-i rüzgar

Ey mu al lim a le ti tez vir dü reş (ra) re ilm

Fa i  lâ  tün fe i lâ tün fa i lâ tün fe lün

 

(Ey öğretmen bil ki, bozguncuların elinde bilim zararlı olabilir. Sakın böylesine bilgi verip onu güçlendirme. Hileci insanlara, bozgunculara verilen bilgi, ölüm saçan cellada kılıç verme anlamı taşır. Böylesi bilgi için yalvarıp yakarsa bile onlar cahil olduğu için verdiği sözde duramaz. Unutulmasın ki zamanın fitne-fesadını bilgiler (Bilim) önler

 

Her kimun var ise zatında şeraret küfri

Istılahat-i ulum ile müselman olmaz

Ger kara daşı kızıl kan ile re ngin itsen

Tab'a tağyir virup la'li Bedahşan olmaz

Eylesen tutiye talim-i eda-yi kelimat

Nutkı insan olur amma özi insan olmaz

Her uzun boylu şeca'at idebilmez da'vi

Her ağaç kim boy atar serv-i hıraman olamaz

 

Her ki min var i se zâ tın da şe râ ret küf ri

Fâ i  lâ  tün fe i  lâ tün fa i  lâ tün fâ (i) lün

 

(Kişinin içinde kötülük varsa, onu bilgiyle donatsan bile iyi bir Müslüman olmaz. Nasıl ki karataşı, kanla boyayınca o taşlıktan çıkmadığı gibi yakuta dönüşmez. Bir kuşa (Bülbül) istediğin kadar sözcük öğret, insan gibi konuşsa sözü insana benzese de insan olmaz. Örneğin her uzun boylu, boyuyla övünmemeli ağaçlar da boy atar ama yürüyemezler. )

 

***

 

İlm kespiyle paye-i rif'at

Arzu-yi muhal imiş ancak

Işk imiş her ne var alemde

İlm bir kıl ü kal imiş

Iş  k  i miş her ne va râl em de

Müf te i lün Müf te  i  lün fa lün

 

(İlim yoluyla ünlü olmak, erişilmesi güç bir istekmiş meğer, oysa bu alemde makbul olan aşkmış, bilim ise sözden ibaretmiş.)

 

Rübaiyat: İki beyitle yazılıp söylenen şiirlerdir. Kendine özgü aruz kalıpları vardır. Konuları genellikle aşk, şarap, düşünce, övüt olur. Uyaklarıyla vezinleri (Kalıpları) da çoğunlukla aaba olarak sıralanır mefulu mefailün mefailün (Kimi kez mefailü fa ile biter)

 

Saki kerem it şarab-i gül-fam yürüt

Gül-fam şaraba virme aram yürüt

Bezm içre habab-i eşk-i gül-i günumdan

Min cam yürütme leb-be-leb cam yürüt

 

Min cam yü rüt me leb be leb cam yü rüt

Müs tef  i lün me fa i  lün fa  i  lün

 

 

(Saki, lütfen gül rengi şarabı ver, sakın ara vermeden, getir. Dostlarla söyleşi sırasında şarap içilir, kadehleri ağzına kadar doldurarak getir. )

 

***

Gül devri hoş oldu kî duta gül-fem kadeh

Bezmin de demi durmaya afram kadeh

Her subh ki hur-şad-sıfat kaldıra baş

Bezmin bezeyub gezdure ta Şam kadeh

 

Gül dev  ri ho şol du kî  du  ta  gül fem  ka deh

Mef û  lü  me fa  i lün fe  i   la  tün fe  lün

 

 

(Güllerin açılığı zamanlar, elde gül rengi şarap hoş olur. Topluca olunca durmadan kadehlerin kaldırılmış olarak dolaşması toplantıyı kadehlerle süsler. )

***

 

Gördüm seni elden ihtiyarım gitti

Bahdum kadüne sabr u kararum gitti

Hak oldum ü her yana gubarum gitti

El-kıssa kapunda i'tibarum gitti

 

Gör düm se  ni  el de nih ti  ya  rım git ti

Mef û  lü  me fa i lün fe  i  lün fa lün

 

 

(Seni görünce kendimi tutamaya yazdım (gücüm kesildi) toparlanmaya çalıştım ama ne yapacağımı kestiremedim. Toprak oldum, her yana tozlarım dağıldı, kısacası, kapında değersiz biri olarak duruyor gibiyim. )

 

Örnekleri tamamladım ama vezinlerin tüm dizelerini yazamadım. Oysa asıl onları tamamlamak gerekti.

Yatınca da bir süre eski sözleri dert ettim. Elimdeki Osmanlıca-Türkçe kılavuz neden daha büyükçe yapılmamış?

Akıl işi değil ama sözlerin bir bölümünü Almanca-Türkçe Büyük lügatta aradım. Zor oldu ya gene de sandığımdan çok oldu, taraya taraya bulduklarıma sevindim. Sabahki Don Juan söylenmesini istemek de zor gibiydi ama, sonuç iyi oldu; “Ende gut, alles gut!” İşte bunu söylemek neşemi kaçırdı, kendi kendime canımı sıktım.

Doç. Niyazi Çiti-ak-oğlu, kendisi soyadının oluşunu böyle anlatmıştı. Bu tür sözleri hiç önemsemiyormuş. Almanlar gerçekçiymiş, bir baksaymışız, dünyayı titretiyorlarmış. Niyazi Çitakoğlu'nu bir yolunu bulup Binbaşı Nuri Teoman'la konuşturmak isterim. Kafam iyice karıştı. Kalasın bir ucuna Nuri Teoman'ı koydum öteki ucuna da Niyazi Çıtakoğlu'nu… Sonra da ne yapacağımı düşünürken uyudum.

 

7 Aralık 1943 Salı

 

“Sabah olunca uyku gözlerimden akıyor!” Sonra sonra? ? ? Orasını da siz söyleyin! Birisi de “ iiiiiiii!” diye ses çıkardı. Abdullah Ön çıkıştı:

-Sen şimdi soprano mu oldun? Bence sen altına kaçırmaya çalışıyorsun! Kimdi o? soruları arasında yatakhaneden çıktım. Çıktım ama aklım orada kalmıştı, “Sahi kimdi o sesi çıkaran?” Abdullah olamaz. O çıkarırsa adam gibi ses çıkarıp söyler. Bunu yapan bizim bölümden ama kim? Salona gidene dek bunu düşündüm. Salona gelenler bu konuya hiç değinmediler. Öğleye dek salon boş, Mehmet Öztekin Öğretmen gelmedi, ben de sobayı yakmadan kahvaltıya gittim. Kahvaltıda konuşurken hatırladım “Sabahattin Öğretmen dersi nerede yapacak?” Kitaplık sıkışık ama sıcak, yeni salon oldukça soğuk. Konu kendiliğinden aydınlandı, 2. sınıflara da bugün Sabahattin Öğretmenin dersi var, onlar dediler “Sabahattin Öğretmen kitaplıktan ayrılmaz!” Gerçekten tüm arkadaşların kitaplığa gittiğini gördüm. Zaten ben de öyle istiyordum.

Sabahattin Öğretmen, Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile birlikte geldi. Atmaca'nın elinde bir paket var, kapı içine girip orada durdu. Sabahattin Öğretmen açıklama yaptı:

-Yapacağımız iş bir sınav değil, bir birimizi daha yakından tanıma uğraşı. O nedenle sınav havasına girilmeden istenen bilgilerin verilmesi! dedikten sonra kitaplıkta bulunanları saydırdı. Arkasından da yanında kalemi olmayanları sordu. Kalemi olmayan 15 kadar arkadaş ayağa kalktı. Sabahattin Öğretmen biraz acımsı gülümsedi:

-Sizler, sınav bekliyorsunuz, biliyorum. Ama gene de sınav yapmayacağım: Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az! deyip Hüseyin Atmaca'ya işaret etti. Hüseyin Atmaca elindeki listeye göre hepimize birer kağıt verdi. Kalemi olmayanlar sessizce Hüseyin Atmaca ile dışarı çıktı. Oldukça merak ettik ama, konuşamadığımız için olayı çözemedik. Sabahattin Öğretmen de elindeki kağıda bakarak bir süre durdu. Arkadaşların kalem bulup geri geleceğini umarken Sabahattin Öğretmen çok yavaş bir sesle şimdiye dek okuduğumuz kitapları düşünerek içlerinden beş tanesini seçip adlarını yazmamızı, seçtiğimiz o beş kitaptan birini özetlememizi, içinde bulunduğumuz kitaplıktan alıp okuduğumuz kitapların adları yazdıktan sonra okumamış olsak bile elimize alıp bıraktığınız kitaplardan on kitap adı yazmamızı istedi. Sorularını tekrarladıktan sonra kitap dolaplarına yakın olanları, biraz yan dönmeleri için uyarıda bulundu.

Soruları okuyunca sondan başladım. Okuduklarımdan beş kitap, on kitap rahat seçerim ama, kitaplıktan ad seçmek biraz ters geldi. Sabahattin Öğretmen kitaplıkla kendisi ilgilendiği için onun gözünden düşmek istemiyorum. Önce Sofokles'in 3 kitabını yazdım. Kral Oidipus, Kral Oidipus Kolonos’ta, Antigone, Sokrates'in Savunması, Eflatun Devlet 1, Devlet 11 deyip sevinerek yazdıktan sonra elime alıp bıraktığım kitapların hiç birini anımsayamadım. “Beklemekte bir yarar yok!” deyip Kırmızı ve Siyah'ı, Rüzgarlı Bayır'ı, Kreutscher Sonatı, Sefiller'i, Harp ve Sulh'u yazdım. En kolay özetleyeceğimi düşünerek Kreutzer Sonatı seçip yazmaya başladım. Yazarken aklıma gelenler oldu. Ben almadım ama alan arkadaşlarda gördüklerim işime yaradı, Garp Cephesinde Yeni Birşey Yok'la başlayan anımsamalar, Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı-Dale Carnegie, Meşhur Adamların Meçhul Taraflar, Dale Carnegie-Bir Zamane Çocuğunun İtirafları-Alfred de Müsset, Maske-Anton Çehov, Değirmenimden Mektuplar-Alphonse Daudet, Denemeler-Francis Bacon, İki Yeni Gelinin Hatıraları-Honore de Balzac, Vadideki Zambak-Honore de Balzac, Nana- Emile Zola ile tamamladım. Oldukça zamanın kaldı deyip Kreutzer Sonat'ı özetledim.

Rusya'nın uçsuz bucaksız topraklarında insanlar, uzak kentlere trenlerle giderler. Trenlerde günlerce birlikte yolculuk eden yolcular kimi zaman kendilerine uygun düşünceli kimselerle karşılaşınca yakın dost gibi konuşup dertleşirler. Genelde yolcular, kendi düzeyindekileri seçip dertleşmeye dikkat ederler. Ne var ki kimi zaman konuşanlar arasına sessiz kalarak söyleşileri dinleyenler de karışır. Bizim hikayemiz de böyle bir olayla başlamaktadır. Bir yolcu grubu, değişik konularda uzun tartışmalar yapar, anlaştıkları, anlaşmadıkları konular olur; gene de ayrılmak gerekince dostça ayrılmaya çalışırlar. Burada da öyle olmuştur. Değişik konularda tartışan bir grup bir yerde ayrılır. Kalanlar, gidenlerin arkasından bir kaç yorum yaptıktan sonra aralarında uzun zamandır oturan buna karşı hiç söze karışmayan suskun yolcuya neden konuşmalara katılmadığını sorarlar. Soranlar gerçekte o yolcunun kılık-kıyafetine, suskunluğuna bakıp kendilerinden daha düşük bir halk tabakasından olduğunu varsayarak konuşurlar. Yolcu, gerçekte onların konuşmalarını çok iyi anlayacak düzeyde bir yetişkin insandır. Ancak başından geçen olaylar nedeniyle çaresizliklere düşmüş, suskunlaşmıştır. Kendisine söz verilince acıklı hikayesini anlatır.

O da öteki insanlar gibi bir çocukluk dönemi yaşadıktan, içinde bulunduğu toplumun makbul saydığı bilgileri kazandıktan sonra geleneklere uyarak bir yuva kurmuştur. Mutludur, eşini sever, çocukları olur, çocuklarını çok sever, kısacası düşlediği yaşama kavuşmuştur. Eşi de anlayışlı, evine düşkün, yaşama sevinci olan, güzellikleri, eş-dost arasında bir yer tutmayı sever. Neşelidir, işleri arasında müzikle ilgilenir, çevresindekilere dinletecek kadar piyano çalar, eşe dosta arada dinletir. Evlerine gelen gidenlerden hoşnutturlar. Yaşamları mutluluk doruğuna tırmanırken gelen dostlar arasına katılan bir yabancı gelir. Gelen onlara yabancıdır ama her zaman gelen dostlarının dostlarıdır. “Dostumun dostu, benim de dostumdur!” özlü sözüne inanarak yeni dostlarına iyi davranırlar. Gerçekte yeni dostları bir keman virtüözüdür. Eline kemanı alınca bir başka kişi olmuş gibi kemanı dillendirdiği gibi, dinleyenleri de kemanın gizli büyüsüyle tutuklar. Müzik sever konuk, aynı zamanda çok insancıl bir kişidir, ya da öyle olduğunu göstermeye çalışır. Konuk geldiği evin bayanının piyano çaldığını öğrenince birlikte çalabileceklerini önerir. Evin bayanı için bu onurlu bir öneridir, bu alanda yetişmiş bir kimsenin beyenisini kazanmanın sevinciyle öneriyi benimser. Eşinin hevesinden hoşnut olan eşi de yeni girişimi coşkuyla karşılar. Böylece mutlu evde, mutluluğu arttırıcı yeni bir uğraş doğmuştur. Evin bayanıyla Kemancı haftanın belli günlerinde keman-piyano birlikteliğinde çalışmaya başlarlar. Onların bu girişimi, eş-dostlar arasında da coşkuyla karşılanır. Birlikte verecekleri konseri sormaya başlarlar. Keman-Piyano ikilisi kısa zam anda uyum sağlamış, belli başlı eserler çalışılmaya başlanmıştır. Bu arada Ludwig van Beethoven'in ünlü kemancı Conrad Kreutzer için bestelediği, onun adıyla anılan Kreutzer Sonat'ı da çalacakları eserler arasına katarlar. Ancak Kreutzer Sonat, Beethoven'in bir konserini dinlediği Conrad Kreutzer'in keman çalışına hayran kalışının bir ürünüdür, onun çalması düşüncesiyle bestelenmiştir. Öyle olur olmaz çalışmalarla üstesinden gelinecek bir eser değildir. Bu nedenle Kreutzer Sonat çalışmaları oldukça uzar. Kemancının eve sık gelmesi, evin erkeğini rahatsız etmeye başlar. Ayrıca hep aynı sonatın çalınması rahatsızlığı, içinden içinden NEDENLER aramaya yöneltir. Aranan nedenler arasında bir tanesi gideren su üstüne çıkar; “Bunlarınki müzik çalışması yapmak değil, gönül eğlendirmek; öyleyse bunlar sevişiyorlar!” Kişi böyle bir karar verince, gözetlemeye kalkışır. Ancak, gözle bir suç izi yakalayamaz. İşi doğrudan eşine kuşkulandığını söyleyerek açar. Eşi, kuşkulanmaları anlamsız bulur, kendisine güvenilmesini beklediğini söyler, Çalışmalar azaltılmasa da ara ara sürdürülür. Kıskanç koca bu kez başka bir plan kurar; uzak bir yere gidecek gibi hazırlanıp evden ayrılır. O gideceği yere gidedursun kemancı gelir, ikili Kreutzer Sonatı daha da olgunlaştırmak için çalışırlar. Çalışmaları gecenin geç saatlerine dek sürer. Kendini iyice kurmuş koca eve dönünce kemancı henüz gitmemiştir. Kuruntulu koca kafasındaki planı uygulamaya sokarak, kemancıyı öldürür. Katil kocanın savunacak bir tutamağı yoktur. Mahkeme sonunda, bakamayacak bir durumda olduğu için çocukları elinden alınır, ayrıca hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra da kendine iş bulamaz, Kimsesiz bir kişi olarak ortalıkta kalmıştır. Bu nedenle insanlara sokulup, onlar gibi gönlünce konuşamaz. Bilir ki, bir katille kimse konuşmak istemez. Nitekim o da şimdi karşısındakilere sorar “Siz de şimdi, bir katille konuştuğunuza pişman oldunuz değil mi? ”

Burada kesip kesmemeyi düşünürken Sabahattin Öğretmen uyardı, “Bitirelim, bitirelim!” deyince yazdıklarımı okumadan kağıdımı verdim.

Kağıdı verince etrafıma baktım, iki üç kişi kalmışmış. Sabahattin Öğretmen kağıtları toparlayıp çıktı. Az ileride Hüseyin Atmaca'yı görünce tomarı uzattı, birlikte gittiler. Arkadaşlar toplanamadan Yunus Kazım Köni geldi. Sınıfın toplanamama nedenleri konuşuldu. Arkadaşlar, dersin nerede yapılacağını bilemediklerini söyleyince Kazım Köni, “Sabahattin Öğretmenin ders yaptığı yerde, yer değiştirmeye gerek yok!” dedi. “Çok sıkışık!” diyenler oldu. Öğretmen baktı, gülümseyerek:

-Geline oyna demişler, kızcağız oyun bilmiyormuş “Yerim dar!” demiş, sizin ki de öyle. Hepiniz bir sandalyede oturuyorsunuz. Başka yerde sandalyeler iki mi olacak?” deyip baktı. Arkadaşlar gelince yerine oturdu. İlk olarak:

-Wilhelm Wundt'a gelene kadar Psikoloji biliminden söz edilmiyordu ama psikoloji yok sayılamazdı. Yunan klasiklerini okuyunca bunu anlıyoruz. Onlar Wundt'un laboratuvara soktuğu olayları kendi Tanrıları aracılığiyle çözemeseler bile açıklamaya çalışıyorlardı! deyip bir süre elindeki kitabı karıştırdı. Kitap elinde yerinden kalktı, az ileriye gidip dönünce Yunan klasiklerinden okuyup okumadığımızı sordu. Arkadaşların yarıdan çoğu parmak kaldırdı. Öğretmen çok memnun olduğunu söyledikten sonra:

- Sofokles'in kitaplarını düşünelim, Kral Oidipus baştan sona ruhsal olaylar üstüne kurulmuş. Ruh bilim sözü geçmiyor ama kişilerin her birinin psikoloji laboratuvarlarına gereksinimi olduğu belli. Yine ayni yazarın öteki kitaplarında da öyle! deyince Antigone adı geçti. Öğretmen gülerek:

-Evet evet, Antigone, o ne kardeş sevgisi, işte o bir duygu. O duygu bir ruhsal görüntü (tezahür) Biz ona ruhbilim dilinde GÜDÜ (insiyak) diyeceğiz . Bu bir iç güçtür. Antigone'da kendini kardeş sevgisinde görüyoruz. Bu bir başkasında değişik ortaya çıkar. İşte psikolojinin (Ruhbilimin) konusu bu. Wilhelm Wundt laboratuvarı, insanlardaki bu ruhsal görünümleri saptamak, kişideki duyguların tutkuya dönüşüp onun kişiliğini tutsak etmesini önlemek amacıyla açmıştır. Ancak burada biraz durup konuyu biraz daha kazmamız gerekecek. Örneğimiz ANTİGONE olayında takılıp kalırsak Psikoloji  biliminin sınırlarını da daraltmış oluruz. ANTİGONE bize tek yanlı bir duygu örnekliği yaptı. Oysa insanlarda duygular sayısızdır denmese de çoktur. Önce bir canlı varlık olarak insanda yaşamsal olan bir dizi duygu vardır, az önce GÜDÜ dediğimiz bu duygular; yaşama, açlık, susuzluk, dişilik, erkeklik, yorgunluk, beğenilme, üstünlük gibi derece derece uzamaktadır. Bunları bilir, bunların bir ölçüsü olması gerektiğini de düşünürsek Psikoloji biliminin alanını daha iyi saptayabiliriz. Psikolojik olaylar çok eskilerde de vardı. Var olduğu için de psikoloji  felsefenin bir dalı durumunda vardı. İşte Wilhelm Wundt'un laboratuvarı, Psikolojiyi felsefenin boyunduruğundan kurtardı. İsterseniz bir kez daha tekrarlayalım:

-İnsan yaşamında, insanı ilgilendiren tüm konular felsefenin alanına girer. Bunlardan deneyle tekrarlanabilenler kendi başlarına birer bilim olmuştur. Demek oluyor ki bilimlerin dayanağı deneydir. Çok eskilerde insanlar deneye gerek görmüyormuş. Bu nedenle uzun süre insanlık salt felsefeyi bilgi alanı olarak görmüş. Eldeki yazılı belgelere göre Eski Yunan bilginleri Matematiği, kendi kuralları içinde kanıtlanabilir bir düzeye getirince Matematik felsefeden ayrılarak başlı başına bir bilim olmuş. Matematiği bilimleştiren gene felsefeyle uğraşan insanlardır. Hep bildiğiniz gibi Pfisagor, Tales, Öklit birer filozoftur. Arşimet'in de bilimciler arasında adı Siraküzalı filozof Arşimet'tir. Ancak Arşimet, fizik konusunda yaptığı deneyler sonunda sağlıklı bulguları ortaya koyunca fizik bilimi felsefe konuları dışına alınmıştır. Ondan bir kaç yüz yıl sonra Kopernik, Kepler, Galilei Astronomi bilimini, Lavoisier kimya, Auguste Comte, Sosyoloji, Claude Bernard, Biyoloji bilimlerini hep bu kurala yani işi laboratuvara götürüp deneyle belli sonucu alma kuralına göre bilim bağımsızlığını almışlardır. Wilhelm Wundt'un yaptığı da budur. Ancak şimdi sizin de kuşkuyla baktığınızı sezdiğim psikoloji deneyleri nasıl yapılır? Bu o zaman da çok tartışılmıştı. Öyle ki, Wilhelm Wundt alaya bile alınmıştır. Bu konuda bir de ilginç olay anlatırlar. Wilhelm Wundt bir üniversitede ders verir, yeri geldiğinde kendi düşüncelerini anlatır. Ona karşı duranlardan biri de Moyman adlı bir gençtir. Salt alay etmek, eğlenceli vakit geçirmek amacıyla Wilhelm Wundt'un laboratuvarına gider. Gidiş o gidiş Moyman, Wilhelm Wundt'un laboratuvarında ölünceye dek çalışır.

Öğretmen, Moyman olayını anlatınca az durdu, gülümsedi. Şükrü Koç parmak kaldırdı. Öğretmen başıyla konuşmasına izin verince Şükrü Koç, “Sigmund Freud da o laboratuvarda çalışmış ama sonra oradan ayrılmış!” deyince öğretmen bu kez düpedüz güldü. Pek sık söylediği EFENDİM sözünü bir kaç kez tekrarladıktan sonra:

-Freud, kendine özgü kişiliği olan bir doktor, belki Moyman'la geçinememiştir! Ne dersin? diyerek Şükrü Koç'a baktı. Bu kez de Şükrü Koç “Psikoanaliz!” deyince Öğretmen:

-Psikoanaliz üzerinde duracağız. Psikoanaliz, Wilhelm Wundt'un kurduğu laboratuvara karşı değil, kullanılan yöntemlerin yetersizliği düşüncesinde. Bizim bugünkü konumuz psikolojinin bir pozitif bilim oluşu sürecini gözden geçirmekti. Wilhelm Wundt'un laboratuvarı 64 yıldır ayakta. O laboratuvara tek öğrenci olarak gelen Amerikalı Stanley Hall memleketine dönünce öyle bir alkışlandı ki, bugün A.B.D'de yüzlerce laboratuvardan söz ediliyor. Doğal olarak; her gelişmede olduğu gibi bunda da eksikler tamamlanarak insanlığa yararlı olunmaya çalışılıyor.

Öğretmen Şükrü Koç'a bakarak, “Sigmund Freud, psikoloji biliminin bir aşamasıdır. Onun üzerinde duracağız. İstersen bir hazırlık yap, birlikte yapacağımız çalışmalara bir ilk olsun.”

Bekir Semerci parmak kaldırdı, öğretmen görmediği için Bekir parmağını indirdi. Bu kez de Muzaffer Kayhan parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Muzaffer Kayhan, Bekir Semerci'nin parmak kaldırdığını söyleyince öğretmen duymamış gibi, elini kulağına götürerek biraz da sertçe :

-İşte bunu istemem! Öğretmen bu sözü söylerken Bekir ayağa kalkmıştı, birden oturdu. Öğretmen Bekir'in yakınına giderek, kalkmadan konuşmasını söyledi. Bekir gene de kalkarak laboratuvarda neler yapıldığını sordu. Öğretmen Bekir'e bakarak:

- İyi ki sordun, ben de tam buna değinecektim, Psikolojinin bir adı Ruhbilimdir. Ruhbilime eskiden Ruhiyat deniyordu. Öyleyse Wilhelm Wundt laboratuvarında hangi ruhiyat olayları üstünde duruluyor? Ayrıntıya inmeden bir kaç örnek vereyim, insanlar neden suç işlerler? Çok insan suçu işledikten sonra pişmanlık duyar; “kendimi tutamadım, üzgünüm!” diyenleri sizler de görmüş olmalısınız. “Kendini tutamamak!” sözünün altında tutmaya çalışmak çabası besbelli var. Ancak o çaba yeterli olmadığı için kişi kendini frenleyememiştir. Bu tür kişiler, büyük suç işlemeden önce de kendilerini frenlemekte zorlanmış olmalıdır. Öyleyse insanların sinir sisteminde dış etkenlerle değişen bir durum vardır. İşte bu değişmeyi, değişmenin derecesi laboratuvarda ölçülerek kişinin kendini bilmesine yardımcı olunur. Sözgelimi okullarda öğrenciler, hangi koşullarda daha rahat öğrenirler, hangi koşullardaki çabaları verimsiz olur? Bir grup çocuk bir süre uykusuz bırakılarak çalıştırılır. Elde edilen sonuçlar değerlendirilir. Belli bir süreçten sonra o deneme grubu bu kez iyi beslenmiş olarak belli düzeyde denenir. Bu deneme bir kaç kez tekrarlandıktan sonra laboratuvar sonuçlarına bakılarak bir sonuç çıkarılır. Kayda değer bir fark görülürse kamu oyuna duyurulur:

-Uykusunu tam olarak alamadan okula giden çocukların başarısı düşük olur! Sizler 3. bir okula girmiş bulunuyorsunuz. Bitirdiğiniz iki okulun da Müfredat Programları vardır. Görmüş olacağınızı umuyorum. İşte o programlardaki ilkeler bu deneylere dayanmaktadır. İlkokul çocuklarının belli konularda dikkati en fazla 30 dakikadır. Kim diyor bunu? Müfredat programı. Neye dayanarak diyor? Psikoloji laboratuvarının deneylerine göre. Girdi-çıktı hesabiyle bakıyoruz ilkokullarda dersler 40 dakikayı geçmiyor. Günlük süreçler de öyle, günde beş dersle sınırlandırılmış. Onlar da değişik konular olma kaydı konmuş. İşte size önemsiz gibi görünmesine karşın en somut bir örnek. İş bununla kalmıyor, laboratuvarı Wilhelm Wundt kurdu ama arkasından gelenler olayı daha da genişletip, yetişkin insanlar için bile olmazsa olmaz düzeyine çıkardılar. İşte arkadaşınızın söylediği Sigmund Freud, bu konuda çığır açmış biri. Ona göre, salt ruhsal durumu bozuk olanların değil en sağlıklı insanların da zaman zaman ruhsal bunalımları olur. Önlem alınmazsa o kişinin sağlığı bozulur. Çünkü ruhsal bozuklukların temeli çocuklukta atılır. Uzun süre kuluçkada kalsa bile, ortam bulunca ortaya çıkar. Kimi kez de doğrudan ortaya çıkmaz yön değiştirerek kişinin olumlu yaşam yönünü olumsuz yöne döndürür. Bunlar üstünde gene duracağız

Öğretmen elindeki kitabı göstererek:

-Sözü eskilerden aldık ama ben size yeni sayılacak yazarlardan söz edeceğim. Rus yazarlarından Dostoyevski, Fransız yazarlarından Guy de Maupassant, Stendhal, Jules Verne, Norveçli Henrik İbsen seçtiği tiplerde psikoloji biliminin kurulmasına yardımcı olmuşlardır. İşte size bir başka yazar Friedrich Schiller! Öğretmen “Schiller!” der demez birkaç arkadaş birden “Wilhelm Tell!” dediler, öğretmen başını atarak:

-Bu, Schiller'in Grek (Eski Yunan) Mitolojisinden düzenlediği manzum hikayeler. Okumuş olamazsınız, henüz dilimize çevrilmedi! deyip elindeki kitabın Almanca olduğunu söyledi. Öğretmen sayfa çevirirken zil çaldı.

Öğretmeni tanıtmak için ilk günlerde konuşan arkadaşlar onun, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu üyesi olduğunu söylüyorlardı. Bunun ne anlama geldiğini bilmediğim için ilk derslerde oldukça küçümsemiştim. Özellikle ikide bir “Efendim!” demesi onun saygınlığını gölgeliyordu. Almanca bildiğini öğrenince birden gözümde büyüdü. Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişi Hayrullah Örs içinde önce böyle bir kanı uyanmıştı. Sık sık okula geldiğini görünce onun, okulu bir sığıntı saydığı için geldiğini; hele kimseye bir söz söylemeden ortalıkta dolaşması onu gözümden iyice düşürmüştü. Nasılsa bir gece bizim sınıfa gelmişti, gene öyle sessiz sessiz dolaşırken elimdeki Almanca lugati görünce eğilip bakmıştı. Lügati bırakınca Almanca üstüne soru sorması, ikinci kez gelişinde gelip yanıma oturması, onu, benim gözümde büyütmüştü. Sonrası çok başka oldu, “Hayrullah Örs, olağanüstü bir insan!” Hele onun bana şarkı notası bulup gön dermesi (Röslein, şimdi rahatça doğrusunu söyleyebilirim, Franz Schubert'in,  Johann Wolfgang von Goethe'nin Röslein şiiri için bestelediği Lied) benim için olağanüstü bir sevinç olmuştu. Bunu anımsayınca bir umuda kapılır gibi oldum, Almanca sevgisi belki gene bir iyi insan tanımama yol açar! Bunu dedim ama içimde bir cızıltı duyar gibi oldum. Doçent Niyaszi Çitakoğlu da Almanca'dan söz ediyor, neden onun için içimde bir kıpırtı yok? Bakalım, belki zamanla onun için de olur!

Yemekte bir fısıltı; “İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, geçmiş günlerde:

-Salonunuzu tamamlayın, gelim sizinle konuşacağım! Salon tamamlanmadan gelmem!” demişmiş. “İşte salon hazırlandı!” deyip, neden gelmediği sorgulanıyor. İleri geri konuşmalar oluyor:

-İnşaatte çok istekli çalışmadık, bunu duyup küsmüştür!

-Bunu nereden duyacak, gelip görmedi ki?

-Okul müdürü söylemiş olamaz mı?

-Okul müdürü gidip öğrencisini gammazlar mı?

-Gammazlayanlar vardır!

-Bu onlardan değildir!

-Kim demiş onu, bir kere bu Trakyalı, Trakyalılara güven olmaz! Bu söylenince üstüme alınmak istemedim, susmayı sürdürecektim. Yanımdaki koluyla koluma vurunca son konuşana baktım:

-Ortaya söyler gibi “Hem Trakyalılara güvenilmez!” diyorsun hem de bir Trakyalının yanında okul müdürünü “öğrenci gammazlayan! ” olarak ilan ediyorsun. Ben bunun üzerinde durmayacağım ancak söylediğin o “Tüm Trakyalılar!” dediğin aşağılayıcı sözü onlara yakıştırdığına göre, onların bu düzeye düşmesi için yaptıkları nankörlüğü de biliyorsun demektir. Önce bunu açıkla da öğrenelim. Açıklamazsan, suçsuz olduğumuzu söyleyip savunmaya kalkarsak bu kez de sen haksızlığa uğramış olacaksın! Sözü söyleyen Orhan Doğan'dı, yüzüme baktı:

-Bir örnek yeter mi, nasıl bir örnek olsun ki? deyip gülünce ben:

-Yeter yeter, bir örnek yeter, Halk arasında “Bir küçük sinek tüm yemeği kirletir!” diye bir söz vardır. Trakya'da tüm ülkemizi ilgilendiren, ülkemiz insanlarına zararı dokunan bir olay, örneğin Kurtuluş Savaşı'nın en kritik zamanında isyan çıkaran KONYALI DELİBAŞLAR, ÇOPUR MUSALAR, YOZGATLI ÇAPANOĞULLARI gibi.

Orhan Doğan yüzüme baktı, zoraki bir gülümsemeyle:

-Arkadaşım; biz bu konuşmaları şaka olarak yapıyoruz. Şakalar üzerinde böyle durulur mu? Bu kez de ben:

-Trakya koca üç ilin yanında İstanbul'la Çanakkale illerinin yarı insanını içermektedir. Onların topunu içine alarak şaka konuşulmaz. Konuşulursa sonuç nereye dek gider bilirsin:

-Çifteler Köy Enstitüsü'nde hiç Kemal adı yok, buna karşın Kızılçullu'da 13 Kemal var! Bu da mı şaka? Orta Anadolu insanları Atatürk'ü sevmiyor mu? Sevmedikleri için mi çocuklarına Kemal adı koymuyorlar? Buraya gelmeden önce okulumdaki öğrencilerin adları üzerinde hiç durmamıştım. Burada öğrendim bunun önemini. Ancak benim okulumdaki öğrenciler arasında İsmet'ler, Kemal'ler, Fevzi'ler vardı. Yeğenim İsmet'le beş yılı birlikte geçirdik. Okula ilk girdiğimde arkadaş tuttuğum Kemal'di hala onu arkadaşım Çeneli Kemal diye sevgiyle anıyorum. Fevzi ile bir sınıf küçüğüm, dört yıl boyunca beni ağabey olarak bilip işlerde yardımıma koşan bir kardeşimdi.

Trakya halkını, biraz tarih okuyanlar bilirler. Osmanlı orduları en büyük savaşlarını hep Trakya üstünden geçerek yapmış büyük zaferleri yanında çok büyük yıkımlara da uğramıştır. Bu zaferlerde de yıkımlarda da Trakya halkı sıkıntı çekmiş ama devletine karşı baş kaldırmamıştır. Tarihimizde devletimize karşı tek bir Trakya ya da eski adıyla Rumeli isyanı diye bir olay yoktur. Tersine iki büyük isyanda Trakya halkının desteklediği halk güçleri isyancıların emellerine kavuşmasına izin vermemiştir. Alemdar Mustafa Paşa ile Mahmut Şevket Paşaları unutmayalım. Biri Kabakçı keferelerinin, 2.si de 31 Mart yobazlarının defterini dürmüştür.

Hüseyin Çakar, kaşlarını çatarak:

-Bu tür şakaları oldum olası sevmiyorum; yapmıyorum, yaptırmıyorum öyleyken gene de karşılaşıyorum! deyip kalktı.

Mehmet Yelaldı, akşamki plak listesini sordu. Fahri Yücel gülerek:

-Hakkı Tonguç'un neden gelmediğini anladınız mı? İşte bundan; Adam bize açık açık “Önce siz kendi aranızda anlaşın, sonra beni bekleyin!” diyor! Hüseyin Çakar'ı Şevki Aydın izledi. Abdullah Ön:

-Yahu çocuklar, anlaşın da öyle kalkalım, yediklerimiz yerine oturmayacak! deyince Orhan Doğan elini uzatıp elimi tutarak beni çekti. Kalktık ama konuşmadan çalışma yerimize gittik. Benim çalışmam küçük salondaydı, metodu alıp oraya indim. Bir süre sonra Hüseyin Çakar geldi. Anladığım kadarıyla beni yatıştırmaya gelmişti. Oysa ben söylediklerimden sonra iyice rahatlamıştım. Ben birlikte çalışmamızı isteyince razı oldu benim ödevlerimi birlikte çalıştık. Hüseyin Çakar'ın ritim kavrayışı çok iyi. Ona uyunca ben de çabuk belliyorum.

Geciken plak listemizi hazırladım. Gene Mozart var. Bu kez de Klarnet Konçertosu. Klarnetin ne olduğunu benim kadar arkadaşların çoğu bilmez. Aralarında hiç bilmeyenlerin olduğunu sanıyorum. Örneğin hiç değilse Kadir Pekgöz'le Abdullah Erçetin bilmiyordur. Weber'i bilirler; Abdullah Avcılar şarkı-marşını söyler. “Şen boru sesleri, lay lay lay layyyy! ”

Salondaki piyanoda Beringerdeki parçalar dışında bir parça çalmıyorum. Bana öğretmen bu konuda bir söz söylemedi ama Hüseyin Çakar'ın anlattığına göre geçen yıl bu konu üstünde çok durmuş. Öztekin Öğretmen; “Piyano çalışanlar parçaları dışında özellikle güncel şarkı, türkü gibi denemeye kalkışırsalar; bu kez kemancılar da aklına gelen melodiyi gelip tek parmakla çekiçlemeye başlar. Bunun önü alınamaz. O nedenle, önce piyano öğrencileri buna dikkat etmeli, yoksa sonra piyano çalışma saatinde bile gelip rahatsız edenler olur!” diyerek piyano çalanları da sık sık uyarmış

Çalınmak üzere seçilen plaklar.

1. Rimsky Korsakov,Şehrazat, 5 plak

2. Wolfgang Amadeus Mozart, Klarnet Konçertosu,  4 plak

3. Carl Maria von Weber, Freischüts uvertürü, 1 plak

Bu kuralı çok önemli gördüğümden büyük salondaki piyanoyu dikkatli kullanıyorum, Beringer dışında bir denemeye kalkışmıyorum. Kaç gündür küçük salondaki piyanoda Mozart sonatının sonundaki Alla Turca parçasını deniyorum. Mehmet Zeybek'in orada çalışması olacaktı. Çalışmaktan vazgeçmiş, geldi.

-Arkadaşlar hep yeni salona gitti, sen gelmiyor musun? diye sordu. Plakları göstererek:

-Öğretmen bunları istedi, hazırlıyorum! dedim. Bu düpedüz yalandı ama ne yapayım, oturup piyano çalışacağım diyemezdim. Biraz buruk olmakla birlikte aşağıya inip marşın ilk sayfasını ezberledim. Ezberleyince daha rahat çalışıyorum. Yıllardır akordiyonda bir bölümünü yalap şap çaldığım parçayı bestecisi Mozart'ın kendi notalarından piyanoda çalmak bende büyük bir istek doğurdu. Abdullah Erçetin geldi, beni görünce şaşırdı:

-Yemeğe gitmedin mi? diye sorunca ben de şaşırdım:

-Ne yemeği? Abdullah gülerek:

-Akşam yemeği, yoksa sen sabah kahvaltısını mı bekliyordun? Yanıt vermeden kalkıp yemekhaneye koştum. Masada Şevki Aydın'la Hüseyin Çakar oturuyordu. Benim geciktiğimi anladıklarından, beklemişler. Oturunca, biraz çekinerek sordular; “Öğleki kırgınlıkla bir ilgisi yok değil mi?” O denli sevinçliydim ki, öğlede ne kırgınlık vardı? diye sordum. Onlar gülünce ben de bir süre güldükten sonra:

-Ben yeterli savunmamı yaparak karşımdakini susturunca rahatlar konuyu kapatırım.

Birlikte dinleyeceğimiz plakları, bestecilerini konuşarak salona döndük. Az sonra Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Öztekin Öğretmen bestecilere baktıktan sonra:

-Mozart'la Weber'i Faik Öğretmene bırakalım, Rimsky Korsakov için çok kısa bir kaç söz söyleyelim: Aslında bir asker olarak yetiştiğini, müziğe olan tutkusu nedeniyle besteler yaptığını, giderek ilerlettiğini, Rusya'da yetişen 5 büyükler (Mussorgsky, Balakirev, Borodin, Cezar Cui, Rimsky Korsakov) arasına girdiğini, operalar bestelediğini en yaygın bilinen bestesinin Şehrazat olduğunu, ayrıca armoni kurallarını öğretici kitaplar yazdığını, bunların konservatuvarlarda öğrencilere okutulduğunu, Şehrazat'ın Binbir Gece Masallarından alındığını, bestecinin öteki Beşliler gibi Rus halk melodilerini kullanarak kendisinden sonra gelenlere örnek olduğunu söyledikten sonra; “Darısı bizim bestecilerimizin başına!” deyip gülerek, parmağıyla plağı döndürmemi işaretledi. Binbir Gece Masallarını okumuştum. Kopuk kopuk olaylar olmasına karşın bir çok olayı yeni okumuş gibi anımsıyorum. Müziği dikkatle dinledim, doğrusu olaylarla pek ilgi kuramadım. Arkadaşlara bakıyorum ellerini topaç yaparak bir birine gösteriyorlar. Bu işaret çalınan müziğin güzelliğini, o işareti yapanın da bunu çok beğendiği anlamı taşıyormuş. Dur bakalım az sonra Mozart Klarnet konçertosu çalarken ne yapacaklar? Bir ara baktım bizim Kadir de işaretçilere bakarak gülümsüyordu. Kadir'in Binbir Gece masallarını okumadığını biliyorum. Müziğin de o gürültülü yerini beğense gerek.

Şehrazat bitince Mehmet Öztekin Öğretmen sordu:

-Nasıl Albay masalı iyi anlatmış mı? Hepimiz merak ettik, bir albay nasıl böyle bir eser besteler? Öyleyse o bizim bildiğimiz askerlerden değildir! Öğretmen bu kez de “Bildiğim tek gerçek Nikolai Rimsky Korsakov'un asker okullarında yetiştiği, deniz subayı olduğu, uzun süre denizlerde dolaştığı, o dolaşmalar sürecinde okuduğu Binbir Gece Masallarında geçen bir denizcilik macerası etkisiyle Şehrazat'ı bestelediği!” dedikten sonra “bestecinin Altın Horoz, Satko, Çarın Çizmeleri, Mozart ve Salieri operalarıyla, İspanyol Kapriçyosu, Sırp Fantezisi yanında senfonileri de vardır. Ayrıca bir süre Paris'te kalıp ünlü Paris sergilerinde orkestra yöneterek ünü tüm dünyaya yayılmıştır. Bir başka özelliği de Rusya'da müziğin yayılması için özel bir müzik okulu açıp, ücretsiz öğrenci yetiştirmiştir. Böylece Korsakov müzik tutkunu biri olarak Müzik tarihine girmiştir. Günümüz ünlü bestecilerinin çoğu onun öğrencisi ya da öğrencisinin öğrencisidir. Yaşayan büyük bestecilerinden İgor Stavinsky de Korsakov'un öğrencisidir.” Şehrazat'ın arkasından Klarnet konçertosunu koyarken öğretmen, klarnet hakkında kısa bilgi verdi. Orkestrada dinlediğimizi, ancak kendisini görmemiş olabileceğimizi söyleyince ben hemen Hasan Amcamı öne sürüp klarneti tanıdığımı ortaya getirdim. Öğretmen de klarnet çalgısını çok sevdiğini, ancak çalışma olanağı bulamadığını anlattı. Klarnet konçertosu başlayınca yan gözle arkadaşları süzdüm, deminki konuşmalar uçtu, tüm yüzler değişti, kesinlikle herkes kendi içindeydi. Özellikle klarnet tek olarak öne çıktıkça yüzler değişiyordu. Birinci plağın sonunda fısıltılar, klarnetin gerçekten bildiğimiz notaları mı çalıyor? sorusu üzerineydi. 2. plağın sonunda soru falan kalmadı, tüm arkadaşlar, o seslerden sonra araya girip parazit duruma düşmeme direnci içindeydi. Son plaktan sonra herkes boşaldı:

-Mozart gerçekten bir üstün insanmış, klarnet çalgısı da herhalde Mozart'tan sonra makbul tutulmaya başlamıştır. Ben Weber Freischüts Üvertürünü koyarken Muttalip Çardan yüksek sesle,  “Mozart’tan sonra ne çalınsa şansızlığa uğramış olacaktır!” deyince Öztekin Öğretmen:

-Sakın ha öyle düşünmeyin, müzik öyle olmadığı için insanları çekiyor. Bakın şimdi Weber'i de seveceksiniz. Az önce beğendiğiniz klarnet için en güzel besteleri Weber yapmıştır. O kendisi de bir büyük orkestrada klarnet çalan bir besteci, hele bir dinleyelim!” Plağı koyup iğneyi bıraktım. Tek plak olduğu için çabuk geçti. Plaktan sonra öğretmen, Weber'in klarnet için çok bestesi olduğunu, klarnet müziğinden söz edilince ilk akla gelenin Weber olduğunu, Zaten Mozart'ın da Weber'in eniştesi olduğunu söyleyince arkadaşlar hep güldüler. Mozart Weber'in ablasını mı almıştı? Öztekin Öğretmen bu kez ciddileşerek “Müzik okuyorsunuz, Müzik tarihi kitapları var, onlara bakın; doğum-ölüm tarihleri vardır, ne olur işi cıvıtmayalım!” Güzel müziklerden sonra bu söz iyi gitmedi ama kimse bir tepki göstermedi. Öğretmen ayrılınca da Mozart'ın Klarnet konçertosu konuşuldu.

Yatınca benim aklımaysa Korsakov'un Mozart'la Salieri operası takıldı. Mozart'ı az çok öğrenmiş gibiyim, onun eniştesi de bir besteci Mişel (Michael Haydn) Haydn. Josef (Joseph Haydn) Haydn'ın kardeşi. Şu işe bak, ünlü kimseler hep bir arada mı yaşamışlar? Salieri adını ilk kez duyuyorum. Onu da tam anlamadım, Salieri mi Salih eri mi? “Bizim Salih Bardemir'’in eri!” deyip güldüm.

Tam uyumak üzereyken iki arkadaş konuşa konuşa kapıdan girdiler. Birisi :

-Gelirlerse zamanında gelsinler, köy şurada iki adımlık yer, gecikirlerse onları beklemeden gidelim. Öteki de:

– Beklemeyiz, Namaz saatini kaçırırsak olmaz! Belli ki Hasanoğlan köyüne Bayram Namazına gidiyorlar. Çifteler grubundan Satılmış Aslantaş, Hüseyin Yücel. İkisiyle de şimdiye dek karşılıklı hiç konuşmadım. Ama, bayramı önemsemeleri ilgimi çekti. İlkokula gittiğim yıllar ben de bayram namazlarına heveslenmiştim. İki ağabeyim, köyden birileri gibi bayram namazları için yakın köy Hamitabat'a gidiyorlardı. Gitme gerekçeleri ilginçti. Hamitabat köyü büyük, namaza katılanların çok olması onlar için önemliymiş. Ben de Hamitabat İlkokulunda okuduğum için onlarla birlikte gidiyordum. Benimki, arkadaşları görüp, “Ben de varım!” demek gibi bir şey oluyordu. Ağabeylerimin bir başka gelenekleri de köye dönerken tam yokuşun üstünden tabanca patlatmaktı. Hiç aklımda yokken bu gece de bunları anımsadım. Oysa bugün 7 Aralık. İki yıl önce bu gün buradan sekiz ay ayrılık özlemini çektiğimiz Kepirtepe'ye daha doğrusu ailelerimizin olduğu Trakya'ya dönmek üzere yola çıkmıştık. Arkadaşların çoğu gene de uzak saydığı köylerine yaklaşıyordu ama ben doğrudan doğruya köyüme gidiyordum. Köyüm okula yaya olarak dört saat diyorlar ama ben bir yolunu bulup bir ya da iki saatte gidiyordum. Hele Kamber Amcamlara gidişim 4 km. Bu nedenle ben doğrudan evime gitme sevincini taşıyordum. Belki de bu nedenden olacak, koca gün geçti. Hiç bir Kepirli arkadaş o günün bugün olduğunu anımsamadı. Oysa aradan henüz iki yıl geçmişti.

 

8 Aralık 1943 Çarşamba

 

Namazcıların sayısı oldukça fazlaymış. Sanırım sessizce gitmişler, benim gibi bir çokları kalktıklarını duymamış. Birilerinin de bayramdan seyrandan haberi yok, bağıra çağıra soruyor:

-Ne oldu bunlara, neden kalktılar? Gülerek yanıtlar verildi: “Ankara'ya gittiler!” Soranlardan biri de bizim Yusuf Asıl. Oldukça uzağımda yatıyor, sora sora bana kadar geldi. Bayram olduğunu tekrarladıktan sonra akşamki arkadaşların konuşmasını anlatıp inandırdım. Yusuf''un da kendine göre kaygısı varmış. “Yatakhane bitmek üzere” diyorlardı. Sözde bazıları yer kapma sevdasındanmış, bunlar önceden gidip yer kaptılar düşüncesiyle herkesi harekete geçirmek istiyormuş. Namazcılar dönmeden kahvaltıya indik. Duyuru yapıldı orta bölüm öğrencileri saat 10:00’da yemekhanede toplanıp okul yönetimi, öğretmenleri, arkadaşlarıyla bayramlaşacak. İsteyen Yüksek Bölüm Öğrencileri de katılabilecek. Katılmak isteyenler çıktı. Ben katılmayacağımı söyledim; bir de gerekçe öne sürdüm. “Orta Bölüm öğrencileri öğretmenleriyle bayramlaşırken ben, öksüz gibi öğretmensiz orada duracağım. Bu benim zoruma gider. Öğretmenlerim olmadığına göre ben de olmayayım!” Arkadaşlar güldüler müldüler ama hepsi değilse bile büyük bir çoğunluk törene katılmadı. Bizim bölümden Çifteler grubu ile Kadir Pekgöz, Ekrem Bilgin, İbrahim Şen katılmış. Saat 12:00 sıralarında Mehmet Öztekin Öğretmen geldi, biz de onunla bayramlaştık. Öğretmen gülerek:

-Bayram seyran demeyin, bunları iyi değerlendirin, önünüzde kocaman bir yaşam var daha nice bayramlar gelecek, seçtiğiniz dalın kaliteli elemanı olmaya çalışın! deyip ayıldı. Öğretmen gidince arkadaşlar gene de bayram havasına kapıldılar. Sinemalarda güzel filmler olacağını söyleyip birbirlerini kışkırtarak yarın Ankara'ya gitmeye karar verdiler. Özellikle Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül soba başına oturup sürekli sinema sözü ettiler. Bir ara baktım tahtaya 20 kadar film yıldızı yazıldı. Pola Negri, Zaza Gabor, Greta Garbo, Alida Valli, Yvonne de Carlo, Carmen Miranda, Don Ameche, Esther Wiliams, Henry Fonda, Charles Boyer, Humprey Bogart, Eddie Cantor, Glenn Ford, Joan Fontaine, Maria Montez, Robert Taylor, Greer Garson, Hedy Lamarr, Victor Mature, Charlie Chaplin, Spencer Tracy, Betty Grable, Clark Gable sıralandı. Bunların hiç birini tanımıyordum; oldukça sıkıldım. Tarihten kıvır zıvır adları unutmuyorum, bunları neden unutayım? Ancak konuşmalardan anladım ki ben bunlardan, Alida Valli, Yvonne de Carlo, Maria Montez'i görmüşüm.

Yemekte etli yemekler yedik, takılanlar oldu:

-Et yemedik demeyin! Orhan Doğan yan masalara dönerek yanıtladı:

-Kurban bayramında da mı et görmeyecektik? Mahallenin Çingeneleri bile Kurban Bayramında ete doyar! Orhan Doğan'a karşı masalardan birini gösterdiler:

-Orada oturan Orta Bölümün Eğitimbaşısı, seni duydu, kötü kötü baktı! Orhan Doğan önce aldırmaz göründü ama sonra sonra telaşlandı:

-Sahiden, duymuş olabilir mi? diye bir kaç kez sordu.

Bayramı ben yaptım, Küçük salona kimse gelmedi Robert Schumann'ın Hülya ya da Rüya parçasıyla Mozart'ın Alla Turca'sını oldukça başardım. Alla Turca'nın son bölümünde biraz tempoyu düşürüyorum ama, onu da yakında tamamlayacağıma inanmaya başladım.

Arkadaşlar akşam için plak dinlememizi Öztekin Öğretmene söylemişler, o da olur! demiş. Bana geldiler. Onlara:

-Eski sıramız daha bitmedi, isterseniz özel bir seçim yapın! Önerisinde bulundum. Don Juan (Don Giovanni) Operasını, daha doğrusu operayı merak ettiklerinden Don Juan'da (Don Giovanni) karar kıldılar. Ayrıca plaklar içinde en çok plaklı (23 plak) olan tek opera. Arkadaşlar karar verince plakları silip hazırladım. Bir yandan da yarın Ankara'ya gidecekler, arkadaş kandırmayı sürdürüyor. Sonunda 10 kişilik bir grup oluşturuldu. “Yeni Şehir'deki sinemaya hiç gitmemiştim. ona gidilirse ben de giderim!” deyince Nihat Şengül söz verdi “Ona gideceğiz arkadaşım!”

Yemekten sonra hemen toplanıp, Öztekin Öğretmeni bekledik. Öğretmen de erken geldi. Gelir gelmez Don Juan (Don Giovanni) operasını kısaca özetledi:

-Gerçekte bir komedi olarak başlayan opera, sonradan olayların kargaşaya dönüşmesi yüzünden cinayete dönüşür, bu nedenle bizim ülkemizde görülen çoğu düğünler gibi başlayıp sonu acıklı biten bir şarkılı oyun! dedikten sonra, olayı özetledi:

-Don Juan (Don Giovanni) adlı bir hovarda genç vardır. Bu hovarda gördüğü güzel bayanlara sataşır, arkasına düşüp kandırır. Bunu da övünerek başkalarına anlatır. Hovarda eski soylu tabakadan biri olduğu için o zamanların yasalarına göre adalete verilemez. Bu uçkura düşkün hovardaya kanan bir çok bayan olmuştur. Bu aldanan bayanlar da onun arkasını bırakmazlar, zaman zaman karşılaşıp dalaşırlar. İşte bu dalaşmalar hep şarkılarla olduğu için izleyenler fazla etkilenmeden izlerler. Zaten operaların önemli tarafı buradadır. Olay ne olursa olsun onu anlatan müzik güzel olunca izleyici rahat olarak dinler. Özellikle Mozart bu konuda üstünlüğünü göstermiştir. O nedenle Don Juan operası 160 yıldır Batı ülkelerinin sahnelerinde gösterilmektedir. İşte o aldatılan bayanlardan birinin babası, aynı zamanda iyi kılıç kullanan Don Juan'ı düelloya davet eder. Eder ama baba yaşlıdır, genç, güçlü, usta kılıç kullanan Don Juan istemese de kendine saldıran yaşlı adamı öldürür. Öldürür ama, bundan büyük bir pişmanlık duyar. Eski neşesi kalmaz, giderek ölen yaşlıyı bir hayalet olarak görmeye başlar. Bundan çok rahatsız olur. Sonunda bu yaşlı hayalet yalnız bir zamanında Don Juan'ın çok yakınına dek gelir ya da Don Juan öyle sanır; kılıcını çekip hayalete saldırır. Kılıcını nasıl salladıysa kendine dokunmuştur. Düello kılıçları zaten zehirlidir. Don Juan kendi kılıcıyla can verir. Onun ölümünü duyan eski sevgilileri gelirler. Sevgi, nefret karışımı şarkılarla opera biter.

Plağı koyunca tüm dikkatimle çalmaya çalıştığım bölümü dinlemeye koyuldum. O bölüm nasıl olsa plakların birinde olacak, o plağı işaretleyip ayrıca dinlemeyi kuruyorum. Uzun süre uyur gibi neredeyse solumadan durdum. Sonunda plağı saptadım, 4. plak bundan sonrası kolay.12. Plak sonunda öğretmen özür diledi:

-Yarın Ankara'ya gideceğim, çaresiz çok gezeceğim, gideceğim yerlerin biri kentin bir ucunda biri öteki ucunda, operanın devamını isterseniz bir sonraki akşam dinleyelim! Başka bir seçimimiz olmadığı için susup; “Sükut, ikrardan gelir!” özlü sözüne uyarak toparlandık.

Yatarken olukça sevinçliydim. Arkadaşların umursamadığı anıları ben severek anıyorum. 8 Aralık 1941 akşamı Arifiye'deydik. Değişik bir okulu görme yanında Salim Amcamla karşılaşmış, köyüme ulaşmışçasına sevinmiştim. Kendime birden bire sordum:

-Sonra ne oldu? Orasını yanıtlayamadım; nedense sevincim uzun sürmedi, evi düşününce birden burkuldum; gerçekte evimizin durumu pek iyi değil. Üç ağabey üç eve ayrılmış. İyi, hoş ayrı da geçiniyorlar ama bir aradaki içtenlik yok gibi. Hiç değilse bana öyle geliyor. Ben gidince ortalıkta kalmış gibi oluyorum. Küçük çocuklar, Saim, Yahya, Ali Rıza bile “sizin ev”, “bizim ev” diye konuşuyorlar. Babam da ortada kalmış gibi. Gerçi o bu durum daha uygun deyip ayrılığa izin verdi ama ben eski tadı alamıyorum. Geleceğe yönelik düşüncelerim derinleştirdikçe tedirginliğim artarken gözlerimi kapadım.

 

9 Aralık 1943 Perşembe

 

Ankara üstüne konuşmalar arasında gözlerimi açtım. Bir süredir iki ikiye konuşamadığım Zekeriya Kayhan seslendi:

-Arkedeş, ben bugün Kerim'e gideceğim; sen de gelecek misin? Zekeriya arkadaşın sözlerini azıcık yadırgadım. Önce ağabeyinin adını söylemesi bence hiç de hoş değil. İkincisi, arkadaş sözünü, a e demesi, daş yerine deş demesi iyice şaşırtıcı; bilerek sordum:

-Kerim kimdi? “Ağabeyim!” deyince güldüm: “Ağabeyin olduğunu biliyordum ama Kerim'i yeni duydum, sağ ol arkadaşım, ben bugün oraya gitmeyeceğim, çünkü orada görmek istediğim kimse Ulus'a bugün kendisi gelecek! Bir başka gün gitmeye şimdiden söz veriyorum.”

Kahvaltıdan hemen sonra durağa indik. Durak binası tamamlanmış, Yılbaşından sonra buraya Hasanoğlan İstasyonu denecekmiş. Söylenenler doğru çıkarsa başka trenler de duracakmış. Kızıl saçlı bir de İstasyon Şefi atanmış, güleç yüzlü, konuşkan bir genç. Zorluklardan kolaylıklara kavuştukça kendimizi burada daha rahat saymaya başladık.

Trene binince, Yusuf Asıl, Halil Dere, Nihat Şengül, Kamil Yıldırım, Halil Dere'nin hemşerisi Kemal Karadeniz bir araya oturduk. Konu filmler. Nihat Şengül sinema-film seçici. Kamil Yıldırım sözü tümüyle ona bırakmış. Kemal Karadeniz, “Siz ne derseniz”ci! Halil Dere ile Yusuf Asıl ise bana bakıyorlar. Benim hiç bir fikrim olmadığı için çaresiz Nihat Şengül'e uyduk. Önce Kızılırmak Kıraathanesinde çay içip azıcık ısındık. Tam karşıda Filmleri gösteren levhalar var. Müzikli film DANKO PİSTA karşımızdaki Yeni Sinemada; hemen girdik. Bir süredir traş olmak istiyordum; sinemaya giderken yan tarafta berberi gördüm; kesin karar verdim, çıkar çıkmaz berberde olacağım. Filme başlamış olarak girdik. Ben önce üzülür gibi oldum; film bitince sinemadan çıkmadan beklenebiliniyormuş. Biz de öyle yaptık; filmin yarıdan çoğunu ikinci kez izlemiş olduk. Nihat'la Kamil, keman çalana bayıldılar. Ben de onlara hak verdim:

-Piyano çalınan bir film olsa beş kez gelirim! dedim. Kamil bana takıldı:

-Şansın yokmuş Danko'nun sevgilisi piyanoya oturdu ama arkası fos çıktı! Nihat hemen ekledi:

-Var öyle biri, Jose İturbi; İzmir'de bir filmde görmüştüm. Burada bir sinemanın reklamlarında var! Nihat'in işi ciddiye alışına şaştım. Piyano dinlemek için Hasanoğlan'dan buraya gelmem! diyemedim. Biliyorum, böyle desem bana hemen:

-Konserlere nasıl geliyorsun? diyecekler. Kamil Danko'ya hayran kaldı, ikide bir elinde yay varmış gibi kolunu kaldırıp duruyor. Kamil'e sordum:

-Doğru söyle Danko'ya mı hayransın yoksa sevgilisine mi? Nihat hemen atıldı: “Bana sorsan kemanına derim. Amadi, Enriko Amadi yapımı keman!” Konu hemen Danko'nun zorunlu kalınca kemanını satışına döküldü. Bu satışta Danko'yu kazıkladılar (!) Danko'yu, kemanı, güzel sevgilisini bir yana bırakıp riyakar insanları çekiştirmeye başlayınca traş olacağımı söyleyip hemen sağ köşedeki berbere girdim. Benim yaşımda biri, çok konuşkan, hemen adını söyledi; “Sabri, Berber Sabri!” deyince kendisi herkes tanırmış. Birçok müşterisi de karşıdaki İstanbul Pastanesine geliyormuş. “Pastane dendiğine bakma, orası düpedüz bir kahve, kodamanların kahvesi, Falih Rıfkı Atay bile oraya geliyor; oranın çayı, kahvesi iyi oluyor, onlara yok, yok!” dedi. Sabri güzel şeyler anlattı. Ben de İstanbul Pastanesi-Kızılırmak sırasındaki Erler mağazasını sordum:

-Mademki sen buraları biliyorsun, onu da bilirsin; “Erler Mağazası sahibinin kızını nasıl buluyorsun? Sence güzel mi?” Konuşkan Sabri şaşırdı:

-Abi sen ne diyorsun? Kulaklarıma inanamıyorum, yoksa sen de mi aşıksın? Benim müşterilerim hep aşıktır! Çoğu da akşamları gelir burada bir süre “Ah, vah” ederler! Ama onlar serseri takımıdır, sen öyle olamazsın!

Aşık olmadığımı söyledim, “oraya sık sık giren bir esmer bayan gördüğüm için sordum!” deyince Sabri tavrını değiştirdi:

-Vallahi abi, doğrusunu istersen bu konuda hiç bir fikrim yok. Gerçi yakınız ama müşterim çok olduğundan pek dolaşacak vaktim olmuyor. Benim patron da tembelin teki, gelir burada akşamlara dek uyuklar. Anlarsın ya, ben biraz disiplin altındayım. Ne yapacaksın, başka yerlerde işler biraz kesat. Ben onu da denedim. Askerlikten önce Ankara'nın tüm semtlerini dolaştım sayılır. Bizim meslek için en tatlı müşteri buradadır. Ayrılırken Sabri sahi sahi:

– -Abi, işin içinde bir gönül işi varsa gözlerim orasını! Teşekkür edip ayrıldım. Karşıya geçince dönüp baktım, Sabri de bana bakıyormuş, karşılıklı el salladık. Erler Mağazası önüne dek yürüdüm. Sabri haklıymış, onun dükkanı önü değil mağaza oldukça yukarda kalıyor. Üstelik yol da her an dolu. Geri dönüp Kızılırmak Kıraathanesine girdim. Girince bir de ne göreyim, Asım Öğretmenle Zekeriya Kayhan oturmuş konuşuyorlar. Şaşırdım! Zekeriya, “gel arkedeş, nerde kaldın, seni bekliyoruz!” demez mi? Bu sıra birisi daha geldi, o da Zekeriya'nın Kerim'i (Ağabeyi) imiş. Olay anlaşıldı. Asım Öğretmen Kerim Kayhan'la birlikte gelmiş. (Biri Resim, biri Müzik bölümünde okuyor) Zekeriya da ağabeyine orada bekleyeceğini söylediğinden, böylece buluşmuş olduk. Yusuf'la Halil Dere Yenişehir'e gitmişlerdi, geldiler. Asım Öğretmen yemek yeyip gelmiş, izin alıp yemeğe çıktık. Park içindeki köftecilere gittik. Berber Sabri'yi anlattım. Yusuf çok merak etti, zaten traş olmak niyeti varmış, birlikte gittik. Yusuf'un şansına, patron gelmiş, Yusuf'un traşı süresince adam telefonla bağıra çağıra konuşmuş. Yusuf dönünce bana inanmadığını söyledi. Sabri onunla, tek söz konuşmuş, o da “Gene gel, beklerim!” olmuş. Asım Öğretmen de dahil uzun uzun güldük.

Asım Öğretmenin arkadaşları geldi, ayrılıp oyun oynadılar. Satranç boşalınca biz de önce Yusuf Asıl'la sonra da Halil Dere ile satranç oynadık. Nihat'la Kamil geldi. Meğer onlar Danko Pista'ya bir kez daha girmişler. Gitme saati yaklaştıkça Kızılırmak Kıraathanesini bizim arkadaşlar doldurdu.

Trende de konu DANKO PİSTA oldu. Kamil Yıldırım, usta bir taklitçi arkadaşların ilgisini topladı.

Ancak, arkadaşların filmin tümünde anlatılmak isteneni dikkate almadan, salt kemanı, keman çalışı, güzel sevgiliyi anıp geçmeleri dikkatimden kaçmadı. Yabancı dille konuşulduğu için anlamakta zorluk çekmeme karşın ben başka olaylar da saptadım. Sanıyorum bu konuya gene dönülecek. Yanılmıyorsam Danko Pista gerçekten yaşamış bir ünlü kişi. Onun adını taşıyan besteler olduğunu anımsar gibiyim. Kepirtepe'de Aydın Tarkan'la çalıştığımız sıralar karıştırdığım notlar arasında da bir Danko Pista vardı.

Hasanoğlan'a inince soğuktan yakınmalar başladı. “HASANOĞLAN, ANKARA'dan daha soğuk!”

Yemekten sonra, daha önce yapılmış olan duyuruyu, biz de duyduk! “Cuma-Cumartesi günleri çalışılacak!” Böylece Yeni Yıla kendi yatakhanemizde gireceğiz. Bir ek duyuru daha yapıldı:Yüksek Bölüm Öğrencileri yemekten sonra Yapı Bölümü salonunda toplanacak, Okul Müdürü konuşma yapacak!

Yemekten sonra salonda toplandık. Okul Müdürümüz geldi, gülümseyerek konuştu:

-Bayramımız bitmedi, buna iki bayram demeliyiz! deyip bir yıl önce başlanan Yüksek Bölüm Binası'nın hikayesini anlattı. Binanın temeli, bitirmekte olduğumuz yılın başında atılmış, Binanın mimarı, mühendisi, ustası, işçisi Yüksek Bölüm öğrencileriymiş, son bir çaba olarak bu iki bayram gününü de bu çalışmalara katarsak yeni yılı kendi binamızda kutlayacakmışız. Esas amaç da iki günlük iş için, dersleri kestirmemekmiş. Derslerimizin sekteye uğramaması için böyle bir yol seçilmişmiş.

Sanırım salt gönül almak için Müdür Bey toplantı yaptı. Müdür Bey ayrılınca Eğitimbaşı Tahsin Türkay da konuştu. Yalnız Tahsin Türkay'ın konuşmasına dikkat ettim, sözleri seçerken hiç dikkat etmiyor. Örneğin az önce Okul Müdürü özenle “Bu yılın ilk günlerinde başladığımız kendi binamızı yıl bitmeden bitirelim!” demesine karşın Tahsin Türkay:

-İki yıldır uzayıp giden bu inşaatı bir an önce bitirmek istedik! diyebiliyor. Oysa, okulun Yüksek Bölümünün açılmasına Mart 1943'te karar verildiğini de gene kendisi söylüyor. Okul Müdürünü sessizce dinleyen arkadaşlar, Eğitimbaşı sözü uzattıkça soru sormaya başladılar. Soruların yanıtları kuşkulu görüldükçe sorular çoğaldı. Sonunda Hüseyin Atmaca geldi, Eğitimbaşını Müdür Beyin beklediğini söyledi de tartışma kesildi. Ancak demin susan arkadaşlar bu kez anlamlı anlamsız konuşmaya başladılar. Rahim Ünüvar, Süleyman Adıyaman, Hasan Özden, Şükrü Koç, uyarıcı konuşmalar yaparak arkadaşları yatıştırdı. Ortak karar: Kendi rahatımız için çalışmaya her zaman katılacağız! Yarın, eksiksiz toplanmak üzere iyi geceler dilendi.

Yatınca, olayı hiç garipsemedim. “Neden çalışmayalım?” Okulu bitirdik, köye de gidebilirdim. Nitekim giden arkadaşlarım var; onlar çalışmıyor mu? Burasını bitirince gene Köy Enstitülerine öğretmen olarak gideceğim. Köy Enstitüleri değişmeyecek, bildiğimiz proğramları bizler sürdüreceğiz. Sabahları milli Oyunlar oynandığı zamanlar, Selçuk Korol Öğretmen, Ahmet Kun Öğretmen nasıl geliyorsa bizler de öğrencilerin etkinliklerine katılacağız. Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulurken gelen ekiplerin başında, Tarım, Beden Eğitimi, Tarih, coğrafya öğretmenleri gelmişti. Çalıştığım Köy Enstitüsünde öyle bir durum olunca:

– Ben gitmem! diyebilir miyim? Buna “Hayır!” diyemediğime göre! ... deyip kimi arkadaşların bunları düşünemediğine karar verdim. Bu konuda oluımlu düşündüğüme sevindim…

 

10 Aralık 1943 Cuma

 

Ekrem Ula adı sık sık anılmaya başlandı. Yapı Bölümünün önde gelenlerinden biri Ekrem Ula. O, aynı zamanda bir numaralı Efe, zeybekleri en güzel o oynarmış. 1941 Kızılçullu ekibinde varmış ama ben tam olarak anımsayamadım. O, beni anımsadığını söylemişti. Kahvaltıda herkes iyimser. Salonun tamamlanmasından duyulan rahatlık, çalışma konusunda özendirici bir neden. Bizim masada tek sızlanma Mehmet Zeybek'ten geldi. Onun, rahatsız oluşu nedeniyle hoş görüldüğünü sanıyorum, sızlanmasına kimse katılmadı. Yalnız Şevki Aydın: “İşleri düzenleyen Ekrem Ula hemşerin, seni kollar, merak etme! ”dedi.

Kahvaltıdan sonra büyük salonda toplandık. Hiç beklemiyordum, ilk okunanlar arasında sayıldım. Herhangi bir yorum yapmadan çağrılan yere gidince anladım, marangozluk işine ayrılmışım. Bizim Kepirtepe marangozları hep orada. Bu kez soru sormak gereğini duydum; “Beni kim yazdırmış olabilir?” Hasan Üner tavrımdan anlamış, Halil Basutçu'yu gösterdi. Halil Basutçu Yapı Bölümünde. Marangozlukta çalışanlar sorulunca beni de söylemiş. “İşte buna sevinilir!” deyip rahatladım. Bilmediğim işlerde bilinçsizce çalışacağıma becerebildiğim işlerde çalışmayı her zaman yeğlerim. Yusuf Asıl hemen yapacağımız işi de muştuladı “Ranza çakacağız!” Ranzaların parçaları çoktandır hazırmış, kış nedeniyle dışarda çatılı olarak kalmamaları için çatısı geriye bırakılmış. Hemen yapılacak ranza sayısını sordum. Yuvarlak olarak 60-70 kadar olduğunu söylediler. Kaç günde biteceği kaygısına düştüm. Ranza işleriyle ilgili 2. sınıf İsmail Korolay açıklama yaptı:

-Kişi başına iki ranza, ancak dayanışmalı çalışma geleneğine uyularak ikişer kişi çalışacak, iki günde dört ranza! Yusuf Asıl, benimle çalışmak istedi:

-Biz bugün kendimizi Kepirtepe'de sayacağız, orasını konuşacağız! dedi.

Daha önce 10 kadar ranza çatılmış. Önce onları inceledik. Sili Usta ile Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Sili Usta'nın önce önemsemediği besbelliydi; yandan bakıp:

-Merhabaa! demesini buna bağladık. Ancak Mustafa Güneri Öğretmen yanımıza gelince; “Bizim Kepirliler de buradaymış!” deyip gülümseyince Sili Usta bana bakarak; “Yapı Bölümüne geçmemiş olmama şaştım!” dedi. Gene de, piyano çalıştığımı söyleyince dinlemeye geleceğine söz verdi, başarılar diledi.

Ranzaların parçaları çok temiz hazırlanmış, bizim yaptıklarımızdan çok farklı. Geçmeli yerlerin dışında çivi çakmak zorunda kalınca oldukça dikkatli davranıyoruz. Öğleye ancak bir tanesinin alt katını tamamlayabildik. Yusuf hemen sonucu kestirdi:

-Biz iki günde dört tane çıkaramayacağız. Pazar günü gelir tamamlarız! Ne dersin? deyince ona katılmaktan başka çarem kalmadı. Ancak içimden bitirebileceğimizi kestirebildim. Öteki arkadaşlar da bizden farklı değil, kimisi ancak çatıyı kurabildi.

Tüm arkadaşlar, yemekten sonra duraksamadan işbaşı yaptılar. Bu da bizim işimize yardı. Üstü tutturmak çok kolay oldu, eğilmeden çalışma rahatlığı verimi artırdı. Ranzanın birini tamamladık, 2.nin de üst yatak yanları kaldı. Yusuf bu kez kararını değiştirdi:

-Gerekirse yarın akşam çalışmayı uzatırız. Ancak ben, bitireceğimiz inancımı sürdürdüm.

Paydosta Kepirtepeliler Kitaplıkta toplandı; anılar, anılar, anılar! 79 Ahmet Güner Yusuf Asıl'a mektup yazmış. İki sayfalık mektupta okul ya da öğrencilerle ilgili tek bir söz yok. “Bol bol ava gidiyorum, emanet bir tüfek buldum, iki de kafa dengi arkadaşım var, onlarla dağlara tırmanıyoruz!”  diyor. Ahmet'in sözlerinden esinlenerek öteki arkadaşların neler yapabileceği varsayımları öne sürüldü, bir süre gülüştük. 4 Mehmet Aygün'ün 75 Yakup Tanrıkulu' nun, Hüseyin Serin'in, Sefer Tunca'nın da ava gidebileceğini, özellikle 63 Hilmi Altınsoy'la 44 İsmet Yanar'ın evden çıkmayacakları öne sürüldü. Yeğenim İsmet için böyle bir kanının öne sürülmesini anlamlı bulduğumdan sordum:

-İsmet niçin ava gitmesin? O kırda gezmeyi sever. Benim kuşkum; İsmet'in evlendiğini daha Kepirtepe'deyken öğrenip de susanların olup olmadığını öğrenmekti. Öyle bir durum yokmuş, İsmet de Hilmi gibi anneciymiş, bir süre annesine naz edecekmiş. Bu kez ben söyledim:

-İsmet, nişanlıydı köye gider gitmez evlendi. Arkadaşlar bunu biliyordu, üstünde durulmadı. Ancak Sami Akıncı haklı olarak İsmet'i eleştirdi:

-Gider gitmez evlenmesi bence doğru değil, hiç değilse işe başlayıp işlerini yoluna koyduktan sonra evlenebilirdi! Arkadaşlardan, askerliğini yapmasını da ekleyenler oldu. Arif, Fettah, İdris derken yemek zili çaldı. Hasan Üner:

-İyi ki hemşerim Hilmi buraya gelmedi, gelseydi Mehmet Yücel gibi geri dönecekti! deyince nedenini soranlar oldu. Hasan gülerek:

-Arkadaş, mercimek yememek üzere yemin etmişti. Oysa burada gün aşırı mercimek yiyoruz! Emrullah Öztürk yüksek sesle :

-Gene mi mercimek? deyip durdu. Arkamızdan Orta Bölüm öğretmenlerinden bir grup geliyormuş, tatlı dilli Türkçe Öğretmeni Nazif Balcıoğlu bize dönerek:

-Ne diyorsunuz? Biz mercimek için dualar ediyoruz, geçen yıl onu da bulamıyorduk, aman ha büyük söylemeyin, tarhana çorbası geri dönebilir! deyip yanındakileri güldürdü. Masaya oturduğumuzda mercimek yemeği olmadığını görünce oldukça sevindim. Yemekte, güzel pişmiş etli patatesle bolca bulgur pilavı vardı.

Mehmet Öztekin Öğretmen olmadığı için plak dinleyemiyoruz. O nedenle bir süre kitaplıkta çalıştım. Bir bakıma iyi oldu; İbrahim Alaettin Gövsa'nın Ruhiyat, Sabri Esat Siyavuşgil'in Psikoloji ve Terbiye Bahisleri, Mustafa Şekip Tunç'un Psikolojiye Giriş kitaplarını karıştırarak Psikoloji ödevimi tamamladım. Yarın ya da pazar günü temize çekersem salı günü Yunus Kazım Köni Öğretmenin gözünün içine korkusuzca bakabileceğim. Psikoloji, Edebiyat Tarihi (Türk Edebiyatı), Sanat Tarihi derslerimle, Enstrüman çalışmalarımı yoluna koymuş gibiyim. Türkçe Metinler'de ortada gibiyim; Askerliği de başaracağımı umuyorum. Şimdilik Sosyoloji ile Almanca, başlıca kaygım. Almanca'da Sami Akıncı dışındakilerden iyi olmama karşın öğretmenin tutumu beni rahatsız ediyor. Ders sırasında kendini övmesini, “Memleket meseleleri!” diyerek karaborsa dalavereleri anlatmasını, kitaplarda zaten yazılmış olan kimi hikayeleri, yeniymiş gibi tekrarlamasını içime sindiremediğimden istemeyerek konuşuyorum. Geçen hafta anlattığı Şeker Karaborsa numaralarını sıralarken “Falih Rıfkı Atay Roman'ında bunları anlattı!” diyecek oldum öğretmen beni doğru dürüst anlamadan:

-Ben, piyasada dönen dolaplardan söz ediyorum, sen bana okuduğun romanı söylüyorsun! deyince şaşırdım kaldım. Ne yapayım? Direterek anlatılan roman değil, vurguncuların, soyguncuların her dönemde olduğu, salt bu günlere bağlayıp yetkilileri eleştirmenin bir anlam taşımadığını hele hele Almanca dersinde bunları konuşmanın gereksizliğini nasıl anlatayım?

İngilizce okuyanlar, öğretmenlerinden çok hoşnutlar, onların öğretmenleri de doçentmiş. Doçent Saffet Korkut. Doçent ama İngilizce'den çevirdiği kitaplar varmış, okuduğumuz Karaağaçlar Altında kitabını o çevirmiş. Bizimkinden bu konuda bir ses yok. O, çevirse çevirse Karagözle Hacivat'ı çevirir (!) Giderek, kendimi kızdırdığımı anladım; bir süre güldüm. Karagöz parçası Almanca kitabımızda vardı. Karagöz Türkçe olduğuna göre “Nesini çevirecek?” deyip sustum. “Verilen ödevi yap, sus!” Sustum.

 

11 Aralık 1943 Cumartesi

 

Yusuf ellerimi tutup baktı. Neden baktığını anlamamıştım, kendi ellerini gösterdi, avuçlarında kızarıklıklar var. Yusuf:

-Sende yok, bende neden var? diye sordu. “Yaş farkı işte bu!” dedim. Benimkiler biraz kartlaşmış, seninkiler henüz çocuk! Yusuf:

-Hadi yahu! (falan filan) dedi ama gene de hoşlandı. Önce kitaplığa uğradık. Akşam karıştırdığım İbrahim Alaettin Gövsa'nın kitabı, bugün değilse bile yarın gerekli olacak “Alınmasın!” diyerek en altlarda bir yere sıkıştırdım. Yusuf almamı önerdi. Oysa ben, “Alırsam belki bir terslik olur, ben kaybederim!” kaygısını taşıdığımı söyledim. Yusuf kahkahalarla güldü:

-Sen neler düşünüyorsun? İşte bu gibi düşünceler benim aklımdan hiç geçmez! ”deyince bu kez de ben, “İşte ellerinin kızarması bundan, ödevini yapmadan öğretmen karşısına çıkacağını sana anımsatmak için ellerin ilk muştuyu veriyor.” Biz tartışırken Emrullah Öztürk'le Hüsnü Yalçın geldi. Yusuf konuştuklarımızı onlara anlatınca Hüsnü sustu, Emrullah ise “Çok saçma!” diyerek ellerini gösterdi. Meğer Emrullah dün uzun süre tezkere taşımış, avuçları Yusuf'unkilerden daha kırmızı. Gülüşerek kahvaltıya gittik. Kahvaltıda ilk olarak akşam müzik dinleme olup olmadığı soruldu. Ben de öğretmeni sordum. Öğretmen Ankara'dan dönmüş, görenler söyledi. Bu habere ben de sevindim. Kahvaltıdan sonra Müzik salonuna gidip sobayı doldurdum. Öğretmen gelirse her zaman yaptığı gibi nöbetçiye yaktırır. Akşam da kesinlikle plak dinlenir. Listemiz hazır.

Yusuf'la kitaplıkta buluşup işbaşı yaptık. Eski anılarla başlayıp bir süre eski günlerde dolaştık. Oysa eskiye göre büyük değişiklikler var. Öncelikle Yusuf bıyık bıraktı. Eski, o çocuk Yusuf, şimdi bıyıklı bir genç. Yusuf gülüyor. Gülüyor ama bir yandan da içinde bir kuşku var:

-Çok mu komik, bıyık bırakmak? diye soruyor. 2. sınıflarda bıyık bırakmak moda olmuş, çoğu bıyıklı. Ancak uzatmıyorlar; var -yok arası… Yusuf'un özentisi başka, onun niyeti Hidayet Gülen Öğretmen gibi bıyık bırakmak. Bir kez bırakacak bir daha kesmeyecek. Tek kaygısı Yedek Subay Okuluna gidince ne olacak? Şimdiden bir önemli gerekçe aramaya başlamış, onu bulursa Yedek Subay Okulunda da kestirmeyecekmiş. Bir süre Yusuf'a bıyık gerekçesi aradık. Ben üç öneri getirdim:

1. Eşi, Yusuf'un bıyıklı olmasını isteyecek.

2. Solurken burnuna çok hava girmesini önlemek için doktor raporu alacak.

3. Sürekli nezle olduğundan…

Sözüm bitmeden Yusuf sinirlendi: Yok yahu, ben o kadar aptal mıyım? Kökü nasıl olsa bende, isteğim zaman keser, istediğim zaman bırakırım. Benim babam da öyle yapar.

3. ranzayı tamamlayınca sevindik. 4. ranzanın direklerini, alt, orta kuşaklarını birleştirirken yemek zili çaldı. Sevinerek yemeğe gittik. Mehmet Öztekin Öğretmen Ankara'dan dönmüş, yemekte bizim masada oturdu. Operaya gitmiş, izlenimlerini bize anlattı. Hava durumuna göre, uygun bir günde biz de gidecekmişiz. Buna çok sevindik. Öğretmen ayrılırken, “Akşam opera dinleyeceğimizi unutmayalım!” uyarısı yaptı. Son kez Mozart'ın Don Giovanni (Don Juan) operasının 12 plağını dinlemiştik, 11 plağı kalmıştı.

Yatakhaneye döndüğümüzde bizi oradan çıkardılar. Tamamlanan ranzalar hep taşınmış, Enstitü son sınıf öğrencileri yardıma gelmiş, taşınan ranzaları yerleştirme denemeleri yapıyordu. İki öğrenci bizim parçaları alt salona getirdi. Salon daha sıcak, rahat rahat çalıştık. Azmi Erdoğan, Ali Kuş, Yusuf Demirçin de orada çalıştı, karşılıklı konuştuk. İki Yusuf'un bir araya gelmesi konuşmaları kolaylaştırdı. Onlar bize kendi okullarını anlattılar. Bir yıl öne bizim matematik öğretmenimiz onların okuluna atanmıştı. Çok sevdiğim öğretmenim Ahmet Gürsel! Onu sordum, bilmediklerini söylediler. “Nasıl olur? 1942 Ekim ayında Çifteler Köy Enstitüsü'ne atandı!” Çifteler Köy Enstitüsü iki bölümmüş: Çifteler/Hamidiye- Çifteler/Mahmudiye. Bu bölümler birbirinden uzak olduğu için öğretmenlerin bazıları da öteki bölüm öğrencilerine yabancı kalıyormuş. Hem konuştuk hem çalıştık. Paydos zilinden az önce yetkili usta İsmail Korolay (Öğrenci temsilcisi) bizim yaptığımız ranzaları inceleyip teslim aldı. Yusuf Asıl'la ikimiz sevinerek ayrıldık. Sanırım Azmi Erdoğan/Ali Kuş, Niyazi Baykal/Yusuf Demirçin çiftleri yarın akşama dek çalışacaklar.

Yusuf'u bizim salona götürdüm. Sıva/boya işinde çalışmış olan Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin de gelmişti. Onlar konuşurken ben hazırlığımı yaptım. Kadir Pekgöz Yusuf'a keman çaldı. Bir süre karşılıklı takılmalar oldu, gülüştük. Yusuf'un bıyıkları konu edildi. Gelen öteki arkadaşlar kemanlara sarılınca Yusuf, biraz daha yabancılaşır gibi oldu. Birlikte kalkıp kitaplığa geçtik. Ben sakladığım kitabı çıkarıp karıştırdım. Yazdıklarımı daha da genişletmek istersem; “ Neleri ekleyebilirim?” onları saptadım.

Yusuf'un bölüm arkadaşları geldi, aralarında benim eski mektup arkadaşım Ziya Fikri de var. Yusuf'a, özellikle de bıyıklarına takıldılar. Özellikle Üç Ahpap Çavuşlar'dan Arşak Palabıyıkyan'a benzettiler.

Yemekte konumuz opera oldu. Operalar gece gösterilmekte, gidilince okula nasıl dönülecek? Öğretmen hangi operayı izledi? Satılmış Nişanlı mı, Carmen mi? Başka opera oynanıyor mu?

Erkenden Müzik salonunda toplandık. Mehmet Öztekin Öğretmen:

-Salonumuzu, sizleri özledim! diyerek geldi. “Bülbülü altın kafese koymuşlar ama gene de kendi yuvam!” demiş dedikten sonra gülerek:

-Bu söz böyle değil ama kusura bakmayın, zaten bizim böyle ahım şahım sözlerle, cafcaflı konuşmalarla pek ilgimiz yok. Biz bulunduğumuz yerle yetinen insanlarız. Ölmeyecek kadar, yiyeceğimiz, donmayacak sıcaklık olsun, “Eyvallah!” der, çalışırız. Öğretmen sormadan gittiği Carmen operasından söz başladı. Bir an durdu:

-Carmen salt opera değil hem tiyatro hem de bir edebiyat başyapıtıdır. İçimizde okuyan olup olmadığını sordu. Okuduğumu söyleyince, benden kısa bir özet yapmamı istedi.

Olay olarak Carmen:

İspanya'da köklü bir aileden gelen genç bir subay (Don Jose), subaylık koşullarına uyarak yükselmek, yükselerek onurlu bir adla ailenin adını sürdürmek istemektedir. Bu amaçla göreve sarılır, komutanlarının emirlerini eksiksiz yapmaktadır. Bir gün kentin bir bölgesinde bulunan tütün fabrikasında bir olay olur. Fabrika oldukça büyük, özellikle de kadın işçisi çok bir işletmedir. İşçiler arasında çıkan bir olay nedeniyle genç subay Don Jose Tütün Fabrikasına gider. Amacı, olayı soruşturup ön bilgileri komutanına ulaştırmaktır. O, görevini sürdürürken, işçiler arasından çıkan güzel bir Çingene kızı, Don Jose'yi işinden alakoymak ister. Başlangıçta basit bir olay gibi görünen bu karşılıklı ilişki, önce karşılıklı bir numara, giderek artan bir güç gösterisine dönüşür. Don Jose dürüst iş anlayışı içindedir; karşısına çıkan Carmen ise kadınlık gücüne güvenmektedir. Karşılıklı çekişmeler, çevrelerindeki insanlar için bir eğlence durumuna dönüşür. Çalışkan Subay Don Jose görev düşkünüdür ama bayanların ne denli duygusal tuzaklar kurabileceği konusunda çok acemidir. Giderek Carmen'e gönül bağıyla bağlanır. Bu bağ, önce acıma duygusu olarak başlar; giderek de vazgeçilmez tutkuya dönüşür. Carmen ise bunu bilerek Don Jose'nın tutkusunu perçinleyecek tavırları sürdürür. Fabrikadaki grev uzadıkça Don Jose'nin gönlündeki ateş iyice bacayı sarar. Bu arada, Carmen'in kasıtlı davranışları da gözden kaçmaz. Don Jose, fabrikanın, daha doğrusu Carmen'in çevresinden bir türlü uzaklaşamaz. Carmen tutkusu, kafasını karıştırmıştır. Sakin olamaz, tarafsız iş yapamaz bir durumdayken bir düelloya kalkışır, karşısındaki öldürür. Olayı gizleyip atlatmayı düşünürken Carmen'in ihbarıyla karşılaşır. Hem cinayet hem de ihanetle karşı karşıya kalmıştır. Çaresiz görevi terkedip yasa kaçkını durumuna girer. Bundan böyle yaşamını dağlarda sürdürecektir. Carmen'i birlikte götürmek ister. Carmen, Don Jose'nin kendisi için yaptıklarını görünüşte övgüyle karşılarsa da kesinlikle Don Jose ile yaşamayı düşünmez. Don Jose yasa kaçağı olarak gün günden suçunu arttırır. Yaşamını sürdürdüğü dağların sert koşulları da onu suça zorlamaktadır. Carmen onu dağda bırakıp kente dönmeye kesin karar verir. Zaten Don Jose'ye tek olarak hiç bağlanmamış, onun dışında birileriyle ilişkilerini yürütegelmiştir. Bu kez ise Don Jose'yi bir daha hiç görmemek üzere terk etmeye kalkışır. Bunu anlayan Don Jose, son kez tüm gücüyle Carmen'e kendisi bırakmamasını söyler. Bu yalvar yakarışa Carmen hakaret edici sözlerle karşılık verip Don Jose'yi iyiden iyiye aşağılayınca Don Jose, çekip bıçağını Carmen'i öldürür.

Ben sözümü bitirince Mehmet Öztekin Öğretmen:

-Teşekkür ederim İbrahim, öyle usturuplu anlattın ki, operayı izleyince ikircil bir duruma girmiştim, her ne kadar suçlu olsa da Carmen öldürülmemeliydi diye düşünüyordum. Sen anlatınca Carmen'e acıma duygularım uçtu. Çok rahat olarak “Don Jose, bu cinayete zorlandı!” diyesim geliyor. Böyle olunca da insanda daha bir rahatlama oluyor.

Öğretmen, operanın özellikleri anlattı. Ses güzelliklerinin bir çok olayı hikayesinden ayırdığını, tavırların, giysilerin dikkatleri başka yerlere çektiğini bu nedenle olayın fikirsel yönünü gölgelediğini, bu nedenlerle operada olayın ana fikrine ulaşmanın zorlaştığını anımsattı.

Öğretmen işaret edince Don Giovanni (Don Juan) operasının 13. Plağını koydum. Plak araları dışında hiç konuşmadan 16. plağı koydum. Plakta bir çıtırtı oldu. Kestik, plak gözden geçirildi, çatlama falan yok. Tekrar koydum, çıtırtı falan olmayınca Abdullah Ön kehanette bulundu:

-Ne denli güzel olursa olsun, insanlar hiç konuşmadan 6 plak dinlememeli! Gülenler oldu. Konserleri örnek gösterdiler. Abdullah Ön kendini savundu:

-Onlar konser, burada plak dinleniyor. Hiç kesilmeyecekse plak arası da verilmesin! Konuşmalar durdu ama Mehmet Öztekin Öğretmen :

-Abdullah haklı, az soluklanalım! deyince Abdullah Ön bu kez, geceleri opera izlemeye gidersek okula nasıl döneceğimizi sordu. Öğretmen onu planladığını, kış aylarında kamyonla dönüleceğini, bahar/yaz aylarında Ankara okullarında kalınacağını açıkladı. Anafartalar Atatürk İlkokulu'yla Gazi Lisesi'ni seçtiklerini, ikisinin müdürüyle de görüştüğünü anlattı. Herkeste bir sevinç, güleç yüzlerle Don Giovanni'yi bitirdik. Dağılınca yapılan konuşmalardan anlaşıldı ki, herkesin kendine göre planı var, bu planlar üstüne düşler kuruyor; bunlar, biraz kurcalanınca ortaya çıkıyor.

Sorular sıralandı; Kalacağımız yere rahat dönebilecek miyiz? Öğretmen de bizimle kalacak mı? Sorulara bakınca gizli planların ip uçlarını beliriyor. Benim sevincim başkaydı. Beringer metodundaki Mozart'ın ikinci Don Giovanni parçası olan Serenad 17. plakta, bunu saptadım. Serenad'ın çok güzel bir girişi var; plaktan birkaç kez dinleyip hemen çalışmaya başlayacağım.

Yatınca arkadaşların konuşmaları aklıma takıldı; operadan sonra gece yarısı nereye gidebilirler? Gitseler gitseler oralara giderler (!) Kızılçullu'dan gelenlerin konuşmaları, onların bu konuda deneyimli olduğunu gösteriyor. Çoook eskilere gittim. Kırklareli panayırına gittiğimizde Deveçatlı Küçük Ali ile yaptığımız bir hata nedeniyle az kalsın polis karakolunda geceleyecektik. Atları sulama bahanesiyle panayır meydanından Asılbeyli yolundaki Büyük Çeşme'ye gitmiştik. Dönüşte Ali (daha önce de gitmiş) yolu biliyormuş (!) Yayla'dan dolaştık. Tam evlerin önünde Ali attan atlayıp kapının birine doğruldu. Meğer o sıra orada bir polis varmış, Ali'yi alıp yanıma getirdi. Bana bir şey sormadan ikimizi de karakola götürmeye kalktı. Ben önce suçsuzluğumu öne sürdümse de anlatamadım. Bu kez Hasan Amcamın adını vererek kurtulma yolunu denedim. Polis Hasan Amcamın tanıdığı çıktı, birlikte yakında bulunan Hastaneye gittik. Hastane zaten panayır yerindeydi. Hastaneye yönelince, Polis benim doğru söylediğime inandı, Hasan Amcama gitmeden affetti. Kurtulduk ama atlar yedeğimizde Yayla'dan Panayır alanına dek dolaşmıştık. Polis önde biz arkasında atlar yedeğimizde, bize bakanları gördükçe ağlayasım geliyordu. Neyse ki, bizim köylüler alanın öbür tarafındaydı, onlardan bizi gören olmamıştı. Olsaydı köyde dile düşecektim. Küçük Ali dediğim, gerçekte küçük değil benim yaşımdaydı. Nedense ona Küçük Alı sıfatını takmışlardı. Sanırım babasının da adı Ali'ydi. Köydeki lakabı da Giritli Ali Ağa'ydı. Köyün en varlıklısı sayılıyordu. Ali bu yüzden oldukça şımarık davranışlara giriyordu. Onu sonraları bir daha görmedim. Umarım başına bir bela açmamıştır.

Nereden nereye; Küçük Ali olayı bizim arkadaşların da başına iş açabilir, olasılığının doğmasına neden oldu. Bir ara da olduğunu varsaydım. Hatta olabilir olaylar kurguladım. Kendileri, bir olaya karışmaz ama bir şanssızlık olarak başkalarının tuzağına düşebilirler. Ne denli suçsuz olsalar da dile düşerler. Sonunda başkaları adına düşlediğim olasılıklardan sonunda kendim rahatsız oldum.

 

12 Aralık 1943 Pazar

 

Ufuldana ufuldana kalkanlar var. Yüksek sesle işlerden yakınanlardan biri de Çiftelerlilerin “Satılmış!” dedikleri Burhan Güvenir. İki sözünden biri “Yahu ya da Beyahu!” Satılmış diyenlere basıyor küfrü. Karşılıklı konuşmadığımız için soramıyorum; “Satılmış!” dediklerine neden kızıyor? Aynı zamanda neden ona “Satılmış!” diyorlar? Oysa başka Satılmış adlı öğrenci var, o da Çiftelerliymiş, Satılmış Aslantaş. Ona neden sataşmıyorlar da Burhan'a takılıyorlar? Şu rastlantıya bak, kahvaltıda Burhan Güvenir'le Satılmış Aslantaş birlikte bizim masanın önünden geçtiler. Orhan Doğan onlara takıldı:

-Bak bak bak, 2 Ankaralı nasıl da kurularak geçiyorlar! Oğlum hangi dağları yarattınız biz de bilelim! Keçilerimizi salmayız oraya! Satılmış Aslantaş döndü:

-Oğlum sen daha küçüksün, senin keçilerin değil sen bile tırmanamazsın bizim dağlara. Devletin ekmeğini biraz daha ye, ilerde keçilerini otlatacak yer gösteririz sana! Masadakiler güldü. Ben de içimden, “Tam sırası!” deyip aklımdakini sordum. Abdullah Ön anlattı. Satılmış Aslantaş'ın adı Satılmış'mış. Adının Satılmış olmasından gocunmazmış. Ankara yöresinde binlerle Satılmış ad varmış. Burhan'ın gerçek adı Satılmış'ken, o bunu değiştirip Burhan yaptırmış. Ancak yapılan değişiklikten habersiz olan ya da unutanlar kendisine eski adını söyleyince uzun süre kavga çıkarmış. Sonunda da arkadaşları salt onu kızdırmak için ellerine olanak geçtikçe “Satılmış!” demeyi sürdürmüşler. Orhan Doğan'la Fahri Yücel gülüşerek anlattılar; “Burhan Güvenir okula geldiğinde de oldukça yaşlı görünüyormuş. Bu nedenle onlar, (Orhan'la Fahri bir büyük sınıf olmasına karşın) ona “Ağabey” diyorlarmış. Sonra sonra adını söylemeye başlamışlar. Abdullah Ön:

-N'oldu yani demiyorsanız, diyenler bulunur. Benim bildiğime göre şimdi de sınıfında bir çoğu ona abi demekteler. Bu bir köylülük özelliğidir, yaşı küçük olanlar büyüklere “Ağabey” derler. Benim dışımdakilerin hepsi birden:

-Sağol ağabey, bunu hep demek istiyorduk ama güceneceğinden çekiniyorduk! deyince bu kez Abdullah Ön bana döndü:

-İbrahim, sen ne dersin bu işe? Ben, sözün başlangıcında daha içimden geçirmiştim; böyle bir konu açılırsa ben ne derim? Çünkü tam karşımda benden iki yaş küçük Şevki Aydın oturuyor. Oysa Şevki Aydın geçen yaz, Kepirtepe'ye (Stajyer Öğretmen) geldiğinde benim öğretmenim olmuştu. Şimdi yaş söz konusu olunca bunu nasıl çözeceğiz? Hiç duraksamadan:

-Altı yıldır Köy Enstitü düzeni içinde yaşıyorum. Buranın, benim köyümden çok farklı bir yaşamı var. Okul Müdürü, Tarım Öğretmenleri yanında delikanlı gibi, benden iki alt sınıftaki Recep Türköz, ya benimle yaşıt ya da bir iki yıl fark var. Oysa benim sınıfımdaki Yusuf Asıl, Hasan Üner, yeğenim İsmet benden 4-5 yaş küçüktüler. Bunu o zaman çok düşünmüştüm. Bizim köyde olsaydı Hasan, Yusuf, İsmet Recep'e ağabey diyecekti. Recep de onlara katılarak bana hepsi ağabey diyecekti. Ancak okulda iş değişti. Bizden iki yıl sonra okula giren Recep Türköz dersliğimize girince hepimize “Ağabeyler!” dedi. Bunu kendisine sorduğumda, Sınıf Öğretmenleri onlara:

-Okullardaki gelenek “Küçük sınıflar, büyük sınıftakilere ‘Ağabey’ der, siz de bu geleneğe uyacaksınız!” diye sıkı sıkı tembihlemiş. Recep şimdi Kepirtepe Köy Enstitüsü 4. sınıf öğrencisi, Yusuf Asıl da burada Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi. Sanırım Recep Türköz Yusuf''la karşılaşınca daha hiç değilse iki yıl “Ağabey” diyecek.

Abdullah Ön kaşlarını çatarak:

-İbrahim, bütün bunları, bana “Ağabey!” demek için mi sıraladın yoksa? deyip bir süre baktı. Bu kez de:

-Ben kolay kolay kimseye “Ağabey” diyemem, sağolsunlar benim dört tane aslan gibi ağabeyim var; ben onlara doya doya “Ağabey” dediğim için fazlasına pek gereksinim duymuyorum. Tam sözümü bitirdim, arkamdan biri elini omuzuma koydu. Az önce buradan geçen Satılmış Aslantaş, karşımdaki Fahri Yücel'e;

-Senin Ankaralılarla sorunun mu var da sataşıyorsun? deyince konuşma biraz başka tarafa kaydı. Fahri Yücel Eski şehirliymiş, ‘Eskişehir kızları’ sözü araya girdi. Satılmış'ın sanırım bir gönül takıntısı varmış:

-Kıskanma, enişten olacağım, diye de gocunma! türü sözler etti. Bu kez de masadakiler Satılmış Aslantaş'a öneride bulundular:

-Sen de beklediğin hoşgörüyü göstermeye hazırlan, hepimizin gözü Ankara kızlarında! Az önce, derinlemesine dibe inecekmiş gibi dalbudak salan tartışma, neşelendirici bir konuya kaydırılarak kapanır gibi oldu.

Kalkınca Müzik salonuna gittim. Kemancılar, sanki yalnızmış gibi yayları çekiyorlar. Hüseyin Çakar küçük salonda, Abdullah Erçetin yukarda. Piyanolar kapışılmış. Pazar günü sabahları, proğram dışı, erken davranan çalışıyor. Öğleden sonra saat ayırımı var. Kitaplığa gidip hazırladığım ödevimi temize çektim

 

PSİKOLOJİ TARİHİ: (Psikoloji Dersi Ödevi)

Psikoloji Bilimi, felsefeden ayrılışlarına göre bilimlerin en yenilerinden biridir. Konusunun, çok eskilerden beri bilinmesine karşın çok değişik yorumlara neden olması, bir bakıma göre içinden çıkılamayacak duruma getirilmesi, bağımsız bir bilim olmasını geciktirmiştir. Önce, içeriği bakımdan sorun olmuştur. Psyche sözü Grek ( Eski Yunanca) dilinde ruh anlamına gelmektedir. Günümüzdeki bizim ders kitapları da öyle yazmaktadır. İşte birinci karışıklık buradadır. Oysa Psyche ruh değil, Mitolojik yorumlara göre insanların ölümünden sonra yaşadığı varsayılan bedensiz uzantılarıdır. Örneğin Grek MİTOLOJİSİ'nde önce insan olarak yaşayan sonra da ölümsüzler arasına girdiği varsayılan bir kızın adı Psyche'dir. (*)

Oysa insan denilen canlının bir iç bir de dış varlığı olduğu öteden beri bilinmektedir. Ancak bu iki varlıktan biri olan iç varlık; dış varlık gibi somut değildir. O da tıpkı, Psyche gibi görünmezdir. İşte bu iki görünmezlik bir özdeşleşmeye neden olmuş, ikisi de Psyche olarak anılmaya başlanmıştır. Başlangıçta salt Grek filosofları ile onların öğretilerine uyan Grek halkında görülen bu ad birleşikliği, sonradan Grek kültüründen esinlenen tüm dünya insanlarınca benimsenmiştir. Çok Tanrı inancının Tek Tanrıya dönüşmesi sürecinde özellikle İsa peygamberin görünmezliği söylemi nedeniyle psyche sözü dinsel bir kavram olarak algılanmaya başlanmıştır. 14. yüz yılda psyche sözü, iyiden iyiye insan ruhunun karşılığı sayılmış, ölüp ölmediği tartışmaları alıp yürümüştür. 17. yüzyıla gelindiğinde bu tartışmalar biraz daha alevlenmiştir. Bu arada Alman filozofu Wolf, (1679-1754) yine bir Grek sözü olan logie (bilgi, bilim) ile psyche'yi birleştirilerek günümüzde kullanılan Psychologie'yi (psikoloji) yazılarında kullanır. Ancak anlamı, günümüzdeki anlamından farklıdır. Daha çok da, insanın iç dünyası sayılan psyche'in (Ruh) bedeniyle birlikte ölüp ölmediği üstünedir. Gene de Psychologie (Psikoloji) denilince, insan ruhuyla ilgili bir uğraş alanı olduğu algılanmaya başlamıştır. Ne var ki yapılan araştırmalar, bilimsel bir boyut kazanamamış, varsayımlar düzeyinde sürerek 1850 yılına gelinmiştir. Bu tarih, Psychologie (Psikoloji=Ruhbilim) için bir dönüm noktası sayılmaktadır. Çünkü, konuya el atan bilginler değişik açılarından bakarak Psyche (ruhsal) konuları deneye (Laboratuvarlara) yaklaştırmışlardır. Önce iki Alman bilgin, Weber'le Feschner, bir süre sonra da Amerikalı Wilhelm James'in öncülük ettiği bu deney yöntemi, kısa bir zamanda benimsenip yaygınlaşmıştır. Özellikle de bir başka Alman bilgini Wilhelm Wundt, 1879 yılında güven verici bir büyük laboratuvar kurarak, insanlarda görülen ruhsal rahatsızlıkların farklı geliştiğini, bunların deneyle saptanabileceğini kanıtlayarak Psychologie'nin ) Psikoloji=Ruhbilim) bir pozitif bilim olduğunu kanıtlamıştır. Bu nedenle Wilhelm Wundt, Psikoloji biliminin kurucusu olarak anılmaktadır.

Eskiye göre değişen nedir? Eskilerden beri söylenegelen olayların çoğu gerçekte insan ruhuyla ilgili değildir. Bu, laboratuvar aracılığiyle ayıklanmaktadır. Laboratuvar ayıklamalarında, insan ruhu ile ilgili olmadığı halde dinsel yakıştırma ya da doğmalarla ruha yüklenen sayısız safsatadan insanlar arındırılmıştır. Gerçekte Psychologie, (Psikoloji=Ruhbilim) insan ruhunun ne olduğuyla ilgilenmez, buna karşın ruhsal tepkileri ölçüp bunların nedenleri ya da niçinleri üzerinde durur, bunların kişiye verdiği ya da vereceği zararları azaltma çabasını sürdürür. Böylece, Psychologie (Psikoloji=Ruhbilim) deneysel bir kişilik kazanmış, deneyler sonunda kendi kuramlarını geliştirmiş bir bilim kişiliği kazanmıştır. Bu özelliğinden dolayı 1879 yılına dek felsefenin içinde bir bölüm olarak anılan Psychologie (Psikoloji=Ruhbilim) söz konusu tarihten sonra Pozitif Bilimle sıralamasında yerini almıştır. (Felsefe'den ayrılış sırasına göre bilimler: Matematik, Fizik, Astronomi, Kimya, Sosyoloji, Psikoloj, Biyoloji)

Ülkemizde Psikoloji=Ruhbilim.

Bilindiği gibi ülkemiz, Cumhuriyet öncesi, dinsel katmanların zorlamaları nedeniyle bilimsel deneylere kapalı bir eğitim düzeni sürdürüyordu. Bu günler rahatça adlarını sıraladığımız ya da üzerinde çalışıp yorumlar yaptığımız sonu “LOJİ” ile biten (Deneysel bilim anlamına gelen) uğraşların hiç birisi geçerli değildi, dahası bunlarla uğraşmalara bireysel izin bile verilmiyordu. Biyoloji, Fizyoloji, Antropoloji, Türkoloji, Sosyoloji, Kozmoloji, Etimoloji gibi bilimler bile okutulmuyordu. Bunlardan en az zararlısı olarak bellenen Sosyoloji; ancak 1912 yılında Üniversiteye ders olarak girebilmişti. Liselere ise ancak 1923 yılında Cumhuriyet Yönetimi buyruklarıyla sokulabilmiştir. (Psikoloji, Sosyoloji, Kozmololoji, Biyoloji) Böylesi bir sıkı tutuculuğa karşın bizim halkımızın da bir ruh anlayışı vardı. Özellikle tarikat ayrılıkçılarının kendi görüşleri doğrultusundaki farklılıklar, işin tanımını yapmayı bile zorlaştırıyordu. Batı'da Bilim olarak Psikolojinin benimsenmesinden sonra bile bir süre anlamsız karşı çıkışlar yapıldı. Ruhtan söz edilince günahlar, hurufeler sıralanıyordu. Neyse ki, bu anlamsız direnmelere karşın 1882 yılında Tahsin Hoca adlı bir Darülfunun öğretim görevlisi bir çıkış yaptı. Bilimsellikten çok konuya el atma cesareti bakımından önemsediğimiz, hiç değilse ortaya çıkma cesareti gösteren iki ses daha duyuldu. Bunlardan birincisi ünlü yazarımız Ahmet Mithat Efendi, 1884 yılında yayınladığı İLHAMAT-ı TEBLİGAT'ıyla Tahsin Hoca'yı izledi. İki yıl sonra 1886 yılında Sırrı Paşa Batı dillerinden RUH adlı bir çeviri yaptı. Bu çeviride, Psikoloji adlı bir bilim olduğu muştulanıyordu. Böyleyken ardından gelen tam on yıl bu konuya kimse eğilmedi ya da eğilemedi. Çünkü 2. Abdülhamit'in tutucu yönetimi, herkesi susturmuştu. 1914 yılında Mehmet Emin adlı bir yazar İLM-i AHVAL-i RUH adlı bir kitap yayınladı. Bu kitabın adı bile içeriğini açıklıyordu. Ruhun, bilim açısından durumu olarak açıklayabileceğimiz bu kitaptan sonra sayılı okullarda Psikoloji okutulmaya başlandı. Ancak okutulan kitapların adları bile dilimize çevrilmeyecek derecede çarpıtılmıştı: MEBADİ-i İLMÜN NEFS. Ünlü düşünür yazarımız Ziya Gökalp, Batı'da Psikoloji adıyla benimsenen bilimin adını RUHİYAT olarak önerip savununca Cumhuriyet Döneminden önce Öğretmen Okullarına ders olarak kondu, sonra da öteki okullara girdi. Darülfünun'da bir kürsüsü kurulup başına Mustafa Şekip geçirildi. Yine Ziya Gökalp'in önerisiyle Ruhiyat konusunda yayınlar yapılarak olay kamu önüne indirilmeye çalışıldı. Bu arada Psikolojinin benimsenmesi, yurdumuzda felsefenin de gündeme gelmesine yol açtı. Darulfünun Üniversiteye dönüşünce Üniversitede kürsüler kuruldu. Liselere dersle konuldu. Ne var ki bu gelişmeler, Pozitif bir bilim olan Psikolojinin gelişmesine değil kösteklenmesine yol açtı. 1879 yılında bağımsızlığını kazanmasına karşın yurdumuzdaki uygulamalarda gene felsefenin bir ünitesi durumuna getirilerek öğrencilere aktırılmaya başlandı. Söz gelimi lise son sınıflara okutulacak olan felsefe dersine bir hazırlık olsun diye bir yıl önce psikolojiye yer verildi. Dünya uygar ülkelerinde uygulananın tersine alınan bu karar, (sözde kalan gizli amacı) eski inançların sürdüğünü göstermektedir. Biliyorlar ki, psikoloji laboratuvarını kurmuş, alanına giren olayları bilimsel olarak kanıtlayacaktır. Oysa dinsel açıdan sürdürülen safsataların açıklanması birilerin işlerine gelmemektedir. Öyleyse “Ne şiş yansın, ne kebap!” örneği ortadan bir karar alıp, geniş halk katmanını uyutmayı sürdürmek istenmiştir. Bu bağnaz yöntem öteden beri bilinmektedir. Eleştirmenler bu durumu açık açık “Eski anlayışın bir devamı, dinsel inançları öne sürüp yeniliği kısmen durdurmak böylece fırsat kollayıp bir tutamak yakalayınca eskiye dönmek amacını güdenlerin oyunu” olarak yorumlamışlardır. Onlara göre psikoloji deney yoluyla öne sürülen safsataların önünü kesecek, birilerinin kurduğu “Ezelî-ebedî” düzen bozulacaktı. Batıl ya da bağnaz düşünce, insanları kıskacında tutmak için kurduğu tuzakların sürmesi için kıskacında tuttuğu insanları değil, onları sımsıkı tutan kıskacı koruma amacını güder. Bu nedenle psikoloji bilimi, özellikle de psikolojinin bir dalı olarak gelişmekte olan Psikanaliz, insanın ruhsal gelişimindeki sürece ayna tutan, bu aynada görüntülenen izlere göre kişilikleri değerlendiren yeni gelişmeler dinsel alanın Derebeylerini ürkütmekteydi. Onlar, bu ürküntüye tutulunca; “Gelsin de görelim bakalım!” sabrını göstermeden “Ne Şam'ın şekeri ne de Arap'ın yüzü!” deyip psikolojinin uygulama alanını denetim altına aldılar ya da aldırdılar.

Bilindiği gibi, Psikoloji Biliminin bir kolu sayılan psikanaliz (Psychoanalyse) insanların tutkularını, korkularını, özellikle de cinsel saplantıları üzerinde durarak niçinlerini, nedenlerini açıklama yönünde olayın derinliklerine inme yöntemleri geliştirmiş, bir ölçüde de başarılı olmuştur. Bu çabaları sürecektir. İşte, dinsel kesimin daha doğrusu din işlerini çıkarı için kullanan çıkarcı taifesinin korkulu rüyası burada başlamaktadır; çünkü bu tür araştırmaların sonu bir noktada birleşmektedir: Batıl inançlar! Gelenekler (daha çok, gelenek olarak ortada dolaştırılan çıkarcı tuzakları, din adına uydurulan sözler; ahlak olarak öne sürülen, gerçekte ahlakla hiç bir ilgisi olmayan yanıltılar)

İşin ilginç yanı, psikoloji bilimi yeni doğmuş bir bilim. Konu edindiği alan, tarih boyu insanların yaşamında önemli bir yer tutan insanın görünmez tarafı sayılan, buna karşın varlığından kuşku duyulmayan bir yanı. Öyleyse bu alanda çalışılmasına neden tepki gösteriliyor? Bunu bilmeyecek ne var? Bunun cevabı eskiden beri veriliyor:

-Galilei “Dünya dönüyor!” dediği zaman neden ölüm cezasına çarptırıldı? Dönen dünya üstünde olmalarına karşın, Galilei'yi cezalandıranlar kimlerdi? Bu salt bizim ülkemizde değil, tüm ülkelerde görülen bir çıkar halkasıdır. Psikolojinin Psikanaliz kolunu geliştiren Dr. Sigmund Freud Avusturyalıdır. Bu düşüncesini ortaya attığında Avusturya'da oldukça hırpalanmış, Almanya'dan ise düpedüz kovulmuştur. Bu nedenle bizim yobazların yaptığı bilinçli bir karşı koyma değil oralardaki tartışmaların etkisiyle bir bakıma “Elini çabuk tutma!” açıkgözlüğüdür. Yazık ki bizim ülkemizde bu görüş kazançlı çıkmaktadır. Sigmund Freud Batı ülkelerinde eleştirilmesine karşın, fikirleri, karşı olmayanlarca benimsenmiş, bağnazların patırtılarına aldırmayarak, Psikanaliz yöntemlerini okullarında okutmaya, ruhsal hastalıkların önlenmesi için laboratuvar uygulamaları çoktan başlamıştır. Batı ülkeleri, bilimselliğin değerini kavradığından yeni görüşleri, dinsel çırpınışların köksüz yaygarasına aldırmadan benimsemiş Psikoloji bilimini baştacı etmiştir. Yukarda belirtiğimiz gibi psikoloji bağımsızlığını 1879 yılında kazanmıştır. Kimileri bunu tam bağımsızlık değil bağımsızlık sürecinin başlangıcı, tam bağımsızlığı ise Psikanalizin doğduğu 1912 yılını başlangıç sayarlar. Hangisi sayılırsa sayılsın psikoloji bilim olarak, öteki bilimlerden çok farklı olarak benimsenmiş, bulgularını uygulamaya koymuştur. Örneğin, yüz yıllardır tekrarlanarak süregelen güzel sanatlar, Psikoloji (Psikanaliz) yöntemlerinin getirdiği yenilikler yardımıyla birden yeni filizler sürmüş, salt bilinçli alanlar değil bilinçaltı gizli kaynakları da ortaya çıkarılmıştır. Özellikle geçen yüz yıldan bu yana yazarların bir çoğu hikayelerinde, (Guy de Maupassant, İp-Saç), romanlarında (Dostoyevski, Cürüm ve Ceza, Raskolnikov-Karamazof Kardeşler) Baba Karamazof, Smerdiyakov türü sapık kişileri sergileyerek ruhsal bozuklukların önemli bir yaşam engeli olduğu konusunda bir inanç oluşturmuştu. Okur-yazar Batı insanı, olayı kolayca benimsedi. Giderek laboratuvarların sayısı artarken özel bakımevleri kurularak hem uzmanların sayısı arttı hem de sağlığına kavuşanların çağrıları olayı “Sağır sultan”lara bile duyurdu. Uygarlık alanında kendimize örnek aldığımız Avrupa'da böylesi gelişmesine karşın yurdumuzda, (gerçekte tüm İslam bölgelerinde) Ruhbilim falan filan denmesine karşın içtenlikli bir yaklaşım olmamıştır. “Psikoloji biliminin getirilerinden habersiz insanların, onu öcü sayıp sırt çevirmesi anlaşılır gibi değil!” desek de gerçek böyledir. İnsanların, kendi ruhsal yanını irdelemesini önlemek, düzeltebilecek ruhsal engellerini yaşam şansızlığına bağlayıp kader soyguncularına gelir kapısı açmak, geri kalmışlığın en belirgin nedeni sahte din sömürücülerinin de değişmeyen numaralarıdır. Yurdumuzdaki bu oyun için en yadsınamayacak belge, liseler için hazırlatılan Psikoloji kitaplarıdır. İncelenince görüleceği gibi Psikanaliz, doğru dürüst anlatılmadan önce eleştirisine geçilir. Böylece öğrenciler, dersten sonra gerçek Psikanaliz değil, onu ortaya koyan kişinin kötü ya da tutarsız yanlarını anımsayıp geçiştirirler. Kimileri de Psikanaliz adını duyarlar ama onun işlevini bilmezler. Gene de bilmedikleri bu “Şey”i ortaya getirene (Sigmund Freud'a) öğretmenlerin neden bu denli öfkelendiklerini bir türlü anlamazlar. Yıllar sonra bile, lisedeki oğlu ya da kızı için okula gelen velilerden bunu anımsayıp soranlar olur.

Ödevimi hazırlayıp bu duyguları aklımdan geçirince insanların birbirini sevmesi aklıma takıldı. Biri bir başkasını seviyor, bakıyorsun o da onu sevince evleniyorlar. Evlendikten sonra da onlar artık tek insan gibi ömürlerini geçiriyorlar. Kimi kez de biri seviyor, öteki ondan kaçıyor. Sanırım bunlar da birer psikolojik olay. Ben bunları kafamda sıralarken Abdullah Erçetin geldi. Gelir gelmez de:

-Senin şu, konservatuvarda dediğin öğretmen, güzel kız ortalıklarda yok gözüne çarptı mı hiç? deyip güldükten sonra da:

-Doğrusu güzel kızdı, rahat bırakmamışlardır onu! Abdullah'ın beni yoklamaya çalıştığını sezdiğimden:

-Süheyla Öğretmen, sıradan bir kız değil arkadaşım, onun babası ünlü bir ressam. Ayrıca biliyorsun, bizim hemşerimizle nişanlı bir öğretmen. Bir öğretmen öyle herkesin arkasına takılmaz her halde! Abdullah bana katılmadı; başını sallayarak:

-Vallahi, bayanların ne yapacağı belli olmaz; sen onları benden daha iyi tanırsın!

Abdullah sözü uzatmadı kemanı alıp Seybold'a daldı ama söyledikleri beni etkiledi.

Yatınca bir süre kendi kendimle konuştum:

-Abdullah işte bunda yanılıyor; benim bayan mayan tanıdığım yok, çevremdekilere tanır gibi davranıyorum ama buna ben de inanmıyorum. Kendi kendime bunları tekrarlarken, konservatuvarda Süheyla Öğretmeni göreceğim umudu hepsinden üstün geldi, karşılaşmışım gibi öncelikle ne söyleyeceğimi tasarlamaya başladım. İlk sözüm şu olacak:

-“Kemanı bana çok sevdirdiniz ama sizden sonra aynı tutkuyu sürdüremedim; ancak tattırdığınız müzik zevki öylece sürüyor, bunu piyano yardımıyla sürdürmeye yaşamım sonuna dek sürdüreceğim.” Keh, keh, keh! … Süheyla Öğretmeni buldun da konuşuyorsun! Unutma ki o kentte yetişmiş. Bunu ilk konuşmasında daha belirtmişti. Birlikte Ankara'ya gittiğimizde İsmet'le ikimize:

-Ah, bugün yapmak zorunda olduğum önemli işlerim olmasaydı sizinle Ankara'yı gezerdik! demişti. Ayrılınca İsmet hoplamıştı:

-Dayı ne şanslıyız, arkadaş gibi öğretmene kavuştuk, baksana bizi gezdirmeyi düşünüyor! İsmet'in sevincine katılmıştım. Gerçekten sonra gezdirmedi, gezdirme girişiminde de bulunmadı ama keman çalışmamda yadsınamayacak yakınlık göstermişti. Ama hepsi o kadar! Aradan koca iki yıl geçti. Bu arada evlenmiş bile olabilir. Hemşerim Şerif:

-O benim elimden kurtulamaz, babasını tavladım; babasının sözünden çıkması olası değil! demişti. Şerif de amma pıtrakmış ha; nasıl yapıyor bunu? Babasına gidip ne diyor ki?

 

13 Aralık 1943 Pazartesi

 

Gözlerimi açarken daha hemşerim Kadir Pekgöz damladı:

-Aşkolsun hemşerim, akşam bana neden haber vermedin? Biliyorsun plak dinlemeyi çok seviyorum.

Kadir şaka ediyor sandım. Şakasına şakayla karşılık verdim. Plak mlak dinlediğimiz yok, Faik Canselen Öğretmen bir şeyler anlatmak istemiş olacak, hemen öyle seçtikleri plakları dinletip tatlı tatlı anlattı!

Gerçekten plak dinlenmemişti. Biz çıkmak üzereyken gelen Faik Canselen Öğretmen geldi, Beethoven'in 6. senfonisini sordu. O plak olmadığı için, üzüldü, sonra da o senfoninin bestelenişi üzerine anlatılan öyküyü anlattı. Beethoven çok sıkıldığı bir gün kırlara çıkmış. Baharmış, her yan yeşillik güzellikmiş. Beethoven bu güzellikleri görüp coşmuş; ancak arkasından yağmur yağmış, gök gürlemiş, şimşekler çakmış. Beethoven'in belleğine iz eden bu olayları besteci 6. senfonisinde hep yansıtmış. Öğretmen gülerek, bize de buranın mevsimlere göre değişen havasını yansıtmamızı önermişti. İstediği plak olmayınca öğretmen geri döndü, arkasından biz de dağıldık. O nedenle kaybettiği bir şey olmadığını, üstelik 22 arkadaştan akşam ancak 7 kişinin olduğunu, gelmek-gelmemek sözleri edilmediğini tekrarladım. Biz konuşurken, akşam bizimle olan Halil Yıldırım yardımıma yetişti. Halil'in konuşması etkili oldu, Kadir boynuma sarılıp özür diledi, evden mektup almış, babası Hafız Amcanın başarı dileklerini, ağabeyi Hüseyin'in selamlarını söyledi. Çok sevindim ama içimde gene ters bir duygu belirir gibi oldu:

-Kadir beni hem sevmiyor hem de kıskanıyor. Belki de kıskandığı için sevmiyor. Akşamki plak takazı da bundan kaynaklanan bir tepki. Babasının bana karşı güvenli ilgisini, ağabeyinin beni unutmamasını kendi adına iyiye yormuyor. Babası Hafız Amca bizim köyün imamı, köyde çok sevilir. Hamitabat'ta oturur ama bir ayağı bizim köydedir. Köye geldikçe de çoğunlukta bizim kahvede olur. Senli benli konuştuğu bir kaç dostundan biri de babamdır. O nedenle ben köye gittiğimde hep karşılaştık. Kadir'le aynı sınıfta olduğumuz için tatillerimiz de hep aynı günlerde. Kadir bir kez olsun babasıyla ya da yalnız bizim köye gelmedi. Bu uzaklık babası Hafız Amcanın gözünden kaçmadı. Ancak sanırım Hafız Amca oğluna kıyamadığı için, acımasız yoruma kalkışmadı, Kadir'in çekingenliğine yordu. Kasıt sezmeme karşın, ben de öyle varsayıp ilişkimizi bugünlere sürüklemeye çalıştım ama hemşerim bu konuda değişeceğe benzemiyor. Bir yalan uydurarak, mektubu alış tarihini öğrendim. Mektubu 3 gün önce (Cuma günü) almış. Cuma günü karşılaşmamış olsak bile cumartesi, pazar günleri karşılaştık. Neden o zaman benim selamlarımı iletmedi? Olayın üstünde durdukça derinliğine öfkelere girer gibi oluyorum. Kendimi tutmaya karar verdim.

Kahvaltıda 2. sınıflar armoni ödevlerini tartıştılar. Onlarca armoni çok önemli. Bizim sınıf armoni konusunda daha gamlar üstünde çalışıyor. Gamlarla kanon yaparak ses uyumlarını ayırmaya çalışıyoruz. Do ile başlayan bir sese paralel gidecek hangi sesler daha uyumlu olur? 2. sınıflar güldü:

-Bir süre sonra görürsünüz siz! 3'lüler, 5'liler, 4'ler başlasın da... Onların dediğini ben biliyorum, akordiyonun baslarını öğrenirken o kadarcığı öğrenmiştim. Gene de öğrendiklerim kabataslak bilgiler. Akordiyonda hazır yapılmış bilgiler. “Akordiyonu yapan onları neden öyle yapmış?” deseler, susacağım.

Mahir Canova-Hilmi Girginkoç Öğretmenler sabah gelmişler. Hilmi Girginkoç Öğretmen çok üşümüş, özür dileyerek paltosunu çıkarmadan oturdu. Salon oldukça sıcak ama gene de sobayı tepeleme doldurduk. Sobayla uğraşırken konuşmaları rahat duyuyorum. Hilmi Girginkoç Öğretmenin operada rolü varmış:

-Bizim için soğuk alınganlığı, büyük bir yıkım sayılır; rolünü başkasına vereceksin! Bu bir zül (aşağılanıcı bir durum) sayılır.

Hilmi Girginkoç Öğretmen şan dersini bir süre paltolu sürdürdükten sonra soyundu. Uzun süre piyanoda sesleri tanıttı, bize buldurdu. Piyano çalışıyorum ama hiç böyle bir deneme yapmamıştım. Önce çok telaşlandım:

-Ya bilemezsem? Korktuğum gibi olmadı, iki kez bana sorulduğunda da doğru bildim, bir kez de sorulan iki arkadaş bilemeyince bana sordu, onu çok rahat bildim. Çünkü öğretmen do-mi-so- (do) ya da de- fa diz- la- (re) yapıyordu. Öğretmen giderek neşelendi, ders sonuna doğru Brahms Ninni ile Barkarolu söyledi. Hayran hayran bakışımızdan etkilenmiş olacak “ Bir de Beethoven'den” deyip “Ulu sanat!” diye başlayan bir lied söyledi. Liedler üstüne bilgi verdi. Schubert liedleri deyince bizdeki kitabı getirdim. Kitabı buluşuma öğretmen sevindi:

-Her yerde bulunmaz! deyip önce kitabı sonra da Schubert Liedlerini övdü. Hayderöslein Liedini gösterdim. Öğretmen, baktı güldü:

-Sevgilinin adı gül mü yoksa? diye sordu. Ben duraksayınca da:

-Hadi ben bunu sormamış olayım, biliyorum ama gene de biraz bakmam gerekir, haftaya bırakalım! deyince sevinçten uçacaktım.

Mahir Canova Öğretmen önce Çin sonra da Japon tiyatroları üstüne sorular sordu. Tiyatro üstüne yazılmış kitap okuyanları sordu. Benim beklediğim bir soruydu, parmak kaldırdım. Önce Faruk Nafiz Çamlıbel'in Akın piyesini söyledim. Öğretmen duymamış gibi:

-“Başka, başka?” deyince sıraladım: Cyrano de Bergerac, Cürüm ve Ceza, Julius Caesar, Hamlet, Faust, Mavi Yıldırım, İstiklal, Karaağaçlar Altında! deyince öğretmen gülümseyerek sordu:

-“Ne zaman okudun onu? O daha yeni çıktı” deyince arkadaşlar, öğretmenin derste incelettiğini anlattılar. Mahir Canova Öğretmen olayı özetlememi söyledi. Ben de kısaca

Kuzey Amerika'da geçer. Tarım alanında çalışan bir kişi çok çalışır, tutumludur, çalışarak varlıklı olacağına inanarak tüm gücüyle tarım işine sarılır. Yıl yıldan gerçekten çok varlıklı olur. Ancak kazancını gene toprağa yatırıp büyük toprak sahibi olur. İki evlilik yapmıştır. İlk eşinden 2, ikinci eşinden de bir oğlu olmuştur. Çalışkan baba çocuklarını da yabancı işçiler gibi çalıştırır. Üç oğul çalışır ama gelecekleri için babadan bir umut ışığı belirmez. Amerika'da çok çalışan nasıl olsa çok kazanıyor söylemlerini duyan çocuklar; “Böyle ölesiye çalıştıktan sonra biz nerede olsa kazanırız!” düşüncesine saplanıp evi terk edip Kaliforniya taraflarına gitmeye karar verirler. Oğullar verdikleri kararı uygulamaya koyamadan baba, çocukları yaşında bir bayanla 3. evliliğini yapar. Kendisi 70 yaşındadır, yeni eşi ise 20'li yaşlarındadır. Üstelik gizli amacını saklayamayacak ölçüde dengesizdir. Yaşlı çiftçiyle salt onun varsıllığı için evlenmiştir. Onun ölümünün yakın olduğunu hesap eder, gününü gün etmeye çalışır. Bu yeni durum, oğulların kararını yürürlüğe sokmak üzeredir. Ancak 2. eşten olan 3. oğul, annesi ölüm döşeğinde kendisine gizlice duyurduğu bir olayı değerlendirterek gitmekten vazgeçer. Çünkü annesi bir giz olarak ona:

-Oğlum, babanın üstünde görünen topraklar gerçekte senindir, sabret, onun ölümünde bu toprakların sahibi sen olacaksın! Küçük oğul bu gizi değerlendirip giden ağabeylerin paylarını da onları anlaşarak alımkar olur. Böylece niyetini sezdirmeden işlere koyulur. Ne var ki cici annesi onun niyetini sezinler, dolaylı yollardan sekteye uğratıp yıldırmaya kalkışır. İki zıt düşünceli insan bir süre karşısındakini dize getirmek için diretse de, zıtlaşan kişilerin bay-bayan oluşları, aynı kişi çevresinde bulunmaları savaşlarının sürmesini engeller. Bu kez de barış yollarını deneyerek çiftliğe sahip olma yolları aranır. Bu yaklaşım giderek aşka dönüşür. Halk deyimiyle CİCİ ANNE ile oğul mercimeği fırına verirler. Çiftliğin sahibi baba dönen dolaplardan habersizdir. Öyle ki, CİCİ ANNE çocuk doğurduğunda Çiftlik Sahibi bebeği de sahiplenmiştir. İlk bakışta bu sahiplenme gerçek anne-baba tarafından sevinçle karşılanır. Çünkü onların gizli işleri böylece perdelenmiş olmaktadır. Ne var ki çocuk büyüyünce tüm çiftliğin sahibi olacaktır. Çünkü çiftliğin şimdiki sahibi bunu açık açık söylemektedir. Söylemese bile tavırları bunu göstermektedir. İki gizli emelli kaçak sevişenler bu kez çocuğu ortadan kaldırma gibi bir kanlı karar alıp uygularlar. Ancak olaya kan karışmıştır İlahi Adaletin sevmediği bir durumdur. Katilleri bir noktada yanıltıp gerçeği su yüzüne çıkarır. Gerçek durumu sonunda acı bir şekilde öğrenen toprak sahibi yaşlı baba, suçluları adalete teslim ettikten sonra kendini de sorgular; o da adalete hesap vermelidir. Onun suçu cinayet değilse bile işi cinayete götürecek ölçüde karışmasına neden olan odur. Tüm bu karmaşık işleri o daha dürüst yollardan götürebilirdi.

Mahir Canova Öğretmen özetimi beğendi. Özellikle de adları söylemeyişime değinerek:

-Yabancı dillerden gelen adları doğru söylemek hepimiz için bir sorun; iki dil bilmeme karşın ben hep sakınırım. Çünkü bildiğim yabancı dilde de onun yabancı sözcüğü olabilir. Yazarken daha dikkatli davranarak yazabiliriz. Ancak konuşmalarda arkadaşınızın yaptığı en iyisi…

Pek beklemediğim bir olayda böyle bir başarı göstermeme sevindim.

Mahir Canova Öğretmen ilginç bir ödev verdi. “Tanımadığımız bir bayanla konuşma!” Aşk, sevgi, sevme falan değil, yaş farkı da olabilir. Her hangi bir konuda, karşılaştığımız bir bayanla konuşma! Hepimiz şaşırdık. Yemeğe giderken varsayımlar başladı. Muttalip Çardak ilk örneği verdi. Köye gidip bir asker annesiyle konuşacakmış; “İşt bacı, senin oğul eskerdi di mi?” O da “He ya!” diyecekmiş. Kamil Yıldırım ise Muttalip'in annesine gidip nerede olduğunu soracakmış. O denli tartışmaya dönüştü ki sonunda Nihat Şengül, Muttalip'i genelevden, oraya gelip gelmediğini sorma düzeyine indirince “Hooop”lar, “şişt”ler, “yapmayın, etmeyin”ler yükselmeye başladı.

Faik Canselen Öğretmen Armoni dersinde piyanoda akor basarak sesleri dinletti. Bir örnek parça çaldı. Beringer metodundaki 71 nolu Robert Schumann'ın Choral-Andante'sini çaldı. Seslere ayrılarak önce iki sesli sonra da dört sesli denedik. Öğretmen bana da çalışma önerisinde bulundu:

-Ağır tempo, tümüyle iki vuruşlu notalar, rahat çalarsın! dedi.

Dersten sonra piyano derslerimi dinledi. 59-60 parçaları çok beğendi. Geçen hafta arya olarak dinlediğimiz Mozart'ın parçasını önce kendisi çaldı, beğenip beğenmediğimi sordu. Çok güzel çaldı, nasıl beğenmem? Nasıl çalınması konusunda bilgi verdi. “Duyarlı, çok duyarlı, parmaklar tuşlara sevgiyle dokunacak!” dedi. Öğretmen, az durdu:

-Ben bunu sana piyano ödevi için değil çalman gerekecek parça olarak vereyim, gelene gidene istersen bunu çalabilirsin. Bunun devamı da var, ilerde onları da alırız! dedi. Ödev olarak da 61 no ile 63 no öncesi numarasız Finger Stakato parçasını verdi. Öğretmen piyano çalışmamı övdü:

-Bu tempoyu sürdürürsen, bizim Musiki Muallim düzeyini tutturacaksın! dedi. Sonra da dediğini açıkladı. Orası şimdi Gazi Eğitim Enstitüsünün Müzik bölümü olmuş. Oraya öğretmen okulu ya da Liseleri bitiren müzik sever öğrenciler sınavla alınıyormuş. Az-çok bir müzik bilgileri var olarak sınavla girdikten sonra 3 yıl disiplinli bir çalışmayla gene sınav verip müzik öğretmeni oluyorlarmış. Öğretmen bunların başarı düzeyini söylemişmiş. Asım Öğretmeni düşündüm. “O bu yıl girdi, ben üç yıl sonra onun girdiği bu yılki düzeye çıksam ona da razıyım!” deyip yutkundum.

Benim piyano saatim bugünün en geç saati. İlk iki ders Şan, arkasından iki saat tiyatro. Öğleden sonra ilk iki saat Armoni, armoniden son ra iki saat kemancıların enstrüman bilgisi, toplu çalışma etkinlikleri sürüyor. Bu süreçte bizim dört piyano öğrencisi 40'ar dakika olmak üzere küçük salonda Faik Canselen öğretmenle çalışıyor. Bu sıralamadan benim çalışmam en son. Bu da benim çok işime yaradı. Öğretmenler akşam saat 7:00’de (19:00) ayrılıyor. Faik Öğretmen çoğunlukla buradan gittiğinden çalışmamız zaman zaman 1,5-2 saat kadar uzamış oluyor. İşte bugün de öyle oldu. Salona çıkınca Faik Öğretmen Mozart sonatları açıp, bana verdiği parçanın tamamını gösterdi. Baş taraftan da bir bölümünü çaldı. Bu arada Sonat, sonat formu gibi bilgileri iyice kavramış oldum.

Pazartesi bizim bölümün en yorucu günü, tam kadro 8 saat öğretmenli çalışma. Öteki günlerin genel derslerini arkadaşlar pek yorucu bulmuyorlar. O derslerde “arada kaynayıp gidiyorlarmış!” Ne demekse bu? Ben de bunu anlamıyorum, onca insan içinde bir soru sorulunca cevaplayamamak nasıl üzücü olmaz?

Yemekte kitaplığa gittim. Sami Akıncı yerini iyi tuttu. Kimi öğrenciler, özellikle Orta Bölüm öğrencileri Sami'yi Kitaplık sorumlusu sanıyormuş. gelip kitap soranlar, kitapları hor kullananları şikayet etmeler hep Sami'ye duyuruluyormuş. Geçen gün bir yeni gelmiş bayan öğretmen Sami'ye kitap sorarken  “MEMUR BEY! ” demiş. Bizim Kepirliler arasında şimdi en taze konu bu: O bayan sözde Sami'yi gözüne kestirmiş, Sami'yi konuşturmak için kasıtlı öyle demişmiş. Arkadaşlar bu olaya gülerken ben de bugün yüklendiğimiz tiyatro ödevi için yararlanmayı düşündüm. Sami’ye anlatınca önce çok güldü. Güldü ama az sonra ciddileşerek:

-Adım geçmeyecek değil mi? diye sordu. Gerçekte bizim ödeve pek uygun değil, bizim konuşmacı bir erkek olacak, yani kendimiz. Doğrusu Sami'yi bayan yapıp konuşmak gerekir. Böylece bizim ödev de dillere düştü. Yusuf Asıl, “Ahmet Kun Öğretmenin Cemile Öğretmene ilk sözü ne olmuştur?” Selahattin Yücesoy'un Rezzan öğretmene, Kemal Üstün'ün Hasene Öğretmene. Muhip Kocaçınar'ın Zehra öğretmene derken iş okul müdürüne dayandı. Yusuf birden ayaklandı:

-Durun durun! diyerek herkesi susturdu. Susturdu ama gülmekten bir türlü kendini toparlayamayınca Mustafa Saatçı:

-Besim İyitanır'ı söyleyecek bu, başka birini beklemeyin deyin! Yusuf sinirlendi:

-Hayır bilemedin işte, ben seni söyleyecektim! Yusuf gene gülmeye başladı bu kez çabuk toparlandı, gülmekten kesik kesik anlattığı için biraz yakıştırarak ben şunu anladım: Mustafa Saatçı, SS'ye yaklaşmış, bir şey söhleyecek gibi karşısında durmuş. SS utanır gibi boynunu bükmüş ama bir yandan da ne söyleneceğini ilgiyle bekliyormuş. Mustafa Saatçı, kısık bir sesle “Nasılsın?” demiş. SS ise bir kahkaha atmış, yüksek sesle:

-Ben çok iyiyim MUSTAFA AĞABEY, ilgine teşekkür ederim! deyip gitmiş.

Mustafa Saatçı Yusuf''u susturmak için hemşerisi Sırıklıyı falan anımsattı ama başaramadı. SS'nin Mustafa'ya Ağabey demesi, işin gizini bozdu. Bu kez de Emullah Öztürk:

-Van canına, bu söyledikleriniz hep Kepirtepe'de mi evlendi? deyince konu gene oraya döndü. Bu kez yakıştırmalar, Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, İlhan Görkey, Ömer Uzgil, Hüsnü Baykoca, Salih Zeki Aksoy, Naci Birkök öğretmenleri de kapsadı. Ancak saygısızlığa sarkmayan, sevgi, saygı yönünde süren bir güzelliği vardı.

Yatınca yarınki dersleri anımsadım. Psikoloji ödevimi, götürüp vereyim mi? Yoksa bekleyip uygun bir zamanda verip kolay unutulmasını önleyeyim mi? İstemeden verirsem, hı mı diyerek alır da bir kenara sıkıştırırsa emeklerime yazık olur. En iyisi bir fırsat kollayıp o zaman vereyim. Sabahattin Öğretmen okuttuğu parçaları çok önemsiyormuş, bugün Mahir Öğretmene anlattığım özeti ona da anlatsam yeterli olur mu? Falan derken uyudum.

 

14 Aralık 1943 Salı

 

Akşam, ödev mödev derken aklımdan geçmişti, yararlandığım kitapları derste yanımda bulundurursam işime yarar, kahvaltıya geçerken almayı tasarladım. Mustafa Şekip Tunç, Sabri Esat Siyavuşgil. Bu ad bana yabancı gelmedi ama nereden? Tamam işte! Bugünüm berbat geçebilir. Bu adı bulmadan derse girersem aklım başka, bedenim başka yerlerde olur.

Kahvaltıda çorba kaşıklarken Sabri Esat Siyavuşgil kaşıklar gibiydim. Karşımda Fahri Yücel'le Orhan Doğan tartışıyordu. Ne alıp veremiyorlar bilmem, Fahri, bir şeyler vermek istiyor. Sanırım Orhan'ın bir şeyini alıp kaybetmiş. Ne vermek istese Orhan “İstemem senin olsun!” diye reddediyordu. “İstemem senin olsun!” benim bildiğim bir söz, bugün tiyatro dersinde de adı aklımdan geçti, okuduğum kitapları Mahir Canova Öğretmene sıralarken saymıştım: Cyrano de Bergerac-Edmond Rostand=Sabri Esat Siyavuşgil… Hem tiyatro kitabı çevirmiş, hem de Psikoloji kitabı yazmış. Birden rahatladım. İşte bu işime yarar. Kitabı öğretmen görünce isterse, bir ucundan tutup Cyrano'dan da pekala söz edebilirim. Onun da ruhsal bakımdan sorunu vardı. Hastalıktan kalkmış gibi sevindim. Kitapları alıp, öğretmen masasına yakın bir yere oturdum.

Daha önce yerleşenler birden ayaklandılar “Sabahattin Öğretmen gelmemiş!” Kitaplık birden boşaldı. “Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen gelmemişse Yunus Kazım Köni de gelmemiştir!” demeğe kalmadı, onun geldiği duyuruldu. Bir düşündüm, “İki saat burada bekleyeyim mi, yoksa gidip bir süre piyano çalışayım mı? Baktım, birden dışarı çıkanlar geri gelmeye başladı. “Burada şamatadan durulmaz!” deyip Müzik Salonuna gittim. Bizden pek gelen olmadı. Salondaki piyanoya oturup, yeni ödevlerimi bir güzel çalıştım. Faik Öğretmen'in dediğini iyi ezberledim:

-Beni dinlemek isteyenlere bir kaç parça hazırlayacağım. Bunlardan biri Ludwig van Beethoven'in Tarla Faresi olacak. Parçası değil de adı ilgimi çekti. Zaten ezberlemiştim, bir kaç kez tekrarlayınca belleğime yapıştı. Mozart'ınki de kısa, iki sayfa ama sonlarda biraz karışıyor. O denli dalmışım ki arkamdan bir ses:

-Derse gitmeyecek misin? diye sorunca şaşırdım. Koşarca yürüyüp kitaplığa ulaştım. Kitaplık gene sımsıkı dolmuştu, elimde kitaplar, öğretmen masasına bitişik bir yere ilişirken Yunus Kazım Köni dolu çantasıyla geldi.

Öğretmen, günaydınlaştıktan sonra gülümseyerek hepimize baktı:

-Bir bayram daha geçirdik efendim, kış kıyamet de olsa bayram bayramdır, değil mi efendim? deyince hemen karşısında oturan Bekir Semerci:

-Biz bayramı inşaatta çalışarak geçirdik! deyiverdi. Öğretmenin yüzü birden değişti, şaşırır gibi Bekir'e bakarak:

-Öyle mi efendim! Ses biraz sertçe gibiyken hemen yumuşayarak; “Sizinki zorunlu bir çalışma, SEFERİ dedikleri türden, gelecek bayramlarınızın güzel olması için yapılan bir özveri… Gülenler oldu. Öğretmen arkadaşların gülüş nedenini ya anlamadı ya da anlamazdan gelerek:

-Değil mi efendim. özveri. . . . Herkesten, hepimizden özveri bekleniyor! deyip yerine oturdu.

Öğretmen, çantasından çıkardığı kitabın sayfalarını karıştırdı. Sanırım, sayfalar arasına birşeyler koymuş, onların yerlerini değiştirdi. Sağ tarafına dönerek:

-Dersimizin adını anarak geçmiş derslerde oldukça genel konuşmalar yaptık. Genel konuşmalar da yararlıdır ama, bunların çoğu bizim öğrenmemiz gereken öz bilgiler için ayrıntı sayılır. Elimizdeki programa göre biz burada üç yıl psikoloji okuyacağız. Bu üç yılda hep böyle genel konularla vakit geçirmeyeceğiz elbette. Kesinlikle konularımız Psikoloji biliminin önemli konuları olacaktır. Bu konuların kaynağı insandır. O halde biz üç yıl insan olarak kendimizi öğrenmeye çalışacağız. Oysa ilk bakışta bu denli uzayıp gidecek öğrenmeye değer tarafımızın olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik, bedenimizi anlatan Biyoloji Bilimi, çevremizle ilişkilerimizi anlatan Sosyoloji bilimleri var. Ne dersiniz? Parmaklar kalktı. En uzak köşede oturan Hasan Gülün, parmak kaldırdığı gibi ayağa da kalmıştı. Öğretmen:

-Ayağa kalkmayın efendim, buyurun oturun! deyince Mehmet Toydemir, açıklama yaptı:

-Arkadaşın boyu kısa efendim, görmeniz için kalktı deyince gülenler oldu. Bu arada Hasan Gülün de:

-Arkadaşın da dili uzun, efendim! dedi. Öğretmen elini kaldırarak, “Sus!” işareti verdi. Bir sessizlik oldu. Öğretmen;

-Bir yanlış anlama oldu efendim, ben susulmasını istedim, parmaklar hep indi . O parmakları görmek isterim! deyince bir çok parmak kalktı. Hasan Gülün gene parmak kaldırmıştı öğretmen ona söz verdi.

Hasan Gülün, eğitimi, öğretmenliği, cehaleti, uygarlığı anımsatıp, insanları bilgili yetiştirme gibi yükümlülükleri psikolojiye bağladı. Sanırım çok konuştuğu için pek iyi anlaşılmadı. Bana göre Hasan, Psikoloji Biliminin kapsadığı alanı anlatmak istedi. Oysa öğretmen, bu alana giren konuları saptamak için bizi konuşturacaktı. Nitekim öğretmen:

-Dikkat ettim, hepinizin Psikoloji bilimine karşı büyük bir ilgisi var. Bu ilgi sürerse, bize üç yıl bile yetmez! diyerek bir ip ucu verdi. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen, sanki onu bekliyormuş gibi gülümseyerek başıyla konuşmasına işaret etti. Sami Akıncı:

-Lise psikoloji kitabını karıştırdım; dikkat, algı, ilgi gibi konuların okunduğunu gördüm, biz de bunları hep kullanıyoruz, sanırım bunlar üzerinde durarak öğrenme yollarına geçeceğiz! deyince öğretmen “değil mi ya!” deyip DİKKAT sözünü tekrarladı. Dikkat üstünde uzunca durularak niçin söylendiği, söylenince neler olduğu tekrarlandı. “DİKKAT!” diyenin amacı, dikkati istenen kişinin ya da kişilerin tavırları gene gene konuşuldu. Dikkatin öğretilip öğretilemeyeceği soruldu. Dikkatin öğretilemeyeceğini savunanlar bir süre diretti. Bunlar, öteki derslerde de zaman zaman konuşan bir grup: Veli Demiröz; Burhan Güvenir, Hayrettin Özer, Kadir Aytekin, Durmuş Ali Uğur. Arka arkaya parmak kaldırdılar. Ancak farklı bir şey söylemeden “Olmaz, olur mu?” “olacak şey mi?” gibisinden tekrarladılar. Sami Akıncı gene parmak kaldırdı. Öğretmen az önce oldukça suskun, biraz da gergin bakarken Sami'ye gülümsedi. Sami Akıncı:

-Öğretmen derse girince çocuklara dikkat öğretmez, dikkat zaten salt bir sözcüktür. Öğretmenin öğreteceği çocuğun tavır alması, dengeli konuşması, kısaca dilini, bedenini dengeli kullanmasına, işlevini verimli görmesine alıştırmaktır. Anneler çocuklara kaşığı öğretmezler, öğretmeye gerek duymazlar ama günlerce çocuğun kaşığı doğru tutması için çaba gösterirler! Sami'nin sözüne arkadaşlar gülünce öğretmen de güldü. “Değil mi efendim!” deyip Sami'ye teşekkür etti. Zil çalarken öğretmen, Dikkat gibi, ALGI, DUYGU, BECERİ sözlerini de düşünmemizi söyleyip ayrıldı.

Öğretmen ayrılınca Sami Akıncı'nın başına üşüşenler oldu. Övenler gibi yerenler de konuşuyordu. Burhan Güvenir oldukça yüksek sesle sözde küçümseyerek:

-O öğrenci değil Profesör be kardeşim! dedi. Tam anlaşılmadı belki de o onu övgü için söylemişti. Sami'nin çevresindeki arkadaşlar bunu yergi gibi algılayıp karşılık verdiler. Bu kez de Burhan Güvenir:

-Yanlış anladınız, ben onun bilgisinin çokluğunu anlatmak için prof. dedim! der demez Yusuf Asıl:

-Öyleyse gel onun yanında doçent ol! dedi. Burhan Güvenir arkasını dönüp gitti. Bu kez de Hasan Üner Yusuf'a çattı:

-Adam alay ediyor, baksana ikinci kez profesör değil prof dedi, hiç değilse sen de sözünü çevirip ona doç. deseydin. Yusuf hiç duraksamadan “ben de ona karşılaşınca ‘DOÇ!’ derim, biz aynı bölümdeyiz” deyip sözü bağladı.

Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin gelmeyişi bir süre konuşuldu: O görevini hiç aksatmazmış. Asıl görevi üstüne yeni bilgiler öğrendim. Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni'nin Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu üyesi olduklarını yarım yarım duymuştum ama kesin bir bilgim yoktu. Meğer okullarda okutulan derslerin programlarını onlar hazırlıyorlarmış. Müfredat programları üstüne birçok bilgim olmuştu. Özellikle geçen yıl Öğretmenlik Bilgisi Dersleri 6 saat olarak başlayınca dikkatimi çekmişti. Okul Müdürümüz İhsan Kalabay; “Bunları bunları bilmeniz gerekir!” dedikçe arkadaşlar:

-Biz onları okumadık! diyerek karşı koyunca Müdür Bey:

-Siz okumamış olabilirsiniz ama uygulayacağınız müfredat proğramında bunlar var, bunları halkın çocuklarına öğretmek zorundasınız. Öğretmezseniz müfettişler sizi sorumlu tutacak! dedikçe müfredat programının ne olduğunu öğrendim. Önce İlkokullar Müfredat proğramını mayıs ayında da Köy Enstitüleri Müfredat programlarını edinip baş tacı ettim. Demek onları Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni Öğretmenlerin bulunduğu 12 kişilik bir Talim Terbiye Kurulu yapıyormuş. Bir ara Doçent İbrahim Yasa da, orada çalıştığını söylemişti. Ama az önce ondan söz edilmedi.

Hamdi Keskin Öğretmenin de Milli Eğitim Bakanlığında olduğunu biliyorum. Ancak o İlköğretim Genel Müdürlüğü bölümünde şube müdürüymüş. Öğretmenlerin atama işlerine bakıyormuş. Birden yüreğim cızladı. Beni sevgili matematik öğretmenim Ahmet Gürsel'i, Fikret Madaralı Öğretmeni o mu atadı acaba? Müdürümüz Nejat İdil'i demiyorum, onu atayanın İsmail Hakkı Tonguç'un kendisi olduğunu biliyorum, mektubu elimde duruyor. Gene de Hamdi Keskin Öğretmene toz kondurmak istemiyorum. Tam istediğim gibi ders yapıyor.

Öğleden sonra Mehmet Öztekin Öğretmen iki saat çocuk şarkılarını tekrarlattı, kanon yaptırdı, tek tek hepimizi kaldırarak şarkı söyletme denemeleri yaptırdı. Sonra da teker teker eleştirdi. Sıra bana gelince gülerek:

– İbrahim'e diyeceğim yok, o nasıl olsa benim gibi akordiyonu alıp sınıfa girecek. Onun elleri akordiyonda olacağı için kendi yöntemini kendisi seçip yeri geldiğinde el kullanacak! deyip geçiştirdi. Gerçekte de öyle, Öztekin Öğretmen Orta Bölümdeki derslerini akordiyonla yapıyormuş.

Birlikte çalışmalardan sonra küçük salonda piyano çalıştım. Abdullah Erçetin geldi. Faik Öğretmen ona da Lehrer-Schuler çalışması vermiş, bir süre birlikte çalıştık. Abdullah için için için üzülüyorum, neden çalışmıyor; hasta falan değil, dalgın dalgın bir kenara çekilip düşünüyor. Üstelik hiç de kederli bir hali yok. Şakalaşmalarda en çok kahkaha atan da o. O nedenle onu arkadaşlar çok neşeli olarak anıyorlar. Doçent Niyazi Çıtakoğlu da bir gün benim düşünceme benzer sözler söyledi. Abdullah'ın zekasını, kavrayışını Almanca sözleri seslendirişini övdükten sonra:

– Ben senden daha başarılı çalışmalar bekliyorum, azıcık gayret göster, beni mahcup etme! dedi.

Yemek saatine yakın zamanlarda biz Kepirtepeliler Kitaplıkta buluşuyoruz. Halil Basutçu, kendi binalarındaki odalarda bölüm arkadaşlarıyla kalıyormuş. Emrullah'la Hüsnü Yalçın büyük salona alışmışlar. Öteki arkadaşlar hep kitaplıkta.

Yusuf gülerek geldi, Burhan Güvenir'e dediğini demiş. Sami hemen sordu:

-O dediğin nedir kuzum? Yusuf anlattı. Sami tarih biliyor, hemen:

-Sen onu öyle diyerek onurlandırıyorsun. Çünkü Doç, tarihte Venedik Devletinin başıdır. Sami dedi ama Yusuf, kendi güldürü düzenini öyle kurmuş:

-Doç. Burhan!

Sami'nin gündüzkü konuşmasını anımsatıp konuşma konusunu psikolojiye getirip, benim ödevi anlattım. Öğretmenin bana ödev verdiğini herkes biliyor. Sami:

-Ne duruyorsun azizim, hemen ver. Öğretmen bizi öğreteceği konuya ısındırmak için çare arıyor. Ödevini ver, bak göreceksin en az bir saat üstünde duracak! Sami'ye inandım, ödevim hazır, haftaya gelir gelmez vereceğim. Oldukça sevinerek bir süre arkadaşları dinledim. Ayrılanlar olunca ben de kitaplıktan Doçent Halil Demircioğlu'nun önerdiği Atatürk'ün Büyük Nutku 1. Kitabını açıp okumaya başladım. Kısa kısa parçalar var, o kadar çok adlar geçiyor ki bir süre düşündüm, bunları okuyunca ne öğreneceğim? Yat zili çalınca sevindim, sanki bağdan kurtulmuştum. Kendi kendime söylenerek yattım. Atatürk'ün Büyük Nutku'nu okuyamadım! diyebilir miyim? Bunu kendime bir kaç kez sordum. Kesinlikle diyemem.

Tarih dersini seviyorum. Üstelik bunca insanın adını unutmuyorum da Atatürk'ün arkadaşlarını mı öğrenemeyecekmişim? Sinirlendim, öylece uyumuşum.

 

15 Aralık 1943 Çarşamba

 

Gelir, gelmez, gelse ne olacak? Hakkı Tonguç, Tonguç ne anlama geliyor? Sözleri arasında uyandım. Sahi Tonguç sözünün bir anlamı var mı? Tonguç sözü bana tarihte öğrendiğim Tonyukug'u andırıyor. Tonyukug Orta Asya Türkleri zamanında yaşamış bir ünlü. Orhon Kitabelerini diktiren Bilgehan'la kardeşi Gültekin Han'ın veziri. Ne ilgisi var? Bir benzeşiklik kurulabilir.

Biri bir başka öneride bulundu:

-Bunu en iyi Kızılçullulu arkadaşlar bilir, çünkü onların okulunda da bir Tonguç var. Kızılçullulu Mestan Yapıcı yanıtladı:

-Zekeriya Tonguç'tan söz ediyorsanız, yanılıyorsunuz, hiç kimse onun karşısına çıkıp soyadının anlamını soramaz, sorarsa ayvayı yer! Bunları dinlerken ben de geçmişi günleri anımsadım; arkadaşların önemle beklediği ya da öyle konuştukları Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'u 1939 Haziran ayında görmüştüm. Salt görme değil, konuşmuştum. Biz çalışırken yanımıza geldi, yaptığımız işleri sordu, köyümü, ailemi sormuştu. Lüleburgazlı, köyümün yakınlığını söyleyince beni kutlamış okulum için de (o günkü adıyla Trakya Köy Öğretmen Okulu) “Çok güzel bir okul seçmişsin, gelecekte bu okuldan çok yararlı olarak çıkacaksın!” türü sözler söylemişti, O sözler nazar mı yaptı ne, bir yıl sonra okulumun levhası söküldü, halkımızın hatta ailemdekilerin doğru dürüst söyleyemediği bir isim verildi. Bu da yetmemiş olacak soluğu ta Ankara ötesinde bir yerde, İdris Dağı eteklerinde Hamurbasan denilen bir kırlıkta almıştım. Neyse ki bu sürgüne gerekçe gösterilen Wehrmacht, Brauchitsch, Von Paulus, Manstein, Runsted pürüzlerini Malinovsky, Koniyev, Judanov komutalarındaki ebedi düşmanlarımız durdurunca o güzel okulun yerine kondurulan okuluma 8 ay sonra dönmüştüm. Benim ilk kez, Sili Ustanın su terazisi dediğimiz üç ayaklı aracıyla çıktığım Hamurbasan'a yarım da olsa 10 bina (altısının kiremidi çekilmiş, dördünün de çatısı tamamlanmıştı) kondurmuştuk. Bu süreçte Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bir kez gelmiş, salt ders yapıyoruz diyebilmek için bir çadıra hazırlanan sıralarda 15 arkadaş oturarak (çadır almadığı için diğer 5 arkadaş işe gitmişti) Hasan Ali Yücel'i beklemiştik. Milli Eğitim Bakanımız geldi, bizi çok iyi gördüğünü söyledi. (İki yıl önce Kepirtepe'ye geldiğinde de öyle demişti) Ders konumuzu öğrenince sorular sordu. Bir arkadaşın sırasında görünce kendi yazdığı Mantık Dersleri kitabı üstüne bizimle özel konuşma bile yaptı. İşte burada geçen sekiz aylık süreçte İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç tam dört kez geldi, aramıza katılarak bizlerle konuştu. Ayrıca salt benimle özel olarak da iki kez yanına çağırtarak öğretmenlerimin yanında konuştu. Şimdi düşünüyorum da benim 2-3 yıl önce karşılaştığım, ancak böylesine umursamadığım bu tür bir karşılaşmayı “Yüksek Okulda okuyorum!” tavrı içinde böbürlenerek dolaşanlar neden böyle bir sapma içindeler? Genel Müdür, belli bir devlet kurumunun sorumlusu, üstlendiği işlerin iyi gitmesi için çırpınıyor. Yüksek Köy Enstitüsü olarak bir okulun açılmasını sağlamış; bunun bir an önce tamamlanmasını istiyor. Bunun için de bizden yardım bekliyor. Bina yapımından kaçanların kimler olduğunu hep görüyoruz. Oysa bu kaçanlar, haklıymış gibi, günlerdir Genel Müdür bekliyorlar. Sahiden bekliyorlar mı (? !)

Kahvaltıya oturunca duyduğum ilk söz gene İsmail Hakkı Tonguç oldu. Bu kez sordum:

-Neden bu denli özlemle bekliyorsunuz İsmail Hakkı Tonguç'u? Bu kez de Fahri Yücel (tam karşımda oturuyor) öne doğru eğilerek:

-Sen beklemiyor musun? “Hayır!” dememi beklediği belliydi ancak ben demedim; “Ben de bekliyorum ama bunu kendime sorduğumda inandırıcı bir yanıt veremediğim için sizden soruyorum!” deyince Fahri Yücel amacına ulaşamamışların görünümü içinde geri çekildi. Abdullah Ön bir kahkaha attıktan sonra Fahri Yücel'e:

-Hadi söyle arkadaşa, bak kendisi bu işin içinden çıkamamış, ona yardım et! Orhan Doğan yardıma koştu:

-Bakma öyle dediğine o kimseden yardım istemez! Bu kez Şevki Aydın duramadı, sakin sakin:

-Siz insanları hep karşınızda sanıyorsunuz. Elbette karşınızda olacak yanları bulunacaktır. Onu, onun özelliğine sayamaz mısınız? Abdullah Ön gülerek:

-Sayamayız arkadaş! Biz kırsal Anadolu insanıyız, köyden gelmişiz, burada da bir köyde oturuyoruz. Kentlilerin inceliklerini bilemeyiz (!) Abdullah Ön böyle dedi ama dediği hiç de öyle dediği gibi bir kişinin düşüncesi değildi. Bundan kendi arkadaşları hemen gocundu, ikisi birden Abdullah Ön'e bakarak, “sen kendine bak!” dediler. Abdullah Ön, başını kaldırarak üstüne (sağına soluna) bakıp sordu:

-Ne var bende? Ben birşeyler göremedim! deyip bir kahkaha daha bastı. Mehmet Yelaldı konuyu değiştirmek için Hasanoğlan kurulmadan önce buraya geldiğimizde buraların durumunu sordu. Kısaca bildiklerimi anlattım, gelen ekipler deyince, bu kez de gelen ekipleri sordu. Ekipler, masadaki herkesin ilgisini çekti Çiftelerliler kendi ekiplerinden, Kızılçullular kendi arkadaşlarından kimleri tanıdığımı sordular. Kızılçullu ekibinden Yaşar Özgüç'le Hüseyin Atmaca deyince ilgi daha çok arttı. Atmaca ile karşılaşınca tanıyıp tanımadığımı sordular. “İlk karşılaştığımızda daha ikimiz de birbirimizi tanıdık” deyince şaşıranlar oldu. Çiftlerden gelenleri, özellikle de Abdullah Özkucur'u söyleyince Fahri Yücel çığlık atarca:

-İnanmıyorum, onu buraya çalışmaya kim gönderir, o, orada da iş yapmazdı! deyince bu kez ben şaştım. Gene de özel durumundan ötürü buraya önceden gönderildiğini, ekiple gelenlerden Mustafa Atavcı'yı çok iyi tanıdığımı, daha sonra da mektuplaştığımızı, bize günlerce oyun öğretmeye çalıştığını anlattım. Mustafa Atavcı deyince önce duraksadılar. Onlardan bir sınıf geride olduğu için duraksadıkları, ayrıca Mustafa'nın okulda Avcı olarak bilindiği söylendi.

Kahvaltıdan sonra yeni salonumuza doluştuk. Salona dağılınca oldukça kalabalık olduğumuzun da ayırdına vardım. Ayağa kalkınca herkesin yüzünü görmek bir bakıma iyi. Özellikle yönler bir tarafa dönünce daha düzenli görünmesi rahatlatıcı oldu. İçimden “Arkadaşları öyle görmek tanışmayı da kolaylaştıracak!” derken Sosyoloji Öğretmenimiz Doçent İbrahim Yasa gülümseyerek kapıdan girdi. Başını kaldırarak gözlerini bizim üstümüzden atlayarak tavanı, köşeleri gözledi.

– Yerine oturunca önce “Hayırlı-uğurlu” olmasını diledi. Değişmeyen bir ses tonuyla konuştuğu için uzun süre salon üstüne konuşuyor sanmıştım. Bir de ayırdına varmıştım ki, öğretmen insanlığın geçirdiği sığınak evrelerini anlatıyormuş. İnsanlar önce ağaç altına, sonra mağaralara sığındılar, daha sonra kendileri çerçöpten sığınacak yerler yaptılar derken, (artık parmak kaldıranları rahat görüyoruz) Hasan Gülün parmak kaldırdı. Arkadaşın boyu kısa olduğundan olacak, dizini oturağa koyup ayaktaymış gibi bir duruşa geçti. Öğretmenin tam karşısına geldiği için görmemesi söz konusu değildi. Ancak öğretmen, görmemiş gibi uzun süre sığınak evrelerini anlattı. Bu kez de Mehmet Toydemir ayağa kalkarak öğretmeni sesli olarak uyardı:

-Öğretmenim parmak kaldıran arkadaşımız var! Öğretmen Toydemir arkadaşa çıkışırca:

-Gördüm, arkadaşınız benden izinsiz parmak kaldırdı. Ben, söylemek istediğim sözlerimi tam olarak bitirmemiştim. Bir öğretmen olarak benim ele aldığım konumu düzgün ortaya koyacak bir söz planım var. O planımın tamamı dinlenirse anlatmak istediğim yerine gitmiş olacaktır. Kuşkusuz benim anlattığım konu üstünde başkaları da durur. Dahası onun düşünceleriyle benimkiler çatışabilir de. Ancak bunlar, ben sözümü bitirdikten sonra görülecek işlerdir. Ben konumu bilimsel olarak ortaya koyuyorum. Söylediklerim her zaman için eleştiriye, tartışmaya açıktır. Burada söylediklerimin kitabını da yazıyorum. Bu konuya eğilenler benim görüşlerimi irdeleyip beğenecek ya da eleştirecektir. Bakın ben neler düşünerek burada konuşuyorum. Oysa sizin bir takım alışkanlıklarınız var, söylenenin sonunu beklemeden takıldığınız yerin çözümünü istemek. Bu bir ilkokul alışkanlığıdır. Orada hoş görülür çünkü çocuk bekleyemez, ilgisi dağılınca tümden konu dışına çıkar. Sizler o dönemi gerilerde bıraktınız, o alışkanlıklardan da sıyrılmak zorundasınız. Benim söylediklerimi olduğu gibi almak zorunda değilsiniz; ancak benim belli bir konuda nasıl düşündüğümü ben size söylemişsem onu bilmek zorundasınız. Yüksek Öğrenim biraz da bu demektir. Biliyorsunuz Avrupa'da üniversiteler çok önce, 12-13. yüzyıllarda açıldı. O dönemlerde üniversitelerde o dönemlerde geçen inançların bilimleri vardı. O günün prof'ları o günün bilgilerini veriyordu. Şimdi anlıyoruz ki o adamların anlattığı bir çok doğru, gerçekte yanlışmış. Dikkat edin, öyleyken o yanlışlar arasından, sonradan ulaşılan doğruları, o yanlış bilgileri alanlar ortaya çıkarmış. Galilei'yi bilirsiniz, o da bir üniversitede okuyup yetişmiş. Dünyanın döndüğünü söylediği zaman karşısına çıkanların bir bölümü kendi öğretmenleridir. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz. Sizler burada bir takım eksik ya da yanlış sözler işiteceksiniz. Bundan sakın gocunmayın. O yanlışı ortaya getirenin gösterdiği çabalara bakın. O çabaları değerlendirebilirseniz kendi çabalarınızı da bir düzene sokma alışkanlığını kazanırsınız. Benim söylediklerim kesinlikle sizler için bugün değilse bile bir kaç yıl sonra eksik kalacaktır. Çok değil bundan 100 yıl önce Sosyoloji adında bir bilim yoktu. Ama sosyal olaylar vardı. O olaylara yanlış ya da eksik bakan insanlar bir gün doğru bakabilmiş ki bugün sosyoloji dersi adı altında insanlığın geçmişindeki yaşamları tartışıyoruz!

 

Doçent. Dr. İbrahim Yasa

 

Öğretmen Hasan Gülün'e önce beklettiği için kırılmamasını, kişisel olarak bir kusur saymadığını söyledi sonra da gülümseyerek “İlk parmak kaldırdığın sıradaki isteğinle sorunu sor!” dedi. Meğer Hasan Gülün'ün sorusu soru bile değil, öğretmenin sözlerine bir ekmiş. “Mağarada yaşayan insanlar, kesinlikle mağara bulamadıkları yerlerde başka korunak yapmayı düşünmüşlerdir. Yoksa mağara bulsalardı, çerçöp toplayarak keşifler yapmazlardı!” Öğretmen güldü; “Elbette, ‘İhtiyaçlar, organ doğurur!’ diye bir söz vardır!” dedikten sonra gene gülerek sözlerini sürdürdü: “Ünlü Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart “En değişmez, en etkili yasa, gereksinimleri karşılama yasasıdır!” demiş. Bunu açıklamaya gerek var mı bilmem. Susadığın zaman su içmeyebilir misin? Anne-baba kendi çocuklarına bakmayabilir mi? Ailelerinizi terkedebilir misiniz? Bu konuyu ilk kez kendisinden dinlediğim öğretmen burnumdan tutmuş “Bu nedir?” diye bana sormuştu. Yanıtlayamayınca bu kez: Bunu senin organın, rahat soluman için büyütmüştür, tıpkı gereksiz yere arkanda sallanmaya başlayan kuyruğunu küçülttüğü gibi!” demişti. Ben o zaman olayı salt benim için söylendi sandığımdan oldukça üzülmüştüm. Zaman beni haksız öğretmenimi haklı çıkardı.”

Öğretmen gene Hasan Gülün'e sordu:

-Sen nasıl bir düşünceden hareket ederek vardın öyle bir sonuca? Soru Hasan'a sorulmuştu ama birkaç kişi birden parmak kaldırınca öğretmen bu kez Hasan'a oturması için işaret etti. Hasan Gülün kutuplarda yaşayanlardan söz etti. Kutuplarda yaşayanlar oralara sonradan gitmiş olabilir, geldikleri yerlere benzemediği için çaresiz yeni bir yaşam yolu seçeceklerdir. Süleyman Karagöz de aynı yanıtı çöller için söyledi. Öğretmen gülerek:

-Bunları, ormanlara, göllere teşmil edebiliriz (uygulayabiliriz).

Öğretmen, bize dönüp tam konuşmaya geçerken zil çaldı. Öğretmen kendi kendine konuştu:

-Zil beni susturdu; başka bir zil çalınca devam ederiz! deyip ayrıldı.

İki saattir susan arkadaşlar birden konuşmaya başladılar. Doçent Halil Demircioğlu, oldukça büyük çantası elinde geldi. O da salona dikkatle baktıktan sonra:

-Soğuklarda ısıtılabilinirse rahat edeceksiniz! deyip çantasını masaya koydu. Doğrularak hepimizi süzdükten sonra ortalığa:

-Geçen ders nerede kalmıştık? diye sordu. İlk parmak Şükrü Koç'tan, onu Hasan Özden, Veli Demiröz, Süleyman Karagöz izlediler. Öğretmen kısa bir durakladı; sanırım başka parmaklar bekledi. Bu kez Sami Akıncı parmak kaldırdı. Sami en ön sıradaydı sanırım ondan, öğretmen Sami Akıncı'ya işaret etti. Sami Akıncı “Kurtuluş Savaşı sürerken yer yer isyanlar çıkartılıyordu; düşmanla savaşan Büyük Millet Meclisi hükümeti bu iç isyanlarla da savaşmak zorunda kalıyordu!” deyince öğretmen gülümseyerek:

-Lütfen dur, son cümleyi ben söyleyeyim! deyip gerçekten geçen ders sonunda söylediği cümleyi tekrarladı:

-“Büyük Millet Meclisi Hükümetinin İç İsyancılarla yaptığı Cephe Gerisi Savaşları!” deyip konuşmaya başladı. Önce isyancıların birbiriyle bağlantısı olmadığı, işin ilginci işgalcilere ilk direnme başlamadan önce isyan falan olmamasına karşın direnç başlayınca isyanların da başladığı üzerinde örneklerle durdu. Silaha sarılmadan önce direnci fikir olarak atan bölgeler arasında Trakya'yı özellikle de Lüleburgaz'da yapılan bir toplantıdan, babamın da köyün muhtarı olarak katıldığı ( 30 Mart1920, Lüleburgaz'a bağlı köy muhtarları tümüyle çağrılıdır; ayrıca 200 kadar Lüleburgazlı seçilerek katılmıştır) kıvanç duyarak sık sık andığı o toplantıyı gerçekleştiren Cafer Tayyar, (General-Eğilmez) Hilmi, İsmail, Cemal, Salih Beylerle Şevket Dingiloğlu, Şevket Ödül, Ali Rıza Dursunkaya'dan söz etmesi beni çok sevindirdi. Şevket Ödül'ü gördüm, şimdi Millet Vekili, ancak Lüleburgaz'dan ayrılmadı, evi İstasyon yolu üzerinde, ailesi orada oturuyor. Ali Rıza Dursunkaya da sağ, Kırklareli'de gazete çıkarıyor, günlük Yeşilyurt gazetesi. Gazeteye çok gittim. Ali Rıza Dursunkaya’yı, camlı küçük odasında otururken gördüm. Hiç yalnız kalmaz birileri yanına gelir gider. Çocuk olarak oturduğu yere giremedim ama babam girdiği zaman (ben dışarda beklememe karşın) çok mutlu oluyordum. Şimdi ise onun adı geçince daha mutlu oldum.

Öğretmen çantasından bir kitap çıkararak gösterdi; “Büyük Nutuk! En güvenilir, en yetkili insanın, Atatürk'ün sözleri!” deyip okumaya başladı:

“DAHİLİ İSYANLAR!

Efendiler, 1919 senesi içinde, milletçe başlattığımız Kurtuluş Savaşı aleyhine başlayan iç isyanlar; hızla yurdun belli yerlerine yayıldı. Bandırma, Biga, Susurluk, Karacabey, İzmit, Adapazarı, Düzce, Bolu, Nallıhan, Beypazarı, Konya, Bozkır, Ilgın, Kadınhan, Karaman, Seydişehir, Beyşehir, Çivril, Koçhisar, Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Refahiye, Zara, çevrelerinde başlayan isyanlar oralarda oturan insanları yakıyor; hıyanet, cehalet, kin ve taassup dumanları, bütün vatan semalarını kesif karanlıklar içinde bırakıyordu. İsyan dalgaları, Ankara'daki karargahımızın duvarlarına kadar gelip çarptı. Karargahımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf hatlarını kesmeye kadar varan bu acımasız hareketler karşısında kaldık. Batı Anadolu'nun İzmir'den sonra, yeniden önemli yerleri de Yunan ordusunca çiğnenmeye başlamıştı. Önemle dikkatinizi çekmek isterim; sekiz ay önce halkımız Heyeti Temsiliye yanında yer alıp, Damat Ferit hükümetiyle ilişkisini kestiğinde, Ali Galip girişimi dışında bu tür vakalar yoktu. Bu seferki kıyamların çok hazırlıklı olduğunu gösteriyordu. Bu da bizim, Damat Ferit gibi ondan sonraki hükümetlerle de ilişkileri kesmemizin haklılığını gösteriyordu.

Anzavur İsyanları, Düzce İsyanı!

Öğretmen elinden kitabı bırakarak, Düzce halkının değişik yerlerden gelen göçmenlerden oluştuğunu, Osmanlı yönetiminin bu tür karışık halk iskanları üstünde durmadığını, iskan edince de gelecek için bir toplumsal birlik fikri taşımadığını, bu nedenle Düzce'ye yerleştirilmiş özellikle Kafkas kökenli Çerkezlerin öteki halklara zaman zaman Agalık ettiğini, bu tavırları bu kez de isyana çevirdiklerini ancak gelen ulusal güçlerin onları çabuk ezdiğini anlattı. Arkasından da Hilafet Ordusu denen İhanet çapulcularının yapmak istediklerini ancak bir iki acımasız olayı dışında itlaf edildikleri söyleyip geçti. Öğretmen gene kitabı açıp, okumadan konuşarak Yozgat yöresinde başkaldıranları anlattı. İlk başkaldırıda oraya gönderilen güçler, isyanı bastırınca, başka isyanları basmak üzere erken ayrılırlar. İlk isyana katılmamış ya da olaydan ucuz kurtulmuş olan bir takın hainler bu kez de Yozgat çevresine dağılıp halkı soymaya kalkışırlar. Öğretmen kitabı açıp okudu:

“7 Eylül 1920 de KÜÇÜK AĞA, DELİ HACI, AYNALIOĞULLLARI denilen bir takım serseriler, Zile dolaylarında, Kara Nazım, Çopur Yusuf da Erbaa dolaylarında bir daha ortaya çıktılar. Aynacıoğulları ancak 100 atlı toplayabilmişti.” Öğretmen gene kitabı bırakıp, birinci Yozgat isyanını bastıran komutanın geri dönüp her biri bir yana dağılan hainleri kovaladığını, üç ay süren bir kanlı süreçten sonra Yozgat yöresinin arındırıldığını söyledi.

Uyur gibi duruyorum ama öğretmeni tüm dikkatimle dinliyorum. İçimden içimden de “Keşke sabahki konuşmamı bu dersten sonra yapmış olsaydım!” diyorum . Bugünkü dersten sonra gene o konuyu açıp bugün öğrendiklerimi nasıl eklerim derken öğretmen, direnişçilerin ezilmesi dönemine geçip, en başarılı ezici güçlerinin başında Çerkez Ethem'le kardeşlerinin olduğunu anlatmaya başlayınca gene dikkat kesildim. Çerkez Ethem'le kardeşlerinin ihanetlerini biliyorum ama başlardaki bu olumlu katkılarını pek bilmiyordum. Ayrıca Çerkez Ethem'in öldüğünü sanıyordum. Meğer adam, onca itilip kakılmasına karşın (ihanetinin cezası ağır olacağını bildiği için bozulan Yunan ordusu artıklarıyla birlikte Yunanistan'a sığınmıştı) şimdilerde Fransız yönetimi altındaki Suriye'de yaşıyormuş. Parmaklar kalktı. Öğretmen Hasan Özden'e söz verdi. Hasan Özden özür dileyerek söz başladı:

-Siz son sözünüzü söylemediniz ama benim de çoktandır aklımdan geçen bir sorum var, Çerkez Ethem'e istediği yetki verilseydi yurdumuz iç isyanlardan daha az zarar görmüş olmayacak mıydı? Öğretmen Hasan Özden'e dikkatle baktıktan sonra savaşların varsayımlarla yönetilemeyeceğini, aylar, günler değil dakikalık savsaklamaların büyük felaketlere neden olacağının hesaplanması gerektiğini, ancak bunu yapanları savaşları kazandığını, yapamayanların ise ölünceye dek diz dövdüğüne tarihin çok tanık olduğunu anlattı. Başka uluslardan da örnekler verdikten sonra “bizim için, en iyisinin yapıldığına inanmak, en haklı, en sağlıklı düşüncedir. Çünkü savaşımızı kazanmışız, gaspedilen özgürlüğümüze kavuşmuşuz. Bunca yıl sonra geriye dönük düşüncelerle tarih hataları düzeltemeyiz, tersine bizde (insanlarda) kuşku mekanizmasını sulandırır. Kuşku kimi konularda yararlı olabilir, ancak Tarih kuşkuyla barışık değildir, dostum!” deyince Hasan Özden “Sağolun efendim!” deyip oturdu.

Öğretmen bu kez en ön sırada Sami Akıncı'yla oturan Hasan Gülel'e:

-Sıra sende, gelecek ders son cümleyi sen anımsat! dedi. Hasan :

-Peki efendim! deyince öğretmen Sami'ye baktı:

-Neyi anımsatacak?

Sami, hemen yanıtladı:

-Tarih, kuşkuyla barışık değildir! Öğretmen:

-Biz de hiç kuşkuya yer vermeden devam ederiz! deyip gülümseyerek ayrıldı.

Öğretmen ayrılınca arkadaşlarda bir rahatlama olduğu gözleniyordu. Karışık sesler arasından Burhan Güvenir Veli Demiröz'e “Arkadaş, bu senin Konyalılar ne mene insandırlar!” Veli Demiröz, sözü hiç benimsemedi, gülerek: Yurduna, halkına ihanet eden cezasını çekmiştir. Benim Konya'm yaşayanların, Konya'yı sevenlerin, onu koruyanların Konya'sıdır! Muttalip Çardak alkışlayınca takılanlar oldu:

-Oyyy, sen de mi Konyalısın?

Yemekte konu müzik oldu. Son dinlediğimiz Şehrazat! Bestenin adı, bestecinin adı derken Rus Beşleri sıralandı, Mussorgsky, Balakirev, Borodin, Cesar Cui, Korsakov. “Musorsky'den Tabloları dinlemiştik! Borodin de var ama dinlemedik!” dedim. Meğer onlar dinlemişler, Şevki Aydın, bir melodisini anımsattı. Öteki Rus bestecileri sayıldı; Prokofieff, Stravinsky, Tchaikovsky. Ben bu kadar biliyordum; Hüseyin Çakar anımsattı:

-Ünlü piyanist Rachmaninov! Geçen yılki piyano öğretmeni onu çok severmiş; piyanist Prof. Zückmayer. Arkadaşlar onu çok sevmişler. “Adamı yok yere buradan ayırıp, göz hapsine aldılar. O Alman ama Almanya'ya gideceği falan yok. O zaten açık açık, Türkiyeli olduğunu söylüyor. Evi, karısı kızı burada, Ankara'yı çok seviyorlarmış.” Hüseyin Çakar, Zückmayer'in 7 yaşındaki kızını anlattı, Mozart sonatlarını çalıyormuş. Birden burkuldum; 7 yaşındaki çocuk Mozart Sonatlarını çalıyor, oysa ben bir tanesinin sonlarındaki (melodisini ezberlediğim) iki sayfalık bölümünü beceremiyorum. Böyle diyorum ama içimden bir ses beni yalanlıyor; “Becereceksin, kaytarmak yok!” diyor.

Salona toplanınca Öztekin öğretmen iki saat türküler üzerinde çalışılacağını söyledi. Birden kasıldım “Yoksa türkü mü söyleyeceğiz?” Türkü söylemekten çekinmiyorum da kimi arkadaşlar türkü söylemeyi gerçek bir müzik çalışması sayıp onula yetinmeye çalışıyorlar. Kimi kez ellerine aldıkları bir mandoline denetimsiz bir sesle katılarak “Çiğdem der ki ben alayım!” diye başlamıyorlar mı, gülmek yetmiyor tabanca atasım geliyor. Tabanca atmak eski bir alışkanlığım, delikanlı olarak köyde geceleri gezmeye başladığımda tabancayla dolaşıyordum. Arkadaşlarda yoktu, kimi kez hoşa giden bir durum olunca bir atış yapıyorduk. Bu kimi zaman hemen öyle de oluyordu. Halam oğlu Hilmi bunu sık sık isterdi. Tabanca sesini duyunca sevgilisi Şehriban, onun nerede olduğunu kestirebilirmiş. Bunu anımsayıp gülünce , “Çiğdem der ki” lere kızmadım, “çiğdem ne derse desin!” deyip defterimi hazırladım. Defterimde sanırım otuz kadar türkü var.

Öğretmen gelince durum aydınlandı, türkü söylemek değil bölgelere göre türkü karakterleri üstünde durulacakmış. Örneğin Trakya'da söylenen hangi türküler var, bu türküler ölçü olarak 2/4, 3/4, 4/4, 3/8, 9/8 dizilerine uyacak mı? Daha doğrusu arkadaşların armonize etmelerine kolaylık için genel bir tarama yapılıp armonize için onlardan seçilecekmiş. Öztekin Öğretmen bunu açıklayınca rahatladım. Bu arada arkadaşlar da bir başka öneride bulundular: Bölgelere göre ayırıp sonuçları birleştirmek. Öztekin Öğretmen konuyu bize bıraktı, üstelik bir hafta da süre tanıdı. Biz Trakyalı üç arkadaş, Kadir, Abdullah, küçük salona inip Kepirtepe'de söylenen türküleri anımsamaya çalıştık. Tüm Köy Enstitüleri'nde söylenenlerin hepsi bende var ama istenenler onların dışındaki bölge özellikli türküler. İlk aklımıza gelen, geçen yıl okuldan atılmış olan arkadaşlarımız Musa Güner'le Ali Ergin oldu. Onlar Trakya daha doğrusu Rumeli türkülerini çok güzel söylüyordu. Maya Dağı, Alişim, Drama Köprüsü, Edirne Köprüsü Taştan, Kırımdan Gelirim. İşi daha fazla uzatamadık. Önce Kadir sıkıldı kalktı. Gülerek:

– Şimdi aklıma geldi, ben de bir türkü buldum! deyip elleri şaplatarak hem oynayıp hem “Ana mari ana diksene donumu, kıvırayım sana çiftetelli oyunu!” diyerek Esmer Vatandaşları taklit ederken Öztekin Öğretmen geldi. Öztekin Öğretmen kapıyı açınca Kadir'in elleri havadaydı. Öğretmen işin içinde bir şaka olduğunu anladı ama, anlamazdan gelip:

-Siz işi genişletmişsiniz; oysa ben oyunları ayrı çalışmaya bırakmıştım! dedi. Biz de öğretmeni anlamazdan gelip yazdığımız Rumeli Türkülerini gösterdik. Gösterdiklerimiz arasında bulunan ‘Saray Burnu'ndan gelir geçersin'i Rumeli türküsü olarak göstermiştik. Öğretmen onun için “İstanbul türküsüdür, İstanbul'u da Rumeli olarak alırsanız; o zaman Üsküdar'ı, Adalar Sahili ya da Katina'ları da katın. Nasıl olsa biz bunları bir daha elden geçireceğiz. Burada amaç, sizleri bu konuya yöneltmektir. Yoksa ben, sizin toplayacaklarınızın başkaları tarafından toplandığını biliyorum. Muzaffer Sarısözen'e bir haber iletsem tüm Anadolu'dan yıllardır derlediği türküleri bana gönderir.”

Öğretmen böyle dedi ama gene de bize teşekkür etti. Ayrılırken de “Rumeli türkülerini armonize etmek Anadolu türküleri gibi kolay değildir. Onu da unutmayalım!” dedi.

Hüseyin Çakar'ın piyano saatı başlamış, o gelince biz ayrıldık. Yukarki piyanoda Mehmet Zeybek vardı. Uzaktan uzağa dinledim, daha 40'lı parçalarda.

Yarınki Edebiyat Dersini düşündüm, öğretmen Fuzuli için çok söz söyledi, çok övdü, örnekler verdi. Sonra da Münacaat, Na't, Kaside, Gazel, Musamat, Müseddes, Muhammes, Tahmis, Murabba, Mukatta, Rubai türlerini örnekleyerek yazdım ama Fuzuli'nin özellikle çok önemsediği anlaşılan kasidelerinin girişlerinden bir kaç örnek:

 

1. Kaside der Tevhid-i Hazret-i Bari

 

Heva arayiş-i gül-zare oldı çihre-kuşe

Bahar gül-şene geydürdi hulle-i hadra

Çemen eyaletine oldı nasb husrev gül

Hevaya ebr sıfat hükmin itmeğe icra

Yazıldı sebze-i nev-hizden hat-i ahkam

Çekildi saye-i matbu'-i servden tuğra

Şarir-i ab -i revan ü şafir-i murg-i çemen

Nikat-i tehniye-i makdem itdiler inşa

Zeban-i susen-i azad ü sebze-i nev- hiz

Sena-yi rif'at ü iclale oldılar güya

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Se na yi  rif  a tü ic la  le ol dı lar  gü ya

Şe ka yik al nı ze min büs da no lup mec ru- h

Fe  ı  la tün fe i  la  tün fe i la  tün fe lün ( fa)

 

2. Kaside der sitayiş-i SULTAN SÜLEYMAN Aleyhi'r-Rahme Ve'l- Gufran

 

Çıhdı yaşil perdeden 'arz eyledi rüzgar gül

Sildi mir'at-i zamir-i pakden jengar gül

Cam dut saki ki gül-bünler gül izhar itdiler

Sen dahi bir gül-bün-i ra'nasen it izhar gül

Geldi ol dem kim ol izhar-ı hikmet kılmağa

İnşirah-i şadr ile şadr-işaf-i ezhar gül

Yetdi ol mevsim ki açmağa gönüller mülkini

Ola gül-şende reyahin hayline ser-dar gül

Adem isen bağ seyrin eyle bu mevsimde kim

Bağı reng ü buy ile kıldı behişt-aşar gül

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Çıh  dı ye  şil per  de den arz _ ey  le  di  rüz gar gül

sil  di mir _ at _ i za mir i  pa-----k den jen gar gül

Müf te i  lün  fe  i la  tün müf te  i  lün fa  lün

 

Açıklama. Gül yüzlü güzel zaman (Kanuni'nin zamanı) (İlkbahar gibi-yeşillikler içinden çıktı (böylece) parlak aynada görünen pusluluk ya da kirlilikler silindi, Saki kadeh kaldır, gül kökleri gülün açılacağını duyurdular. Sen de güllerin açılacağını bekle, ona uy. Öyle bir gün geldi ki, bunda hayırlar, iyilikler var. Çiçekler-güller coşmuş olarak her yanı doldurdu, çevre gülşen oldu. Öyle ki bu güzellik gönülleri açmaya yetti (Tüm gönül mülkleri şenlendi) Ancak tüm çiçeklerin açıldığı gülşende gül çiçeği başta, öteki çiçeklere serdarlık (Önderlik) ediyor. Gerçekten sen de yaşayan, yaşamayı seven bir insansan bu mevsimde çevreni seyret, bakın, gör; tüm bahçeleri renkler ve kokular içinde bahar bayramı ediyor.

 

2. Kaside Der Tavsif-i Bağdad ve Medh-i SULTAN SÜLEYMAN

 

Münşi-i kudret ki çekmiş hame-i hikmet- nigar

Safha-i eyyama kılmış şebr-i vasf-i her diyar

Buk'a-i Bağdad un itmiş vasfını Darü's-selam

Kim ana teslim ü tahsin ide her kişver ki var

Evliya burci dimiş zira ki hak-i eşrefi

Buk'a buk'a evliyau'llaha olmuştur mezar

Habbeza Bağdad-i hayr-encam ü cem'iyyet-eser

Kim olubdur mazhar-i asar-i lütf-i Kirdigar

Hem hilafet hükmini hem saltanat fermanını

Mundan itmiş aleme cari mürür-i rüzgar

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Hem hi la fet hük mü nü hem sal ta nat fer ma nı nı

Mun da nit miş a le me ca ri mü rür i  rü—z gar

Fa  i la tün müf te  i lün fa  i la tün fa i lün

 

Açıklama: Tüm geçmişin kalıntılarına karşı kudretli kılıcını çekmiş, Adam sendeci takımı diyar diyar kovalamış ancak Bağdad kentini Cennet yapmış. Kimler yerini yurdunu o teslim ettiyse şanslı çıkmıştır, mezarları bile yer yer kutsal sayılmıştır. Bağdad halkına hayrı dokunanlar Allah tarafından da iyi karşılanırlar. İşte örneği Kanuni Sultan Süleyman'a bu nedenle hem hilafet hem de saltanat fermanı lütfetmiş bütün zamanlara hükmetmesi için.

Salonda kimse kalmayınca kitaplığa gittim. Kepirli arkadaşlar Sami Akıncı'nın çevresinde toplanmışlar Almanca çalışıyordu. Beni çağırdılar ama gitmedim:

-Başladığınız çalışmayı sürdürün, başka zaman ben de katılırım! deyip yanımda getirdiğim Agah Sırrı'nın Edebiyat Tarihi kitabını açtım. Kitapta Fuzuli de var. Fuzuli'nin çeşitli şiirlerinden örnekler alınmış, özellikle gazellerinin çok beğenildiği yazılıyor. Sayfa altlarında ince ince yazılmış alt yazılar var, bir de baktım ki Agah Sırrı, Fuzuli'nin kasidelerini çok değersiz buluyor. Şaşırdım; oysa Hamdi Keskin Öğretmen Fuzuli'yi çok beğeniyor. İşin ilginci Hamdi Keskin Öğretmen sıradan kasideler dışında Münacat'ıyla Na't'ını ne güzel okumuştu. Belki de Agah Sırrı öteki kasideleri beğenmemiştir. Böyle dedim ama gene de duraksadım. Çünkü Agah Sırrı açık açık:

-Başka şairlerin etkisinden sıyrılamamıştır! diyor.

Yatınca da bir süre bunu düşündüm; “Bunu öğretmene yansıtsam mı, yoksa görmezden gelip öğretmene güven duyarak izlesem mi?” Agah Sırrı:

“Fuzuli'nin kasideleri, kişiliğini göstermeye yarayacak bir üstünlük taşımaz. Döneminin diğer şairleri gibi FUZULİ de, hüner ve marifet göstermek maksadıyla, kasidelerinde tasannuna (yapmacık tavır, yakışmayan şekil) düşmekten kendini kurtaramamıştır. Örneğin divanında bulunan ilk kasidede şair, bilgiçlik gösterme isteğiyle gününde geçerli tüm bilimlere değinmektedir. Bu nedenle kasideleri heyecansız ve kurudur. Tüm kasideleri içinde “Su” redifli kaside ile Bağdat kasidesi ötekilere göre iyi sayılır” diyor. Bunu öğretmene sormaya gerek var mı? 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ