Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

2 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Müfettişlik Stajı İçin Bölgelere Dağılan Arkadaşların Düşkırıklığı

 

4 Eylül 1944 Pazartesi

 

Tam uyanmıştık, Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca geldi; gülerek:

-Şunlara bak, nasıl da mışıl mışıl uyumuşlar, analarının kuzuları! diyerek kapıdan girdi. Ekrem boynuna sarıldı, Hüsnü ne zaman geldiğini sordu, ben:

-Hoş geldin! deyip Oyun Alanı'na koştum. Koştum ama aklım Hüseyin Atmaca'da kaldı. Acaba gücenir mi? "Bir kaç dakika kalacak zamanı yok mu?" diye düşünebilir kaygısına kapıldım. Hasan Çakı Efe çoktan gelmiş, yeni yardımcısı Ömer Çiftçi'ye bir şeyler anlatıyordu. Ömer Çiftçi, benim sormak istediğimi sormuş. Ben ilk gün daha sormayı düşünmüştüm. Nedense sonradan o sorumu gerilere attım. Sonra da ilgim azaldı. Daha doğrusu bir bağ olmayacağı kanım güçlendi: Şarkılardaki Çakıcı Efe ile bir ilişkin var mı?

Ben gelince konuşma kesildi. Efe ortada Güvende işareti verdi. Oyunu iki kez tekrarladı. Arkasından Arpazlı. Arpazlıda oldukça büyük bir grup döküldü. Çakı Efe kızmadı ama söylendi:

-İki gün ara verince böyle oluyor. Sonra da en doğru teselli nedenini buldu:

-Daha küçükler, isterlerse büyüdükçe daha dikkatli oynarlar!

Oyundan sonra Ömer'ın sorusuna karşılık olarak:

-İzmir'in Çakırca yöresinde yaşamış Çakırcalı Mehmet Efe'yi duydum, hakkında hayırla ananlar çoktur. Konakları yakmış, yolları çok kesmiş ama fakirlerin, haksızlığa uğrayanların da dostuymuş. Ben de Bergamalı yani İzmir'in bir ilçesindenim ama biz Bergamalılar İzmir'den çok Balıkesir etkisindeyiz. Çakıcı Efe için de çok hikayeler anlatırlar, dinledim ama şarkısından başka bir bilgim yok. Çakı soyadı alışımıza etkisi olmuş olabilir ancak Çakıcı gibi konak yakmayı hiç aklımdan geçirmedim! dedikten sonra durup yavaş sesle söyledi:

- İzmir'in kavakları- Dökülür yaprakları- Bana (“Bize” diyenler de olur) da derler çakıcı -Yakarım (Yakarız diyenler de vardır) konakları.

Kavak senden uzun yok- Dallarında gözüm (üzüm diyenler vardır) yok- Kamalı da Zeybek vuruldu- Çakıcı'ya sözüm yok!

İşte bildiğim bundan ibaret!

Kahvaltıya Efe de geldi. Bizimkiler Atmaca ile birlikteydi. Efe Atmaca'yı görünce:

-İşte size bir Efe! dedi.

Atmaca da ellerini kaldırarak:

-Gel, gel yanıma otur! diyerek Hasan Çakı Efe'ye sahip çıktı. Bir süre konuştular. Atmaca, Bergama yöresine gittiğini, Rahmi Özdemir'i, Enver Ötnü'yü gördüğünü anlattı.

Kahvaltıdan sonra Hüseyin Atmaca:

-Buradayım, görüşeceğiz, sizleri özledim! dedikten sonra Ekrem’in koluna girerek Yönetim binasına gittiler.

Salona dönerken, Hüseyin Atmaca'yı düşündüm; "Ağzından bal akıyor!" diye bir söz söylenir, Hüseyin Atmaca için söylenmiş dense çok yadırganmaz. Şimdi Eğitimbaşı Hürrem Arman'a gidecek, arkadaş gibi konuşacak, belki bununla da kalmayıp onun bir kenara yığdığı işleri oturup yapacak. Zaten Öğrenci Başkanlığı değil Eğitimbaşı Yardımcılığı yapıyordu. O gittikten sonra Yüksek Köy Enstitüsü'nün ne işi varsa öyle yığılmıştır. Hürrem Arman Atmaca'yı görünce çocuk gibi sevinecektir.

Belki de akşam gördü, “Gel görüşelim!"dedi. Yeni gelecek öğrenciler için yapılacak işleri ona yıkacaktır.

Atmaca, kendi anlatmıştı. 1937 yılında Ortaokul 3. sınıfta okurken İzmir/Kızılçullu'da açılacak Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu için başvuruda bulunmuş, rahat rahat gelip okula, orta 1. sınıfa dönmüştür. Köylerden gelen arkadaşlarından daha bilgili olduğundan öğretmenler onu bilinçli olarak okul işlerine yöneltmişler. Böylece o da bizim Kepirtepe'deki Sami Akıncı gibi Okul Müdürü gibi öteki yöneticilerin de eli ayağı olmuş. Ancak o, bizim Sami gibi ortaokula gittiğini saklamamış, açık açık arkadaşlarına anlatmış. Öğretmen Okulu Köy Enstitüsüne dönüştürülünce karşı duran gurubun lideri durumunda görülen Hüseyin Atmaca'yı Okul Müdürü Emin Soysal, yetkisini kullanarak okuldan uzaklaştırmış. Atmaca çaresiz, alıp pılıpırtısını yakındaki istasyona gidip tren beklemeye başlamış. Yaptığından pişmanlık duyan Müdür Emin Soysal, bir öğretmeni göndererek Hüseyin Atmaca'yı geri getirtmek için plân kurmuş. Öğretmen başka bir yere gidiyormuşçasına istasyondan geçecek, Hüseyin Atmaca'yı görünce ilgilenecek, olayı öğrenince de üzülerek, elinden tutup Okul Müdürüne getirip affını isteyecek. Öğretmenin numarasını sezen Hüseyin Atmaca baskın çıkmış; uzun bir diretmeden sonra öğretmene olan saygı nedeniyle döndüğünü söyleyerek Okul Müdürünün odasına girmiş. Müdür Emin Soysal uzun bir nutuk çektikten sonra Hüseyin Atmaca'yı takdir ettiğini, döndüğüne sevindiğini söyleyerek dersliğine göndermiş. Olayı kendisi anlattığı gibi arkadaşlarından da dinledim. Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu, sonra Köy Enstitüsü kurucu Müdürü Emin Soysal'a dönüş yaptıran Hüseyin Atmaca, öğrenciler nazarında giderek lider durumuna gelmiş. Bizim sınıf geldiği günler yapılan Öğrenci Başkanlığı seçiminde bunu açık açık gördük. Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar açık açık; "Atmaca'nın olduğu yerde hiç kimse Öğrenci Başkanlığını sürdüremez. Öğrenci hakları, yönetici yetkileri konusunda ondan daha deneyimli olmak olanaksızdır. Eğer kazara başka biri başkan olursa kesinlikle onu Hüseyin Atmaca elinin içine alır, kuzu kuzu yönetir!" demişlerdi. Bunları dinledikten sonra 1941 Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşunda Kızılçullu'dan gelen 20 kişilik ekiple gelen İsmail Öğretmeni anımsıyorum, bizim öğretmenimiz Namık Ergin'le iyi anlaştığından sık sık bizim yanımıza geliyordu. O geldikçe Hüseyin Atmaca'nın adı geçiyordu. "Hüseyin Atmaca'yı gönderin, Atmaca gelsin, Hüseyin Atmaca ne dedi?” gibi sözler sık sık tekrarlanıyordu. O zaman benim de ekipte bulunan oyuncularla bir sorunum olmuştu, birileri akordiyonumu almış, söz verdikleri zamanda getirmemişlerdi. Hüseyin Atmaca araya girdi, kazasız belâsız sorun çözüldü.

Biraz ağırdan alarak piyanoya oturdum. Hiç beklemezken, daha doğrusu Bella'nın geleceğini umarken Öztekin Öğretmen geldi. Gelir gelmez de kemanı çıkarıp Johann Sebastian Bach'ın Air keman parçasını çalmaya başladı. Keman çenesinde yayı sarkıtıp bana döndü:

-Biliyor musun, sen bu Bach'ı bilmiyorsun. Bach, Almanca dere demektir, Almanca okuyorsun, bilirsin. Bence Bach dere değil deryadır. Canselen neden onu geciktirdi bilmem, bildiğim kadarıyla o da Bach'ı çok sever.

Yayı kaldırırken devam etti:

-Belki onun da bir düşündüğü vardır. İnsan Bach'a bir takılırsa ötekileri bir kenara bırakır.

Yay su gibi aktı. Bir süre dinledim. Bir yandan da ayak sesi dinler gibiyim. Bella gelirse genellikle kapıdan konuşarak girer. Böyle tavırlara Öztekin Öğretmen kızabilir. Neyse gelmedi, Öztekin Öğretmen de çok kalmadı. Bach'ın ince bir piyano parçaları kitabı var. Anna Magdalena! Sözde Bach onu 2. Eşi Anna Magdalena için bestelemiş.

 

 

Johann Sebastian Bach-Gençlik yılları-1722

 

Bir de öyküsü var. Anna Magdalena Bach'ın öğrencilerinden biridir. Öğrencileri zaman zaman Bach'a yardım ederler. Yardım, daha çok notaları çoğaltmaktır. O zamanlarda nota yazmak ayrıca bir iş olarak yaygın benimsenmiş, sayısız kişi nota yazarak günlük geçimini karşılamıştır. Ünlü (Eğitimci) Filozof Jean Jacques Rousseau bile uzun bir süre Nota Yazıcısı olarak çalışıp geçimini sağlamıştır. Öyle ki, genç Jean Jacques Rousseau nota yazarken besteciliğe özenmiş, bir de opera bestelemiştir. Zaman zaman sahnelere taşınan Le Devin du Village (Köyün Falcısı) operası günümüze dek opera kitaplıklarında yer tutmuştur. Ancak bestecisi operadan sonra yazarlık alanında çok ünlü olunca opera çok sönük kalmış, bu nedenle besteciliği Eğitimci Jean Jacques Rousseau'nun gölgesinde kalarak bir bakıma unutulmuştur. Oysa yaşadığı günlerde, sonraları Müzik Tarihi'nde önemli köşeleri tutan, büyüklükleri yüzyıllardır tescil edilmiş bestecilerle cenkleşmiş, kendine özgü teoriler öne sürmüştür.

 

Le Devin du Village Operasını bestelediği yıllarda Jean Jacques Rousseau (1752)

 

Büyük Bach' a gelince; yardımcılarından güzel Anna Magdalena, eşi ölen öğretmenine aşık olmuş, isteğiyle 2. eşi olarak Bach ailesine katılmıştır. (1722) Johann Sebastian Bach'ın ilk eşi Maria Barbara'dan 7, Anna Magdalena'dan da 13 çocuğu olmuş, bunlardan 5'i babalarına yaklaşan bir düzeyde ün kazanmıştır. Bach’ın, genç eşinin tuşlu çalgılara ısınması için onun adıyla yazdığı Anna Magdalena, küçük parçalardan oluşmaktadır. Bakarak, kolay bulduğum iki tanesini kendi anlayışıma göre çözdüm. Tam kitabı kapatacağım sırada Bella geldi. Son çaldığımı aşağıdan duymuş, melodiyi tekrarlayarak geldi. Benim anlattıklarımı tekrarlayarak bilgilerimi perçinledi. Üstelik Bach'ın tüm eserlerinin oğullarının ölümünden (1790 yıllarında) sonra raflardan kaldırılmış, adının unutulmuş olduğunu, ancak 50 yıl sonra Mendelsshon tarafında gün yüzüne çıkarıldığını anlattı. Bunu anlatan bir Fransızca kitaptan söz etti. Bella sinirlenir gibi tavır takınarak kötü Almanların şimdilerde Bach'ı sevdiklerini, Mendelsshon'u ise musevi diyerek horladıklarını söyledi. Ayağını yere vurarak, “Onlar da yakında belâlarını bulacaklar!” dedi. Belâ sözünün Bella sesine yakın olduğunu söyledim; bu kez gülerek, parmağını göğsüne tıklatır gibi vurarak:

-Ben zaten sinirlenince tam bir belâyımdır. O zaman bana kimse Bella demez, belâ derler. Piyanodan kalkmamıştım, dönüp Mendelsshon'un Düğün Marşı'nı çaldım. Bella arkasından:

-Weber! deyince kalktım, piyanoya buyur ettim. Kurnaz, hemen "Peki!" dedi. Piyanoya oturmasını beklerken gidip Dansa Davet'i koydu. Biz Dansa Davet dinlerken konuk ağabeyimiz-Başkanımız Hüseyin Atmaca geldi. Daha kapıdan girerken selâm melâm vermeden:

-Neden dans etmiyorsunuz? diye sorduktan sonra "Merhabalar!" dedi, sonra da:

-Ben dansedin diyorum, dansı severim ama dans etmesini bilmem. Buradan ayrılınca ilk işim dans öğrenmek olacak! dedi. Bella Atmaca'yı daha önce tanımış, hemen “Sabahattin Emmi sizi çok takdir ediyor, sakın dans bilmediğinizi duymasın, üzülür!” deyince Hüseyin Atmaca:

-Siz söylemezseniz duymaz. Bizim arkadaşların günlük sorunları arasında dans olmadığından onlar başka konularda tartışırlar. O nedenle Sabahattin Öğretmen, ben söyleyinceye dek duymayacaktır. Bella okul açılınca önce Hüseyin Atmaca'ya dans öğreteceğini söyledi. Atmaca bir süre bizimle kaldı.

Yemek zili çalınca Hüseyin Atmaca ile birlikte yemeğe gittik. Bella, ayrıldı. Yemekte Atmaca'ya sorular sordular. En çok sorgulayan Cemil Toygar oldu. Atmaca köylerdeki okul yapımlarında köylülerin çok zorlandığını, giderek suçu Köy Enstitülerine yıktıklarını anlatınca Cemil Toygar:

-Bunları, sözü geçen biri olarak Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'a iletebilecek misin? diye sordu. Atmaca, deneyimli hemen:

-Ben henüz bir öğrenciyim; haddimi bilirim, benim dediklerimi gören müfettişler, illerde, ilçelerde görevliler var, onlar raporlar yazıyor. Benimki çok kişisel gözlemler, eksik ya da yanlış algılamış olabilirim. Bunları da sizler benden sorduğunuz için söyledim.

Ekrem Ula söze karıştı; halkın öteden beri angaryalardan yakındıklarını, sellere kapıldıkları halde köyün köprüsünü yapmaya katılmak istemediklerini öne sürdü. Cemil Toygar:

-Köy Enstitülüler bunu bile bile köylere gidecek, bunu bile bile köylülere bu davranışların yanlış olduğunu anlatacak, kavliniz bu değil mi? Biz Öğretmen okullarını bitirenleri eleştiriyorsunuz. Ben, Öğretmen Okulunda okurken köylerin, köylülerin durumlarını bilmezdim bana bunu kimse de söylememişti. Ben, köy deyince, Kadıköy, Bakırköy, Çengelköy, Yeşilköyleri anımsıyordum. Konuşmalarımız hep buralar üstüneydi. Şarkılarımıza, marşlarımıza bakarsanız bu farkı görürsünüz. Bakın severek söylediğiniz Ziraat Marşı neler diyor?

Konuşmalara katılmayanlar bir süre dinler gibi durdular sonra da izin isteyip ayrıldılar. Ekrem açık açık sıkılmıştı, Atmaca'ya takıldı:

-Konuklar, umduğunu değil bulduğunu yermiş! Sen Denizli'de umduğunu yemişsindir.

Atmaca:

-Denizli'den bu kez transit geçtim; İzmir'den bizim Çal’a doğrudan otobüs kalkıyor. Ekrem:

-Ne o okula, Kızılçullu'ya uğramadın mı? Ayşe seni bekler! Atmaca:

-O kalas oradayken, Ayşe değil, büyük söylemeyeyim anam olsa düşünerek uğrarım.

Kalas dediği okul Müdürü Hamdi Akman'dı Atmaca, yarasına dokunulmuş gibi olayı ta başından 1941 yazında ekip olarak Hasanoğlan'a geldiklerinden başlayarak anlattı. Özet olarak:

Hasanoğlandan dönerken tanışmak amacıyla Çifteler Köy Enstitüsü'ne uğramışlar. Öğrencilerin kılıkları onları şaşırtmış. Salt öğrenciler değil başta Müdür Rauf İnan olmak üzere, bayan öğretmenler de dahil hep asker giysisi, ayaklarda Çorçil denilen kalın postallar. Kendi okuları gözlerinde tütmüş. Eskişehir'e gelmişken bir de Milli Eğitim Müdürüne uğramışlar. Eskişehir Milli Eğitim Müdürü Hamdi Akman, konukları iyi karşılamış, güzel sözler söylemiş. Pantolon kılıç gibi ütülü, ceket üst cepte kravata uygun mendil, kolalı yaka. Film yıldızı gibi bir müdür. Çok ölçülü konuşan, insanca tavırlar sergileyen ideal bir eğitimci. İzmir'e dönünce çok sevdikleri Kurucu Müdürleri Emin Soysal başka yere atanmış. Tüm öğrenciler yasta. Bir süre sonra yeni müdür atandığını duymuşlar. Kim gelecek kuşkusu içinde beklerken beklenen haber gelmiş, Eskişehir Milli Eğitim Müdürü Hamdi Akman. Öğrenciler; "Kim bu?" telaşına düşünce ekipte olanlar, Atmaca dahil:

-“Sus” çekmişler, “öyle bir müdür ki, sevdiğimiz Müdürümüz Emin Soysal'ı aratmayacak.” Giyimini kuşamını dilini, insanlığını öve öve bitirememişler. Arkadaşları da onlara inanmış, Kurucu Müdürleri Emin Soysal için üzüntüleri azalmış. Kısa bir zaman sonra Yeni Müdür gelmiş, ilk toplantıda öğrencinin önüne çarpık yakalı, ayağında Çorçil postal, paçaların biri aşağıda biri yukarda abuk subuk bir konuşma yapmış. Kullandığı sözler de öğrencilere tuhaf gelmiş. Napçan nitçen gibi tatsız bir dil kullanmış. Konuşan öğrencileri ağır hakaretimsi sözlerle paylamış. Bir süre bu tutumunu sürdürünce öğrenciler adını koymuş;"KALAS!" Gel kalas, git kalas, iki sınıf okulu bitirmiş. Yüksek Bölüme gelenler kendi aralarında "Kalas!" olarak anıyorlar. Bize okulunu tanıtmak için geldiğinde gerçekten kalas olduğunu görmüştük Ancak hikâyesini bilmiyorduk. Anlatanlar oluyordu ama bu denli açık kimse anlatmamıştı. Ayşe, Atmaca'nın kendi aralarında sözleştikleri bir arkadaşı. Öyle ki Atmaca, ötekini görmemek için arkadaşını bile görmek istemiyor. Atmaca sözünü bitirince biz de kalktık. Atmaca'nın Çal’lı olduğunu bilmiyordum. Çal’lı olarak sınıf arkadaşım Muzaffer Kayhan'ı biliyordum ama başkalarını soruşturmamıştım.

Ben Çal diye bir yerin olduğunu iki olaydan öğrenmiştim. Birincisi, 1941 yılında Hasanoğlan'a geldiğimizde, okul müdürümüz Nejat İdil Kepirtepe'de boş okulda kalıp bizi Hasanoğlan'a göçtürdüklerinde müdür olan atanan Mehmet Tuğrul, ilk konuşmasında Çal'dan söz etmiş, bir de bölgesel söz söylemişti;"Çal’lının eşek bağladığı ağacı kes!" Bu söz bizim (salt benim değil, tüm Kepirtepeli öğrencilerin) üstümüzde olumsuz bir hava estirmişti. Bu söz üzerinde durmadık ama o zaman, biraz çocukça da olsa hep birden:

-Biz müdürümüzü istiyoruz! diye bağırmıştık. Buna karşı Mehmet Tuğrul:

-İyi bir çoban olsaydı, sürüsünün başında olurdu! deyiverdi. Bu kes gene tüm öğrenciler, (önceden hazırlanmış gibi), "Biz sürü değiliz, müdürümüz de çoban değildir!” diye karşılık vermiştik. Sık sık andığım bu acıklı olayı tekrarlayacak değilim. Ancak belleğimde kalan Çal, Çallı adları derinliğine iz etmişti.

İkincisi de bu yıl karşıma çıktı. Resim dersi öğretmenimiz Veysel Erüstün bir dersinde portre türünü anlatırken Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün iki portresini örnek göstermişti. Birisine, Feyhaman adlı bir ressam, ötekine de “Çallı İbrahim” demişti. İkisi de tıpkı İsmet İnönü idi. Ancak İsmet İnönü'ye gösterilince İsmet İnönü birisini beğenmiş, ötekini de beğenmiş ama okullara, devlet dairelerine asılmasını istememiş. Çünkü koltuğun kenarlarında duran elleri birinde yumruk, ötekinde ise parmaklar sarkıkmış. Veysel Erüstün Öğretmen böylece bize portre yaparken ya da fotoğraf çekerken nelere dikkat edeceğimizi anlatmıştı. Benim üçüncü kez bir Çal’lı ile karşılaşmam Muzaffer Kayhan'la tanıştığımda oldu. Muzaffer tüm varlığı ile Çallı hemşerisi Mehmet Tuğrul'u savundu. Muzaffer'e uzlaşıcı bir karşılık vermiştim:

-Yakından tanımışsın, biz, çoğu küçük çocuk denecek bir gruptuk. Belli başlı bir değer ölçeğimiz yoktu. "Müdürümüz!" dedik durduk. Bunu Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'a söylediğimiz gibi 6 Haziran 1941 günü Hasanoğlan'a gelen Bakan Hasan Ali Yücel'e de söylemiştik. İkisi de "Olur!" demişlerdi ama müdürümüz gelmediği gibi, Mehmet Tuğrul'u da aldılar. Biz, sözün tam anlamıyla "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak!" gibi bir duruma düşmüştük. Hasanoğlan'da kaldığımız 8 ay bizi müdür değil hatta hiç bir yönetici sıfatı olmayan Resim Öğretmeni Mustafa Güneri yönetmişti. Olayın bilincine vardıkça karşı tarafa hak vermek kendiliğinden insanı gerçeğe yöneltiyor.

İşte bu nedenle, Atmaca'nın Çal’lı olduğunu öğrenince sordum, “Mehmet Tuğrul'u tanıdınız mı?” Atmaca, duraksamadan:

-Çal’lı olup da Mehmet Tuğrul'u tanımamak, Çal’lı olma gururu taşımayanlar için söz konusu olabilir. Ayrıca Köy Enstitüsü davasına kendini adamış bir hemşerisini, Köy Enstitülü olmaktan kıvanç duyanların tanımaması gafletin ta kendisi olur.

Hüseyin Atmaca böylesi kesin bir vargıdan sonra benim haklı olarak tanımamış olabileceğimi ancak, okuyan bir kimse olarak yazılarını okumamı önerdi:

-İlköğretim dergisinde eski yazıları da yenileri de çıkmaktadır. Kitaplıkta da Orta Bölümün kitaplığında da dergilerin olduğunu söyledi.

Hüseyin Atmaca'nın kesin yargısı karşısında benim; "Öyle sandım, anladığım kadarıyla, duyduğuma göre!" türünden kaypak sözlerle konuşulmayacağını anladığımdan dergiler için verdiği bilgilere teşekkür ederek sözü kestim. Ben sözü kestim ama bu kez de Atmaca bana sordu:

-Sen o kızı tanıyor musun? "O kız” sözü bizim arkadaşların da ilgisini çekti. "Kim o?" sorusuna Atmaca:

-Bilmiyor musunuz? Okulumuza film yıldızı gibi güzel bir dans öğretmeni atandı. Hem de zorlu bir atama. Mili Eğitim Bakanlığı sallandı dense azdır. Yüksek Okullara atamalar, tek bir Genel Müdürlüğün okeyiyle olmuyor. Tüm Genel Müdürlerin oluru alınıyor. İçlerinden biri karşı çıkınca o iş yatıyor. Ancak bunda öyle olmadı. Olay Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye dek iletildi. İsmet İnönü ağırlığını koyunca en çok direnen Yüksek Öğretim Genel Müdürü çaresiz boyun eğdi. Gelecek kızlarımıza ritmik dans öğretecek. Bella Kent! Hem de bir musevi kızı. Zaten direnmeler bu yüzdendi. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen kefil de olunca, atama yapıldı. Bana dönerek:

-Sen bunlara bilgi vermedin mi? Rahatça, bilmediğimi söyledim. Olayı saptırarak:

-Ben onu Sabahattin Öğretmenle geldiği için, gezmeye geldiğini sanıyorum. Bakanlık kitaplığına gittikçe ablasının yanında görüyordum. Bir ara ablasının yerine orada çalıştı. Hep bizim okulu görmek istediğini söylüyordu. Son kez Sabahattin Öğretmenle geldi, kitaplıkta kaldı. Ben onu hâlâ kitaplıkta Sabahattin Öğretmenin verdiği işleri yapıyor sanıyorum.

Ekrem söze karıştı:

-Bu kadar da olmaz, bunu bize yediremezsin! Bu kez de:

-Musevileri sevmediğimi, özelikle musevi kadınları hakkında çocukluğumdan kalma bir olumsuzluk izi vardır, kapanmadı, kapanacağını da sanmıyorum.

Baktım ilgiyle dinliyorlar, anlattım:

-İlkokul 2. sınıftaydım. Büyük ağabeyim at arabasıyla sık sık ilçemiz Lüleburgaz'a, ilimiz Kırklareli'ne gidiyordu. Kırklareli'de iki amcam vardı, biri babamın ağabeyi, öteki de babamın bir büyüğü Mehmet Amcamın oğlu Hasan Amcam. Gittiğimde ikisinde de kalabiliyor, çarşı pazar gezebiliyordum. Bir kez tam son bahar panayır öncesi gene Kırklareli'ye gitmiştim. Ağabeyim:

-Haftaya panayıra geleceğiz, seni alırız deyip köye dönmüştü. Bir haftayı oldukça sıkıntılı geçirdim. Küçük amcamın çocukları küçüktü, onlarla oyun kuramıyordum. Dışardakilere ise hiç yaklaşamıyordum. Zorlu bir hafta geçirmiştim. Büyük ağabeyimle büyük ablam geldiler. Duyar duymaz koştum. At arabamızı panayıra yakın, araba parkında durdurdular. Atlar koşumdan çıkarıldı, başlarına torbaları kondu. Ağabeyimle ablam çarşıya gittiler. Ben arabada bekçi kaldım. Panayır hemen yakınımda, balonlar uçuyor, mızıka gibi ses çıkaran oyuncaklar ötüyordu. Ablam ayrılırken bana arabadaki çuvalı göstererek;" Sakın onun üstüne oturma, uyur düşersin!” demişti. Kendi kendime; "Bende uyuyacak göz var mı?" tavrı içinde biraz daha yüksekten bakmak üzere çuvalın üstüne oturdum. Bir süre sonra bende bir kaşıntı başladı. Ablamla Ağabeyim hiç gelmeyecekmiş gibi bir duyguya kapılıp ağlamaya başladım. Geldiklerinde ise ben çuval gibi şişmiştim. Ablam hemen:

-Söz dinlemedin, ben sana ne dedim? diye sert konuşunca arkasından ağabeyimden daha serti geleceğini bildiğimden yemin yemin üstüne çuvala yaklaşmadığımı anlattım. Bana inandılar:

-Doğru söylüyorsa bu, yediklerinden olmuştur! deyip beni yakındaki hastaneye götürdüler. Hasan Amcam Hastanenin yöneticisiydi. Hastanede bu günler önemli hastalar olmadığından doktorlar hep gitmiş, nöbetçi doktar da iki saat sonra gelecekmiş. Amcam durumuma baktı, Ali Ağabeyime "Mişon’ları, biliyorsun, oğlu serbest doktordur. Genellikle bu saatlerde babasının mağazasında olur, ona bir gösterin. Onun vereceği talimata göre gerekirse getirin, ben yatırır nöbetçi Doktor Nihat Beye telefon ederim!"dedi. Hızlıca yürüyerek Mişon’ların mağazasına gittik. Kocaman bir mağaza, bir köşede camlı bir oda var, oradan biri çıktı. Yanında bir de bayan varmış masaların olduğu bir yere beni yatırdılar. Pantolonumu sıyırdılar. Ayıp yerlerim göründü! diye içli içli ağlarken üstüm de açıldı. En ayıp saydığım apışaram meydanda, herkes bakıyor. Doktor parmaklarıyla bastırıp bastırıp bir şeyler anlattı. Yanındaki bayan da bakıyor. Doktor, sordu “oturduğu çuvalda ne vardı? "Arpa!" denince doktor:

-Taman işte, önemli bir şey değil, bu gece geçer, fazla örtünmesin! derken yanındaki bayan eğilerek şişmiş olan pıpıma dokundu:

-Bu ne böyle Amuca? diye sorup bir de kahkaha attı. (Bizim köylülere çevredekiler; "Amucalar!" derler) En ayıp yerimin açıldığına üzülürken bir de böyle demesi beni çok utandırmıştı. Dışarı çıkınca da ablam, beni desteklerce:

-Ayasız kadın! demişti. Ayasız sözünün ne anlama geldiğini bilmiyordum, öğrendiğimde ablamın da benim gibi düşündüğünü görünce Museviler, özellikle bayanları için olumsuz bir kanı geliştirdim; "Ayasızlar!"

Atmaca hemen karşı çıktı:

-Yok arkadaşım haksızlık etme, Bella çok güzel, zarif, süs düşkünü olmayan biri. O zaten tam olarak Musevi bile değil, karışık; Rus göçmeni, iyice araştırılsa bir ucu Türk'lüğe bile çıkabilir.

Atmaca birden kalktı, “Bunları daha konuşacağız. Önümüzde koca bir yıl var. Belli olmaz belki aynı Enstitülerde birlikte çalışırız.”

Atmaca, derse gelen öğretmenler için ayrılmış olan Konuk Evi'nde kalıyormuş, birlikte gittik. Dönüşte Ekrem:

-Atmaca, atmacadır; işini bilir, kendini savunur, savunacaklarını da iyi savunur. Bu yüzden karşısındakini kolay etkiler. "Belki de bir Enstitüde birlikte çalışacağız dediğine bakmayın, onun yeri burası. Görmüyor musunuz, Hürrem Arman elinin içinde gibi. Atmaca onu, burada kalınca başka bir yere dehletip koltuğuna oturacaktır.

Haklımı haksız mı? Kesin bir karar veremiyorum ama Ekrem de en az Atmaca ölçüsünde dürüst, sözünün eri, çalışkan. Tek farkları; Ekrem, makam, koltuk düşleri kurmuyor. O yüzden birilerinin gözünün içine de bakmıyor. Gerçi Atmaca da ufak tefek kişiliğine karşın makam dolduranlara eyvallah etmiyor, etmiyor ama gene de kolladıkları var. Örneğin Okul Müdürü Rauf İnan'a kavuk sallamıyor ama Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen'e de toz kondurmuyor. Bir nedeni olsa gerek. Oysa Hüseyin Atmaca'nın Sabahattin Eyuboğlu'nun yönlendirdiği hedefe döndüğünü kanıtlatan bir çabası yok. Yabancı Dil çalışmalarında adı geçmiyor, şiirle ilgilendiği bilinmiyor. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle salt arkadaşça bir yakınlığı var. Onun da ilk girişimi kimdendir, pek belli değil. Ancak Atmaca'nın sınıf arkadaşlarının söylediği umursanmayacak bir ilişki sayılamaz. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin yaptığı sınavların sonuçlarını arkadaşları Hüseyin Atmaca'dan öğreniyormuş. Bunu bir yolunu bulup kendisine söylemişler. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen gülmüş, sonra da sormuş:

-Ne var bunda? Ben Hüseyin Atmaca'yı şimdiden kendime asistan seçtim. Burası bir yüksek okul, bu gibi ilişkiler üstünde durmanız size bir kazanç sağlamaz! deyip konuyu kapatmış.

Arkadaşlar uyudu, nedense benim uykum açıldı, Mehmet Tuğrul'un İlköğretim dergisindeki yazılarını düşünürken uyumuşum.

 

5 Eylül 1944 Salı

 

Geç uyumama karşın önce ben kalktım. Tonbergi açarken yaptığı çıtırtılarla arkadaşları uyandırdım. Ekrem yüksek sesle:

-Açacaksan doğru dürüst bir müzik Müzikçi arkadaşım! dedi. Radyonun çatırtısını Hüsnü'ye yüklemek istedim:

-Akşam kapatırken istasyonu değiştirmeden kapatsaydı böyle çatırtı olmazdı! dedim. Hüsnü güldü:

-Nasıl da bahane buluyorsun!

Onlar Günaydın programı şarkılarını dinlerken ben ayrıldım. Çakı Efe ile buluşup konuşa konuşa gittik. Tam oyunlara başlarken Müdür Rauf İnan geldi. Sesini tatlılaştırmak için zorlandığı belli oluyordu. Bu da ilk sözlerin arkasından bir şeyler geleceğinin kanıtıydı. Nitekim öyle oldu. Önce Ege oyunlarını övdü, geçmişte atalarımızın sömürücü azınlıkların haksızlığına karşı oluşlarının bir onur belgesi Ege oyunlarını çok sevdiğini, Manisa'da uzun yıllar bunları doya doya izlediğini anlattıktan sonra uzunca bir “ancakkkk!” çektikten sonra Orta Anadolu'nun da bir geçmişi olduğunu, onların da bizim, hem de daha çok bizim olduğunu anımsatıp, Halay oyunlarını neden göstermediğimizi sordu. Hasan Çakı Efe:

-Göreve başlarken Eğtimbaşı Şeref Tarlan'a bir ön program verdiğini, o programda, 15 Eylül’de Halaylara geçileceğini belirtmiştim. Halaylar elele tutuşarak oynandığından öğrenciler daha kolay uyum sağlıyor. O neden onlara az zaman ayırdık.

Rauf İnan sunturlu bir "Öyle miiii?" çektikten sonra teşekkür edip ayrıldı. Doğrudan Efe ile konuştuğundan ben üzerime alınmadım. Gerçekte her an gelip böyle çıkışlar yapacağını bekliyordum. Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmen uyarmıştı. Arpazlı ile Güvende oyunlarını ikişer kez tekrarladık.

Oyundan sonra Çakı Efe Rauf İnan'a söyleyemediklerini, “biraz sinirlice" tekrarladı:

-Halaylar el ele tutuşarak oynanır. Tüm öğrenciler el ele tutuşunca onları izlemek zorlaşmaktadır. Doğrusu ben Zeybekler için buradayım. Bizim çalışmalarımız Zeybekler üzerinedir. Halayların zaten çoğunu ben öğrencilerden öğrendim. Öteki oyunların figürlerini iyi bildiğimden halaylara da bir şekil veriyorum.

Kahvaltıya birlikte gittik. Hüzeyin Atmaca da geldi, Çakı Efe ile bir süre söyleşti:

-Çalışmalarında eski; "bizim zamanımızdaki" şevk var mı? dedi. Hasan Çakı Efe bana baktı, ikircil bir durum olduğu belliydi, kısa bir çekiniklikten sonra:

-Ahmet Yekta Madran, öğretici tutumuyla, biraz da yaşlı olduğuna güvenerek bizi zorluyordu. O günler başkaydı! deyip sözü Emin Soysal'a getirdi. Bursa'ya gidince aradığını, ayrıldığını söylediklerini anlattı. Hüseyin Atmaca da:

-Tatile çıkmıştır, ayrılmadı. Ben de çoktandır aramadım, bu arada ayrılmış olabilir! dedi. Hüseyin Atmaca Denizli'ye döneceğini söyleyerek, bir isteği olup olmadığını sordu. Çakı Efe elini göğsüne kapatarak:

-Tüm Ege'ye sonsuz selamlar! diyerek başını dikleştirdi. Atmaca bize dönerek:

-“Bakın, Efeler başını eğmez, herkes böyle ayrılıklarda baş eğerek selam yollar, efeler başlarını daha da dikerek!” diye bir kez de kendi, başını dikip"İşte böyle!" diyerek gösterdi. Atmaca'nın bu yaklaşımını görünce Denizli olayı ile Demirci Mehmet Efeyi soracaktım. Kahvaltı bitince herkes kalktı. Atmaca elini kaldırarak herkese birden "Hoşça kalın!" deyip yürüdü. Birlikte tren durağına indik. Çoğunlukla Ekrem konuştu, İzmirli arkadaşlarına selâm gönderdi. Atmaca'yı uğurladıktan sonra Bizim Salona gittim.

İkircil bir duruma girdim, kitaplığa gidip Mehmet Tuğrul'un yazılarını bulmak, salonda oturup çalışmak. Daha doğrusu Bella'yı beklemek. Az duraksadım, piyano sesi duyar gibi oldum. Gerçekten piyano sesi. Bella çalıyor, onun şarkıları. Bir süre sonra geleceğini umarak piyanoya oturdum. Ezberimdeki parçaların anımsayabildiklerimi tekrarladım. Bir Mozart bir Beethoven sonatı baştan sona çaldım, gelen giden olmadı. Azıcık neşem kaçtı, Bella geldi, uğramadan gitti. Bu, benim adıma iyi bir tavır değil. Sanki kendi gıyabında yapılan konuşmaları duymuş, kendisini savunmadığım için bana kızmış gibi bir anlamsız duyguya kapılır gibi oldum. Arkasında da:

-Nereden duyacak, konuşanlar arasında kendisiyle ilişki kuran yok ki! deyip nota kitaplarını karıştırdım. Türkçe olarak kapak üstüne Tirol Şarkıları yazılan ince kitapçıklara baktım. Aralarından hemen hemen hepsini çaldığım Ahmet Adnan Saygun'un İncinin Kitabı elime geçti. Bizde varmış, oysa bana Faik Öğretmen getirmişti. Kitapları karıştırırken Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolar müziğinin ilk bölümüyle karşılaştım. İlk bölüm (Promenade) dediği parça, bakınca inanılmayacak derecede düz notalardan oluşmuş görüntüsü veriyor. Piyanoya oturdum. Tek parmakla acemice çalarken, laaa, la, la, laaa, la, la, laaa, laa, laa, la, la, lommm! diyerek Bella kapıdan girdi. Gülerek:

-Duyunca geldim! dedi. Neden piyano çalmadığını, ya da çalıp dururken neden sustuğunu sordum. Kendi kendine dans figürleri tekrarladığını, odanın kendisi için ideal yer olduğunu söyledi. Birden ürperdim, ya Müdür Rauf İnan görürse? Öztekin Öğretmenin hoş göreceğini biliyorum. Sonradan düşündüm; Rauf İnan bu konudaki düşüncelerini bu sabah oyunları sırasında söyledi. Adam tutturmuş "Türk Halkı!" deyip duruyor. Akordiyonu, akordiyondan geçtik Zeybek oyunlarını bile önemsemiyor. Aklı fikri davul zurnada. Halayları istemesi de bundan. Halaylar oynanınca gelip kendisi de katılacak. Nasıl olsa ritm ya da estetik kaygısı yok. 1941 yılında görmüştük; horon oynayan Trabzon/Beşikdüzü ekibi, "Genel Müdürümüzü istiyoruz horona!" diye bir süre bağırmışlardı. 20 kişilik ekip el ele tutuşmuş, başları gözleri Genel Müdürde ayaklarını rastgele kaldırıp indirerek hem oynadılar hem de çağrı yaptılar. "Bir iki, üç dört, ayak kaldır!" tekrar; "Bir, iki, üç, dört, ayak kaldır!" diyerek döndüler durdular. Sözleri de uyumlu söylemiyorlardı:

-"Sis Dağı'nın başında dumana bak dumana-Genel Müdürümüzü istiyoruz horona!” diyerek 15-20 dakika söyleşmişlerdi. Horon, duman! Al sana bir kafiye! Olmaz değil, olur ama, biraz yapmacık olur. Besbelli Rauf İnan öylesi kolayından oyunlara katılarak, o alanda da ün salacak. Hasan Çakı Efe, görünüşte köylü kılıklı, öylesi tavırlar içinde gibi görünüyor ama sanmıyorum içinden de öyle olsun. Öğrettiği oyunlar konusunda kesinlikle ödün vermeyecek bir yanı olduğunu daha ilk günlerde anlamıştım.

Bella, benim düşündüklerimden habersiz ideal ortam bulmaktan söz ediyor. "Piyano var, gözetleyen kimse de yok, rahat rahat istediğim hareketleri tekrarlıyorum!" Arkasından da:

-Bir de ayna olsa; şöyle büyükçe bir ayna!

Onun kesinlikle olamayacağını, ancak kızlar gelince onlara ayrılan yerlerde belki olabileceğini söyleyerek konservatuvardaki çalışma odalarını örnek verdim; "Onlarda bile ayna yok!” dedim. Bella hiç umursamadan piyanonun başına geçti, az önce tek parmakla tıngırdattığım laaa, la, la, laaa, la, la, laaa, la, la, laaaa, laa, laaa, laa, laaa, lommm, laa, laa, lommm! yapmaya başladı. Sesleri benden daha iyi çıkartıyordu. Eniştesinin, ablasının bu parçayı çok sevdiklerini, ikisini de çaldığını söyleyince oldukça bozuldum. Benim 20 yaşımdan sonra duyduklarımı eller, çocuk yaşlarında öğreniyorlar! Az bozulur gibi oldum ama çabuk toparlandım. Onlar büyük istekler arkasına takılmış. Oysa ben onların önemsemedikleriyle yetinip onları olgunlaştırarak, benim gibi köylerden gelmiş genç kardeşlere ileteceğim. Onların büyük idealleri varsa benim de belki küçük ama sağlam ideallerim var.

Birden; "Onlar çalıyor da sen neden çalmıyorsun?" diye sordum. Kafasında kurduğu müzik değilmiş. Müziği seviyormuş ama başkasından dinlemeyi tercih ediyormuş. Zaten eniştesi ile ablası da onca didinip uğraşmalarına karşın müziği seçmemişler. Ailesi, (dede, baba, soyu sopu) öteki museviler gibi hep müzikle ilgilenmişler ama içlerinden hiç birisi meslek olarak müziği seçmemişmiş. Bana sordu:

-Senin ailende müzik alanında çalışan var mı? Önce utanır gibi oldum ama çabuk toparlanıp işi şakaya yönelttim:

-Benim ailemin topu, gramofonu seviyor. Kahvede kullanılan bir Köpekli gramofon var, zaman zaman getirilip evcek dinleniyor. Köpekli gramofon deyince Bella gülerek, düzelme yaptı:

-Sahibinin Sesi.

Öztekin Öğretmen geldi, Uzunca bir Günaydııııınn! dedikten sonra bana:

-Yeni öğretmenimiz, çalışmanı engellemiyor değil mi? dedi. Bella hemen:

-Şimdi geldim, aşağıda çalışıyordum, tam çıkmak üzereyken yukardan sevdiğim bir parçanın sesini duyunca geldim, Pictures at an Exhibition! (Sergiden Tablolar) Öztekin Öğretmen bana:

-Sen işi ilerletiyorsun, o tür parçalar konser salonlarının sık sık dinlediği parçalardır. Bir Sergiden Tablolar, Hayvanlar Karnavalı, Chopin'in Mozart'ın bir teması üzerine Varyasyonları, Bizet'in Carmen Süitleri. Hem piyano hem de orkestra için düzenlenmiştir. Piyanolarını değme babayiğitler gösteri için seçerek sükselerini yaparlar. Bella da Liszt'in rapsodilerini, Brahms'ın Macar danslarını ekledi.

Öztekin Öğretmen Bella'ya bakarak:

-Az kaldı, ay sonunda yeni öğrencilerimiz gelecek, sizinle sık sık görüşeceğiz! deyip ayrıldı. Bella, Öztekin Öğretmen için; "Yanılıyorum belki ama bu senin şefinden çekiniyorum. Gülerken azarlayacakmış gibi bir duyguya kapılıyorum. Buraya gelirken hep bu duyguyu taşıyorum. Senin verdiğin güvenle geliyorum. Oysa o ne güzel konuşuyor. Bu güzel konuşmalarını da senin için yaptığı kanısını taşıyorum. Sen olmasan, inan ki buraya rahat gelemeyeceğim. Dilerim dersler başlayınca bu anlamsız duyguyu terkederim.” Gülerek:

-İşte bunu yapmamalısın ya da yapsan bile bana söylememelisin. Çünkü o zaman bana güvenin azalacak.

Bella ya anlamadı ya da şakamı dikkate almadı:

-Sen başka, o başka deyip yüzüme baktı. Bu kez sözümü değiştirerek, (Bella'yı inandırmak için) Öztekin Öğretmen üzerine oldukça değişik ama hep olumlu gözlemlerimi anlattım. Bella, sevinerek ayrıldı. Az bir tıngırtıdan sonra yemek zili çalınca çıktım.

Ekrem yemeğe gelmedi. Hüsnü bana sordu. Balcıoğlu Öğretmen takıldı:

-Üçüncü Çavuş teşrif etmediler; başkanınız onu da mı götürdü yoksa? derken Ekrem geldi. Beton dökme işiyle uğraşıyormuş, betonun kıvamında olması için belli bir zamanda dökülmesi gerekiyormuş. Ekrem küçük bir giriş yaptıktan sonra yaptıkları işleri sıraladı. Sıraladıklarının ikisi ilgimi çekti, beni de ilgilendiriyor. Yemekhanenin mutfak bölümü üzerine büyükçe bir balkon. Balkon aynı zamanda sinema makinesi yeri olarak kullanılacak. Böylece önümüzdeki süreçte film izleyebileceğiz. Öteki de Yüksek Bölüm Öğrencileri için yakışıklı bir lokal. İkisi benim için dedim ama sanmıyorum sürekli gideceğimi. Bu yıl, derslerde belirli bir değişme olacak. Örneğin armoni dersi oldukça başıma dert olacak. Faik Canselen Öğretmen, piyanoda hoşgörü gösteriyor (o öyle söylüyor) ama armonide kesinlikle hoşgörüsüz. Öte yandan Mahir Canova Öğretmen sahnede çalışacağımızı söyledi. Sayfalarca metin ezberleyip sahnede tekrarlama var. Genel derslerden, Psikoloji ile Sosyolojinin de geriye atılmış konuları oldukça çok. Bunlardan da ödev çıkarsa zamanım oldukça kısıtlacak. Bu nedenle sinema ya da lokalle fazla ilgim olmayacak. Gene de Ekrem'im muştusuna sevindim.

Sinema konusu öteki arkadaşları çok sevindirdi. Ekrem'in verdiği bilgiye göre film işleriyle bir öğretmen ilgilenecekmiş. Hemen öğretmen seçimi yapıldı; Ziya Kaplan ya da Hidayet Gülen! Bedia Aygen Öğretmen karşı çıktı:

-Hemen baylar öne sürülüyor, bırakın bu işi de ben yapayım. Nazıf Balcıoğlu önce bir "Olmaz, sen bu işi alırsan bize hep Mısır filmleri getirtirsin, Yusuf Vehpi- Ümmügülsüm filmlerini izleyip bir de onlar için ağlamağa niyetimiz yok.” Karşılık verildi:

-Siz de, "Çılgınca şarkılar söyleyen kızlarla viski içen Amerikan askerlerinin filmlerini getirirsiniz!” Ekrem, elini kaldırarak:

-Durun durun, sevgili arkadaşlar lüten durun! Benim bir ön haberim için tartışmayın. Belki de dediğim geciktirilir. Okul Müdürü orasını gözetleme yeri yapar. Oradan kuş bakışı dikizleme yapmak niçin olmasın?" Yapmasaydınız, öyleyse, sonuçtan siz sorumlu olursunuz”

-Kime karşı? sorusu ortaya atıldı. Cemil Toygar Öğretmen bu kez yatıştırıcı rolünü üslendi:

-Tartışmayalım arkadaşlar, daha "Fol yok yumurta yok!" Söze ben de karıştım:

-Fol var ama yumurta yok! deyince folun ne olduğu soruldu. Nazif Balcıoğlu folun, folluğun ilk hecesi olduğunu, folluğu bilenlerin bunu bilmesi gerektiğini anlatttı. Folluk tanıtıldı. Aysel Öğretmen çığlık atar gibi, (biraz da çıkışırca) “Ay, durun ayol, kafam karıştı. Biz her zaman yumurta yiyoruz, öyleyse "Fol yok, yumurta var! diyebileceğiz.” Ekrem, sözlerini geri aldığını söyleyip düzeltme yaptı:

-Yemeğe biraz geç kaldım arkadaşlar, özür dilerim bir daha bu kusuru işlemeyeceğim! "En iyisi bu!" diyerek kalkanlar olunca, hepimiz gülüşerek kapıya yöneldik.

Çalışma grubum olduğu için doğrudan salona yöneldim. Bedia Aygen Öğretmenin grubu geldi. Nasılsa öğretmenleri başında geldiler. Bedia Öğretmen bir süre öğrencilere dönerek bana:

-Bunların içinde mandolini buraya geldikçe alanlar var, siz ne diyorsunuz? Ben onlara öğretmenleri olarak, yetişkin bir ablaları olarak övütler veriyorum! Başka ne yapabilirim?

Ben de:

-“Siz, küme öğretmenleri olarak etkileyemediğinize göre benim sözüm hiç geçmez. En iyisi varsın öyle sürdürsünler, sınavlarda hatta öğretmen olunca umursamazlıklarının hesabını o dönemlerde onlar verecek. Enstitü çıkışlı öğretmenler için yapılan yönetmelikte yetiştirme kursu diye bir olay var. Eksiği olanlar yaz tatillerinde o kurslara zorunlu katılacak. Öğrenciliğinde görevini yapanlar evlerinde paşa paşa dinlenirken onlar Enstitülerde kurs çalışmalarına katılacaklar. Bu iş eksik oldukça, ondan kaçış sözkonusu değil!” dedikten sonra mandolinleri kontrol ettim. Sahiden, 24 kişilik grupta 8 öğrencinin mandolin akorları bozuk çıktı. Onlardan mandolinleri alıp çalışkan arkadaşlara vererek akortlarını tazelettim. Başkaca hiç bir söz söylemedim. Beklediklerini sandığım sert davranış yerine çok sakin davranarak çalmak istediklerini sordum. Hep bir ağızdan parçalar söylediler. Bir ikisine sorular sordum. O gruptan bilmeyen olunca soruyu bilenlere birkaç kez tekrarlattım. Bundan kesinlikle ders çıkaracaklarını düşündüm. Arpa-Buğday'ı, Menekşe'yi söylettim. Ankara marşını hem çaldırdım, hem de arkasından sözlerini söylettim. Çalışmadığı söylenenlerden 3-4 tanesi oldukça başarılı oldu. Onlara, az önceki konuşmaları unutmuş gibi övücü sözler söyledim. Bedia Öğretmen ayrılırken kullandığım yöntemi beğendiğini söyleyip teşekkür ederek ayrıldı.

Yalnız kalınca kolay bulduğum son ödevlerim Bach'ın Anna Magdalena kitabından iki Musette'yi bu kez ciddi olarak ele aldım. Notalar kolay gibi görünüyor ama algılama sorunu var. Seslerin su gibi akışı söz konusu. Faik Canselen Öğretmen bunları belki de kasıtlı verdi. Çünkü koca Johann Sebastian Bach bunca ustalığından, bunca ününden sonra 2. eşine oturup enikonu eser bestelemiş. Bunların belki de çok ayrı bir özelliği var. Adları da Musette. Musette adını da ilk kez duyuyorum! Müsvette gibi bir şey. Müsvetteye benzetişim iyi oldu, müsvetteden çağrışım yaparak olayca anımsayacağım. Bach'ın müsvettesi(!) Bir süre tekrarladıktan sonra bir gelişme göstemediğimi anladım. Yapabileceğim herhalde bu kadar! deyip salt Bella'ya gösteriş olsun diye Bir Resim Sergisinden Tablolar'ın birincisini ele aldım. Uzun bir uğraştan sonra ses çatısını çattım.

Akşam grubunda Nebahat Öğretmen'in grubu geldi. Grup ilk kez öğretmensiz geldi. Ancak öğrenciler her zamanki disiplinini sürdürdü. Ben de onlara hak ettikleri özeni göstererek hoşlarına giden şarkıları, marşları söylettim. Mandolin parçalarında da bir ayrıcalıkları vardı, onu olduğu gibi sürdürdük. Paydos etmek üzereyken Nebahat Öğretmen geldi. Gülümseyerek:

-Konuğum var, teyzem, sen de tanıdın, benim yaşamımı merak etmiş. Neyse iyi buldu, dedi. Ben de:

-Rahatlamıştır, sanırım. İyi bulmasaydı ne yapacaktı? Hasan Ali Yücel'i mi paylayacaktı, seni mi alıp götürecekti? Neden öyle konuştuğumu sordu. "O seni beğendi, özel olarak tanışmak için çağırdı!" dedi. Ben de:

-İstersen gelip bir "Hoşgeldiniz!" diyeyim deyince Nebahat duraksadı. Az sonra da:

-Burada olmaz, dile düşmek istemiyorum. Ne olacağımız belli değil. Yıllar sonra olacak bir iş için erken dillenmek hoşuma gitmez. Zaten teyzeme de böyle söyledim, beni haklı buldu. O nedenle özel olarak onlara çağırdı. "Olur, ne zaman istersen gelirim!” deyip gönlünü aldım. Gülümseyerek ayrıldı.

Piyanoya oturdum, tuşları fazla yumrukladığımın ayırdına varınca kalktım. Sanırım bir çıkmaz içindeyim. Olaya çok yalınkat bakıyorum. Gerçekten okulu bitirmeme daha iki yıldan fazla bir zaman var. Askerlik de cabası. En az üç yıl. Günler, saymakla bitecek gibi değil, tamı tamına geceli gündüzlü 1100 gün eder. Şurada 90 günü geçirmek bile sıkıntı veriyor. Oysa göze almak istediğim buranın 12 katı. Sakinleşip Musettelere döndüm. Müsvette, müsette diyerek ikişer kez çaldım. Piyanoyu kapatıp kalktım. Kulübeye uğradım, tonberk açık, besbelli biri gelip gitmiş. Yemekhaneye yönelince baktım Hüsnü telaşlı telaşlı geliyor. Benden önce "Kulübeye uğradın mı?" diye sordu. Başımla işaret edince durdu:

-Yemekhaneye girerken aklıma geldi. Biraz erken paydos ettim, bizim patron yok, keyfimce iki gün geçireyim! dedim.

Konuşarak yemekhaneye girdik. Ekrem gelmiş, nerdesiniz diye çıkıştı. İkimiz birden konuştuk: Hüsnü, “Tonbergi açık bırakmışım”, ben de “tonbergi açık bırakmış!” deyince karşıda oturanlar güldü. Ekrem sordu:

-Eee, sonra? Sonrası, tonbergi kapatıp geldik. Nazif Balcıoğlu:

-Size şakadan Üç Ahpap Çavuşlar demiştik ama galiba siz bu işi ciddiye aldınız. Aman arkadaşlar, başkalarına sakın benzemeyin. Sakın, sakın, sakın! Cemil Toygar Öğretmen söze karışarak, "Sakın" sözünün anlamını sordu. Balcıoğlu Öğretmen:

-“Ciddi sorduğunu varsayarak söylüyorum: Sakınmak mastarının emir kipidir. Sakın kipi, anlamı güçlendirmek için deyim havasında tekrarlanmıştır. Anlamı da ‘Yapma, etme, çekin!’ demektir” dedikten sonra Cemil Toygar'a bakarak:

-Tamam mı? diye sordu. Cemil Toygar başını kaldırmadan bir "Aferin!" çekti. Aysel Öğretmen Ziya Kaplan Öğretmene:

-Kaplan Öğretmen siz de matematikten konuşsanız da biraz da matematik öğrensek! Cemil Toygar Öğretmen başını kaldırmadan "Buraya bir taş düştü, sana da geldi mi?” diye Balcıoğlu Öğretmene sordu. Balcığoğlu ise “hayır o taş kara tahtaya vurdu.” Aysel Öğretmene bakarak:

-Ziya Kaplan Öğretmen kara tahta olmadan konuşamaz ki kuzenim. Ziya Kaplan başını kaldırıp hemen hemen bütün yüzler üzerinde göz gezdirdikten sonra:

-Hep bilirsiniz, pozitif bilimlerle uğraşanlar biraz farklı düşünür. Cefferkalem, ben de matematiği seçmişim. Öğretmenlerim hep:

- Ispatlayamayacağınız olaylar üzerinde hüküm vermeye kalkışmayın! derlerdi. O telkinler bizi suskınluğa itti. Şimdilerde ben ne matematikçi ne de pozitif bilimciyim, onlardan çoktan sıyrıldım. Ne varki, o telkinlerin yönelttiği yoldan dönmek olası değil, beni bağışlayın, sadık bir dinleyiciniz olarak kalayım. Cemil Toygar Öğretmen hemen Ziya Kaplan Öğretmene bakarak:

-Sizi destekleyen yaşanmış bir olay okudum Fransa'da iki kardeşten biri pozitif bilimleri biri de sosyal bilimleri seçerek kendi alanlarında çok başarılı olmuşlar. Kısacası biri Matematikçi Poincare biri de Fransa Cumhurbaşkanı olmuş. İki kardeş, yakın ilişkilerini sürdürmüş, zaman zaman da kardeşlik ölçüleri içinde tartışmalarını yapmışlar. Bir tartışma sonunda Cumhurbaşkanı olan Poincare, matematikçi Poincare'ye Johann Wolfgang von Goethe'nin Faust'unu oku demiş. Bir süre sonra Faust'u okuyan matematikçi Poincare kitabı okuduğunu söylemiş, ancak “O kitapta hiç bir şey ispat edilmiyor, onu bana neden okuttun?” diye sormuş.

Ziya Kaplan Öğretmen teşekkür etti. “Matematikçi Poincare'yi Conjecture, (İhtimal-varsayım) bağıntılarından biliyordum. Ancak ötekini duymamıştım” deyince Balcıoğlu Öğretmen de:

- İşte sorun burada; ben de Cumhurbaşkanı olan Raymond Poincare'nin 1913 -1920 arası görev yaptığını, hatta onun Lozan anlaşmasında karşımızda olduğunu biliyordum da matematikçiyi duymamış ya da unutmuşum! dedi. Konuşmalar, tabaklara bağlı, tabaklar boşalınca konuşmalar kesiliyor. Birer ikişer ayrılırken (akşam yemeklerine gelmeyenler) "Mabadı yarın öğleye”, bizim gibi akşamları da gelenlerse "Mabadı akşama!” deyip ayrılıyor.

Her zaman olduğu gibi salona gittim. Herkes bir saat dinlenirken ben işbaşı yapıyorum. Bir saat sonra da herkes işbaşı yaparken ben kendi çalışmamı sürdürüyorum.

Bugün Ömer Çiftçi yardımcım. Ömer hevesli; benim de işime geldiği için ona bırakıveriyorum. Çoğunlukla Aysel Öğretmenler Bedia Öğretmenlerin gruplarını getiriyor. Oysa bu gruplar ötekilere göre biraz haylaz. Bu konuda Ömer Çiftçi'nin dikkatini çektim. "Tamam Abi, ben onları canlandıracağım!" deyince rahatladım. Yardımcım Ömer’i de heveslendirmek için Mozart Maman'ı çaldım. Bu gruba hiç çalmamıştım, çok hoşlandılar. Parçanın, 174 yıl önce Mozart tarafından bestelendiğini söyleyince Ömer de biraz şaşırır gibi oldu. Mozart Varyasyonu kadırıp gösterdim. Gerçekte ise şarkının daha önce Fransa'da çok yaygın söylendiğini, o nedenle Mozart’ın, şarkıyı bu duruma getirdiğini söyleyerek, şarkılarımızı biz de bu tür genişletirsek bizim şarkılarımızın da dünyanın öteki ülkelerinde yıllar boyu çalınacağını anlattım. Ömer şarkıları, türküleri güzel yönetiyor ama mandolinde azıcık etkisiz kalıyor. Kimi öğrenciler kasıtlı yapar gibi mızrapları kurallara uygun tutmuyor. Yan gözle bakıyorum, Ömer bir iki söyledikten sonra kızıveriyor. Kendimi yokluyorum, ben o denli kızmıyorum. Ancak öğrencinin üstüne de varmıyor bir bahane yaratıp arkamı dönüveriyorum. Beethoven'in Sosyalliğe İmni'sini bu gruba da iki sesli yazdırdım. Bunlar da hem sevdiler hem de kolay buldular. Teker teker çalanlardan kimileri gerçekten doğru seslendirdi.

Öğrencilerden sonra Resim Sergisinin ilk promenade'sini tekrar tekrar çaldım. "Bunun neresi büyük piyanistler işiymiş!" diye düşünerek bir kaç kez tekrarladım. Arkasından kalkıp bir de plâğını dinledim. Plâk çok farklı ama o farkı farketmemiş gibi davranarak bir kaç kez gene çaldım. Bunun yanında Bach'ın Muset'teleri demir leblebi. Anna Magdalena'yı düşündüm; öğretmenine aşık olmuş. Johann Sebastian Bach'ın ilk eşinden özellikle üç oğlu kral saraylarında orkestra yönetiyorlar; yıl 1722. Bach kendisi 37 yaşında. Anna Magdalena ise 20 yaşında. Evlenmeyi isteyen Anna kendisi. Böylesi yaş farkına karşın 13 çocukları oluyor. Bach 1750 yılında öldüğüne göre 28 yıl evli kalıyorlar. 28 yılda 13 çocuk. 2 yılda bir çocuk. Çocuklarından Johann Cristian Bach ile Johann Cristoph Friedrich Bach çok ünlü oldular. Tıpkı Bach'ın Maria Barbara'dan olan Wilhelm Friedemnn Bach'la Carl Philipp Emanuel Bach gibi yaşamları boyunca kral saraylarının orkestralarını yönettiler.

Anna Magdalena Bach

 

Anna Magdalena Bach'ın saçları ilgimi çekti. Tıpkı film yıldızlarının saçları gibi. Sanırsın Greer Garson ya da Greta Garbo piyanoya oturmuş. İnanılmaz bir benzerlik. Anna Magdalena 1760 yılında öldüğüne göre demek o günlerde de Avrupalılar böyle giyiniyormuş. Neredeyse iki yüz yıl (180 yıl) önce. Şaka falan değil biz treni değil, at arabasını bile kaçırmışız. Kağnılar o nedenle ortalıkta dolaşıyor.

Babam sık sık yakınır:

-Milletçe kendi kendimize övünürüz ama çalışmaya gelince sesimiz soluğumuz kesilir. Kefen bezimiz bile Gâvurdan geliyor. Düne kadar çobanımız olan Bulgar (Bulgaristan) Balkan Savaşı'nda kollarını sallaya sallaya Çatalca'ya dek indi. İngiliz (İngiltere) durdurmasaydı İstanbul yağmalanmış olacaktı!

Babamın söylediği birçok sözü, öğretmenlerin de tekrar edişini gördükçe önce bir övünme duygusuna kapıldığım, arkasından da kahırlandığım olmuştur. Övüncüm, babamın bilmişliğinden. Ancak "Babam neyi bilmişti?" sorusunu sorunca kahırlanmamak elimde olmuyor. Babam kahvesinde kullandığı birçok eşyayı göstererek:

-Bunlar hep Gâvur malı! der. Gâvur sözünü de bastırarak söyler. Sesinden öfkeli olduğu rahatça anlaşılıyor. Arkasından da kendini tutamayıp; "Çay, kahve, şeker, kaşık, bardak, karpit (gece lâmbası yakacağı)” diye sıralar. İşin ilginci babam, yurdumuzdaki azınlıkları da (açıklamaz ama içinden) gâvurdan sayar. Kimi zaman onları anlatırken:

-Hepsi gâvur gibi çalışıyorlar! diyerek boşalır.

Söylemeye kıyamıyorum ama Bella'nın tavırları bana, babamın konuşmalarını anımsatıyor. Gâvur gibi, her şeyi öğrenmeye çalışıyor. Ritmik Dans Öğretmeni. Öyleyken Millî Oyunları öğrenmeyi hesaplıyor. İkide bir onları soruyor, Çakı Efe ile yakınlaşmayı kuruyor.

Bir yandan bunları aklımdan geçiriyorum, bir yandan da kulaklarım kapıda; "Merhaba! İşte gene geldim!" Sevecen bir ses, gülen bir yüz bekliyorum. Bella, düşüncelerimi, daha doğrusu aklımdan geçenleri bilse yüzüme bakar mı acaba? diye de düşündüğüm oluyor.

Gelen giden olmadı. Kendimi toplayarak, Musettelerin ikisini de pişirdim. Öztekin Öğretmenin sözünü anımsadım:

-Faik Öğretmenin Bach'ı geciktirmesi anlamlıdır. Bach, şakaya gelmez, çalınacaksa ya gereğince çalınır ya da murdar etmemek için bir süre geriye bırakılır!

Akşam çalışma grubu geldi, Bedia Öğretmen, özür dilemiş, öğrencisi Ömer Çiftçi aracı oldu. Ömer Çiftçi'nin gelişine ben de sevindim. İçimden:

-Keşke tüm küme öğretmenleri Ömer Çiftçi'yi vekil edip işi tek ele bağlasalar; o benim için çok daha iyi olur.

Bu kümeyi son çalışmamızda azıcık sıkıştırmış o derece de pohpohlamıştım; etkisi olmuş sanırım, mandolinlerin akordu iyi. Kızlardan Meliha'yı tanımıştım, (Meliha Bölük) ona sordum:

-Neler çalmanızı istersiniz? Meliha Bülbül, Sonbahar, İlkbahar şarkılarını söyledi. Bir de, "Tahtadaki!" dedi. Tahtada Beethoven'in Sosyalliğe İmni notası vardı. Ömer Çiftçi işaret verip çalışmayı başlattı. Birden kendimi Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin Öğretmen yerine koydum. İçimden, işin hem zor hem de rahat tarafı var galiba! deyip gülümsedim. Parçalardan sonra Ömer, Süpürge, Menekşe, Sarı Kız türkülerini tekrarlattı. Böylece bu grup da göze görülecek bir ölçüde toparlanmış oldu. 4. sınıf olmalarına karşın 3. sınıflardan geri düşmeleri şaşırtıcıydı. Hiç değilse 3'ler düzeyinde olmaları gerekirdi. Bugün oldukça umutlandım. Ayrılırken Ömer'e teşekkür ettim.

Onlardan sonra bir süre daha çalışıp kulübeye uğradım. Bizim Çavuşlar yok. Tonbergi açtım; şahane bir akordiyon sesi. Birisi akordiyon çalıyor. Çalıyor ama ne çalıyor! Proğramın sonuymuş, sunucu:

-Akordiyon soloları dinlediniz! dedi. Kim çaldı? diye yüksek sesle sordum. Karşılık veren olmadı, doğal olarak. Ama öğrenme isteğim, dinecek gibi değildi. Ben de akordiyon çalıyorum ama, aradaki fark korkunç bir uçurum gibi. Ben söylenirken Ekrem geldi. Olayı anlatınca Ekrem:

-Plâk çalmışlardır, o nedenle söylemezler. Plâğı neden söylesinler? diyerek konuşmasını sürdürdü. Akordiyon sesi kulaklarımda, halâ çalıyormuş gibi. Ekrem'in sözlerini tam olarak algılayamadım. Sonunda sordum:

-Plâğı varsa, nerede satılır acaba? Ekrem, umursamaz gibi:

-Onu sen bilirsin iki gözüm; mala, çekiç, çimento, kireç olsa yerini söyleyeyim; akordiyon bu senin alanın! Hüsnü de gelince kısa bir duraklamadan sonra yemeğe gittik.

Yemekte iki önemli haber muştulandı; Sabahattin Eyuboğlu, İngilizce öğretmeni Orhan Burian, Fransızca Öğretmeni Vedat Günyol gelmişler. Öteki haber daha önemli, yarın İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç gelecekmiş. Benim açımdan, Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen önemli ama Genel Müdür daha önemli; kesinlikle bizim salona uğrar. Uğradığında öğrencilerin bulunmasını isterim. Yarın Nebahat Öğretmenin sınıfı var. Sevindim, hemen düşler kurmaya başladım. Öğrencilerle Harp Okulu öğrencilerine uyguladığım program aynen, kendim çalarsam kısa ama etkileyici parçalar. Faik Canselen Öğretmene dinletmeden Bach Musetteleri çalacağım. Mozart'ın, Bach'ın, Beethoven'in, Schubert'in demek oldukça etkileyici oluyor. Bach, Musette; Beethoven, Für Elise; Schubert, Moment Muzikal!

Dört yıl önceki olayı düşledim. Gene Genel Müdür gelmişti. Hasanoğlan Köy okulunun önünde akordiyon çalmış, gelen ekipler oyunlarını oynamıştı. Arkadaşlar “Hakkı Tonguç seni çağırıyor” deyince hiç önemsemezmiş gibi davranarak, akordiyon omuzumda karşısına dikilmiştim. Daha önce de kendisiyle konuştuğum için gerçekte de fazla bir çekingenlik duymuyordum. Hakkı Tonguç:

-Lüleburgazlı, akordiyonun yararlı olacağına beni iyice inandırdın, bu inançla tüm enstitü Müdürlerine birer akordiyon almaları için yetki yazısını hemen göndereceğim. Açık alanlarda akordiyon öğrencilerin müzik sorununu karşılayacağına beni sen inandırdın! demişti. Belki de yarın, tüm enstitü müdürlerine bir piyano almaları için emir verir. Böyle dedim ama dediğime de kendim güldüm. Bir değil iki piyano alınsa ne olacak? Akordiyon için emir verinde tüm enstitülerde emir yerine geldi mi? Örneğin bizim Kepirtepe'de 2 yıla yakın bir gecikmeyle 1943 yılı başlarında akordiyon alındı.

Yemekten sonra arkadaşlardan ayrılmadım, kulübeye dönünce bir süre dedikodu yaptık, Tonberk dinledik. Baki Süha Edipoğlu'nun Şiir Saatini dinledik. İlginç bir sesi var, şiirleri de oldukça güzel okuyor. Behçet Kemal Çağlar gibi bağırıp çağırmadan okuması bir bakıma daha sevimli oluyor. Onun çıkan kitabındaki şiirleri okuyacak umuduyla bekledim ama, kitaptaki kimi şairin başka şiirlerini okudu da kitabına aldığı şiirleri okumadı. Bakanımız Hasan Ali Yücel'den iki şiir okudu, Şiirlerin başlıklarını yazdım. Bakanımızın şiirlerini bulunca yerlerine koyacağım. Ekrem güldü:

-Sen böyle duyduklarını yazacak mısın? Yazıp ta ne olacak, sanki? Ekrem'e olayın başlangıcını anlattım:

-Bir öğretmenimiz vardı. Vardı, diyorum ya gene var, hep var olacak; Fikret Madaralı. Okula girdiğimiz ilk günlerde köylerde çalıştığı yılları anlatmıştı. Samsun İlinin Kavak İlçesi Çukurbük Köyünde tam yedi yıl çalışmış. Bu yedi yıl boyunca her günün notunu tutmuş. “O günler bu notları tutmasaydım, çıldıracaktım. Not yazarken teselli oluyordum. Bu yetmezse eski notlarımı okuyup avunuyordum. Oradan ayrılınca oldukça rahata kavuşunca; "Artık nota gerek yok!" deyip not tutmaktan vaz geçtim. Yedi yılda bir sandık not defterim olmuştu. O sandığı gözüm gibi bakar, saklarım!” dedikten sonra bize de not tutmayı önerdi. Bu bana yetmişti, hemen bir defter aldım bir de sabit kalem hazırladım. Sabit kalemle yazılan yazıların ıslanmazsa yıllarca bozulmadan olduğu gibi kaldığını köydeyken öğrenmiştim. O günler Vahit Dedem beni görmeye gelmişti. İki ikiye konuşurken sanki Fikret Madaralı Öğretmeni dinlemiş gibi aynı övüdü verdi. Ayrıca yazdıklarımı alıp okuyacağını da ekledi. O günkü söylemiyle ruzname yazmak benim için kaçınılmaz olmuştu. Başlangıçta biraz zorlandım ama sonra da bırakmakta zorlandım.

Ekrem ara verip vermediğimi sordu. “Ara vermedim ancak köyde bir kaza sonucu bir ya da iki haftanın notlarını buzağı yedi!” deyince Ekrem şaştı. Onu da anlattım. Sayvan ya da hayat dediğimiz evin önündeki gölgelikte çalışma masam vardı. Kitaplarım notlarım masa üstünde günlerdir duruyordu. Bir gün gene öylece bırakıp kahveye gittim. Döndüğümde kapı önünde defterimin parçalandığını, parçaların ıslanıp okunamayacak duruma girdiğini gördüm. Herkes işindeydi. Evde büyük ablamdan başka kimse yoktu. Ablama da söylemek istemedim. Yalnız, ağabeylerim çocuklarının öteki evlerde olup olmadığını sordum. Kimseler yokmuş. Biz konuşurken buzağı zıplayarak geldi. Ablam, hayır yaptığına inanarak olayı anlattı. Buzağı günlerce kapalı kalıyormuş. Akşamları annesi gelince serbest bırakılıyormuş ama az sonra gene kapanıyormuş. Bugün biraz bahçede gezinmesi için bırakmış. Ablam ekmek koklatınca buzağı geldi. Ağzının bir yanında bir parça kağıt, diliyle yalamaya çalışıyordu. Ablam üzülecek diye söyleyemedim. Sessizce kağıtları topladım. Sessizliğimden ablam işkillenince sordu:

-Yaramaz sana zarar mı verdi yoksa? Ablama yalan söyledim:

-Yaramaz, işe yaramaz kağıtlarımı masadan tıtıklamış. Ablacığım kuşkulu bir sesle “zarar verdiyse onu bir daha bırakmam!” Yok mok” diyerek olayı örtbas ettim.

İkinci bir olay da okulda oldu. Benim not tuttuğumu bilen biri, okul Müdürüne imzasız yazılı şikayette bulunmuş. Sözde ben öğretmenlere öğrenciler tarafından takılan adları yazıyormuşum. Ayrıca kendim de öğretmenler hakkında ayıp sözler yazıyormuşum. Bir gün okul Müdürü beni çağırtıp durumu sordu. Okul Müdürümüz Nejat İdil beni çok iyi bir öğrenci olarak tanıyor, ayrıca ailemden bir çok büyüğümle de tanıştığından güveni tam denecek ölçüde yakınlık gösteriyordu. Fazla bir şey demedi. Ancak:

-Yapılmış bir şikayet var, bu münasebetsiz kimse gider kaymakama, Milli Eğitim Müdürüne ya da öteki makamlara da yazabilir. O nedenle ben bir işlem yapmış olayım. Sen, son iki aylık notlarını bana ver, ben onları resmen Türkçe Öğretmeniniz Fikret Madaralı Öğretmene havale edeyim. O inceleyip bana bir rapor versin, bu işi tatlıya bağlayalım! İki aylık defterimi okul Müdürümüz Nejat İdil'e verdim.

 

Atatürk
Türkü ölümden-Odur kurtaran,
Odur yeniden - Türklüğü kuran.
 
Yaptığı ordu, - Düşmanı kovdu.
ulusu, yurdu   - Odur onaran.
 
Türkün dileği -O'nun ereği,
Yüce yüreği  - Türklüğe vatan.
 
Bu memleketi, - Cumhuriyeti,
Canıyla etti,  - Bize armağan.
 
Bizi yücelten  - Atamızsın sen,
Yürür izinden, - Sana inanan.
 
Ülkün yürüsün, -Türklük büyüsün,
Sen Atatürk'sün- Ey yüce başkan.

 

Hasan Ali Yücel

 

Aziz Necati'ye
 
O levent cüssenle hayattın, candın,
Neş'eydin kudrettin ve heyecandın.
Bu kara toprağa nasıl uzandın,
Ölüm mü oraya koydu başını?
Saymadı mı yoksa Ecel yaşını?
 
İnliyor gür sesin kulaklarımda,
Adının aksi var dudaklarımda,
Yaş oldu sevgin göz, kapaklarımda,
Hala istiyorum sesini duymak.
Ne yazık gittiğin iller çok uzak!
 
Sevdiğim Türklüğe kalbin yuvaydı,
Ne olur o yuva bozulmasaydı?
Ölüm seni de yaşlı mı sandı?
Sen can yoldaşıydın, kaçırdık elden,
Keşke öcün(ü) alsak zalim ecelden!

Hasan Ali Yücel

 

Ben anlatırken Hüsnü uyudu; Ekrem de esnemeye başladı. Söyleyeceklerim vardı ama kestim. Ancak derdim depreşmişti, yazık ki söyleyeceklerimi, söyleyemedim. Ekrem, yan dönüp yatınca kendi kendime sordum:

-Söyleseydin ne fark ederdi? Önemli olan, anlattığın olayın öbür tarafı. Okul Müdürü, kendisi: “Hattizatında, imzasız ihbarlar için muamele yapılmaz ama ben seni düşünerek çöpe atmadım.” Benim neyimi düşündü acaba? İmzasız mektup ya da onun dediği gibi kıymetsiz pusulayı yazan okulda bir öğrenci. Hem de bizim sınıf arkadaşlarımızdan biri. "Öğretmenler için kötü sözler söylüyor, onların nazarında öğretmenleri küçük düşürüyor!” dediğine göre dışardan biri olması söz konusu olamaz. Öyleyse o yazıyı yazan bizim arkadaşlardan biri. Olayı ben bir süre sonra arkadaşlara anlatınca, öteden beri kendisiyle yarıştığımı bilen, zaman zaman da dalaştığımız Sami Akıncı olayı duyunca kendisinden kuşkulanacağımı tahmin edip olası kişilerin adlarını vermiş, birini de açık açık suçlu olarak işaret etmişti; "74 Mehmet Başaran!" Ancak ben, Okul Müdürünün gereken araştırmayı yapacağı umuduyla arkadaşı hedef almadım. Çünkü onunla büyük bir çatışmamız yoktu. Köylüsü Mehmet Yücel'le ardaşlığıma kızar gibiydi (kıskançlık) ama bu geçici bir duyguydu. Hem sonra Mehmet Başaran benim ne derslerde ne de sanat çalışmalarında dengim değildi. O 14 yaşında ben 20 yaşındaydım. "İşt!" desem yüreği hoplardı. Olaya biraz da o açıdan bakarak Sami'nin olasılığına kesin gözüyle bakamadım.

Çok sevdiğim Okul Müdürü Nejat İdil gözümün önüne geldi. İyi idi, hoştu ama sanırım biraz vurdumduymazdı. Belki de bu tutumunu Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'a da sezdirdi ki, kendisini çok beğendiğini bize 1941 yazında söyleyen kişiyi bir yıl sonra apar topar yöneticilikten aldı.

Düşündükçe kafam karıştı, uykum iyice kaçtı, geçmiş yıla döndüm. Mehmet Başaran başka bölümde ben başka. Aramızda hiç bir sorun yok. Tıpkı öteki arkadaşlar gibi. Tek buluştuğumuz Almanca Dersi. Onda da o yok gibi. . . Öyleyken bakışlarımızdaki gerginlik kolayca sezilecek düzeyde. Arkadaşlarla yaptığımız toplantılarda konu bana gelince arkasını dönen tek o oluyor. Karşı karşıya gelmemek için yan çizdiğini seziyorum. Geçmişinde benim olmadığımı iyice anlamış durumdayım. Bu bir suçlu kaçışı mı yoksa yeni bir tuzağın ipuçlarını belirtmeme önlemi mi? Tüm Kepirtepe arkadaşlarım gözümün önüne geldi. Nasıl bir ruhsal durumdur bilmem, Mehmet Başaran sıranın önündeydi.

 

6 Eylül 1944 Çarşamba

 

Uyanınca, akşamki düşünceleri anımsadım. Hüsnü uyanınca ilk sorum Başaran oldu:

-Mehmet Başaran hangi enstitüye gitti? Hüsnü sinirlenir gibi oldu:

-Ne o, rüyanda mı gördün yoksa? Onu pek sevmediğini bilirdim, yeni gelişmeler mi var! dedikten sonra, kendini savundu:

-Kusura bakma, o arkadaşı pek sevmem, hatta pek değil hiç sevmem. Onunla hiç çatışmadım ama bu benim korkaklığımdandı. Cin fikirli diye biz söz vardır. İşte bu arkadaş tam anlamıyla cin fikirlidir. Kendisinden başkası ona göre "Tü kaka!" Bir temiz varsa kendisidir. Anladın mı şimdi, neden öyle konuştuğumu? Anlamıştım. İçimden:

-Al, benden de o kadar! deyip güldüm. Hüsnü geriye bakmıştı bir kere, duramadı. Kendi kendine konuştu:

-Nasıl olur bu kadar fark? Aynı köyden iki arkadaş, ikisi de Mehmet adını taşıyor. Mehmet Yücel, Mehmet Başaran! Mehmet Yücel, tüm arkadaşların sevgilisi, candan sevilen, öteki Mehmet Başaran, arkadaşların sırt çevirdiği, bencil, kıskanç, haylaz, yalancı kısacası sevimsiz bir insan. Aynı köyün havasında bunlar yetişmiş. Birisi tatlı yemiş ağacından beslenmiş, öteki yaban bir bitkiden. İkisi de Ceylân köylü. Hüsnü bana dönerek:

-Nerden çıktı şimdi bu? Yoksa sana rüyanda da mı bir oyun attı? Hüsnü'nün bu "Rüyanda da mı bir oyun attı?" sorusu, Kepirtepe'deki olaydan haberli olduğu kanısını uyandırdı. Konuşulmuş, olasılıklar öne sürülmüş ancak kesin olmadığı için bana iletilmemiş olabilir diye düşündüm.

Oyun alanına gidince kafamdaki eski takıntılar dağıldı.

Hasan Çakı Efe, yeni oyun sırasını duyurdu; "Harmandalı, Bengi, Arpazlı, ya da Güvende.”

Harmandalı ile başladık. Efe, kısa bir uyarıda bulundu:

-Bengi'de de böyle gevşetirseniz onu oyundan kaldırırım! Kısa, kesin buyruk! Bana işaret etti. Kendisi ortaya geçti, hiç bakmıyormuş gibi davranarak kendisi de oynadı. Öğrenciler, sanki az önceki oyunda şaka yapmış gibi, Bengi oyununda toparlandılar, Çakı Efe'den bir "Aferin!" aldılar. Arpazlı'da ise iyice coştular. Güvende'ye zaman kalmadı. Efe'nin yüzü güldü.

Kahvaltıya giderken içlenerek bana sordu:

-Doğru söyle, ben işleri gevşetmeye başladım, değil mi? Ne açıdan? diye sordum. Bengi oyununu beğenmesine o da şaşmış. Öğrencilerin giderek oyunları hem öğrendiklerini hem de sevdiklerini söyledim. Efe, Kızılçullu'daki ilk çalışmalarını anlattı. Kızılçullu öğrenci sayısı da bu kadar, (400 cıvarındaymış) ama onlar çok canlıymış. Arkasında da "Ne de olsa Ege insanı, Efe menkıbeleri dinlemişler!" diyerek bölgesine pay çıkardı.

Efe Kahvaltıya katılmadı. Arkadaşlar kalkmak üzereyken yetiştim. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmeni görmüşler, "Haberin var mı?" diye sordular. Duyduğumu ancak görmediğimi söyledim. Yanındaki Vedat Günyol ile Orhan Burian'ı tanımamışlar. Hüsnü tanımayabilir ama Ekrem'in tanımamasına şaştım. Meğer onlar bu yıl gelmeye başlamışlar. Ekrem için de, derslerine girmediğinden yeni sayılırlar.

Kahvaltıdan sonra doğru salona gittim. Belki gelen olur, umuduyla piyanoya oturup, saptadığım Konuklar için parçalarımı tekrarladım. Gelen giden olmadı. Bu kez de geçmiş parçaları sıraladım. Czerny etütlerini bir kez daha gözden geçirdim. Cuma, cumartesi deyip Musette'leri açtım. Bach'ı beğendirirsem, (Öztekin Öğretmenin görüşüne göre) arkası gelecekmiş. "Arkası gelsin bakalım!" deyip tekrar tekrar çaldım. Çalarken de Bach Ailesi aklımdan geçti. Bizim köyde bizim aile kalabalık sayılır, üç ağabeyim, üç eşleri, üç çocukları, babam, ben topu topu on bir kişi. Oysa Johann Sebastian Bach'ın iki eşinden 20 çocuğu olmuş. 1. den 7, 2. cidden 13. Bunların on ikisi yaşamış, özellikle dördü ülkeler arası aranır besteci olarak ün yapmış. Ötekiler ne oldu? diye sormuyorum, kesinlikle onlar da kendi çaplarında müzikle uğraşmışlardır. Büyük Bach'ın öğrencisi Anna Magdalena bile kendini kaptırıp, yaşamı boyunca Bach'ın notalarını çoğaltmış. Piyano başında resmi yapıldığına göre kesinlikle piyano çalıyordu.

Bunları düşünerek hem çalıştım hem de kendimi uyardım "Çalışmadan bu işi başarmak olanaksız!"

Kalkmak üzereyken Öztekin Öğretmen geldi. Gelir gelmez de Genel Müdürün geleceğinden haberli olup olmadığımı sordu. "Belki uğrar!" dedi. Öztekin Öğretmenin niyeti, salonun alt katını, keman çalışma yeri olarak düzenletmek. "Bunu yaptırırsa Genel Müdür yaptırır!" deyip duruyor.

Paydos zili çalınca Öztekin öğretmen ayrıldı, ben de yemeğe gittim.

Yemek bugün olağan dışı güzel. Ekrem hemen:

-Gözünü sevdiğim, yaranma duygusu nerdesin? Bu birilerinde var da bende neden yok! Hüsnü'üyle ben de ekledik:

-Ben de de yok, ben de de yok! Karşı masadakiler güldüler. Ekrem'in ilk sözünü tam olarak duyamamışlar. Hüsnü tekrarlayınca Nazif Balcıoğlu Öğretmen konuştu:

-Ne mutlu size ki genç yaşınızda bu sırrı keşfetmişsiniz. Bendeniz bunu yıllar sonra feleğin sillesini yiye yiye anlayabildim. Cemil Toygar ekledi:

-Boynuz kulağı geçermiş! Aysel Öğretmen, ince, çok zarif gözlüğünü düzelterek sordu:

-Sizler ne konuşuyorsunuz kuzum? Yelkenleri açmış, pupa yelken gidiyorsunuz! Ekrem:

-Bu pupa yelken gitmeyi hep duyarım ama ne mene bir söz olduğunu öğrenemedim, bana açıklar mısız? Ekrem Cemil Toygar Öğretmene baktı:

-Türkçe konusunda Bilge Öğretmenlerimiz varken bana söz düşmez! Cemil Toygar Öğretmen:

-Bunun, Türkçe Öğretmenliğiyle ya da bilgelikle bir ilgisi olmasa gerek, bu düpedüz, denizci, gemici diliyle konuşma. Benimse ne denizim ne de gemilerim var. Denizi, gemileri olanlara sorun! Nazif Balcıoğlu Öğretmen olaya değişik baktığını söyledi:

-Sözün tümü bir deyimdir. Deyim bir mesleğin ya da değişik bir alanın özel anlamını taşıyabilir. Ancak burada deyim değil bir söz işi karıştırıyor. Biz Türkçe öğretmeni olarak burada deyimi özel kabul etsek de pupa sözünü açıklamak zorundayız. Zaten sorunun hedefi de pupa sözüdür. Önümüze konan yelkenle gitmek de olunca pupa sözünün hızlı, çok çok hızlı sözü yerine kullanıldığı çıkar!

Alkışlayanlar oldu.

Kalkar kalkmaz salona gittim. Genel Müdür beklentisi içindeyim. Bölüm Başkanımız, keman kabinleri için gelecektir.

Az sonra Nebahat Öğretmen grubuyla geldi. Hemen mandolin akortlarını piyanoyla uyuşturdum. İyice alıştığımız programa başladık. Gözüm değilse bile kulaklarım kapıda. Yan gözle de saatime bakıyorum. Sonunda bir tıkırtı oldu, Ali Kılıç Öğretmen bir bayanla bir bayı getirdi, Öztekin Öğretmenin yerine oturttu. Bana da "Devam” işareti verdi. Gelenlerin önemli konuklar olduğunu Ali Kılıç Öğretmenin tavırlarından sezdim, proğramın geçen önemli bölümlerini bir daha tekrar ettirdim. Özellikle de İzmir'in Kavakları'yla Kır Atınla Geçiver Efem şarkılarını söylettikten sonra piyanoya tekrar dönerek başlangıçta çalıp söylettiğim Maman'ı çok canlı olarak tekrarlarken zil çalınca dersimiz bitti. Ayakta bekleyen Ali kılıç Öğretmen:

-Saygıdeğer konuklarımız, ünlü yazarımız Halide Edip-Dr. Adnan Adıvar'lar, oturdular, bir süre burada dinlenecekler. Kendileri böyle buyurdular! deyince koştum, önce Halide Edip'in elini öptüm, elini çekmek istedi galiba ama sıkı yakalamışım, tam çekemedi. Dr. Adnan Adıvar, elini öptürmemek için avucunu açar gibi uzattı. Ali Kılıç Öğretmen hemen gelmek üzere ayrıldı. Halide Edip, elini neden öptüğümü sordu. Sinekli Bakkal'la Vurun Kahpeyi kitaplarını okuduğumu, ayrıca Türkçe Derslerinde sık sık adının geçtiğini anlattım. Okuduğumu söylememe karşın nedense Sinekli Bakkalı okuyup okumadığımı sordu. Okuduğumu, ayrıca özetini çıkardığımı söyleyince, bu kez de “içindeki şahısları nasıl buldun?” diye sordu. Çoğunun tiplerini unutmadığımı ancak Peregrini'ye kendimi benzettiğimi, onun Batı müziği içinde yetişmesine karşın Doğu müziğine gönül vermesi gibi Doğu müziği içinde yetişmeme karşın Batı müziğine gönül vermemin benzeşikliğini anlatım. Başka? deyince Peregrini'nin bir Mevlevî Dedesi gibi benim de müziği çok iyi bilen bir Bektaşi dedem olduğunu söyleyince gülümseyerek:

-O kim oluyor? diye sordu, "Vahit Lütfi Salcı Dede” dedim. Halide Edip, eşine dönerek eliyle “bizim Vahit!” dedi Adnan Adıvar sordu “nerdeymiş o şimdi?” Ben hemen:

-Şimdi Kırklareli'de, mektuplaşıyoruz! dedim. Halide Edip, “tanışırız, çok girgindir, bizim neslin haşarı gençlerindendir, sürgünlere gitti.” Adnan Adıvar:

-“Bizim gibi…” diye ekledi.

Halide Adıvar, “piyano çalıyorsun herhalde!” deyince piyanoya gidip, Für Elise ile Türk Marşını çaldım. Öztekin Öğretmen heyecanla geldi. Öztekin Öğretmen de ellerini öpmek istedi, öptürmediler. Öztekin Öğretmen kendini tanıttı. Halide Edip beni gösterdi. Öztekin Öğretmen birinci sınıftan 2. sınıfa geçtiğimi söyledi. O öyle deyince Halide Edip piyano çalışımı beğendiğini söyledikten sonra günde kaç saat çalıştığımı sordu. Benden önce Öztekin Öğretmen:

-Günde 12 saat çalışıyor! deyince Halid Edip bana dönerek:

-Aman Allahım, günde 12 saat, sen hiç dinlenmez misin? Öztekin Öğretmen coşkulu bir sesle karşılık verdi:

-Sizin Kurtuluş Savaşı'mızda gösterdiğiniz kahramanlık, geçirdiğiniz uykusuz geceler; çektiğiniz acıların yanında bizim yaptığımızın sözü mü edilir? İbrahim'e gelince, onun şimdilik bana göre hiç değilse 4 saat dinlenmesi var. Bir de bana sorun, benim günlük mesaim 16 saattir. 8 sekiz saat uyku dışında tüm öğretmen arkadaşlar gibi her an görev başındayım. İki yıl sonra o da benim gibi 16 saat grubuna geçecek!

Dr. Adnan Adıvar söze karışarak:

-Yüksek tempolu bir çalışma nizamı! Halide Edip Adıvar bu kez de:

-Buna rağmen kitap okuma fırsatı bulmuş, benim kitaplarımı okumuş olması, onun okuduğuna güzel bir işarettir. Öteki kitabımdan sormadım. Onu okuduğuna göre daha dikkat kesilmiştir. Çünkü onun kahramanı bir öğretmendir. Meslekdaşlarının onu okuması pek tabiidir. Öztekin Öğretmen de:

-Onlar buraya okuma konusunda oldukça hazırlıklı geliyorlar. Orta Bölümlerde mecburi kitap okuma saatleri vardır. Beni göstererek:

-Ayrıca İbrahim'in kendine mahsus hususiyetleri vardır. Bir kere çok güçlü bir hafızaya sahiptir. Siz ona herhangi bir konuda soru sorsanız, o konuda başkalarının söylediklerini de katarak tafsilatlı karşılıklar verir. Halide Edip Adıvar güldü:

-Kitabımdaki şahısları, bir çok tanıdığın teferruat kabilinden sayıp önemsemediği, benimse özellikle konuya eklediğim frenk kahramanım Peregrini'yi bana anlatmasından bunu anlamıştım.

 

Halide Edip Adıvar

 

 

Dr. Adnan Adıvar

 

Dr. Adnan Adıvar söze karıştı:

-Zekâ, bulunduğu beyinde mahsur kalamaz, bir yolunu bulup "Ben varım!" der. Halide Edip, “romandaki kahramanlardan başka kimleri tanıdın?” diye sordu. Ben de önemli önemsiz, aklıma gelenleri sıraladım: "Sabitbeyağabey, İmam, Mevlevî Şeyhi, Tevfik, Selim Paşa, Paşa oğlu Hilmi, Rabia… Vurun Kahpeye'de Öğretmen Aliye, Tosun Bey, Hacı Fettah, Yunan subayı Damyanos” derken Okul Müdürü ile Ali Kılıç Öğretmen geldiler. Okul Müdürü daha önce konuşmuş, vasıta hazırlatmış. Eğilerek, "Buyurun Efendim, inşallah yolda rahat edeceksiniz!” diyerek davette bulundu. Halide Edip, bana bakarak:

-Derecesiz memnun oldum, muvaffakiyetler seninle olsun! Yeni bir kitabım çıkacak, okumanı isterim. Bunda müzisyen yok ama seveceğin insanlar olacak! deyip gülümseyerek yürüdü. Dr. Adnan Adıvar ise sadece"Alasmarladık!"dedi.

Arkalarından bakarken, uzun süre bir arada kalmış, yakından tanıdık insanlardan ayrılmış gibi üzüntü duydum. Birden aklıma, Halide Edip Adıvar sözü edilince Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığı Halide Edip gözümün önüne geldi. Sultan Ahmet, Büyük Mitingi'nde söylediği uyandırıcı sözlerle yüzbinleri coşturan Hatip Halide Edip, Kurtuluş Savaşı boyunca savaşı ön çizgilerde izleyen, Atatürk'ün, Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın O'nu Kurtuluş Ordusunun bir parçası sayıp Onbaşı rütbesiyle onurlandıran tarihsel olaylar içinde düşünerek ayrılışının arkasından ağlamaklı baktım kaldım. "Keşke bunları söyleyebilseydim!” Bölüm Başkanım Mehmet Öztekin Öğretmenin söylediklerini söylendiği sıra takdir etmiştim, şimdi ise az, az değil çok eksik bulup sinirlendim. Sinekli Bakkal üstüne söylediklerimi de, söyleneceklerin minicik bir bakıma kıydırık bir parçası sayıp kendime de kızdım. "Ne zekâsı, ne okumuşu?" diye sorup, neler söyleyebileceğimi içimden sıraladım. Örneğin, Osmanlı Sarayına sırtını dayamış Selim Paşa ile, kara cahil ama tüm bir mahalleyi elinin içinde tutan İmamın terazinin iki kefesinde eşit ağırlıkta gösterilmesi, geri kalmışlığın nedeni olarak nasıl da ustalıkla belirtilmiş. Selim Paşa köken olarak ne mene biri olduğu özellikle belirtilmemiş. Çünkü Osmanlı’da paşalar, birileri "Paşa!" deyince paşa olur. Paşa olan, o türlü paşalar, biricik oğullarını bile, kendisini paşa yapanlar için sürgün edip yaşamından atabilir. O paşalar, kızları, hatta torunları yaşındaki kızlara gönül bağlamış görünerek isteklerine kurban edebilirler. Tarihimiz yazmaktadır. Odun kıran gösterişli delikanlı Baltacı Mehmet, "PAŞA!" oluvermiştir. İstanbul'daki, (neresinde tam bilmiyorum ama söyleyenin dürüstlüğüne güvendiğimden yazıyorum) Hocapaşa Camisi bu tür paşaların en sağlam kanıtıdır. Olay ilginçtir, anlatmak istediğimi daha net açıklamak için en inandırıcı belge olduğundan anlatacağım. Osmanlılar Dönemi'nde bir zaman; Hacca giden bir kişi, sağ salim, memleketine dönerken yolu İstanbul'a düşmüş. İstanbul'un Topkapı Sarayı taraflarında ucuz semtlerinden birinde dinlenirken, bir gece zaptiyeler gelip soru sual etmeden adamı alıp Saraya götürmüşler. O gün Sarayda önlenemez bir anlaşmazlık nedeniyle bir önemli damat eşi, Sultan x'e "Boş ol!" demişmiş. Geleneğe göre özellikle de dinsel yaptırımlar karşısında damatla Sultan'ın bir arada kalması söz konusu değildir. Tek çıkar yol, hulle. Sultanın bir gece bir başka erkekle birlikte olması gerekir. Bu erkeğin tanıdık olmamasına özen gösterilir. Bu nedenle zaptiyeler o gece bir yabancıyı alıp getirmişlerdir. Getirilen hacıya durum anlatılır. Hacı, zorunlu da olsa bir gece Sultan yatağında yatar. Sabah olunca hacı damat yola hazırlanırken gelin sultan boynuna sarılır:

-Gitmeyeceksin, nikâhımız sürecek! der, Hacı damat şaşırmıştır. İlgililer gereğini yaparlar, Hacı Damat o saat HACI PAŞA olmuştur. Hacı Paşa bir süre sonra, kendisini gelip saraya götürdükleri yeri buldurup satın alır, o uğurlu yere bir cami yaptırır. Cami günümüzde de işlevini sürdürmektedir. Ancak adı ilk söylendiğinden biraz değişiktir. Hacı Paşa Camisi değil Hoca Paşa Camisidir. Çünkü o dönemde Paşalıkla Hacılık "uyumlu (!)" görülmemektedir.

Halide Edip Adıvar, bunları anlatmıyor ama o dönemin paşalarının, olaydaki paşadan farklı olmadığını dolaylı olarak kanıtlıyor. Herhangi bir mahallede debdebe içinde ancak görgüsüzlük üstünden aka aka yaşıyor.

Sinekli Bakkal kitabını bir daha belleğimde karıştırdım;"Güzel ama topuyla güzel!" İçindeki kişileri ayrı ayrı düşününce hiç birisi tek başına kalıcı olmuyor. Örneğin Tolstoy'un Kreutzer Sonat'ındaki Trahaçevsky ya da öteki romanlarının, Harp ve Sulh, Basubadelmevt'in Kazaklar'ın, Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah'ında, Gorki'nin kitaplarında geçen kişiler gibi bütünlemesine kişiler yok. Maxim Gorki'nin Benim Üniversitelerim'deki Gilda'yı, Dostoyevski'nin Beyaz Geceler'indeki, Nastenka'yı, Victor Hugo'nun Sefiller’indeki, Jean Valjean'ı sokakta görmüş gibi gözümde canlandırıyorum. Oysa Sinekli Bakkal'daki kişiler yamyassı, duvardaki resim görüntüsü durumunda. Selim Paşa kişi olarak iyiden iyiye bir gölge, Peregrini de öyle. Oysa Kreutzer Sonat'taki kemancı, ya da Beyaz Geceler'de Dostoyevski'nin Nastenka'sı gözümün önünde heykel gibi üç boyutlu bir cisimsel nesne olarak duruyor. Gorki'nin Gilda'sı ise yatağında geçmişi düşlerken bile beni opera sahnelerine götürebiliyor. Bunu yapan yazarın, Gorki'nin usta kalemi. Bunları aklımdan geçirirken nedense, parça çalmaktan vazgeçip, Hanon etütlerini açtım. Düşünceden uzak, mekanik olarak ellerimle yürür gibi bir süre çalıştım. Ziya Kaplan Öğretmen grubuyla geldi, gülerek:

-Sana teslim, lütfen beni affet, eve gitmek zorundayım! Bir estafurullah!çektim.

Öğrenciler, görevlerini biliyor. Yapılan kusurlar, küçük uyarmalarla düzeltiliyor. Bugün şarkıları türküleri onlara bıraktım. Aralarında kısa bir gerilimden sonra anlaştılar. Daha çok türkü taraftarı oldukları anlaşıldı, ben de türkü seçimini onlara bıraktım. Mandolinle iki parça, Ankara Marşı ile Anadolu şarkısını çaldık. Sarı Kız, Menekşe, Giresun Kayıkları, Arpa Buğday türkülerini söyledik. Für Elise'yi çok seviyorlar, çaldım. Sevinerek gittiler. Oldukça yoğun, gelecekte ise anımsamaya değecek bir günüm daha geride kaldı! deyip gene piyanoya oturdum. Bu kez Musette'leri tekrar tekrar çaldım.

Baktım, ayaklarının burunlarına basarak Ekrem'le Hüsnü geldi. Ekrem takıldı:

-Sen çalışırken bir yandan da böyle arkandan gelenleri mi gözetirsin? diye sordu. Konukların geldiğini buraya uğradıklarını duymuşlar, "Geçmiş olsun!" dediler. Onlara da uğramışlar.

Vurun Kahpeye romanını bizim sınıfta Türkçe Öğretmenimiz Sabahat Kartekin okumuştu. Hüsnü Yalçın da anımsadı. Hüsnü güldü. O da olayın başka bir tarafını anımsadı. Arkadaşımız Fettah Biricik oldukça şakacı, ancak kendisi başkalarına takılıp gönül eyleyen türünden şakacı; başkaları ona dokunursa kolay bozuluyordu. Bu romanı okuyunca romandaki Hacı Fettah, bizim Fettah'ın çanına ot tıkadı. Bizim Fettah pısırıp susmasına karşın arkadaşlar diline doladıkları "Hacı Fettah!" adını ulu orta ortada uzun süre dolaştırdılar. Bizim Hacı Fettah'ın en çok takıldıklarından biri de Hüsnü Yalçın'dı. Sanırım biraz da o nedenle Vurun Kahpeye romanını anımsadı. Ya, işte deyip, gülümsedi, başını sallayarak, bir şeyler anımsadığını belli etti.

Arkadaşlara, daha önce dinletmediğim kısa parçalardan çaldım. Kalkınca birlikte yemeğe gittik. Yemekte demirbaş iki Türkçe öğretmeniyle bizden başka kimse yoktu. Konumuz bugünkü konuklar, Adıvarlar oldu; daha çok da ağabeylerimiz konuştular. Sinekli Bakkal'dan çok, Kalp Ağrısı, Seviye Talip, Handan, Ateşten Gömlek, Kalp Ağısı, Zeyno'nun Oğlu, Yolpalas Cinayeti, Tatarcık kitaplarından söz edildi. Onları okumadığım için dinleyici olarak kaldım.

Ek: Adıvar'lar geldiğinde sürekli olarak konuşan Bayan Adıvar'dı, eşinin susması dikkatimi çekmişti. Onun da bir yazar olduğunu, kitapları bulunduğunu duymuştum ama okumamıştım. Acaba ondan mı suskundu? Yoksa, halktan olanlarla konuşmaktan hoşlanmıyordu mu? Onun önemli bir büyüğümüz olduğunu biliyordum, Cumhuriyetin ilk yıllarında (kuruluşunda) Milli Eğitim Bakanlığı yaptığını da duymuştum. Böyleyken suskun olmasını bir nedene bağlayamamıştım. Bir süre sonra İlköğretim Dergisinde bir yazısını görünce koşar gibi dergiyi açıp okudum. Meğer Dr. Adnan Adıvar, o durgun bakışı altında bizim için güzel şeyler düşünüyormuş. İlköğretim Dergisinin 1-15 Ekim 1944 sayısında gördüğüm yazı çok önce, belki bizden ayrıldıktan sonraki günlerde Akşam gazetesinde çıkmış. Akşam gazetesi okumadığım için bundan habersiz kalmışım. İlköğretim Dergisinden aldığım yazıyı buraya ekledim.

 

BÜYÜK BİR İŞ
 
İsmini bilmediğim bir İngiliz muharrir (in the Light of the Knowlegde) adlı bir makalesine şöyle başlıyor: “Az bilgi hiç şüphesiz tehlikeli bir şeydir. Fakat son asırda umumi tahsil hareketini uyandıranlar az bilginin daima daha çok bilgi hevesini doğuracağına inanmışlardı. Hakikaten umumi tahsil hareketinin ilk devresinde halkın başı boş bırakılmış temayüllerini istismar eden birçok siyasetçiler ortaya çıktığı için umumi okuma hevesinden bazı endişe verecek neticeler zuhur etmişti. Terbiyeciler artık karar vermişlerdirki eksik bilginin zararına karşılık gelecek en müessir ilaç daha fazla bilgidir. İnsanlara huzursuzluk veren, onları hoşnud etmiyen şeyler hakkında gözlerin açılması bilginin kuvvet ve tesirlerinin en büyük bir ispatıdır. İlâhi bir huzursuzluk. Bir memnuniyetsizlik vardır ki onsuz hiçbir terakkiden emin olamazsınız”.
 
İlk tahsil lüzumunu birkaç satır içinde bu makale başlangıcı kadar güzel ifade etmek hayli güçtür. Bu makaleyi Ankarada tatil ayında okuduğum sırada, büyük, küçük herkes bize Hasanoğlan köy enstitüsünü görmeği tavsiye ediyordu. Bütün halkı okutmak üzere hoca yetiştirmek için kurulan bu köy enstitüleri acaba o mukaddes huzursuzluk ilâhesinin mâbetleri mi olacaktı? Bana bu temsili bütün genç köy enstitülerinin “Tonguç Baba” dedikleri ilk öğretim umum müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u tanımak ilham etti!
 
Bizi Ankara’nınn insan yapısı yeşilliğinden kurtararak Anadolu’nun Allah yapısı bozkırlarında koşturup götüren arabada İsmail Hakkı Hakkı Tonguç derin ve alçak sesiyle köy enstitülerinin başlangıcını, maksadını ve esas nizamlarını anlattı;·ve anlatırken çok kere adet olduğu gibi, lâfi uzatmadı, dağıtmadı. Mamafih bize de soracak çok şey bırakmadı. Hikâyesinde içten gelen sadelik yanında öyle imanlı bir telkin vardır ki, bu sözleri çok sene evvel bir yaz günü İngilterenin Brighton şehrinin kordonu üzerinde çimenler üstünde halka vaz'eden bir Anglikan papazından dinledigim huzur ve sükun verici sözlere benzettim. Hasanoğlan köy enstitüsüne vardığımız zaman artık köy enstitülerinin kısa tarihini biliyorduk. Arabadan iner inmez, bize binaları gösteriyorlardı: Merkez binası, dershaneler, yatakhaneler, depolar, ahırlar, bir de henüz bitirilmemiş olan bir küçük kolizeum. Meşrutiyeti müteakip Avrupaya yürüyüş eden meşhur muharrirlerimizin yazdıkları makale ve seyahatnamelerde Avrupa şehirlerinin sokaklarını, parklarını, binalarını okudukça bu münevverlerin gezdikleri yerlerde daha baka şeyler görmediklerine şaşardım; şimdi de ben o binalardan bahsederek kendime sizi şaştıramam. Yalnız şunu söyliyelim . ki, .binaların içinde, her tarafında sadelik en son haddine indirilmiştir.
Lüksün o mahalde namı yoktur.
 
İşte enstitülerin bana sükûn veren tesiri bu oldu. Döşemesi benzetme, sakinleri benzetme bir müesseseye girmiş değildim. Bizi karşılıyan genç hocaların hiçbirisinin göğüs cebine itina ile katlanmış bir süs mendili sokulmuş değildi; hiçbiri “iki büklüm” bir reverans yapmadı. Anladık ki vakur ve nazik bir modern Türk yurduna giriyorduk. Bize o sabah saatinde bir musiki dersi dinlettiler. Çok isterdim ki bu kadar hususî bir sanat şubesi yerine benim de kolaylıkla anlıyacağım umumi kültür şubelerinden birini dinleseydim; fakat misafir her vakit umduğunu bulmaz.
Yüz kadar köy çocuğunun dört köşe masalar başında toplandığı, duvarları kendileri tarafından yapılmış resimlerle süslü salona girdiğimiz vakit, boynuna armoniğini asmış genç musiki hocası, gözlerinde aydınlık mavi Ege denizinin pırıltısı, dilinde o kıyıların cana yakın şivesiyle dersine başlamıştı. İşte bu ders esnasında burnumun duyabileceği bütün kokuları bastıran bir koku, kulaklarım ve gözlerimin yoliyle bir koku aldım:
 
Memleketin türlü türlü yerlerinden gelmiş bu köy çocuklarında yabancılar karşısında, o sıkılganlık adı verilen meskenetten, hocada misafirler karşısında talebeyi isim tasrih ederek derse kaldırıp onlara muvaffakiyet göstermek yapmacığından eser yoktu. Hocanın sorduğu suallere her istiyen sıra ile cevap veriyor ve bilhassa arkadaşlarının yanlışlarını gayet terbiyeli ifadelerle tenkid ediyordu. O salondan dönerken kız ve erkek talebenin beraberce çalışıp yaptıkları "kolizeum"u tekrar gezdik. İsterdim ki bina o gün bitsin, granit taşından kırmızı basamaklara oturayım, gençlerin oyunlarını seyredeyim.
 
Çok basit bir sofrada nöbetçi talebeler biz yaşlıları şefkatle, nezaketle ağırladılar. Yemekten sonra büyük holde Hasanoğlan enstitüsünün seyahate çıkmamış talebesiyle tatil seyahatine çıkarak bu enstitüye misafir olmuş diğer enstitü talebesi toplanmıştı. Bize pek ölçülü bir program içinde şarkılar söylediler; bu şarkılar arasında Santa Lucia değil, Ankara bölgesinin meşhur “çakır beyaz Ayşe"si vardı. Oyunlar da Fatiş’le Memiş’in hep beraber iş esvabiyle oynadıkları memleket oyunları idi. Sonra bir genç kendi şiirlerini okudu. Bu şiirlerde dinliyenleri mestetmek için elele konulmuş gibi romantik heyecanlar yoktu. Bir diğer genç pek tabiî olduğu için pek kuvvetli olan mizahî parçalarını okudu. Bütün program boyunca kimsenin somurttuğunu görmedim; fakat kimse de lüzumlu, lüzumsuz kahkaha atmıyordu.
 
Bu temaşayı seyrederken düşündüm; bu güzel müesseselerin başardığı işlerden memleketin bir milyona yakın toplu nüfusu, yani İstanbul halkı haberdar değildir. Sonra hayalimde bu gençlere, Taksim Belediye gazinosunda, Beyoğlunun, Sişlinin smokinli, dekolteli, yaz, kış kürklü, incili, boncuklu zengin kalabalığı karşısında bol pantalonlu iş esvaplariyle aynı programı tekrar ettirdim ve hayal buya, tam bu sırada, kapı aralığından garplı bir mütefekkiri bu manzaraya bir göz atmağa davet ittim. O bana “Burası ne tuhaf, operet aktörleri ve aktrisleri seyirci olmuş, hakikî hayat insanları oyun oynuyor” der gibi geldi.
 
Nihayet bu güzel gün sona eriyordu. Hoca evlerinden birini gezmek istedik. Bizi bir hocanın hanımı çaya çağırmak nezaketinde bulundu. Toprakla çalışmış olduğunu temasından anladığım bu kuvvetli el bize kapısının önündeki sundurmada çay ikram etti. Temiz, pak, küçücük evini, şatosunu gezdiren bir kontes vakarından daha yüksek ve samimî bir vakarla bize gezdirdi.
 
Ey, memleketin çocuklarını, ekmeğini topağından, yahut kendi elemeğinden çıkardıktan sonra köy ağasına, kasabanın tefeci sermayedarına baş eğmez milletin koyduğu kanunlara itaat ettikten sonra jandarmadan, devlete borcunu ödedikten sonra tahsildardan korkmaz başı yukarıda insanlar gibi yetiştirecek enstitülü gençler sağ olunuz!

 

***

 

Yemekten sonra arkadaşlar beni bırakmadılar. Radyoda Şiir Saati var. Biliyorlar benim zayıf tarafımı. Onlara katıldım. Ancak, Şiir saati gene geçe alınmış. Dereden tepeden konuşurken Hüsnü uyudu. Ekrem baldızlığından mektup almış. Sevinmesi gerekirken üzülmüşmüş:

-Neden kendisi iki satırla cevap vermiyor? diye sevgilisine söylendi: Nazın bu kadarı da fazla! dedikten sonra benim fikrimi sordu. Ben de:

-Çok doğal, o seni sevmese kestirir atardı, baştan kendisi için bir sınır çizmiş, en doğal olarak kardeşini araya koymuş, sevdiği için sana gönlünce naz ediyor. Bu nazı çekmeye kendini hazırla! Ekrem gülümsedi bana:

-Sen olsan bu nazı çeker misin? Çekeceğimi söyledim. Ardından da köydeki maceramı anlattım. "Bohçası hâlâ bende ama o şimdi bir çocuk annesi. Yoldan döndürüp başkasıyla evlenmesine göz yumdum. Onun ailesinin ona ihtiyacı vardı, kızına yalvaran bir babayı nasıl ortada bıraktırabilirdim? Bir bakıma benim için de iyi oldu, okul bahanesiyle köyden ayrıldım. Köye gittikçe karşılaşıyorum. Yakın komşu olduğu için iki ikiye kaldığımız da oluyor. Zaman zaman o bana, ben ona soruşuyoruz:

-Pişman mıyız? Yutkunarak cevaplasak da gene cevaplamış oluyoruz:

-Ne şişi yaktık ne de kebabı, yandıksa kendimiz yandık! deyip gülüşüyoruz. O bana sürekli iyi dileklerde bulunuyor, ben onu hiç unutmuyorum. Ancak, aramızda giderek bir başka engel dağlar gibi yükseliyor. O beni kentli, süslü püslü giyinen ya da giyinecek olan bayanlarla düşlüyor, bense onu giderek köylüleşen güzel yüzünün yanıklaşarak yabancılaştığını görme korkusunu yaşıyorum.

Söylediklerime Ekrem, sevindi ama ben üzüldüm. Benim olacağına daha çocukluğumda inandırıldığım C, şimdi böylesi konuşmalarla geçiştiriliyor. Bu onun manevi değerini zedelemez mi? Sorunun yanıtı yok.

Behçet Kemal Çağlar, çağlayarak çıktı. Besbelli kapıdan girerken daha konuşmaya başlıyor. Daha önce duymadığım bir şiirini okudu; GÜZELLEME! Çok hoşuma gitti ama nereden bulacağım? Şadırvan dergisinde yazıyormuş. Hiç görmedim, Ankara'ya inince bu kez araştıracağım. Şadırvan, su akan bir tür çeşme. Edirne, Selimiye Camisini gezerken anlatıcı, bize:

-Gelin şadırvanın hikâyesini anlatayım, dediğinde öğrenmiştim. Cami kubbesinin tam ortasında, akan sular havuzda toplanıp alttan dışarı gidiyor. Şadırvanın yan tarafında bir lale resmi göstermişti, anlatan çiçeğin aşağı doğru oluşunun adını söylemişti, Ters Lâle! Sözde oraya cami yapılması kararlaştırılınca toprak sahiplerinden yeteri kadar toprak alınmak istenmiş. Orada toprağı olan birisi, toprağını bedeliyle de olsa satmamış. Camiyi yapacak olan Mimar Sinan işi geciktirdiği için bu inançlı kişiye kızmış. Sonunda adam toprağını vermiş ama iş geciktiği için Mimar Sinan şadırvanın bir yan sütununa bu ters lâle resmini çizmiş. Ters Lâle hikâyesi aklımda kaldığı için şadırvan da birlikte belleğimde kaldı. Belki Behçet Kemal Çağlar ya da arkadaşları Şadırvan adını böyle bir hikâyeden almıştır. Çeşme, çeşme gibi ya da su gibi akan yazıların dergisi. Behçet Kemal Çağlar ara ara konuşup açıklama yapıyor. Üç şairden söz etti, üçü de Ahmet adlı, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Hamdi Tanpınar. Ahmet Kutsi Tecer buraya geldi, tanıdım. Aşık Veysel'in dostu. Ötekileri sanırım ilk kez duyuyorum.

Ekrem uyudu. Tonbergi çıtlatıp ben de yattım. Ahmet Kutsi Tecer'den Aşık Veysel'e geçtim. Yakında gelecek, bayramdan sonra!

 

7 Eylül 1944 Perşembe

 

Erken uyuyanlar, erken kalkmış, benim kalkışımı çabuklaştırmak için ikisi de:

-Biz gidiyoruz, sonra kalırsın! dediler, çaresiz kalktım. Neden gitmediklerini sorunca güldüler:

-Yalanın yararlısı mübahtır! Yararlı söz yalan olur mu? diye sordum. Ancak karşılığını alacak zamanım yoktu, koşarca Oyun Alanı'na gittim. Çakı Efe, sözün tam anlamıyla "Çakı gibi!" Baş sargısını değiştirmiş. Eğitimbaşı Şeref Tarlan geldi. Selâm verdi, sık sık gelemediğinden yakındı. Sık sık çocuk anne-babası geliyormuş. "Halk uyanıyor, gelecekte bu daha da artacak, kadroyu genişletmek zorunda kalacağız!" dedi. Eğitim sorumlusu olarak, öğrencilerden bir şikayetimiz olup olmadığını sordu. Öğrenciler için, “Bu yaramazların içinde hınzırlar vardır, sizi yabancı sayıp itaatsizliğe yeltenirler!” dedi. Benden önce Çakı Efe cevap verdi:

-Teşekkür ederiz, sizin ilk günlerdeki saygıdeğer uyarılarınız, öğrencilerimizi etkiledi, bugüne dek kayda değer bir terslik görmedik! deyip bana baktı. Ben de:

-Ayrıca tüm öğrencilerle müzik çalışması yaptığımdan kaynaşmış durumdayız! Eğitimbaşı, "Yarım elma, gönül alma!" kabilinden de olsa gerçekten hoşumuza giden bir tavır gösterdi. Çakı Efe, “Güvende ile ısınma” deyip işaretini verdi. Ondan sonra Bengi'ye geçtik. Bengi de oldukça yoluna girdi. Bengi'de falso yapanlar kolay saptanıyor. Belki ağır oynandığından belki de çok özel figürleri olduğundan diğer oyunlar gibi karmaşaya getirilemiyor. Bunu öğrenciler de anladığından, yanlış yaptıklarında kendileri belli ediyor; ya gülüyorlar ya da duraksama yapıyorlar. Çakı Efe de giderek hoşgörü ölçüsünü arttırdığını görünce "Yürü! işareti veriyor. Oyun devresine sokulacak Halay oyunları için, akşam dinlenmesinde bir grupla ön çalışma yapılacak. Bir hafta sürecek bu çalışma için benim mandolin çalışmalarım kaldırıldı. Efe benden Trakya Halayı için bilgi istemişti ben de ona Hidayet Öğretmeni salık vermiştim, gitmiş; Hidayet Öğretmen ona hem figür göstermiş hem de şekil çizerek figür örnekleri vermiş. Bizim Trakya Halayı (Horası) da devreye giriyor. Kepirli arkadaşım Yakup Tanrıkulu'nu anımsadım. İnce, kıvrak bedeniyle oldukça güzel oynuyordu.

Kahvaltıda bayan öğretmenlerden Halide Edip'i göremeyenler üzülmüşler. Bedia Öğretmen bana:

-Sana küstüm, o bizim çok sevdiğimiz bir yazar, öncü Bayan Öğretmendi, bize bir haber iletseydin! diye sitem etti. Ben de, tepeden inme bir olay karşısında kalınca düşünme yetimi kaybettiğimi anlattım. Aysel Öğretmenle Ziya Öğretmenin eşi, öteki öğretmen eşleri haberleşip konuklarla konuşmuşlar. Hiç kimseye görünmeyen Müdür Rauf İnan'ın eşi Bayan İnan bile hoş geldine çıkmış.

Ekrem bana yardımcı oldu; benim adıma:

-Bir daha geldiğinde ilk olarak size haber verecek, sonra oturup piyano çalacak! dedi. Herkes gülünce tartışmaya yönelen sözler gene şakalaşmaya yöneldi. Gene Ekrem, bu kez de:

-Başka yazarlar da gelecektir, kim gelirse size haber versin? diye sordu. Cemil Toygar Öğretmen biraz sitem kokan olasılığı söyledi:

-Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Rezzan Yalman, Sabiha Zekeriya… Cemil Toygar saymayı sürdürecekti, bayanlar bir ağızdan:

-Sayma yorulursun, onlar gelince halsiz kalırsın dediler. Cemil Toygar Öğretmen geldiğinde beri böylesi bir tepkiyle karşılaşmamıştı; oldukça renklendi.

Kahvaltıdan sonra kitaplığa uğradım, Bella'nın olacağını sanıyordum. Olmadığını görünce salona indim. Merdivenlere ayak basarken piyano sesi geldi. Dinledim altta mı, üste mi? Alttan geldini anlayınca sevindim:

-Bella burada! Hemen piyanoya oturdum. O Besame Mucho, ben Mendelsshon Düğün Marşını çaldım. Ses çıkmayınca Türk Marşı'na geçtim. Bella çıktı geldi:

-Nerdesin?

-Sen nerdesin?

-Ben buradayım!

-Ben de buradayım! Uzatmadım, kitaplıkta aradığımı, oraya geleceğini düşünerek beklediğimi anlattım. O da aynı sözleri söyledi. Sabahattin Emmi'siyle gelmiş, bir hafta buradaymış, haftaya gidecekmiş. İçimden sevindim, Nebahat'la rahat gideceğiz (giderse). Bella, Ankara'ya gidip gitmeyeceğimi sordu. Gideceğimi söyleyince ablasına uğramamı istedi, "keyfimin yerinde olduğunu söyle!" dedi. Aynı sözleri tekrarladım. Gitti, Dansa Davet'i pikaba koydu. Masaya oturup sessizce dinledi. Ben de piyano başında oturarak dinledim. Plâk bitince:

-Bunu da ablana söyleyeceğim, pikaba plâk koyup dalıp gidiyor, sonra da neşeden söz ediyor! diyeceğim.

-O zaman yalan söylemiş olacaksın. O tür yalanları yalancı insanlar yapar, sen yalancı mısın? diye sordu. Ben de:

-Onu sana sormalı;"Sence ben yalancı mıyım?"

-Sen kendin, kendini yalancı ettin, bana diyecek söz bırakmadın!

Sözümü geri aldığımı söyledim. Sinemalardaki filmleri sordum. Fantazia gene oynuyormuş. 3. kez izlemiş, bana da salık verdi; "İzledikçe daha çok seveceksin!” dedi. Bella konuşurken, onun doğru düşündüğünü, hile bilmediğini anladım. Oysa ben hep kendimi düşünüyorum. Şimdi konuşurken bile ondan gizlice plân kurduğumu bilse bir daha yüzüme bakmayacağını bile bile bunu yapıyorum. Burada büyük ablamın bir tembihini anımsadım. Ablam kendi diliyle kendi düşüncesini bana aktarmıştı. Lüleburgaz panayırına gelmişlerdi. Panayır yakınında köylerden gelen arabalara bir alan ayrılmış bizim araba da orada duruyordu. Okuldan izin alıp ablama gelmiştim. Ben ablamla konuşurken az ileride bir arabada iki çarşaflı bayan yüzlerini açarak bize baktılar. Ablam:

- Saatlardır ben buradayım, bunlar bana bakmamıştı sen gelince yüzlerini açtılar. Herhalde seni tanıyorlar! dedi. Çarşaflı insanların beni nereden tanıyacağını sorduğumda ablam, “Onlar, komşu köyümüz Hamidabatlı, senin emsalin. Çarşafa bürünmüş olabilirler” deyince ben:

-“Benim arkadaşlarım beni çoktan unutmuştur!” deyip kestirip atınca ablacığım adeta iç çekerek:

-“Kadın kısmının bambaşka düşünceleri vardır, erkekler bunu pek bilmez. Bunların bakışlarından bunu anladım, hiç değilse onların biri seni tanıdı!” demişti. "Kadın kısmı başkadır!" sözü kulağımda çınladı.

Konuşma biçimini değiştirdim, öğle programımdan sonra kitaplığa gelip yazı yazacağımı söyledim. Bella sordu, “ne yazısı?” Anlattım; "Ben yazayım!” dedi. İçimden çok istedim ama, kesinlikle razı olmaz pozunda görünerek:

-Ben tamamını değil de yer yer beğendiğim yerlerini seçeceğim! diyerek mantıklı bir sebep öne sürdüm. Amacım o varken kitaplığa gitmekti. Nebahat görürse belki kıskançlık duyarak biraz daha yaklaşır diyerek kendi kendime plânlar kurdum. Bella inandı. “Beklerim!” deyip ayrıldı.

Bella gidince musette'leri dikkatli dikkatli çaldım. Faik Canselen Öğretmen'in Bach titizliğine uygun bir ödev vermeyi düşleyerek yemeğe dek çalıştım.

Yemekte gene dünkü konuklar, okulumuza onlar düzeyinde başka kimler geldiği soruldu. Özellikle Genel Müdür Hakkı Tonguç'un onlarla gelmiş olmasına bir özellik diye bakanlar oldu. Ben de daha önce Eski Yüksek Öğretim Müdürü, şimdi Sivas Millet Vekili olan Reşat Şemsettin Sirer'i öne sürdüm. Onun eski arkadaşı, birlikte kitap yazdıklarını, kitaplarının kitaplıkta olduğunu, Almanya'da Maarif teşkilatını anlattıklarını hatırlattım. Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, gelmiş olan başka yazarlar sıralandı.

Nebahat Öğretmenin grubu geldi, Nebahat her zamanki gibi başlarında. Kurduğum plânı düşündüm, tutacak mı acaba? Öğrencilerin hevesli çalışmaları bir an her şeyi unutturdu. Güzel çalışmalar, kafamdaki karışık konuları unutturuyor. Gene de arada gözüm, Nebahat'a takılıyor, yarın ona yapacağım numaraları gözden geçiriyorum. Çalışma çabucacık bitti. Çocuklar çıkınca Nebahat azıcık yavaştan alır, söyleyeceğini söyler. Gene yaklaştı:

-Yarın gelemiyorum, kusura bakma! deyince afalladım:

-Neden? Bana mı gücendin?

-Hayır, arkadaşlara yalan söylemekten utanmaya başladım. Ayrıca teyzem buradayken arkadaşlar "Hoşgeldin!" için geldiğinde teyzem, haftaya Kızılca Hamam'a gideceklerini söyledi. Arkadaşlardan Kızılca Hamam'ı görenler benim de gitmemi önerdiler. Ben şimdi arkadaşlara nasıl “Teyzeme gidiyorum!” derim?

Neden buysa, haklıydı. Haklısın, haftaya gideriz! dedim.

-Belki! deyip ayrıldı. Haklı buldum ama gene de bozuldum. Yalnız kalınca azıcık sıkıldım ama toparlanarak bir süre musette savaşı yaptım. Hiç değilse Faik Canselen Öğretmen'den papara yememeliyim! diye kendimi uyardım.

Azıcık gecikerek Kitaplığa gittim. Bella harıl harıl kitaplık düzenliyor. Neredeyse sıra dergilere gelmiş. Bana,

-Dergilerini çabuk bul, kayda geçerse imza karşılığı alacaksın! dedi. Ben de:

-Sen de sonra piyanoya şartlı oturursun! dedim. Bella sözümü ciddiye aldı, bir "Aaa. . a!" çektikten sonra:

-Ben buraya şartlı geldim zaten! dedi. Üzüldüm! “Şaka şaka, şaka söyledim, dergiler için de kitaplar için de imza vermeye hazırım; onlar benim işime yaradıkça imzadan neden çekineyim!” dedim. Bella da; "Şaka şaka!"dedi.

Varlık’ları karıştırdım. Akşam Behçet Kemal Çağlar’ın sözünü ettiği Ahmet adlı şairlerden Ahmet Kutsi Tecer dışındakileri merak etmiştim. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas.

16/31942 tarihli Varlık'ta Ahmet Hamdi adlı birinin şiirini buldum. Dergideki nota bakılırsa şiir daha önceki yıllarda da bu dergide çıkmış. Öyleyse Soyadı Kanunundan önce yazıldığından soyadı yoktur. Şiiri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sayıp aldım.

 

Ne İçindeyim Zamanın
 
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmış akışında.
 
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
 
Başım, sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim, muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
 
Kökü bende, bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

 

Ahmet Hamdi Tanpınar (*)

 

(*) Tanpınar, sonra eklenmiştir.

 

Ne rastlantı, 1 Ağustos 1942 218 sayılı Varlık'ta Ahmet Muhip Dıranas'ın da bir şiirini buldum. Fahriye Abla! İlginç bir isim, ilginç bir şiir. Bu adı hiç duymamıştım; daha nelerle karşılaşacağım!

 

Fahriye Abla
 
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
O afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen;
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin o ak pak gerdanınla
Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla!
 
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede;
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla,
Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla!
 
Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı;
İçini gıdıklıyordu bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin,
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin,
Açık saçık türküler söylerdin en fazla,
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye Abla!
 
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi halâ bu ilk kocanda mısın?
Halâ dağları karlı Erzincan'da mısın?
Bırak genmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtıra kalan şey değişmez zamanla
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye Abla!

 

Ahmet Muhip (Dıranas) (*)

 

(*) Dıranas soy adını ben ekledim. Şiir, ilk kez 1935 yılında Varlık’ta çıkmış. Soyadı yasasından sonra Ahmet Muhip adına Dıranas eklenmiştir. Fahriye Abla şiiri, benim okuduğum şiirler içinde bir güzel için yazılan ilk şiirdir. Daha önce güzellere yazılmış çok şiir okudum ama bu denli ayrıntıyla anlatım olmuyordu. Örneğin Karacaoğlan, Aşık Ömer, sevgililerini anlatırlar ama yalın bir anlatımla geçiştirirler. Serveti fününcular, onlardan sonra Rıza Tevfik de güzeller için yazmıştı. Bence Fahriye Abla, hepsinden öne geçmiş, anlatılanı okuyanın gözüne capcanlı olarak çıkarmıştır.

Şiiri yazınca Bella'ya okudum. Dikkatle dinledi. Nasıl bulduğunu sordum. Duraksadıktan sonra:

-Seviyorduysa neden onunla evlenmemiş? Bence onunla gönül eğlendirmiş, baksana, "Hâlâ ilk kocanda mısın?” diye soruyor. Demek, ona güveni yokmuş, gönül eğlendirmiş. Yazdıklarıyla över gibi yapıyorsa da onu, başkalarına iyi tanıtmıyor. Ben bu şiiri sevmedim! deyip elinin tersiyle salladı. Bella'nın tepkisini anlayamadım. Yanlış bir etki bırakmamak için hemen konuyu değiştirdim. “Fantazya gene gösteriliyor demiştin, öteki filmleri biliyor musun?” Bella, “Mazurka oynuyor, onda da müzik var, seversin!” dedi. İlköğretimdeki yazıyı göstererek neden yazdırmadığımı anlattım:

-Yazı çok uzun, okuyarak bölümler seçeceğim, zaten acelesi yok! Kendi kendime konuşur gibi bir süre söylendim. Bella nedense birden suskunlaştı. Ayrılırken, ablasına uğramamı, kendisinin rahat olduğunu söylememi istedi. Buruk olarak ayrıldım. Neler umarak gitmiştim, nasıl ayrıldım? Salona dönünce, Dansa Davet plâğını koyup dinledim. Bella'yı bekler gibi kapıya baktım. Faik Canselen Öğretmenin sesini duyar gibi oldum:

-Bunu biraz daha pişirelim! Piyanoya oturup sakin sakin musetteleri tekrarladım.

Teyzesi Kızılcahamam'a gitti, Nebahat'tan oldum, Fahriye Abla okudum, Bella küstü. Bari Faik Öğretmenden de papara yemeyeyim, diyerek kendimi toparladım. Yemekten sonra da arkadaşlarla olmaya karar verdim.

Yemek zili çalınca notalarımı toplayıp Kulübeye bırakıp yemeğe gittim. Abdülrezzak Öğretmen nöbetçi, bizim masaya oturdu, yemek yemedi ama konuşmalara katıldı. Daha önce konuştuğumuz Gazi Eğitim Enstitüsü üstüne konu açıldı. Orasının, tüm Türkiye’deki ortaokullara, sanat okullarına öğretmen yetiştirdiğini, Cumhuriyet Döneminin eğitim açısından yüz akı olduğunu söyledi. Binasının bile örnek olduğunu söylemesi, Ekrem'i kızdırdı. Ekrem:

-Parayı verseler, babam da yapar, Gelsin Mimar Kemal, burada da yapsın! deyince Mimar Kemal'in öldüğü öne sürüldü. Ekrem:

-Biliyorum, bizim Yapı Tarihi derslerimizde adı çok geçer. Etnoğrafya Müzesini, Halkevini, İlk Büyük Millet Meclisi'ni (Eski Türkocağı) Halkevini, Dışişleri Bakanlığını, İstanbul'da bir çok binanını planlarını çizen mimar.

Fazla tartışmaya girmeden ayrıldık. Arkadaşlar beni rahat gördüklerinden, özür dileyip yataklarına serildiler. Tonbergte solo şarkılar (plâktan) Mefharet Yıldırım, Rüzgâr Uyumuş, Safiye Ayla Sarı Kurdelem Sarı, Münir Nurettin Selçuk Kalamış, Müzeyyen Senar Şahane Gözler, Hamiyet Yüceses Bakmıyor Çeşmi Siyah, Yesari Asım Ersoy Yalova'nın Şen Kızı şarkısını söyledi.

Arkadaşlar hafiften dem çekmeye başlayınca tonbergi susturup, bu gece rahat uyuyamayacağım kaygısı içinde ben de yattım. Yatınca korktuğum başıma geldi. Önce Nebahat, oldukça donuk karşımda durdu. Bana bakmıyormuş gibi durmasına karşın bakıyordu. O susunca ben de sustum. Bu kez Bella çıktı. Bella, cıvıl cıvıl konuşuyor. Ne dediğini anlamıyorum ama, dudaklarının oynayışından konuştuğunu, gamzelerinin küçülüp büyüdüğünden güldüğünü anlıyorum.

 

9 Eylül 1944 Cumartesi

 

Yatarkenki kaygıma karşın oldukça rahat uyumuşum, dinlenik olarak kalktım. Her zaman beni uyandıran Ekrem'i bu sabah ben uyandırdım.

Çakı Efe, "Halaylara başlayacağız” demişti ama gününü kesin söylememişti, karşılaşınca, “önce bir Arpazlı, arkasından Timurağa denemesi yapalım!” dedi.

Çakı Efe ortaya geçip işaret verince Arpazlıyı çaldım. Arpazlıya biraz ara verilmişti, dökülmeler oldu. Bir iki uyarmadan sonra dizi toparlandı. Oyun bitiminde Efe kısa bir açıklama yaptı. Bu bir denemeydi. Timurağa başlayınca öğrenciler neşelendi. Bu oyunu hepsi biliyor. Daha doğrusu onlar "Biliyorum!" sanıyor. Efe oyunu yarıda durdurdu. Koyduğu kuralları açıkladı. O kurallara göre oyun başlayınca durum değişti. Kendince coşmalar, açıkçası yılışmalar, gösteri türü davranışlar ortadan kalktı. Bir iki uyarıdan sonra güzel bir Timurağa ortaya çıktı. Programı iki oyunla bitirdik ama Timurağa, sabah oyunları arasında yerini aldı.

Oyundan sonra ben gene Ankara yolculuğuma döndüm. “Selvi gibi umutlar, döndü birer iğdeye-Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğin Niğde'ye!” deyip Namdar Rahmi Karatay'ı anımsadım. Bununla kalmadım. "Sen bir garip Çingenesin, nene gerek telli zurna!" şiirini de okudum.

Neyse ki kahvaltıda bizbizeydik. Arkadaşlar, "Ankara'ya selâm!" dediler. Ayrıldık. Tren nedense çok kalabalıktı. Ankara'ya ayakta gittim. İyi ki Nebahat gelmemiş, sıkılacaktı. Kalabalığı sevmediğini sık sık söylerdi. Kurtuluş’ta indim. Konservatuvara girerken Faik Öğretmen, adımı söyledi. O da köprü tarafından geliyormuş, bekledim, kapıdan birlikte girdik. Alt kattaki bir odaya girdik. Faik Öğretmen çok olumluydu. Hasanoğlan'ı özlediğini söyledi, Öztekin Öğretmeni sordu. Plak dinleyip dinlemediğini sordu. Yeni çalışmasından bir parça çaldı. Sonra da gülerek:

-Haydi bakalım yeter bu kadar ısındırma! deyip beni oturttu. Musette 1'i çaldım, hiç ses çıkarmadan 2. ciye geçirdi. Onu da aynı şekilde çaldım. Faik Öğretmen gülümseyerek:

-Mekanik olarak güzel, ancak parmaklar, piyanoya ruh veremiyor. Bu senin suçun değil, seni bu işe geç başlatanların suçu. Daha doğrusu karışık bir iş. Bundan kurtulmak senin elinde, çok çalacaksın. Piyano çok çalınırsa çalana ısınır. Ödev olarak ödevini yapmışsın. Gel seninle yeni bir anlaşma yapalım. Şurada, anlaşmamıza göre 20 günümüz kaldı, ondan sonra dersler başlayacak. Bu nedenle parça çalıp geçmeyelim, verilen parçaları, içinden gelerek çalış. Hafta sonu gene gel, irtibatımız olsun. Ben buraya nasıl olsa geliyorum. Benim buradaki görevim başladı. O nedenle sen beni düşünme, geçtiğimiz parçaları bir kez daha elden geçirelim. Göreceksin, bu sana çok yarayacak.

Yüzüme baktı, olumsuz bir tavır mı sezdi yoksa kendiliğinden mi öyle düşündü; “Gel şimdi sen bana, çalmak istediğin iki parça çal. Ondan sonra benim demek istediğimi daha iyi anladığını ben de anlamış olacağım.”

Beethoven, Für Elise ile Menuet'ini çaldım. Menueti Faik Öğretmen vermemişti, sevdiğim için ben çalışmıştım. Für Elise'i beğendi. Menueti tekrarlattı. Son bölümdeki kusurlarımı çalarak gösterdi. Sonra da:

-“Bak işte benim söylediklerimi sen kendiliğinden yapmışsın. İnan ki burada ulaştığın noktaya musettelerde ulaşamıyorsun. Anlaştık mı?” diye sorunca gülümseyerek, anlaştığımızı söyledim. Teşekkür ettim. Birlikte çıktık. Tam kapının önünde Muazzez'le karşılaştım. Görmezden gelip geçecektim. Gerçekte çok konuşmak istememe karşın o umursamaz düşüncesiyle duraksarken Muazzez bir "Aa!" çekerek “sen buradasın!” deyip, dün Isparta'dan döndüğünü, Isparta'nın buradan serin olduğunu, beni gördüğüne sevindiğini sıraladı. Yeni oyunlarına da beklediğini söyledikten sonra, Faik Öğretmen de "Merhaba!" deyip hatır sordu. Karşılıklı iyi günler dileyerek ayrıldık. Faik Öğretmen, nerden tanıştığımızı sordu. Merakla durup dinlediğini görünce anlattım. Bir başka tanıdığın tanıştırdığını, onu yanında bir kaç kez merhabalaştığımızı, geziye çıktığımızda da Isparta'da karşılaştığımızı, beni operaya çağırdığını, böylece... derken Faik Öğretmen"Vefalı davrandı! diyorsun!” deyip güldü. Faik Öğretmen:

-Muazzez, operamızın yetiştirdiği, billur sesli, geleceğin parlak yıldızlarından biridir. Bir noktaya dikkatini çekmek isterim. Buranın değişik bir havası vardır. Burası da bir okuldur ama öteki okullara benzemeyen bir yanı vardır. Burada değerli kızların hemen hemen hepsinin bir hayranı bulunur. Seçtiklerine sırım sırım sarılırlar. Muazzez'in de biraz da dik kafalıca bir konuştuğu vardır. Ne demek istediğimi anlamışsındır. Çirkefe taş atmış olmayasın! Güldü:

-Temkinlisin biliyorum ama, Muazzez çok güzel, çok cana yakın biri, insan aldanıverir. Haydi hayırlısı, Öztekin'e çok selâm! deyip ayrıldı.

Konservatuvardan çıkınca son kez Muazzez'le konuştuğumuz köşeyi anımsayarak yolun sağına baktım. Sanki o köşede Muazzez duruyormuş gibi gözlerim araştırdı. Köşeyi tanıdım. Sağ tarafa bir yol sapıyor. Yol bomboş. Muazzez arkadaşlarıyla bir zaman buradan bir yere gitmişti.

Ulus'a yöneldim. Nebahat, Bella derken gene bir Muazzez düşü kurmaya başlayacak mıyım? Muazzez'i peyleyen belâlı aklıma takıldı, konuşurken görürse ne der? Bunları düşünerek Ulus Meydanı'na indim. Berber Sabri'ye uğradım. O bana sordu "Nerdesin?" Sabri'nin lâfı çok. İngiliz generali Monti'den (Montgomery) başladı, Alman generali Rommel’in başarılarından, başarısızlıklarından söz etti. Japonlara kan kusturan Douglas Mac Arthur'a dek savaş kahramanlarını sıraladı. Sabri'yle konuşmak bana iyi geldi. Ramazan ayında işler kesat oluyormuş, ancak bayram yaklaşırken gece gündüz iş çıkıyormuş. Halil Dere'yi sordu. Onu çok sevmiş. Nerede olduğunu merek etmiş.

Sabri'den ayrılınca Dora Abla'ya uğradım. Yanında birileri vardı. Geçip dolaplara baktım. Kitap, kitap, kitap! Yeni çıkan Beyaz Kitaplar yığınla; daha dolaplara sıralanmamış. İçeriye doğru girip bakarken, yanındakiler gidince Dora abla kalkmış yakınıma geldi, gülümseyerek, sordu:

-Benim küçük kuşum ne yapıyor, görüşüyor musunuz? Dünkü olayı anlattım. Dora Abla Ahmet Muhip Dıranas'ı tanıyormuş. Şiiri de okumuş. "Çevireceğim şiirlerin biridir. Bella yanlış yorumlamış, üstünde durma, şiir güzel, Dıranas önemli bir şair!" dedi. “Şiirle ilgilenmene sevindim, az önce konuştuğumu tanıyor musun?” diye sordu. Bilmediğimi söyleyince:

-Aaa! Bilmediğini bilseydim tanıtırdım, Orhan Veli, Şair Orhan Veli, La Fontaine'den çeviri yapıyor. La Fontaine'ı tanırsın, onun fabllerini çeviri denemesi yapıyor. Fransızcayı metinden okuyor ama konuşma pratiği zayıf. O nedenle sık sık bana uğrar. Bir dahaki gelişinde rastlarsa tanıştırayım. Şiirlerinden okumadınsa oku, şiirlerinden söz edersen çok sevinir! dedi.

Çıngırak gibi bir ses duydum. Saat bir (13:00’müş) Cumartesi paydosu! Bakanlıktakilerden önce çıkmak için koşturarak yürüdüm.

Aile bahçesinde bir süre oturdum. Kalkıp köfteciye gittim. Mazurka Yeni Sinema'da, o tarafa gidenleri görünce ben de gittim.

                                  

Filmin Afişi                    Pola Negri

 

Filmin adı, doğrudan Piyano müziğini çağrıştırıyor ama başka amaçla kullanılmış. Polonya asıllı, Fransız Piyanist-Besteci Frederic Chopin'in mazurkalarını pürüzsüz dinlemek isterdim. Kimi filmler arasında, başında Joze İturbi ne güzel çalıyor. Baştan sona öyle bir film yapsalar sevinirim. Mazurka deyince ben Frederic Chopin'in yaşamını beklerdim. Öyle olsaydı kesinlikle George Sand, Alfred de Musset de olurdu. Alfred de Musset deyince önce onun yazdığı Andrea del Sarto kitabını anımsıyorum. Ünlü ressam Andrea del Sarto'nun eşi çok güzelmiş. Ressam güzelliği çizme sevdasını güderken eşinin güzelliğini de sergileme sevdasına kapılmış. Nasıl bir tutkuysa, yanındaki öğrencisine bir yolunu bulup eşinin güzelliğini göstermek istemiş. Eşi çıplak olarak perde arkasında dururken öğrenciyle gözgöze gelmiş. Andrea del Sarto'ya göre bu hesapta yokmuş. Eşi, kendisini soyunuk gören öğrencisiyle kaçmış. Alfred de Musset bu öyküyü güzelce yazmış ama, "Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!" diyen şairi haklı çıkarırca kendi de ihanete uğramış. Bunu da Bir Zamane Çocuğunun İtirafları kitabında kendisi anlatır. Alfred de Musset'in sevgilisi ünlü yazar George Sand'dır. Alfred de Musset, sevgilisini ünlü piyanist Frederic Chopin'le tanıştırır. Bir kaç karşılaşmadan sonra bir gün bir masa çevresinde oturup söyleşirken Alfred de Musset düşürdüğü bir nesneyi almak için aniden masa altına eğilince George Sand'ın ellerini, Frederic Copin'in ellerinde görür. İhanet olarak anlattığı olay ayrılığı getirir. Ondan sonra da Frederic Chopin-George Sand'ın o tarihselleşen büyük aşkı oluşur. Bunu da yazmak Alfred de Musset'e düşer.

Mazurka filmini izlerken bunları düşündüm. Alt yazılı filmleri iyi izleyemediğim için inceden inceye kavramam zorlaşmaktadır. Bu da Danko Pista benzeri bir film, deyip geçtim. İyi ki Nebahat gelmemiş, onu getirseydim üzülecektim.

Çıkınca kitapçıya uğrayıp Yıldız aldım. Aile bahçesinde bir süre oturup Yıldız'ı karıştırdım. Waterloo Köprüsü filminde gördüğüm Vivien Leigh. O filmi Robert Taylor'le çevirmişti. Burada, bir başka filmden söz ediliyor. Bu filmi daha ünlüymüş. Rüzgar gibi Geçti. Bu kez Clark Gable ile oynamış. Arkadaşımız Kamil Yıldırım'ın rakibi.

 

Vivien Leigh

 

Gençlik Parkına uğradım, oldukça tenha. Geçen gelişimizde Nebahat'la oturduğumuz yere oturdum. Gene burada olabilirdi. Nerden çıktı bu Kızılcahamam işi? Burhan Güvenir'in Kızılca Hamamı. İbrahim Yasa Öğretmene ikide bir sözünü eder:

-Bizim Kızılca Hamam'ın köyleri, bizim Kızılca Hamam'ın yolları, sürüp gider. . .

3. Sınıftan Satılmış Aslantaş'la Hüseyin Yücel önümden geçti. Beni görmediler. Ses etse miydim? diye düşünürken geri döndüler. Satılmış Aslantaş gülümsedi, geldiler. Hüseyin Yücel "Gardaş, otururuz ama çaylar bizden, sen parasız bir öğrencisin, garibansın! Biz, iki Ankara İli İlköğretim Müfettişiyiz. Yalnız okula döndüğümüzde bizi bu sıfatla karşılayacaksın, bu bonkörlüğümüzü arkadaşlara anlatacaksın" dedi. Satılmış, çekip sandalyeyi otururken:

-Bırak şu zevzekliği, ne İlköğretim Müfettişi, ne Ankara İli, köyle şehir arasında dolaşıyoruz işte. Seneye o da aynı numaraları öğrenecek! Hüseyin Yücel arkadaşından yakındı:

-Benim söylediklerimi etkisizleştirmek için yarışa çıkmış arkadaşım, gene de ondan geçemem; canım deyip sarıldı. Bir elini de kaldırıp garson çağırdı.

Okulu sordular. Belli başlı olayları anlattım. Son olarak gelen Adıvar'ları söyledim. Ekrem Ula'yı sordular. Ekrem'in sürekli çalıştığından söz ettim. İkisi de:

-O çalışmayı sever, iyi ki bizim gibi ili Manisa'ya gitmemiş, sıkılacaktı! dediler. Ekrem'in Muğlalı olduğunu sanıyordum, o Manisalı mı? Hüseyin Yücel, gidince sor, doğrusunu kendisinden öğren! dedi.

Müfettişler fazla kalmadılar. T.B.M.M altındaki yoldan otobüse bineceklermiş, onları uğurladım. Vakit yaklaşmıştı ağır ağır istasyona indim.

Trene binince Ali Kılıç Öğretmenle karşılaştım. Okulun işleri için gelmiş, siparişler verip okula getiriyormuş. Ben onu yalnız teşrifatçı sanıyordum. Sorunca "Yok yok, teşrifatçılıkla kalsam rahat edeceğim ama herkes işimin azlığını söyleyip ek işler yükletiyorlar!" Baktım, çok neşeli bellediğimiz Ali Kılıç Öğretmen, oldukça yorgun, oldukça da durumundan şikayetçi. O da bana sordu, "Nasıl, okulda kaldığına memnun musun? Senin de dırdırın az değil. Maşallah yakınmadan gelen gideni memnun etmeye çalışıyorsun!" dedi. Konuşmalar arasında nedense okulun en eski öğretmeni olduğunu söylediğinde, dalgınlıkla "Hidayet Gülen Öğretmen gibi!" deyiverdim. Ali Kılıç Öğretmen hayretle sordu:

-Evet Hidayet benden eskidir. Bunu sen nereden biliyorsun? “Hidayet Gülen Öğretmen bizimle gelmişti, dönüşte burada kaldı, ondan biliyorum!” deyince bu kez de okulun kuruluş yılı üstüne bilgiler aldı. Sonra da "Vay, vay, vay desene sen buranın temelini atanlardansın, helâl olsun, burada kalmayı hak etmişsin!" deyip güldü. Söz sözü açtı, Hasanoğlan durağına ulaştık.

Ali Kılıç Öğretmen'den ayrılınca Kulübeye uğradım. Bizimkiler işten gelmiş, yemeğe gitmeye hazırlanıyorlardı. Onlara katılıp ben de gittim.

Aysel Öğretmen nöbetçiymiş, yalnız olarak oturuyordu. Gülümsedi, arkasından da sordu:

-Yalnız yalnız Ankara'ya gitmekten usanmadın mı? Hemen karşılık verdim:

-Neden yalnız olayım? Benim gibi gidenler oluyor, onlarla konuşarak gidip geliyoruz. Örneğin bugün arkadaşım Ali Kılıç Öğretmen'di, güzel konular üzerine  söyleşerek geldik. Aysel Öğretmen bir eliyle gözlüğünü düzeltirken:

-Ne iyi! dedi. Demek istediğini anladım. Bir başka anladığım daha vardı, Nebahat salt teyze ya da Kızılcahamam nedeniyle değil galiba dedikodu nedeniyle yan çizdi.

Az sonra Nazif Balcıoğlu, Cemil Toygar Öğretmenler geldi. Onların konuları kimi zaman bizi hiç ilgilendirmiyor ama yanımızda konuştuklarında elimizde olmadan söze katılıyoruz. Bugün de öyle oldu. Bakanlıkların makam arabalarının birer numarası var. Bu numaralar, bakanlıkların gerçek değerlerine göre verilmemiş. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığının numarası neden 9? Meclis Başkanının 1, Başbakanın 2, Adalet Bakanının 3, Milli Savunma Bakanının 4, Dışişleri Bakanının 5, İçişleri Bakanının 6. Bundan sonra Milli Eğitim Bakanının gelmesi gerekirken neden 9 numara olmuş? Tekrar tekrar sayıldı, Milli Eğitimin önüne bir bakanlık uygun görülmedi. Bayındırlık, Sağlık, Tarım, Münakalat (Ulaştırma) hep geriye atıldı. Hüsnü Yalçın:

-Belki de Bakanların yaş kıdemine göre yapmışlardır! dedi Cemil Toygar Öğretmen gülümseyerek:

-Öyle de olsa bizim bakanımız onlardan kıdemli, 6 yıldır bakanlıktan ayrılmadı deyince bu kez ben de söze karıştım:

-Dediğiniz doğru olamaz, bizim bakan daha öğrenciyken Maliye Bakanı Faik Öztrak devlet memuruydu deyince Nazif Balcıoğlu Öğretmen bana takıldı:

-Hemşerisini koruyor. Faik Öztrak'ın soyadı Trakya'yı anımsatıyor ama onun hemşerim olduğunu bilmiyorum. Ancak çok kuvvetli bir belgem var, onu açıklayabilirim. "Açıkla!" dediklerinde Demirci Mehmet Efenin Denizli olayını anımsattıktan sonra, Demirci Mehmet Efe, o olayda bir çok devlet memurunu yargılayıp görevden almış, bunlar arasında Faik Öztrak da vardır. Ancak Faik Öztrak açık açık Kuvayi Milliyeyi destekleyen biri olduğundan Demirci Mehmet Efe onu sadece azletmiş, başka ceza vermeden telgrafın başına geçip, Ankara'ya, doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya sormuş. Atatürk, Demirci Mehmet Efe'nin Faik Öztrak'ı azletmesini yerinde bulmuş ancak onu, tutsak etmemesini, Ankara'ya ulaşmasına yardım etmesini istemiş. Demirci Mehmet Efe bu teklife uyarak Faik Öztrak'ın Ankara'ya gitmesine izin vermiştir. Bu olaylar olurken bizim Bakanımız Hasan Ali Yücel henüz öğrencidir. Bakanımızın doğumu 1897, Faik Öztrak'ın ise 1882 dir. Aralarında 15 yaş fark vardır. Bunları söyleyince bir sessizlik oldu.

Ekrem ortaya konuştu:

-Biz, bu konuyu çözemeyiz, bilmediğimiz taraflar var besbelli! Deyince bize sorulduğunda fikrimizi söylemeye karar vererek masalardan kalktık.

Kulübeye dönünce ilk sorum Ekrem'e oldu.

-Senin İlin Manisa mı yoksa Muğla mı? Ekrem de bana sordu:

-Şimdi bu soru neden ortaya geldi? Anlattım:

-İki arkadaşınla karşılaştım, seni sordular. Manisa'ya gitseydi, o da bizim gibi sıkılacaktı! dediler. Ekrem güldü:

-Benim Muğla'lı olduğumu söyleyenlerin haklı olduğunu kanıtlayan koskoca bir bir belde var, adı Ula. Soyadım da Ula olduğuna göre bunun tartışacak bir tarafı olur mu? Gördes, Manisa'da olabilir, geçici olarak ben de Gördesli olabilirim. Bunun tartışacak bir tarafı olur mu? Ne demişler? "İnsanlar doğduğu yerde değil doyduğu yerde yaşarlar.” İnsanların kaçı doğduğu yerdedir?

Ekrem'in yarasına basıldı sanırım, üzüldüğünü görünce sustum. Her halde kendisi üstüne konuşulmasını istemiyor. Sustum, konuyu değiştirdim:

-Arkadaşlar 20 gün sonra gelecekler, onlar gelir gelmez dersler başlar mı? Ekrem'in sesi değişti:

-Vallahi bilmem ama Rauf İnan'ın konuşmalarına göre bir süre çalışma yapılacağa benziyor. Geçen gün bir konuda konuşurken:

-Arkadaşlarınız geldiğinde onlardan bir süre faydalanalım! gibilerde bir söz söyledi. İş inşaat işi olduğuna göre, açıklanmayan bir plân var sanırım. Söz benden çıkmış olmasın lütfen!

Bu uyarı bizeydi. Uyarmakta da haklıydı. Neden elin diline düşsün? Tonberg konuşuyor; Tarihte Bugün, Hazırlayan Ferudun Fazıl Tülbentçi, konu Kanije Kahramanları. Kanije şimdi nerede? Bunu ben sordum. Hüsnü hemen yanıtladı:

-Vallahi ben, Şumnu'yu sorsalar söyleyemem. Şimdi oralarda kopiller (Hıristiyan çocukları) dolaşıyor; ben oralara hâlâ nasıl benim derim? Ekrem sitemli bir edâ ile cevapladı:

-Bir gün gene bizim olabilir, çalışıp güçlenirsek, neden olmasın? Tonberg bu kez Ahmet Şükrü Esmer'i konuşturdu. Ahmet Şükrü Esmer kestirdi attı:

-Almanya bu kez de yenileceğe benziyor. Bu gerçekleşirse geçen savaş sonunda olduğu gibi az zararla kurtulamaz. Geçen savaşta politikacıları, İmparatorluk Yönetimini suçlayıp, onları başından atmakla kendilerini kurtardılar ama bu kez onu yapamazlar, yapmaya kalksalar; Topyekün Savaş naraları attıklarını yüzlerine vururlar. Adolf Hitler, her sözünde Alman Ulusu için savaştıklarını söyledi, Alman Ulusu da alkışlayarak ona katıldı. Topyekün Savaş'ın hesabını topyekün vermek zorunda kalacaklar! diyerek konuşmasını sürdürdü.

Ekrem bir "Vay anası, şu işe bak, adamlar Stalingrat'a, yani Volga'ya, Hazar Denizi'nin kuzeyine yani Urallara dayanmıştı. Orada Rusya bitiyor sanıyorduk. Oradan ters geri dönmeleri şaşırtıcı. Sovyetler oraya dek geri mi çekildi yoksa Almanlar mı gitmekten yoruldu?

Savaşın nasıl başladığını, ayrıntılarıyla anımsamaya çalıştık. Ekrem bizden bir yıl önce olduğu için ne de olsa fazla bilgi edinmiş, yanıla düzelte bütün savaş sürecini konuştuk. Savaş söylemleri içinde yataklara serildik.

 

10 Eylül 1944 Pazar

 

Hüsnü bugün erkenci, tonberg biraz fazlaca açıldı, Sofya Radyosu, savaş mavaş dinlemiyor, gayda neşeli. Ekrem, Hüsnü'ye teşekkür etti:

-En iyisini yaptın; satıver anası, sıkıntını atmak için düşmandan da yararlanmalı! dedi.

Çakı Efe geldi, birlikte gittik. Az sonra da Hidayet Gülen Öğretmen geldi. Çakı Efe ondan Trakya Horonu için bilgi isteyince geleceğini söylemişti. İyi bir rastlantı Çakı Efe de oyunu bugüne almışmış. Bunu duyunca Hidayet Öğretmen:

-Garip kuşun yuvası Allah yapar derler! Ne demektir pek bilemem ama böyle olaylarda söyler dururum! dedi.

Hidayet Gülen Öğretmen her telden çalan, ancak söz gelişi değil gerçekten iyi çalan bir yetişkin usta Öğretmendir. Sıradan öğretmenliği dışında Resim, müzik, elişleri, karagöz oyunları, tiyatro, şiir okuma, şarkı söyleme onun için sorun değildir. İlk zeybek oyununu onda gördük, Rıza Tevfik Zeybeği denilen zeybek, bir söylentiye göre aydınlar düzeyinde ilk oynanan zeybekmiş. Cumhuriyet öncesi açılan Öğretmen Okullarında başlatılan Türklüğe yönelik çalışmaların bir parçası olan Türk Milliyetçiliği, Ziya Gökalp ilkeleri doğrultusunda, dilde özleşme gibi tavırlarda da yenilik duygularını uyandırmaya başlamış. Okullarda spor, müzik, resim derslerinin sevdirilmesi ön plâna alınmış. Bu uyanış içinde o günün ileri gelenlerinden Filozof lakâplı şair Rıza Tevfik, halka en yaklaşan kişi olarak, halk şiiriyle birlikte oyunlara da el atmış. Ege Efelerinden esinlenerek bir oyun düzenlemiş, İşte bu oyunu bize Hidayet Gülen Öğretmişti. Salt bu değil Kafkas dansı örneğini de biz onda gördük. Ondan öğrendiğim Kazaska dans müziğini akordiyonda şimdi de severek çalıyorum. Beni etkileyen Hidayet Gülen Öğretmen buradaki öğrencilerini de etkilemiş. Onu görünce hepsi dikkat kesildi. O, bizim yanımıza geldiğinde de büyük alkış koptu. Hidayet Öğretmen gülerek onları selâmladı.

Çakı Efe oyuncuları halka yapınca ortaya geldi. Bana işaret ettiler. Trakya'da Hora dediğimiz oyun müziğini çalınca Çakı Efe Hidayet Öğretmenin koluna girip arkasına takıldı. İkisi ağır hareketlerle bir tur yaptılar. Arkasından Hidayet Öğretmen halkaya takıldı, Efe ortada, oyun bir süre öyle sürdü. Efe gözler bende! diyerek uyardı. Oyun kolay gibi göründüğünden öğrenciler ayaklarını kaldırıp indirdiler. Aslında pek olmadı ama başlangıç, zeybeklerden daha umut vericiydi. Bir oyunla vakti doldurduk ama Çakı Efe çok umutlu, özellikle Hidayet Öğretmenin desteklemesinden çok mutlu oldu.

Çakı Efe de kahvaltıya geldi. Ekrem'in yanına oturdu. Ekrem Kızılçullu'da oyunlara ilk başladıkları günleri anımsattı. Çakı Efe o zaman genç olduğunu söyledi. Hepimiz "Şimdi de gençsin" dedik. Efe bu kez kilo aldığını öne sürdü. Söz Emin Soysal'a geçti. Çakı Efe Emin Soysal'ı anlattı,

-Çok heyecanlıydı, her sabah oyun alanına gelir, çitin yanında (oyun alanın bir yanı çitmiş) bizi izlerdi. Yaman adamdı! dedi. Ekrem de:

-Bugünkülerin aksine, cumartesi günü İzmir'e çıkmayanlarla ilgilenir, niçin çıkmadıklarını soruştururdu. Çıkanları ise kapıda bekler, üstünün başının düzgün olmasını isterdi. Üstü başı düzgün olmayanları geri çevirir, kendisini görmeden gitmelerine izin vermezdi. Ekrem güldü:

-Emin Soysal'ın ilkelerine göre buradakilerin müdür başta olmak üzere öğretmenleri de öğrencileri gibi Ankara'ya çıkamayacaktılar. Güldük. Çakı Efe, “Emin Soysal oynamazdı ama milli oyunları çok severdi. Onun terşvikiyle ben bu okullara ısındım!” dedi.

Kahvaltıdan sonra bir süre bizim kulübede oturduk.

Çakı Efe ayrılınca banyoya gitmek üzere köy yoluna çıktık. Farkında değilmişiz, oldukça sıcakmış. Banyonun tenha tarafında temizlenip döndük. Dönüşte arkadaşlar beni bırakmadılar. Tonberg açık, sürekli müzik var. Karışık Şarkılar, Saz Heyetleri, Solo Şarkılar. Arkadaşların sevdikleri, benimse sevmekten kaçındığım müzikler. Cumartesi günleri Sevim, Sevinç Tevs kardeşler şarkı söylüyormuş. Cumartesi günlerim kapalı olduğu için ilgimi çekmedi. Gene de bugün uzunca bir süre arkadaşlarla kaldım. Yazı, neredeyse birlikte bitiriyoruz. Geceleri birlikteyiz ama gündüzlerimiz hep ayrı geçti. Bugün müstesna diyecektim, olmadı. Bu kez de Hüsnü Yalçın'ı Çiftlikten çağırdılar. Ekrem de uyuyunca bana gitmek düştü. Salon, boş, serin. Piyanoya oturmadan bir plân tasarladım. Çalacağım parçaları sıralayıp eşit olarak günlere ayırmak. Bunları düşünürken Hanon çalıştım. "Parmaklar, kendi kendine konuşmalı, yumuşak, hareketli, su akışı gibi!" Faik Canselen Öğretmenin buyruğu. Faik Öğretmen, deyince son uyarısı kulaklarımda yankılandı:

-Bizim okul, başka okullara benzemez, buradaki güzel kızlarla bir konuşan vardır. Bunlar yüz bulamasa da seçtiklerini sahiplenirler. Bunun da arkasında gezen oldukça bencil, dik durmaya eğilimli biri var, dikkatli ol! Bir yanlış anlaşılma sonucu üzülebilirsin! Faik Öğretmen tamı tamına değilse bile buna benzer bir uyarıda bulunmuştu. Bu konuda rahatım, zaten Faik Öğretmenin sandığı gibi bir niyetim yok. Benim dileğim değerli bir insanın merhabasını almak, vermek. Sürekli askıntılık etmek aklımdan bile geçmiyor. Zaten görünce ilk sözü söyleyen ben olmuyorum. Bundan böyle de öyle olmayı sürdürür, o münasebetsiz kimse, onunla karşı karşıya gelmem. Zaten, okullar açılınca arkadaşlarla olacağım için, yalnız başıma gidip gelmem söz konusu olmayacak. Hem bunları düşünüp hem de çalışırken kapıda bir ses: “Sürprizzzz!" Aysel Öğretmen, arkasından öteki öğretmen bayanlar. Bedia, Nebahat, Fatma, Bedia, Rahmiye Öğretmen izinliydi, iki arkadaşıyla gelmiş. Sandalyelere oturdular. Sözcüleri Bedia Öğretmen. Önce piyano çalmamı sonra da en güzel plâkları dinletmemi istedi. Ötekiler gülmekle yetindiler. Önce Für Elise, Menuett, Türk Marşı ile Musette'leri çaldım. Musettelerin hikayesini de anlattım. Anna Magdalena'yı takdir ettiklerini söylediler.

Plâk olarak da önce Mendelsshon Düğün Marşı'nı arkasından Weber, Dansa Davet'i koydum. Hepsi, sessiz sakin dinlediler. Bedia Öğretmen bana takıldı:

-Sen böyle her gün bunları çalıp susarak dinliyorsun sonra yemeğe gelince öc alırca bizimle konuşuyorsun! dedi. Rahmiye Öğretmenin konukları da öğretmenmiş, biri tıpkı kendisine benziyor; az boyu uzun, ablası bile olabilir (varsa). Öteki zarif, uzun ince boylu. Güzellikte Nebahat'la boy ölçüşecek görünüşte. Belki daha güleç, konuşkan. Hemen, beni korurca söze karıştı:

-İyi ya, böyle yapan biri konuşuyorsa boş konuşmaz, söyleyeceklerini süzerek söyler. Aysel Öğretmen duramadı:

-O süzüyor belki ama, biz öyle süzgeçsiz konuşmalar dinliyoruz ki süzülenle süzülmeyeni ayıramaz olduk. Hepsi kahkaha attı. Yan gözle baktım, Nebahat çok neşeliydi, ben de ona sevindim. Kırılmasını istemiyorum. Neşeli bir hava içinde teşekkür ederek ayrıldılar. Onlardan sonra Kulübeye uğradım, bizimkiler benim konuklardan haberli imişler. Bayanlar, salonda olmayabilirim düşüncesiyle önce oraya uğramışlar. Böylece gelişlerinin rastlantı değil bilerek olduğunu anladım; bundan da ayrıca mutlu oldum. Arkadaşlar sordular, olayı olduğu gibi anlattım. Ekrem, olgunluğunu bir kez daha kanıtladı:

-Şunun şurasında geçici bir ilişki sürdürüyoruz, insanlar arkamızdan olumsuz konuşmasınlar. Bu durumları, memnun olduklarını gösteriyor, sabredelim arkadaşlar arkamızda olumsuz bir iz bırakmayalım; şunun şurasında yirmi günümüz kaldı. Gülüştük. Tonberg bu kez maç anlatıyordu. Eşref Şefik, tatlı tatlı spor yorumlarıyla konuşmalara katılıyordu.

Akşam yemeğinde gene yalnızdık. Nöbetçi Abdülrezzak Tığlı, yalnızlığımıza üzülmüş olacak geldi, yemek yemeden oturdu. "Bekârlık sultanlık!" derler, kendinizi sultan olarak görüyor musunuz? diye sordu. Ekrem:

-Siz de bu dönemi geçirdiniz, daha iyi bilirsiniz! deyince kendi bekârlığının bu tür ortamlarda geçmediğini, ana-baba yanında başka oluyor, o nedenle sorduğunu söyledi. Masalarda gürültü olunca izin isteyip ayrıldı.

Biz, "Üç Ahpap Çavuş!" olmak yetiyor bize, ne edeceğiz sultanlığı? deyip kalktık.

Kulübede Hüsnü, Ekrem'e öneride bulundu:

-Fedakârlık güzel belki ama sürüp gitmesi can sıkıcı olmuyor mu? Sen şu yengemize bir veto çekip ağırlığını koysana! Bak çevrende ne güzeller var. Gelen konukların birini sana uygun gördüm, sülün gibi kız! deyince Ekrem önce bir kükredi:

-Bak bak sen, arkadaşa bak. İki aydır bir yediğimiz ayrı. Beni halâ anlamamış. Arkadaşım, ben bir kez söz verdim, Saliha pekâlâ biliyor benim sadakatimi, ondan böyle nazlanıyor. Böyle olduğunu bilmesem, çoktan hesabı kapatırdım. Saliha'nınki düpedüz naz! Hüsnü, özür diledi:

-Ben, bugün gördüğümüzü sana çok uygun gözüyle izledim. Bizimkilerin hepsinden güzel. O nedenle söyledim, tekrar özür dilerim! dedi. Ben de söz konusu konuğun güzelliği gibi güzel konuştuğunu, benim için söylediği sözü tekrarladım. Sonunda anlaştık, yaptığımız teklifler şaka yollu olsa da gerçekte akla ya da gönle uygun oldukça gücenmek söz konusu edilmemeli! deyip kulaklarımızı gene tonberge çevirdik. Baki Süha Ediboğlu konuşuyordu. Reşat Nuri Güntekin'in yazarlığı, romanları, hikâyeleri, gezi yazıları, öğretmenliği diyerek, şimdilerde T.B.M.Meclisinde olmasına karşın kaleminin durmadığından söz etti. Gene de en çok Çalıkuşu üzerinde durdu. Kâmuran'ın romanda silik görünmesine karşın erkeğin sadakatı açısından kayda değer bir sembol olduğunu söyleyince Ekrem yüksek sesle:

-Haydaaa! Bunu da duymamış olayım. Bunun neresi sadakat? Kızcağızın çektiği onca çile nedendi? Hüsnü ile ikimiz de güldük. Hüsnü hemen az önceki konuya döner gibi:

-Dostum, sadakat ta, ihanet te kişiden kişiye değişir. Bak sen, konuşan kişiyi de kendine göre suçluyorsun. O kişi şimdi burada olsa, sana karşı duracaktı. Ekrem az düşündükten sonra:

-Boş ver, her yiğidin bir yoğurt yiyişi var! demişler. Biz de ona uyalım! Hüsnü Çalıkuşu romanını okumamış, Ekrem ona takıldı, tüm öğretmenlerin o kitabı okuması gerektiği düşüncesinde olduğunu söyledi. Hüsnü ise Bulgaristan'dan geldiğini, uzun yıllar yabancılık çektiğini anlattı. Çalıkuşu romanını Türkçe Öğretmeni Fikret Madaralı'nın okuduğunu, öyle ki dinlediklerini bile anlamadığını sonraları da ilgisinin başka konulara kaydığından kitap okumaya bir türlü ısınamadığını anlattı. Hüsnü Yalçın'ın böyle söyleyişine doğrusu şaştım. Neden böyle söylediğini sordum. Susunca da kendisiyle yaptığımız konuşmaları anımsattım. Bulgaristan üstüne babamdan aldığım kimi bilgiler vardı. Ancak bunlar geçmiş yılların politik olaylarıydı. Ben Hüsnü ile konuşmaya başlayınca yeni bilgiler edinmeye başlamıştım. Örneğin şarkılar, şiirler, oyunlar, kitaplar. Hüsnü bana iki de yazar tanıtmıştı; Elin Pelin'le Yordan Yankov. Yordan Yankov'dan anlattığı bir hikâyeyi hiç unutmadım. Azılı bir haydutla kadınların hikâyesi. Özellikle hikâyede geçen bir türküyü Bulgarca söylemesi beni çok etkilemişti:

-Radko kapıda bekler, aşağıdan gelir Mustafa! Hüsnü bunu söylerken köydeki Mustafa Ağabeyi gözümün önüne getirir, bir Bulgar kızı olan Radko ile seviştiğini düşlerdim. Hüsnü de bu şarkının Bulgarcasını oldukça etkili söylerdi. Şimdiki konuşmasıyla taban tabana bir durum. Ben unutmuyorum da o nasıl unutur?

Ekrem eliyle Hüsnü'nün omuzuna vurarak:

-Kusur ararsak hepimizin bir yanı kusurlu. Kusursuz insan olmazmış, boş verelim bu konulara; önümüzde daha önemli konularımız var. Onları tam bilmiyorsak da biliyormuş gibi hazırlanalım. Şimdi yapacağımız en iyi görev yatıp gamsız kasvetsiz bir uyku çekmek! deyip kalktı. Biz de "Tamam! deyip yataklarımıza çekildik.

Ekrem'in sözüne kayıtsız şartsız uymak zorundaymışım gibi bir kaç kez esnedikten sonra, kendimi bir boşluğa bırakıverdim.

 

11 Eylül 1944 Pazartesi

 

Ekrem kalkmış traş oluyor bir yandan da bize:

-Alışkanlık buna denir, iki yıldır ayrıyız ama İzmir burnumda kokuyor…

Gazetelerde İzmir Fuarı üstüne çok yazılar okumuştum. Ayrıca Trakya Genel Valisi General Kâzım Dirik tarafından başlatılıp geliştirildiğini, Dirik Paşa’nın Trakya'ya da benzer bir fuar açacağı üstüne konuşmalar dinlemiştim. Trakya'da hemen hemen her bölgede yılda iki panayır kurulur. Fuar da genişletilip sabitleştirilmiş bir pazar sayıldığına göre niçin olmasın? diyenler çoktu. Ancak büyük bir savaş başladı, arkasından da Dirik Paşa vefat edince bizim Trakya ya da Edirne Fuarı plânı gerçekleşmedi. Ancak fuar hakkında bilgimiz arttı. Bu nedenle İzmir Fuarı üstüne söylenenleri rahatça algılayabiliyorum. Ekrem de özlem içinde anlatınca dikkatle dinledim. Hüsnü uyarmasaydı, göreve gecikmeli olarak gidecektim.

Oyun alanına kümeler sırayla gelirler. Genellikle kümelerin başında öğretmenleri olur. Okul Müdürü Rauf İnan bu düzenin korunmasında titizdir. Çok ender olarak öğrenciler sınıf başkanlarının yönetiminde gelir. Ancak küme öğretmenleri oyun sırasında öğrencileri beklemezler, oyun bitince öğrenciler gene kümeleşerek Sınıf Başkanları gözetiminde dersliklerine dönerler. Oyun sürecinde bekleyen öğretmenler, salt oyunları izlemek için kalırlar.

Bu sabah Rahmiye öğretmen konuklarıyla geldi. Öğrenciler büyük halkaya katılınca da onlar da benim yanıma geldiler, günaydınlaştık. Uzun boylu konuğu çok yakından gördüm. Sahiden güzel bir bayan; konuşkan da. Bana hemen “Her sabah buraya çıkmak zor olmuyor mu?” diye sordu. Bu görevimin şimdilik geçici olduğunu, staj için burada kaldığımı, başka yere gitsem de aynı işi yapacağımı, tüm Köy Enstitüleri'nde aynı durum olduğunu, bunu kabul etmeseydim, piyanodan olacağımı anlattım. Güzel bayan, kendisinin de öğretmen olduğunu, okullarında iki piyano bulunduğunu, ikisinin de günlerce kendilerini çalacak hevesli beklediklerin anlattı.

Ben de "Şans böyleymiş!" karşılığını verdim. Efe işaret verince Güvende ile başladık. İkinci oyun olarak Trakya Halayı seçildi. Ancak halka oldukça karıştı, kopanlar, gülenler hatta durur gibi yapanlar olunca Çakı Efe oyunu durdurup Harmandalı işareti verdi. Harmandalı başlayınca halka toparlandı. Konuk bayanlar oyun sonuna dek izlediler. Oyun sonunda; "Sanırım, Çakı Efe de konuk bayanları görmezden gelemedi, en düzgün oynanan oyunla bitirmek istedi!" diye düşünürken Çakı Efe, beni duymuşçasına, sordu:

-Harmandalı'ya geçmekle iyi ettim, değil mi? Senin Trakya Halayı, coşkulu gibi görünüyorsa da lâübaliliğe dönüşen bir hava yaratıyor, üstünde fazla durmayacağım! dedi.

Oyun alanına çıktıklarına göre kahvaltıya da gelecekleri, gelirlerse konuşma olanağı bulmayı düşlerken kahvaltıya gelen giden olmadı.

Biz bize kahvaltı ettik. Ekrem, Elmadağı'na gidecekmiş:

-Öğlede beni bulamayacaksınız, özleyin emi! dedi. Ben de, “üzülme, yerine güzel konuk gelip oturacak, bizim okulu çok sevmiş!” dedim. Ne zaman konuştuğumu sorunca, oyun gerine geldiklerini anlattım. Bu kez Ekrem ellerini sallayarak:

-Tuh be şansa bak, bilseydim çıkıp oynardım!

-Şansın tam kaçmış değil, yarın da buradalar, çıkar oynarsın! Ekrem'in aklı yattı. Bilmeden yaptığım bu şakanın sonunu ben de merak etmeye başladım. Konuklar ya giderse?

Böyle bir ikircil çatışıklık içinde ayrıldık. Söylediğine ben de inanmış gibi, salona gittim. Kulağım kapıda uzun süre ezberlediğim parçaları tekrarladım. Gele gele Bella geldi. O da biraz buruk gibi. Gelir gelmez, "Ne zaman gelecek bu yeni öğrenciler, sıkıldım!" dedi. Birden, onun adına üzüldüm. Düğün Marşının giriş bölümünü çaldım. Bırakınca, neşeli bir bakışla:

-Devam, devam! dedi. Devam etmem söz konusu değildi. Notasını almak için kalkınca:

-Aa, aa! dedi. Ara vermek, zevkini kaçırmış! “Piyano çalacağım!” deyip alt odaya gitmek için kalkınca "Burada çal!" önerisinde bulundum. Buna çok sevindi:

-Senin çalışmana engel olmaz mıyım? diye sordu. Çalışmayacağımı, yazılarımı yazacağımı söyleyince piyanoya oturdu. Film müzikleri, Tiku Tiku, Besame Muco, benim bilmediğim bir çok parçayı çaldı. Adlarını sordum, "Santa Luçia" deyince dikkat kesildim, bunu Dr. Adnan Adıvar da yazmıştı. Sordum; Bella biliyormuş. Biliyorum dedi ama üstünde durmadım. Bella sıkıldığını söyleyip ayrıldı. Az sonra da Öztekin Öğretmen geldi. Parmaklarının etlendiğinden söz etti, kemanını alıp odasına gitti. Odasının kapı açıktı, yaklaşıp dinledim. Düpedüz Seybold Keman metodundan çalıyordu. Anladım ki, kemancı arkadaşlara gösterirken falso yapmamak için hazırlık yapıyor. Kapılar açık olduğundan ben de çok yavaş olarak Hanon çalıştım. Öztekin Öğretmen, nedense bana açıklamada bulundu:

-Dinleneyim düşüncesiyle yeyip içip yatarsan beden gibi eller de deforme oluyor. İşte müzik bunların düşmanı. Orkestrada çalıştığım zaman, günde en az 6 saat çalışırdım. O orkestra üyeleri var ya onlar, sürekli olarak günde 5-6 saat çalışırlar. Konçerto çalanlarsa bunu 10 saate çıkarırlar. Kemancılar gibi piyanistler de bundan geri kalmazlar. Bu nedenle çok sevilen, zevk alınan müziğin bir bakıma çok nankör bir yanı vardır.

Öztekin Öğretmen gidince kendi çalışmamın yuvarlak olarak günlük saatini hesapladım. Halide Edip Adıvar'a günde 12 saat çalıştığımı söylemiştik ama benim günlük olarak 7-8 saati geçmiyor. Öğle, akşam üstü çalışmaları 2 saat, piyano dışı çalışma. Öteki saatler okulun günlük çalışma saatleri 4+4=8 saat. Bu sekiz saati sürekli çalışıyor muyum? Geceleri çoğunlukla kısa bir çalışmayla geçiriyorum. Bunları üst üste koyup günlere bölsem kesinlikle iki saat olmaz. Öyleyse ben, bol keseden söylense ancak 10 saat çalışmış olabilirim. Ancak bu, tatil süresince geçerli. Dersler başlayınca, çok aşağılara inecektir. O zaman günde iki saate bile razı olacağım. Şimdi 2 piyanoya dört öğrenci var. 2 de geleceklerden olursa 2 saati bile arayabilirim.

Bunları düşünerek bu yaz burada kaldığıma bir kez daha şükrettim. Kalmasaydım, Beringer bile tam bitmemiş olacaktı.

Kuruntular içinde tuşlara dokunurken paydos zili çaldı. Toparlanıp yemeğe gittim. Bugün yemeğin şenlikli olacağını bekliyordum. Rahmiye Öğretmenin konukları gelecekler. Onlara benden başka çalım yapacaklar da çıkacak. Yazık Ekrem yok! diye düşünerek gittim. Ekrem olmadığı gibi bayan öğretmenlerin hiç biri yok. Olanlar, Cemil Toygar, Ali Kılıç, Nazif Balcıoğlu. Hüsnü ile ben de katılınca takım tamamlandı. Cemil Toygar duramadı sordu:

-Hani bizim bayan arkadaşlarımız, hepsi mi evlerine çekildi? Ali Kılıç biliyormuş:

-Onlar kendi kendilerine şölen veriyorlar. Doçent Tarıman'ın kardeşi (Rahmiye Tarıman) onlara ev sahipliği yapıyor.

İçimden, "Şiştin İbrahim!" dedim. Hüsnü gülerek:

-Ekrem, gitmekle bir şey kaybetmemiş oldu! Gülüştük. Kuşkucu Cemil Toygar sordu:

-Ne fısıldaştınız?

-Fısıltımız sizi rahatsız etmemek içindi, konu Kulübeyle ilgili, arkadaşımız Ekrem, Elmadağ'a gitti, onu andık.

Cemil Toygar, söz alında kalmak istemez, hemen bize "Allah Kavuştursun!" dedi. Renkli bir öğle yemeği umarken, renksiz bir görüntü içinde masadan kalktık. Hüsnü yemekten sonra Kulübeye gitti. Benim öğle zamanın kısıtlı, doğrudan salona gidiyorum.

Salona girince ilk işim piyanoya oturup uygulayacağım ders düzenini gözden geçirmek oluyor. Zaten hemen arkadan gelecek grup damlıyor. Bir sürpriz! Gelen kümenin başında bir eski tanıdık. Tanıdık ama bir kez olsun konuşmuşluğumuz yok. Kepirtepe Köy Enstitüsü Biçki-Dikiş öğretmeni Nahide Akalın Öğretmenin ablası. Kardeşine sık sık gelirdi. Sonra da oraya atandığını öğrenmiştik. Ancak atanmanın ardından Hasanoğlan'a göç etmiştik. Hasanoğlan'a göç edince yeni öğretmen bizimle geldi. O yaz, okul okulluktan çıkmış, bir karışık ana-baba günü durumuna girmişti. Kızlar ayrı, erkekler sürekli inşaatta olduğundan Biçki-Dikiş Öğretmeni ile hiç bir bağlantımız olmamıştı. Biz Kepirtepe'ye dönünce söz konusu öğretmen burada kalmıştı. İşte bu eski tanıdık bugün Fatma Öğretmenin kümesiyle geldi. O da beni tanıdı. Gülümseyerek:

-Yabancı değiliz ama hep uzak durduk. Hatırlıyorum, siz o zaman da müzikle uğraşıyordunuz. Kardeşim! deyince hemen Namık Ergin Öğretmeni söyledim. O da “Biliyorsun, evlendiler. Şimdi de Kepirtepe’deler!” dedi. Küme çalışmalarıyla bir ilgisi olmadığını bugünlük bir geçici arkadaş işi yüklendiğini söyledi. Yer gösterdim oturdu. Ben programımı uyguladım. Bu küme zaten sorunsuz kümelerden, zevkli bir çalışma yaptık. Mandolin parçalarını ben seçtim, şarkıları, türküleri onlar seçti. Çalışma sonunda Nafıa Öğretmen, geldiğine sevindiğini söyleyerek ayrıldı. Nafıa Akalın Öğretmeni uzaktan da olsa gördükçe bir utanma duygusuna kapılıyordum. Öğretmen olduğunu bile bile, sokulup konuşmamak benim düşünceme çok ters geliyordu. Ancak yol keser gibi önüne çıkıp sataşırca, "Ben seni tanıyorum!" demek bana bed geliyordu. O nedenle bu günümü bir borç ödeme günü olarak düşünüp sonsuz mutlu oldum. Sanki önemli bir borcumu ödemiş gibi rahatladım. Öğrenciler gidince de iyimser duygularla piyanoya oturdum. Bach Musetteleri sayısızca tekrarladım. Faik Canselen Öğretmen:

-Bach'tan zevk olmaya başlarsan tiryakisi olur bir daha bırakamazsın! demişti. Nasıl tiryaki olunurmuş denemek istedim. Benim bildiğim tiryakilik sigara içmekle olunur. Babam sık sık:

-Şu sigara denilen meret (kötü anlamında) şeye başlamaya gör, tiryakisi olur bir daha yakanı sıyıramazsın! diye dükkândan sigara alan gençlere hem sigarayı verir hem de böyle öğütler eder. Babamın övüdünü duyan birileri kimi kez takılırlar:

-Öyle söyleyeceğine sigara satma! derler. Babam bu kez de:

-Ben bakkalım, dükkânda sattıklarımı, müşteri ayırmaksızın satarım. Dükkâncılık bunu gerekirir. Dükkânda varken müşteriye nasıl vermem? Bana öyle diyeceğinize, "Dükkânı kapat!" deyin! Sonra da sözünü değiştirip, konuşanlara öneride bulunur:

-Benim kastettiğim köyden, Ali'nin, Veli'nin çocuklar, gençlerdir. Bunları siz de tanıyorsunuz. Onlar buradan aldığı sigaraları fosur fosur sizlerin gözleri önünde içiyor. Hanginiz çevirip başını bir iki söz söylediniz? Yükü başkasına yıkıp kahramanlık marifet değil, taşın altına el konacaksa hep birlikte koymalıyız. Taşı başkasının eli üstüne koymak, işi baştan savmak olmaktadır. İşte buna dürüstlük demiyorlar. Dürüstlükte, "Anca da bir kanca da bir!" deyiminin hükmü geçerlidir.

Bach tiryakiliği beni nasıl da köye götürdü! Bach Wachet auf BWV 645'i açtım. Tek elle denemem olumlu geçti, melodi çok etkili. Ancak ezberlemek zorundayım.

 

 

 

 

 

Ezberlemeden, bakarak ellerimi kontrol edemiyorum. Bu da başarımı engelliyor. Sağ eli çıkarınca yeni bir deneme aklıma takıldı. Sağ el nota dizisi çoğunlukla tek sıra neredeyse akordiyon için yazılmış gibi. Denemek için akordiyonu çıkardım. Akordiyonu, oyunlar dışında bir süredir kullanmamıştım, hevesle sarıldım. Bach hevesi mi, tiryakiliği mi, neyse bu mu acaba? Direnerek parçanın neredeyse bütünün çıkardım. İşin ilginci akordiyonla daha güzel oluyor gibi bir kanıya vardım. Faik Öğretmen duysa, kesinlikle:

-Sakın ha! diye sert tavrını koyar. Ona göre akordiyon klâsik müzik için değil. Dünyanın hiçbir orkestrasında çalgı olarak akordiyon kullanılmaz. Akordiyon tını olarak belli bir karakter taşımaz; bir çok çalgının ortak sesi durumundadır!

Faik Öğretmenin bu açıklaması beni sık sık 1941 yılına götürür. O yaz her gün öğle dinlenmesinde müzik öğretmenimiz Behire Bil, mandolin-keman kurupları kurup çalıştırmaya başlamıştı. Ben de keman grubuna seçilmiştim. İyi de başlamıştım. Milli oyunlara akordiyonla katılıyordum. Behire Bil öğretmen beni akordiyon çalarken gördü, oyundan sonra kendisi görmemi istedi. Ben sevindim, "Aferin!" diyecek diye koşarak gidince beklemediğim bir zılgıt yemiş, şaşkın şaşkın geri dönmüştüm. Başka Enstitülerden gelen ekipler vardı; onlar da beni tanımıştı. Yakamı bırakmadılar. Üstelik Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç beni tebrik ederek:

-Akordiyonu bana da sen sevdirdin, tüm Enstitülere akordiyon aldırıyorum! gibi bir de onurlandırıcı söz söylemişti. Ben de sonunda akordiyonu değil kemanı bırakıp, Behire Öğretmene pürüz olmaktan uzaklaşmış oldum. Faik Öğretmeni dinleyince Behire Bil Öğretmene olan hıncım, demeye dilim varmıyor ama, belli bir kırılmışlığım sürüp gidiyordu. Hiç değilse onu ortadan kaldırdım. Behire Bil Öğretmen haklıymış. Tüm Klasik Müzik katmanlarınca benimsenen bir kuralı uygulayan bir öğretmene husûmet beslemeye hakkım olmadığını geç de olsa anladım. Bunları düşünerek akordiyonla Bach çalmayı sınırlı tutmak düşüncesiyle denemiş bulunuyorum. Bunu arkadaşlara Bach müziği çalma şeklinde değil de akordiyonla neler yapabildiğimi göstermek şeklinde yansıtmayı düşündüm.

Akordiyon denemesi beni öylesine çekmiş ki, öğrenciler geldiğinde bir yanlışlık oldu sanısına kapıldım. Ziya Kaplan Öğretmen gülümseyerek:

-Affımı gene rica edeceğim, eşim bekliyor. Biz oruç tutmayız ama Kayın Pederler burada, onlarla birlikte olmak istiyoruz!

Saate bile bakmaya gerek görmeden önce öğrencilerin sevdiği parçalardan Türk Marşını, Für Elise'yi, arkasında Maman'ı çaldım. Program Maman'la başlayınca öğrenciler sırayı ezberlediler. Sosyalliğe İmni, Üç Güzel, arkasından Sarı Kız, Menekşe, Arpa Buğday türküleri coşkuyla söylendi.

Öğrenciler gidince, ben de çalışmayı bıraktım. Aklım gene Rahmiye Öğretmenin konuklarına takıldı. Akşam yemeğine gelebilirler. Kulübeye uğradım, Ekrem gelmiş, neşeli neşeli konuşuyor. Elmadağ'ı biliyorum ama gene de sordum, “Çok elma var mı?” Ekrem beklediğim karşılığı verdi:

-Ben giderken elma götürmedim ki elmaları olsun!

Gülüşerek yemeğe gittik. Benim düşüm, düş olarak kaldı. Cemil Toygar Öğretmen yalnız olarak oturuyordu. Elmadağ sözü edilince Cemil Toygar orada kalmış, eski durumunu anlattı. Fabrikadan önce orası yıkıntı durumunda bir köymüş. Fabrikada çalışanlara kiraya vermek için başlayan yenileşme bugünkü duruma gelmiş. "Siz oranın eski durumunu bilseniz, Hasanoğlan köyüne Paris dersiniz!” deyip güldü. Söz oradan Kırıkkale'ye geçti. Cemil Toygar orası için de benzer sözler söyledikten onra:

- Orası, fabrikanın büyüklüğü nisbetinde gelişti deyip, bir yerin gelişmesi için köylerin her birine fabrika yapmak gerekiyor! diyerek tüm köylere sitemde bulundu. Bu kez de Ekrem:

-Fabrika yapılamayacağını anlayan büyüklerimiz bizi yetiştirip köylere dikecekler! dedi. Cemil Toygar:

-O dediğin gerçekleşince fabrikadan daha yararlı olacak, çünkü köyleri dolduran kalabalık canlanacak, kendi işini yapma alışkanlığına kavuşacak. Avrupa dediğimiz, Almanya, Fransa, İngiltere böyle ilerlemiş. Tabaklarımızı boşaltınca inşallah, maşallah! tesellileriyle kalktık.

Kulübede Ekrem, Cemil Toygar Öğretmeni konu etti. Biraz da incitici tavır takınarak:

-Ne o öyle, kilise papazı gibi her yemekte son sözü söylemeye çalışıyor. O da ötekiler gibi bir öğretmen işte!

Hüsnü, Ekrem'i uyardı:

-O yaşlı olduğu için bildiklerini söylemek gereğini duyuyor. Ben senin gibi düşünmüyorum. Söze karışmıyorum ama Cemil Toygar'ın küçümsenmeyecek bir yanı var. Bunu demekle her sözü bir inci demek istemiyorum. Ancak, yemeklerde o sussa, oldukça yavan konuşmalarla karşı karşıya kalabiliriz. Ekrem Hüsnü'ye dönerek:

-Sen çok yaşa benim Kulübe arkadaşım. Ben demin söylediğimin hemen arkasından hata ettiğimi kestirmiştim. Söz ağızdan çıkınca, "Namlusundan çıkan kurşun gibi!" gidiyor, geri dönmesi söz konusu değil. Bu nedenle uyarın, benim için altın değerinde.

Tonberg açık, "Genç Sanatçıları tanıtıyoruz" Programı başladı. Perihan Altındağ, tanıtıldı, "Bülbül sesli” sıfatını ona halk vermiş. Gerçekten pürüzsüz bir sesle, sevilen şarkıları söyledi. Dede Efendi, Bir Gonce Femin Yaresi var, Nikoğos Ağa, Bari Felek Ben yüzüne söyleyim, Bimen Şen, Al Sazını Sen Sevdiceğim, Refik Fersan, Rüzgâr Uyumuş, Sadi Hoşses, Sabret Gönül. Son Şarkısı, Adalardan Bir Yar gelir Bizlere. . . . .

Ekrem:

-Gerçekten su gibi ses, böylesi de insan, bizler de. . . Hüsnü kendi kendine söylendi. Ekrem, Hüsnü'nün homurdanır gibi konuşmasından huylandı:

-Ne diyorsun sen? Hüsnü:

-Bize bakıp imrenenler de var! diyerek sözünü yüksek sesle tekrarladı. Bu kez Ekrem:

-Öylesi de var diye konuşmayacak mıyız?

Arkadaşların takışır gibi konuşmalarını hep duydum ama oralı olmadım. İçimden içimden, billûr sesli Perihan Altındağ ile Opera Sanatçısı Rabia Erler'i karşılaştırdım. O, Mozart, Don Juan Operası'ndan aryalar, Johannes Brahms'tan Ninni, Offenbach'tan Barcoral söylemişti. Bu iki bayan yer değiştirse nasıl olur? diye düşündüm. Yatınca da bu düşüncem uzunca bir süre uykumu geciktirdi.

 

12 Eylül 1944 Salı

 

Akşam azıcık gergin bir havada yatılmıştı. Sabah uyanınca o hava silinmiş gibiydi. Hüsnü gene Sofya Radyosunu açtı. Çalan Gayda çok sürmedi, kalın sesli bir Bulgar heyecanlı, heyecanlı konuştu. Ekrem, Hüsnü'ye sordu:

-Ne çırpınıyor bu gâvur? Hüsnü, sözlerin tamamını anlayamadığını ancak, "Bugün Bulgar Sobranya'sı toplanacakmış!” dedi. Sonra da “Sobranya onların Büyük Millet Meclisi'dir!” dedi. Bu kez Ekrem, Büyük Millet Meclisi sözüne takıldı. "Büyük Millet Meclisi!" bizim özel bir sembolümüz! Hüsnü gülümseyerek:

- Ne diyeyim bilmem ki, en iyisi Bulgar ileri gelenleri Sobranya'da toplanmış. Sobranya onların mebuslarının toplandığı yer! dedi.

Oyun alanına giderken, İngiltere'de Lordlar Kamarası, Avam Kamarası olduğunu anımsadım. Bulgaristan'da da Sobranya. Bizimse T.B.M.M.

Çakı Efe dediğini yaptı, bizim Trakya Horamızı programdan çıkardı. Onun yerine Timurağa'yı koydu. Bu oyunu da öğrenciler hep bildiklerini söylüyor. Bakalım Efe ne diyecek? Bana ağır çalmamı işaret etti. Beş öğrenciyi ortaya aldı, başlarına geçip bir tur yaptı. Büyük grubu da ikiye bölüp el ele tutuşturdu. Şekil alma uğraşı uzunca sürdü. Oyuna geçilirken zil çaldı. Çakı Efe, durumdan hoşnut, "Bu oyun, ötekinden (Trakya Halayı'ndan) oynamaya daha elverişli" dedi. Gene de bir ayırım yaptı. "Meydan oyunu denince Zeybekler akla geliyor. Oyunları bu okullara sokan ilk Müdür Emin Soysal, bu tür oyunları istemezdi. Hasanoğlan kurulduğu yıl buraya gelen çocuklar, öteki ekiplerden öğrendikleri bu tür oyunları oynamaya kalkınca Emin Soysal onları durdurmuştu. Emin Soysal bu konuda inandırıcı bir gerekçe de öne sürüyordu:

-Elele tutuşma, öğrencilerin kendi başına kalmasını önler, bu da onların kişilik gelişmesine zarar verir! diyordu. Ben, bu konuda bir söz sahibi değilim, biliyorum ama benim gözlemlerim sorulsa ayni sözleri söylerim! Zeybeklerde gerçekten oynayanlar kendi başına hareket etmek zorunda kalıyorlar. Elele tutuşlar bu kendi olma durumunu ortadan kaldırıyor. Efe'nin söylediklerini ben daha önce sezmiştim. Yüksek Bölümdeki arkadaşların içinde Zeybek oyunlarını güzel oynayanlar Kızılçullu çıkışlı. Ekrem Ula, Mehmet Gönül, Zekeriya Kayhan, öteki oyunseverlerin halaylara katıldığını görmedim. Halayları daha çok Çiftelerden çıkanlar oynuyor. Onlar da Zeybeklerde yoklar. İki okul arasındaki bu değer özelliği kültür derslerinde olduğu gibi genel tartışmalarda da kendini gösteriyor. Kızılçullu çıkışlılar ele alınan tartışma konularında daha dayanıklı, dirençliler. Aralarındaki kaynak bağlılıkları da daha sağlam.

Kahvaltıda gene biz bizeyiz. Ekrem, nedense bugün değişik bir söz söyledi:

-Hatunlar, bizi boykot mu etti yoksa? Hatun! Bir Nene Hatun söylencesi, duymuştum. Sanat Tarihi dersinde özellikle Malik Aksel Öğretmen bu sözü çok kullanır, Mal Hatun, Taya Hatun, Sittin Hatun! der, Bursa ya da Edirne'deki sanat eserlerini sıralar. Onun dışında sanki sözlenmezliği varmış gibi Ekrem'den duyunca yadırgar gibi oldum. Özellikle yemeklerde buluşup topluca konuştuğumuz öğretmen Bayanlara nedense Hatun denmesi bana ters geldi. Bunun alışkanlıktan ileri geldiğini bilmeme karşın, küçümseme olarak da söylenebileceğini düşündüm. Ekrem, bizimle konuşurken uyum sağlamak için dikkatli konuşuyor, yoksa gerçekte başka mı düşünüyor? Bu, bizim için de geçerli olabilir. Bugün, senli benli olmamıza karşın, yarın arkadaşlar gelince bu yakınlık geçersiz mi olacak?

Olumsuz bir tavır içinde salona indim. Elim Bach, Wachet auf'a gitti. Almanca okuyorum ya, Wachet nedir bilmiyorum. Bunu dinleyen herkes sorar. Soranlara, "Bilmiyorum!" demek doğru olmaz; hele benim için hiç doğru olamaz; çatlarım böyle bir duruma düşersem. Büyük Almanca Lügatım var, aylardır açılmadan duruyor. Kulübeye gidip bakmak gereğini duydum. Wachet. Ortalıkta kimseler yok, Wachet, Wachet! diyerek gittim. Lügatımın üstünde Türkçe Almanca Büyük Lügat yazdığını düşünerek kesinlikle Wachet'i bulacağımı sanıyordum. Oysa Wachet diye bir söz yok. Wache var, Wachen var. Azıcık bozuldum. Wach, wache, wachen sözlerine baktım, üçü de benzer anlamlara geliyor. Uyku, uyumak, gece, uykusuzluk, Beklemek, uyanık durmak, uykusuzluk, uyanıklık. Ayrıca bakmak anlamına da geliyormuş. Birinde karar kılmak gerektiğini düşündüm:

-Uyanıklık. Ancak bu uyanıklık, deyim olarak değil, uyumama anlamındadır. Umduğum gibi olmadı. Gene de teselli buldum; hiç değilse bir karşılık vereceğim. Bella aklıma geldi, "Almanca biliyorum!" demişti galiba. Kesin değil ama ağız arayarak Almanca bildiğini tekrarlarsa ondan öğrenmeyi umarak kitaplığa gittim.

Bella gelmiş, yazı makinesi başında listeler çıkarıyor. Okul Yönetimi kitapların listesini istemiş. Varlık Dergilerinin bulunduğu arka bölüme geçip eski sayılarını karştırmaya başladım. Bella çalışırken "Wachet nedir?" diyecek cesareti kendimde bulamadım. Dergileri karıştırırken Bella geldi:

-O dergide Eniştem Erol Güney'in yazıları da çıkıyor, okuyor musun? diye sordu. Eniştesi daha çok çeviri yapıyormuş. Eniştesinin çok dil bildiğini, Rusça, Almanca, Fransızca dillerinden çevirileri olduğunu sıraladı. Sorum dilimin ucunda ama bir türlü soramıyorum. Çünkü daha önce ben de Almanca okuduğumu söylemiştim. Bu kez, geçen gün ablasının söylediğini anımsadım:

-Çeviri yapan gençler, sık sık gelir bana sorar! demişti. Bunu düşünerek:

-Senin ablanla enişten iyi buluşmuşlar, ikisi de çok dil biliyorlar! deyince Bella:

-Ne var bunda? Bizim ailemizde herkes bir kaç dil bilir hepsini konuşmaz ama yazıp okur. Ben de Fransızca, Almanca, birazda İngilizce bilirim; der demez sorumu sordum. Wachet dedikten sonra:

-O bir ad, gece ya da uykuyla ilgili bir ad. Sen istersen onu, uyku, gece, uykusuzluk ya da birini bekleme olarak düşünebilirsin! dedi. Eniştesinin bir çevirisini bulup gösterdi. Cevabımı almıştım. Neden gelmediğini sordum. Listesi bitmek üzereymiş, Md. Yardımcısı Tahir Erdem'i tarif etti:

-Bir yaşlı var ya o verdi bu işi! dedi. Beklediğimi söyleyip ayrıldım. Salona inince notalara bir daha baktım; Wachet auf, Gece ya da Uyku üstüne! deyip çalışmaya başladım. Bir bilenle karşılaşırsam daha uygun adı o zaman öğrenirim! Özlemiş olarak tuşları çekiçlemeye başladım. Bella gelirse akordiyonla çalmayı düşlediğim için akordiyonu da masa üstüne koydum. Az sonra Öztekin Öğretmen geldi. Akordiyonu görünce:

-Bak, bak, bak akordiyona da vefâsızlık yapmıyorsun, biliyorsun ki senin asıl işine yarayacak o! deyip güldü. Ben de:

-Çalışırken bazan dalıyorum, öğrenciler gelmeden hazır olmasını istedim! deyip gerçeği sakladım.

Öztekin Öğretmen bir süre kendi odasında keman çaldı. Mozart, Divertimento 17'den menuetti Bach, air'i, Beethoven, Romansı, Schubert'ten Rondoyu. Daha doğrusu benim çok dinlediğim parçaları tekrarladı.

Öztekin Öğretmen varken Bella gelecek kaygısına kapıldım. Aklımdan geçenler, beni belki yanıltıyor ama öyle düşündüğüm için başka türlü davranmam zor. Bella'nın buraya gelişini, benim için geliyor sanacaklar diye düşünüp bundan da kendime pay çıkarıyorum. Öte yandan bunun doğru olmadığını bildiğim için hem gülüyor hem de üzülüyorum. Çünkü Bella'nın benim düşündüklerimle hiçbir ilgisi yok; kendini kanıtlamak için tıpkı ablası ya da eniştesi gibi çevresindekilere yetenekli olduğunu göstermekten başka hiç bir beklentisi yok. Md. Yardımcısı Tahir Erdem'in verdiği görevi küçümsediğine göre onun amacı toplu çalışmalar değil, düşledikleri üstünde durmak niyetinde. Sabahattin Eyuboğlu öğretmene Emmi deyip sımsıkı sarılırken Tahir Erdem'e "Yaşlı biri!" deyip küçümsemesi Bella'yı doğru anlamama yetiyor. Oysa onun görev yapıp yapmadığı değerlendirilmesi Tahir Erdem’le yanındaki yaşlı-genç kişilerin değerlendirme süzgecinden geçecek. Bunu ona anlatmak oldukça zor. Gene de söylemeyi bir görev sayıp "Gıdım gıdım anlatmalıyım!" dedim.

Bella gelmedi. O gelmedi ama ben, Wachet auf'u kendimce hem piyanoda hem de akordiyonla toz ettim. Özellikle Akordiyonla denemem, beni çok sevindirdi, arkadaşlara yapacağım en özel numara bu olacak.

Beklemediğim bir konuk. Okulda sık sık görüyordum ama ne iş gördüğü üzerinde hiç durmamıştım. "Günaydın, kolay gelsin!" deyip gülümseyerek geldi, adını söyledi, “Okul Doktoru!” deyince ben de gülümsedim, "Sağlığımdan şikayetçi olmadığım için sizinle görürüşedim, kusura bakmayın!" dedim. Dr. "Ne iyi, bizim meslek sağlıklı insanlar için değildir. Bu nedenle bizden uzak duranları hoş görürüz!” gibilerde sözler söyledikten sonra “sadede gelelim” deyip, öğrencilerin durumunu anlattı. Bana kimse bu konuda bilgi vermediği için bilmiyordum. Mandolin çalışmalarına katılan gruplardan ikisi beklediğim başarıyı gösteremiyordu. Ben de onlara öteki grupları örnek gösterip ara sıra paylıyordum. Bir ara da onlar gelmediler. Tatil süreci olduğundan gelmeyen kümeler için soruşturma da yapmadım. Açıkçası, her kümenin sorumlu öğretmeni var, onların işlerine karışma saydığımdan salt gelenlerin çalışmasıyla ilgilenmiştim. Doktor bana burada bir Sağlık Kolu olduğunu, Sağlık Kolu öğrencilerinin ayrı bir statüsü olduğunu, onlar öğretmen olmayacağına göre, müzik çalışmalarını zorunlu saymadıklarını, ancak isteklilerin katıldığını anlattı. Bunların, öteki öğrenciler düzeyinde olamamasının bir nedeni, sık sık uygulamaya götürüldüklerinden müzik çalışmalarına katılamadıklarını, anlayacağım bir tatlılıkla anlatıp beni uyardı. Doktor, tanıştığımıza memnun olduğunu söyleyip ayrıldı. Ders yılı boyunca sık sık yönetim binasında, yemekhanede gördüğüm kişinin doktor olduğunu nasıl sorup öğrenmediğime şaştım. Sonra da, "Okulda o denli değişik insan var ki, hepsini tanımak, adıyla sanıyla öğrenmek olası değil. Ya bir Sağlık Kolu oluşunu bilmemek? O da benim duyarsızlığım!” deyip kendimi suçladım.

Yemekte, arkadaşlar öteden beriden söz ederken, az önce konuştuğum doktorun, mutfak tarafından çıktığını görünce "Doktor!" deyiverdim. Ekrem telaşlandı:

-Rahatsız mısın? Daha ileri giderek yavaşça "Oraya mı gittin?" diye sordu. Bu yetmemiş gibi; "O hastalık, geciktirilirse önlenmesi zorlaşır!" dedi. Karşımızdakiler fısıldaşmamızı değişik yorumladılar. Bense Ekrem'in söylediğini tam olarak anlamamıştı. Yemekten sonra Ekrem açıkladı. Ben doktor deyince, doktorla ilişkim olacağını düşünmüş, beni sağlıklı bildiğinden olsa olsa Bend Deresine gitmiştir, oradan alınacak hastalığın (bir çok insanda olduğu gibi) yaygın durumunu bildiğinden beni uyarmış. Böyle bir durum olmadığını, gerçek olayı anlattım, gülüşerek ayrıldık.

Gelen çalışma grubuyla Ömer Çiftçi de geldi. O, okulun genel durumunu daha iyi biliyor, Sağlık Kolu Öğrencilerinin oluşturduğu grupla ilgilenmesini söyledim. Ömer hemen ekledi "Meliha Sapanlı, doktorun eşi!” Doktor Hulusi Sapanlı'nın eşi! Durum aydınlanmıştı öğretmenin, ağırdan alması, sınıfının umursamazlığı gözümün önünden geldi, geçti.

O kümenin zaten tek sınıftan olmadığını bir kaç sınıfın heveslilerinden oluştuğunu da böylece öğrenmiş oldum. Ömer de o sınıfla ayrıca ilgilenecek. Bundan böyle o kümeye salt mandolin çalışması yaptırmayı kararlaştırdık.

Ömer'in ilgileneceğini, yeri gelince beni uyaracağını düşünerek konuyu kapattım.

Doktor Hulusi Sapanlı, tavırları, nazik davranışları bir süre gözümün önünden gitmedi. Özellikle Sapanlı soyadı beni Sapanca’yı, oradan da sıçrayarak Arifiye Köy Enstitüsü'ne götürdü. Arifiye Köy Enstitüsü deyince Salim Dayımı anımsamamak olası değil. 1941 Aralık başında Kepirtepe'ye dönerken Arifiye Köy Enstitüsü'nde iki gece kalmıştık. Okula iner inmez adımla çağrılışımın şaşkınlığını hiç unutmuyorum. Bilmediğim bir yere gelir gelmez adımla çağırılıyorum. Gittiğimde karşıma Salim Dayım çıkıyor. O bir asker, nasıl olur da okula gelip beni aratabilir? Demek ki oluyormuş. Salim Dayımın girgin olduğunu hep söylerlerdi. Köyde, İlin valisinin, İlçede kaymakamın adlarını bir bilen varsa odur. Her yıl gelip çoğunun canını yakan Tahsildarların adlarını bilmeyenler Salim Dayımın bu özelliğine hayran olmaları gerekirken, alay konusu ederler; "Pişkin, gereksiz işlere kalkışan” falan filan derler. İkinci askerliğini yapıyor. Birliği Arifiye Köy Enstitüsü'nün üst tarafında. Beni anımsayıp, benzer okul olan Enstitüye sık sık inmiş, okul Müdürü Süleyman Edip Balkır başta olmak üzere okulda herkesle tanışmış. Sürekli de benden, Kepirtepe'den söz etmiş. Okula uğramadığı gün olmazmış. Bizim orada kalacağımızı öğrenince damlamış, beni aratan oymuş. Nasıl gururlanmıştım. Salim Dayım bir yedek asker. Ancak birlik komutanı. Hangi birliğin dendiğinde büyük bir adla karşılanılıyor:

-Uçak Gözetleme, Uçak Savar Sapanca Birliği Komutanlığı. Birliğin Komutanı Salim Dayım, birlik ise on erden oluşuyor. Yer Kalaycı köy. Salim Dayım Kalaycı köylüleri de büyülemiş, tüm köy kendisine saygı duyuyor. Biz konuşurken yakınımızdan geçen okul müdürü Süleyman Edip Balkır bana:

-Seni ne denli seviyor, bilmelisin; gelmeseydin Ankara'ya gidecekti! demişti. Sapanlı-Sapanca iki kardeş sözcük; biri sapan sahibi, öteki sapanlığa soyunmuş, sapan olmak üzere. . .

Bach ilgim giderek arttı, 3 plâklık kantatını, Düğün Kantatını dinledim. Neredeyse öteki 17 plâklık Messe'sini dinleyecektim. Akşam çalışma grubu geldi de toparlandım. Güzel bir rastlantı, doktor Sapanlı'nın öğrencileri geldi. Onlara olabildiğince yumuşak davrandım. Kendilerine:

-Sizi bundan sonra Ömer Ağabeyiniz çalıştıracak, ondan tek tek çalışmalarınızdan yararlanabilirsiz! dedim. Ömer, mandolin akorlarını elden geçirdikten sonra topluca öğrendikleri en kolay şarkılardan başlayarak bir tekrar yaptılar. Gruba baktım, gerçekten tek sınıf öğrencisi değiller. Şimdiye dek bunu farkedemeyişime üzüldüm. Affedilecek bir ihmal değil, düpedüz bir gaflet, benim dikkatsizliğim, benim gafletim!

Kulübeye uğradığımda arkadaşlar gelmişti. Birlikte yemeğe gittik. Bendeki suskunluğu sordular. Suskunluğumun da ayırdında değilim. Oysa olay, sessiz sakin aklımdan su gibi sürekli akıp geçiyor. Bu arada Ekrem'in kuşkusu da belleğimde yer etti. Öyle bir hastalık başıma gelse, Dr. Hulüsi Kapanlı'ya nasıl söylerim. Söylesem o eşine söyler mi? Bir an için söylediğini var sayıp karşımda tüm bayan öğretmenlerce bilinmesi durumunda bana ne gözle bakacaklarını kuruntulayarak titrer gibi oldum. Unutmadığım olaylar vardır. Köyde bir olay sürekli kurcalanır, aslını bilmeyen kalmamışır. Kahvede sık sık dillenir. Birinin eşi, bir başka erkekle gizli gizli görüşürmüş. Bu olayı ben bile öğrendim. Çünkü ben kahvede olduğum zamanlar da konuşuluyordu. Bu kimsenin (erkeğin) olaydan habersiz olduğuna şaşıyordum. Konu konuşulur, o kimse geldiğinde konu hemen değiştirilir. Değiştirilir ama ortada bir suskunluk olur. Kahve dolusu insan, biri içeri girince neden susar? Bu sorunun cevabını böylece buldum. O kişinin eşini tanırım, köyde en süslü giyinen bir bayandır. Bir kızı vardır, kızı da akranları içinde en temiz giyinendir. Bu özelliklerini beğendiğim için toz kondurmak istemezdim. Sonra sonra anladım ki bu özellikler, onu birileri gözünde değerli kılıyor, kendisine yaklaşma yolları denenmeye başlanıyor. Sonuçta bir aldanma, böylesi bir dedikoduya konu oluyor. Adı bir çıkmaya görsün bir daha dillerden düşmüyor.

Kulübeye dönünce Ekrem; “Yorgunum, kusura bakmayın!” deyip hemen yatağına uzandı. Hüsnü de tonbergi iyice kıstı. Karşılıklı bakışırken gülerek bana:

-Bilirsin benim belleğim çok zayıftır, en gerekli bilgileri bile unuturum! deyince karşı durarak Fikret Madaralı Öğretmenin derslikte okuduğu bir şiiri, Kör Adam'ı şiiri yıllar sonra ondan öğrendiğimi anımsattım. Hüsnü gene de direndi, benden sordu:

-Geçen gün konuşurken, Elin Pelin, Yordan Yankov'dan söz ettik. Yordan Yankov'un hikayesini bir türlü hatırlamadım. Hatırlayamam bir yana kafam iyice takıldı, acaba sen mi yanlış söyledin? Güldüm:

-Sen unutmuş olabilirsin ama benim yanılmam olanaksız; çünkü benim senden başkasıyla bu konuları konuşmam sözkonusu olamaz, böyle birini tanımadım. Yordan Yankov'un hikâyesi bir eşkiyanın düş kırıklığı üstüne ve de acı sonucu üstüne yazılmış güzel bir hikayedir. Uzun yıllar dağlarda gezmiş bir haydut bir gün kendi egemenliği altında sandığı dağlık bölgede bir grup bayanla karşılaşır. Özlemini çektiği dişi avları kendiliğinde ayağına gelmiştir. Şişinerek bayanlara söz atar. Biri dışında hepsi evli, çoluk çocuk sahibidir. Hayduttan korkarlar. İçlerinde evlenmemiş bir güzel vardır. Birden hayduta seslenir:

-Dokunma bunlara, cesaretin varsa bana gel, aradığını bende bulacaksın. Ancak sen buna hazır mısın? diye efelenerek sorar Eşkiya şaşırır ama gene de konuşan bayana sokulur. Bayan, eşkiyanın kılığı kıyafetini beğenmediğini söyledikten sonra iğne iplik çıkarıp eşkiyanın yırtık yakasını diker. Hüsnü:

-Tamam tamam, şimdi anımsadım, kusura bakma!

-Ne kusur ettin ki?

Karşılıklı gülüşerek yattık.

Yatınca, altı yıl öncelere gittim. Hüsnü ile Emrullah ilkokulu bitirince Türkiye'ye "Vatanımız!" deyip kaçak gelmişler. Kaçmak romantik bir olay, sonrası acı gerçek. Bir süre sahipsiz, Edirne'de öylece dolaşmışlar. Bu tür olaylar sürekli olduğundan hayır sahibi kimseler bu işe el atmışlardır. Edirne'nin hayırsever tarihçisi Osman Nuri Peremeci bu iki garibanı sahiplenir, tam o sıralar Karaağaç'ta açılan Trakya Köy Öğretmen Okulu'na kefil olup yazdırır. Böylece Hüsnü Yalçın'la arkadaşlığımız başlar. Ancak bizden başka sınıfımızda 28 öğrenci daha vardır. Bunların arasında ayırımcılığı aile ocaklarından almışlar vardır. Hüsnü, Bulgarlıkla, bense Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilikle dile dolanmak isteniriz. Aynı sınıfta benim gibi güçlü yeğenim İsmet vardı. Güçlüydüm, ağzını açanın ağzına yumruğum indi. Hüsnü bunu yapacak durumda değildi. O neden uzun süre çirkeflerin "Şaka” diye öne sürdükleri "Kaka”larla tedirgin yaşadı. Yıllar geçtikçe, o kir yayıcılar, kendi kirlilikleri içinde sıkışıp kaldılar. Onlar okuldan güç hal orta dereceyle, bense pekiyi diploma ile ayrıldım. Hüsnü, haklı olarak çok iyi bir derece tutturamadı ama, burada bir başka başarıyı kazandı. Bu özelliğinden dolayı burada yan yana yatıyoruz. O nedenle arkadaşımın unutmasını hoş karşıladım. O da bana Kör Adam şirini yıllar sonra anımsatmıştı. İyi uykular benim sadık, iyi yürekli arkadaşım! Petli kukurika, tri metelika… (Üç meteliğe bir tepeli tavuk! Üç kuruşa ya da liraya) Hüsnü'ye takılanların ilk sözleri bunlardı. Arkadaşa Bulgarca konuşması istendiğinde bir örnek vermişti. Sokakta bağıran bir tavukçu müşterilerine Bulgarca böyle duyuru yaparmış:

-Petli kukurika tri metelika…

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ