Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

8 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Hoşgörüsüz Yönetim Öğrencileri Doğru Yoldan Saptırıyor

 

12 Eylül 1941 Cuma

 

İdris yanımdan geçerken çaktırmadan “Baba Ali gene homurdanıyor!”dedi. Ali uzaktaydı duymadı ancak Fettah duydu, İdris’e “Sana moruk deyince kızıyorsun, kızma!”deyince İdris, ”Peki arkadaşım, kızmayayım, hiç birimiz kızmayalım; sen de zenne menle, madam kadın laflarına aldırma, olur mu? deyip yürüdü. Fettah küplere bindi ama az durunca haksız olduğunu anladı, sustu. Aklım Cavitlerin söylediklerinde, ne yapacaklar, ne yazacaklar? Ne yazmalılar. Kafam “Çallının eşek bağladığı ağacı kes!”sözüne takıldı. Bu, bir Lüleburgazlının bizim köye gelince adam atını bizim bahçeye bağlayıp kahveye giriyor. O kahvede konuşurken atını gizlice sal, kaçsın anlamına geliyor. Dahası bu şaka değil, o ağacı bile kes, çünkü “O ağaç uğursuzluk getirtecektir”denilmek isteniyor. Dağlı Hasan, Saraç Sami, Bağcı Zeynel, Fırıncı Yusuf bizim köye genellikle atla geliyorlar. Kimi zaman da at arabalarıyla gelirle. Arabayla da gelseler atlarını gene bahçede ağaçlara bağlıyorlar. Bu söz doğru değil. Bu sözü bir okul müdürü öğrencilerine söylememeli. Dur bakalım onlar ne yazacaklar! Baba Ali’nin nöbetçiliğine güvenmiyorum. Kemanı özel düğümlerle bağladım. Notlarımı Akordiyonun kutusuna koyup kilitledim; üstüne de mendilimi ters katlayıp koydum. Karıştıran olursa aynı katları kesinlikle bozar. Önce dersliğe sonra da kahvaltıya gittim. Cavit karşıdan baktı gülümsedi. Bakıştık. Zaten aramızda bu geçen yılardan beri bize özgü bir selamdı:Şükür bakıştık. Cavit bunu memleketinde duymuş, çok hoşuna gitmiş bana söyledi, benim de hoşuma gitti. Sık sık da kullanmaya başladım. “Şükür bakıştık, ” büyüklerin “Görüşelim” sözlerini karşılar gibi bir şey. Bu, konuşmadan da kimi zaman ken diliğinden oluyor zaten. Sözle söylemedem de ben Röslein’i de görünce içimden bu sözü söylüyorum. Cavit’le de bu sabah öyle oldu. Röslein’den farklı olarak karşılıklı gülüştük. Röslein her zaman bunu yapmıyor. Benden önce Cavitler kalktılar. Arkalarından biz de kalkıp iş yerimize gittik. Besbelli mektup işi akşama kaldı. Biz gene yarış ederce çalışmaya başladık. Ali Yımaz Öğretmen Beşikdüzü öğretmeniyle bilikte geldi. Öğretmen çok neşeli. Bize Trabzon hakkında sorular sordu. Önce bana sordu, “Trabzon hakkında neler biliyorsun? ”. Daha önce bu tür sorulara verdiğim yanıtlarım vardı onları tekrarladım. “Trabzonlu ustalar köyümüze genellikle kış günleri gelir, fıçı, eğer, semer, dolap onarımları yaparlar. Bahar gelince de memleketlerine giderler. Onlar daha çok güldürücü olaylar anlatırlar, çok konuşurlar, yüksek sesle konuşurlar! “Öğretmen tamam tıpkı öyledirler dedi, kendisi de anlatmaya başladı. Az sonra biz durup dinleyince de düşündüyse birden “Ben bunlara başladım ama sonlarını şimdi değil paydosta, iş dışı zamanlarda anlatacağım!” deyip bir kahkaha attı. Karadeniz türkülerinden söylediği Şişmanoğlu(O Şişmanoğli diye söylüyor) Mezarı çok ilginç. Bir de Batum türküsü söyledi. Batum eskiden bizim kentlerimizden biriymiş. Çavuş Amca askerliğinde Batum’a gitmiş. Oradan deniz yoluyla başka yere taşınmışlar. Bu kez de nedense savaşarak gene Batum’a gitmişler. Çavuş Amca gaz tenekesinde Batum yazısını okutup bunları sık sık anlatır. Batum’da aynı zamanda gaz yağı çıkıyormuş. Bu türküde Batum geçince onları anımsadım. Türkünün sözlerini yazıp köye gidince Çavuş Amcaya okuyacağım. Arkadaşlar bayramdan söz etti. “Bayram olsa ne olacak? Bir yere gidecek durumumuz yok, köyde gezecek bir yer mi var? Belki de köyde bayram yapılmıyor. Bayram mayram karıştırıp planımızı bozmayalım, çalışma olacaksa gelip çalışalım, işimiz bitirince bayram yaparız!”dedim. Arkadaşlar sustu. Arkadaşları susturdum ama bu kez de kendim kaygılandım. Bayram tatili olunca Süheyla Öğretmen evine gidecektir. Bayram gününü öğrenmek için gene bayram konusuna döndüm. Recep “Yarın bayram!”dedi ama tam da bilmediğini söyledi. Bu kez ben, ”Biz bu okula geleli beri doğru dürüst bayram yapmadık, ne Alpullu’da ne Lüleburgaz’da geçirdiğimiz bayramları anımsamıyorum. Bayramlarda ne yapılır ki? ”Hasan, bizim köyün bayramlarını sordu. Bildiğim kadarıyla bizim köyün bayramlarını anlattım. Ramazan Bayramında büyükler erkenden camiye gider. Namazdan sonra evlerine dönerler. Namazdan dönenin ilk kutlamasıyla eve bayram girmiş olur. Küçükler büyüklerin ellerini öper. Şeker tutulur, özel içilecek, çay ya da şerbet, şurup gibi içecekler verilir. Yakın akrabalar evlerdeki yaşlı durumuna göre gelmeye başlar. Uzak yakın akrabalığa göre gelmeler gitmeler bir sıra izler. Belli bir zamanda evin erkekleri cami ya da okulda toplanıp bayramlaşır. Yakın akraba kadınların da bir gelgit olayı olur. Öğlede özel bayram yemeği ya da tatlısı yenir. Bu kez kadınlar belli bri evde toplanır. Kendi aralarında şarkılar söyler, oynarlar. Erkekler genellikle birinci gün bayramlaşarak akşamı yapar. Akşam, onların da yer yer toplanma yeri vardır orada bir birini sevenler toplanır. Gençler genellikle bu toplantılarda içki içerler. Çoğu kez de içkiyi fazla kaçırıp kavga ederler. Kimisi dayak yer kimisi, kaldıramadığı içkiden yerlere yatar. Böyle olduğunu, olacağını hep bildikleri için hemen hemen herkesin bir tanıdığı çıkıp fazla taşkınlık edenleri korur. Böylece buyuk kavgalar önlenir. Bu nedenle bizim köyde karakolluk olaylar hiç olmaz. İkinci gün komşulara gidip gelme yapılır, 3. Günse yakın köy akrabalarına gidip gelinir. Bu gidip gelmeler bir sıraya göre olur. Söz gelimi geçen A ailesi B köyündeki akrabasına gitmişse sonraki bayram B köylü akraba A’lara gelir. 3. günün akşamı bayram biter. Kurban bayramı bundan biraz farklıdır. İlk gün kurban olayı vardır. Bu bayramda büyükler kurban etleriyle ilgilidir. Ancak çocuklar gene şeker için koşuştururlar. Kurban etleri genellikle akrabalar arasında pay edilir. Köyde çoğunluğun koyun sürüsü olduğu için koyun kurban kesilir. Çok önemli olaylar nedeniyle köyce de kurbanlar kesilir. Bu kurbanlar büyük baş hayvanlardır. Köy boğaları ya da özel olarak yetiştirilmiş tosunlar kurban edilir. Bizim köyde, benim dikkatimi çeken, çok kimseye sormama karşın kimseden inandırıcı bir yanıtlamadığım bir olay vardır. Bizim köylülerin bir bölümü bayram namazı için komşu köyümüz Hamitabat’a giderler. Oysa köyümüzde iyi yetişmiş, çok bilgili bir hoca vardır. Hamitabatlı hocalar bizim Mustafa hocaya saygı duyarlar. Öyleyken köylülerin zaman zaman oraya gitmeleri benim hep kuşkumu uyandırmıştır. Babam, “Bunun üstünde durulacak bir yan yok, Orası daha kalabalık bir köy, namazlar da biraz gösterişe yatkın ibadettir. Daha kalabalıkla bir arada bulunmak ayrı bir güven verebilir. Ya da katılanlar öyle inanmış olabilir. Nitekim oraya gidenler her bayram gitmek gibi bir ayrılık yapmıyor;kah orada kah burada görevini ifa ediyor. Bunun niçinini aramaya gerek yok!”demektedir. Böyleyken ben, bunun bir başka nedeni olamaz mı diye düşünüp duruyorum. Ben anlattım, arkadaşlar dinlediler. Onların böyle sorunları yok. Gene de Yusuf duramadı:

-Senin yaşına gelince bunları ben de düşünürüm! Kafamda saklı olan giz zaman zaman beni rahatsız edeceğe benziyor. Aklıma gelince bir başka konu açıp konuşmaları o yöne saptırmaya çalışıyorum. Bu kez de öyle yaptım; “Recep Kocaman’a Pınarhisar elektrik santralını sordum. Recep biraz duraksadı:”

-Nereden çıktı bu şimdi? ”dercesine yüzüme baktı. “Sizin santralı kuran bizim köylüdür. Gittiğinde onunla konuş, sana elektrikçiliği öğretir!”dedim. Recep konuşmamış ama Ali Ağabeyi çok görmüş, “Pehlivan gibi güçlü birisi!”dedi. Öyküsünü anlatmadım ama aklımdan geçirdim. O Ali Usta bizim komşu, sevgili C’nin de öz ağabeyi. Baba oğul anlaşamadıkları için Ali Ağabey ayrıldı gitti. Her türlü işe yatkın bir insan, köy kökenli birinin kolay kolay beceremeyeceği bir işi üslendiği gibi, yıllardır da sürdürüyor. Biz konuşurken Ali Kıpçak geldi, öğretmen göndermiş, “Paydos edecekmişsiniz!”dedi. Yusuf, Ali Kıpçak’ı iyi tanıyor. Köylüsü Ali Ergin’in arkadaşı, ona:

-Biz bugün paydos etmiyoruz!deyince Ali Kıpçak bunun şaka olabileceğini düşünemedi, yüzü kızardı “Öğretmen öyle söyledi, ama!”. Bu kez de arkadaşlar:

-Hadi seni üzmeyelim, paydos edelim!”dediler. Ali Kıpçak gülümsedi. Yollarda bir çok öğrenci var. Gözlerim, Gege, Gülümser, Kafkas hiç değilse birini arıyor. Ancak onları yemekte görebildim, yerlerindeydiler. Olayı üstelemedim, onlardan ne gelecek, ona göre tavır takınacağım. Onlardan gelen giden olmadı, kalkıp yatak çadırına gittim. Keman da akordiyon da bıraktığım gibi duruyor. Boşuna kaygılanmışım. Kemanı alıp gittim. Her zamanki gibi benden önce gelen yok. Musluklara gelen giden oluyor ama onları olağan sayıyorum. Zaten onlar da şöyle bir bakıp geçiyorlar. Derken büyük kargaşa başladı. Mandolinciler her biri ayrı yerde. Belli ki bugün toplu çalışma yok. Öğretmen de kenarlı şapkası, ince çiçekli giysileri içinde benim köşeme yönelince elim ayağım titremeye başladı. Gördüm, çalışıyorum ama yay elimden kayı kayıveriyor. Çalıştığım yerin önüne bir korkuluk koymuşlar. Uçları taşlar üstünde;3o cm kadar yüksek yatık bir direklik. Düz girilecek yer, az ileride musluklar tarafında . Ben , daha kestirme olduğu için ağacın üstünden geçiyorum. . Süheyla öğretmen de kolayına geldiği için öyle yapıyor. Yapıyor ama o benim gibi rahat adım atamadığından ayağını yana kaldırıyor. Bu kez de eteği sıyrılıyor. Gözüm takılıyor. Doğrudan bakmamağa çalışıyorum ama düpedüz gözlerimin önünde olan bir olay. Bir yandan da öğretmen, bakıp bakmadığımı gözler gibi, bunu duyumsuyorum. Gene öyle oldu, eteği dizinin üstüne dek sıyrılınca telaşlı telaşlı düzeltirken “Ayyy!”deyince yardım edecekmiş gibi davrandım. Düşmedi, gülümseyerek geçti. Ben davranışımdan hem utandım hem de üzüldüm. “Ya beni ayıplarsa, ya beni buralara geldiğim için içinden kınarsa!”Öğretmen neşeliydi Önce, on parçayı çaldırdı. “Akort kontrolunu kaldırdım, bozulursa bundan sonra sen anımsat!”dedi. Bu arada üç gün çalışmalarımıza ara vereceğimizi, kendisinin Ankara’da olacağını, ben çalışırsam memnun olacağını anlattı. Üç gün bayrammış, bu bayram ne zaman acaba? ”diye düşündüm ama soramadım. “Oyunlar da kaldı öyleyse!”dedim. ”Nahide Öğretmen burada, gerekirse kızlar size haber verecekler!”dedi. Kemanı aldı, Toselli Serenat’ı çaldı. “Tanıdın mı? ” diye sordu. Adını söyleyince “İlginç bir belleğin var, duyduğunu unutmuyorsun, bunu ayırdında mısın? ”diye sordu. Böyle bir soruyu bekliyormuş gibi konuşmaya başladım. Şiir sevdiğimi, kolay şiir ezberlediğimi, ezberlediklerimi de unutmadığımı, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları adlı uzun şiirini bile neredeyse ezberlediğimi, Adem Gürçağlayan öğretmenin ezberlettiği üç yıl önceki notaları hiç unutmadığımı sıraladım. Bu kez öğretmen, ”Sahi mi? oku o notaları bakalım neymiş!”dedi. ”Siii do miii re do si laaa, si do si la sol fa mi re laaa sol la siiii. . !”deyince Süheyla Öğretmen katıla katıla güldü. “Hiç böyle bir şey görmedim, ne böyle ezberleyen öğrenci, ne de böyle nota ezbeleten öğretmen!”Bir kez daha tekrarladı “Bunun için ısrarla senin kemana daha doğrusu müziğe çalışmanı istiyorum, kolay öğrenme yeteneğin var, az emekle çok şeyler kazanacaksın!” Öğretmen, “İyi çalışmalar!”dileyip giderken gene girdiği yerden çıktı, gene eteği sıyrıldı, ben görmezden geldim ama o bakıp bakmadığımı gözledi. Bunu bir süre düşündüm:

-Bakmamı mı bekliyor bakmamamı mı? “En iyisi o ağacı oradan kaldırmak!”deyip bir ucundan tutarak ters yöndeki direklerin önüne tıpkı oradaymış gibi yerleştirdim. Kemanı bırakınca gene koşarak arkadaşlar işbaşı yapmadan onlara ulaştım. Arkadaşlarda yeni haberler varmış, heman ilettiler, benim düşüncemi sordular. 8. sınıflar yarın öğleden sonra işe gitmeyeceklermiş. “Biz ne yapacağız? ”Ben fikrimi söyledim:

-Onlar öyle yapıyor diye ben emirlere karşı durmam. Onlar kendileri konuşup karar vermiş. Ne konuştular, neden böyle bir karar verdiler? Ben onları bilmiyorum. Benim numaram 66. ben bir kişi olarak okula kayıt yaptırdım, kendimden sorumluyum. Bana “Git!”dedikleri zaman benim başka gidecek yerim yok. Okul kapatıncaya dek ben burada çalışacağım. Burada çalışırsam belki de başka bir okula gitme şansım açılacak. Bunu da ben burada uyumlu davranırsam kazanabilirim. Ben böyle düşünüyorum. Öğretmenlerimiz çalıştığı, onların bize “Çalışın!”dediği sürece de çalışacağım!”Recep Kocaman da “Ben de senin gibi düşünüyorum, bunun doğru olduğuna da inanıyorum!”dedi. Salih “Her zaman soylediği sözü tekrarladı”Anasını satayım, ben nerede olsa çalışmak zorundayım, gitsem de çalışacağım kalsam da. Kalırsam hiç değilse geçmiş yıllarım yanmayacak. Ben de sizinleyim!”Harun, Salih’in sizinleyim sözüne güldü. “Kim ayrıldı ki sizinleyim! diyorsun? Biz hep birlikyeyiz, bu binaların çatılarını kapatacağız!”Bu konuya bir daha dönmemek üzere işe yumulduk. Üç makası tamı tamına tamamlayıp. Ötekilerin yanına ekledik. En az üç makası da yarın yapmak üzere sözleştik. Bu kez öğretmen kendisi geldi, hal hatır sordu. “İşler nasıl gidiyor? ”dedi, güldü. 8. Sınıfların cumartesi öğleden sonra işe gelmeyeceklerini o da duymuş, bana “Sen bunu nasıl karşılıyorsun? ”dedi. Benden önce Yusuf, “Biz onu aramızda konuştuk;biz, isteyerek, severek çalışıyoruz. Tatil olunca bir yere gidemediğimize göre çalışmak bizim için daha iyi!”Öğretmen: “Aferin!”deyip yüzlerimize baktı, “Hep ayni fikirde misiniz? ” diye sordu. “Biz öyle düşünüyoruz!”dedik. Öğretmen, “Buna sevindim, ben de sizden bu olgunluğu bekliyordum. Kepirtepeli olarak bu işin en ağır sorumlulu bize verildi, bunun altından kalkamazsak mahcup olacağız. Burada da kalsak oraya da gitsek bu bizim sırtımızda bir kamburdur. Bu kamburu düzeltme yerine daha da büyütürsek ilerde buna biz de pişman olabiliriz!Hiç değilse buradaki işin devam edeceğine sevindim!”dedi. Ne düşündüyse “Belki de onlar da fikir değiştirirler, Mustafa Güneri onlarla sürekli konuşuyor. Bir yandan da Hidayet Gülen bu işin üstünde!”. Paydos olunca birlikte yola çıktık. Recep Kocaman yolda öğretmene, “Çalışıyoruz, sizinle özellikle çalışmayı severek sürdürüyoruz ama, bayram günleri de çalıştırılmamız doğru mu? ”diye sordu. Öğretmen durdu, “Recep Usta bunu bana sormadın değil mi? Bak bunu ben kimseye soramıyorum, kendim başkasına soramadığım sorunun yanıtını nasıl vereyim? ”dedi. Gülerek Recep’in başına elinin ucuyla dokundu. Gülerek “Beşikdüzü öğretmeninin şarkılarını nasıl buldunuz? ”diye sordu. Ben, çok sevdiğimi, sözlerini yazacağımı söyledim. Özellikle “Şişmanoğlu’nun mezarının sala ya da sandala benzetilmesi insanı güldürüyor!”dedim. Öğretmen:

-Eh onlar denizci, yaşamları denizde geçiyor, denizde yaşıyorlar. Çoğunun mezarı sal mal da değil doğrudan deniz, denizin dalgalarıdır. Doğal olarak şarkıları da öyle oluyor. Dikkat edin, mezar, ölüm gibi acıklı konuları bile neşeli anlatıyorlar, önemli olan burasıdır!”Öğretmenin kapısı önünde ayrıldık. Ahmet Güner, Ali Ergin, Rafet Topuz, Mehmet Aydemir, Tevfik Yıldırım beni beklemişler. Yarın akşamki eğlence kendi aramızda olacakmış. Öğretmenlerin toplantısı varmış. Biz sadece ortak oyunları, oynayıp şarkılar söyleyecekmişiz, sorumlu da seninle(Bir de Sami Akıncı) oluşturacağımız bir grup olacakmış. Gerektiğinde Hidayet Gülen Öğretmene danışacakmışız!”dediler. Öteki ekipleri sordum, onlar zaten böyle istiyormuş. Özellikle Kızılçullu ekibi oyunlarını oynamaktan başka bir sorumluluğa katılmak istemiyormuş. Gönenliler, “Biz seyirciyiz” demişler. Beşikdüzülüler de “Bizim belli etkinliklerimniz var, onları göstereceğiz!”demişler. Ben de benim söyleyecek bir sözüm yok, siz ne derseniz ben sizin yanınızdayım!”dedim. Baktım konuşanların arasında dün geceki arkadaşlardan kimse yok. Cavit, Gülümser, Süleyman. Onları düşündüm. Az sonra onlar da geldi, mektuplar yazılmış, yarın Ankara’dan postaya verilecekmiş. Ne yazdınız? ”diye sormadım. Zaten Cavit, ”Abi biz sana söyledik ama daha sonra bundan pişmanlık duyduk. Kararı biz verdik. Sizin sınıf katılmayabilir. O zaman sen zor durumda kalırsın. Sana duyurduk ama sen bunu şimdi bilmiyorsun!”Bunu duyunca içimden çok sevindim ama bu kez de onlar adına kaygılandım. Mektupları Ankara’da P. T. T’ye kim atacak? Bu kişi getirip mektupları Okul Müdürüne verirse ne olacak? ”Kaygılar içinde akordiyonu alıp köşeme gittim. Toselli Serenat’ın giriş bölümünü bastıra bastıra birkaç kez tekrarladım. Devamı yok ama olacak. Çünkü elimde notası var. Çocuklar toplandılar. İstekler başladı. Kızılçullu Ekibinden gelenler oldu. Oynamak istediler. ”Sizin oyunlarınızın bir bölümünü çalamıyorum!”dedim. Aralarından biri “Ben çalarım!”deyip akordiyona yapıştı. Vermemezlik edemedim. Aldı başladı ama çalamadı. Aralarından bir başkasına verdi. Azıcık bozulmaklla birlikte sustum, anladım ki bu bir numara, böyle konuşarak elimden akordiyonu alacaklar değiştirerek istediklerine verecekler. Nitekim akordiyonu götürüp Yaşar’a verdiler. . Onlar, zeybekleri grup olarak çok düzgün oynuyorlar. Onları izlerken akordiyon olayını unutuverdim. Bizden de katılanlar oldu. Sonuç olarak güzel bir ortak etkinlik yaşandı. Akordiyonu bırtakırken Yaşar teşekkür etti. Karşılıklı gülüştük. Sanırım aramızdaki soğukluk geçti. . Ben onların numarası için güldüm;her halde o da “Seni nasıl kandırdık ama !”diye güldü. . Şimdi isteseler akordiyonu onlara bir hafta bile verebilirim. Onlar zeybekleri gerçekten çok düzgün oynuyorlar. . . Yemek zili çalınca oyuncular dağıldı, topluca yemeğe gittik. Hidayet Gülen, Namık Ergin, Mustafa Güneri, Nahide Akalın, Süheyla Başokçu öğretmenler hep varlar. Sili Usta ile Hüsnü Baykoca da sonradan geldiler. Besbelli bir takım konuşmalar yapılıyor. Benim aklıma Cavitlerin mektubu geldi. Yemekten sonra Bayram Tatilin den de söz edildi. Bizim gündüz konuştuğumuz gibi derslikte de kimi arkadaşlar da benzer konuşmalar yaptılar. Bu arada Sami Akıncı’ya takıldılar. Bayramlar konusunda en yetkili kimse sensin, çünkü köyünün adı. Bayramlı! Sami uzun uzun köyünü tanıttı. Adının nereden geldiğini açıkladı. Sami’den sonra bayramla falan ilgisi olmasa da bir çok arkadaş köyünü tanıtmaya kalkıştı. Arkadaşlar konuşurken Semaver kitabını okudum. İlgilenmediğimi görünce nedense sonunda bana da köyümü sordular, ”Çeşmekolu ne demek? Çeşme ya da Çeşme yolu akla daha uygun ama Çeşmekolu ne anlama geliyor? ”. Kesin olmamakla birlikte duyduklarımı anlattım. Köy kurulmadan önce yani 1890 yılları ile daha önceki dönemlerde Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski, Pınarhisar arası tümüyle padişahın çiftliğiymiş. Bu çok verimli geniş alan Osmanlı Devletini kurulduğu yıllarda beğenilip özellikle Saraya verilmiş. Ancak yeterince kaynak suyu yokmuş. O günlerin ileri gelenleri bu konuya eğilmiş zamanın ermişlerinden yardım istemişler. Erenler gezip dolaşmış. Bu geniş alana yetecek su ancak Tuna’dan getirilirse bir işe yarar, yoksa ufat tefek akıntılarla bu iş çözümlenmez! demişler. O dönemim en büyük ermişi. ” Tuna’dan yeterince suyu getiririm ama bunu dağıtılması sonradan büyük bir sorun olacaktır. Benim kudretim tek bir dilekliktir. Oradan ötesin karışmam!”. Öteki erenler “Sen büyük işi gör, dağıtımı da biz üsleniriz!”deyince Büyük ermiş Tuna’dan şimdilerde Kaynarca olarak bilinen yere bir kol akıtmış. Bu su oldukça yüksek bir yerden çıkıp ova tarafına bugün olduğu gibi akmaya başlamıştır. Bu kez de öteki ermişler işe el koyarlar. Kırklareli’nin doğusu ile bartısına iki, Kaynarca’nın doğu tarafına iki, bir de Kaynarca Ergene arasına olmak üzere beş kol ayırırlar. Kaynarca’nın büyük kaynağına eskiler göz anlamına gelen çeşm demişledr. . Sonra sonra bu söz çeşme olarak anılmaya başlamış. Çeşmeden ayrılan kollara da Çeşmeninkolları deniyormuş. Kaynarcadan ayrılan öteki dört kolun bitişiğinde köyler, kentler kurulup gelişince o çeşmelere oralarn adları takılmış. Ancak Sarayın emlaki kalan beşini çeşme Emlak Şahane içinde eski adını sürdürmüş. Emlak Şahane adı üstünde şahane emlak, aynı zamanda şahın emlaki, yani toprakları anlamındadır. Tapu kayıtlarında böyle olduğu gibi bizim köyden İsmet’lerin köyüne dek uzayan ormanlara şimdilerde de Emlak Şahane ya da halk deyimiyle Emlakşane denmektedir. Kırklareli’deki çeşmeler şimdilerde de akmaktadır. Biri Kırklareli İstanbul yolu üzerinde Kışlalar yakınındadır. Diğeri de Babaeski tarafında eski Babaeski yolu, yani benim köyümün de yolu üstündedir. İşin ilginci, benim bildiğim bu üç çeşmeden sular alınıp defalarca eksperlerce incelenmiş hepsinin Kaynarca suyu özelliklerini taşıdığı öne sürülmüştür. Kaynarca suyunun Tuna’dan geldiği üstüne de bir söylem vardır. Buna sayısız insan inanmaktadır. Kaynağa yakın bir yerde gurbete çıkanlar için bir han vardır. Bir yerden bir yere gidenler eski günlerde böyle hanlarda konaklarmış. Hanı işleten kimse birgün kaynaktan su alırken su içinde bir sopa görmüş. Gördüğü sopa öyle sıradan bir parça değil eldeğmiş, daha doğrusu bir usta elden çıkmış bir bastonu andırıyormuş. Sopa bastona benzermiş ama baston değilmiş. Hancı bunun bir sahibi çıkar deyip, hanın köşesine asmış. Yıllar gelmiş geşmiş gelene gidene gösterilmiş, bunun bir çoban sopası daha doğrusu gegesi olduğu söylenmişse de o yörede bu tür gege kullanılmazmış. . Gege, istendiği zaman koyuna zarar vermeden ayağından tutmak için ağaçtan yapılmış özel bir tutaçtır. Ağaçtan yapılır giriş yeri dar ilersi geniştir. Koyunun arka ayağı takılınca kolay kolay geriye gidip çıkamaz. Böylece koyun yakalanmış olur. Bunu anlatınca Sami Akıncı “Sen bunu bir kere daha anlatmıştın!”dedi. Ben Evet, ama o zaman sadece burasını anlatmıştım. Oysa şimdi köyümle olan ilgisini ekliyorum!”deyip sözlerimi sürdürdüm . Günün birinde hana gelen bir yolcu asılı sopayı görünce:

-Bu benim!”der. Bunu duyan handaki İnsanlar yolcunun sözüne inanmazlar. Sopanın kendisine ait olduğunu söyleyen kişi kanıt göstersem inanacak mınız? ” der, artkasından kanıtını gösterir. Sopanın gegesinde özel olarak oyulmuş bir yere altından bir simgesi konulmuştur. Kişi sopayı alıp duraksamadan altın simgeyi çıkarır. Simgede kişinin mührü vardır. Cebinden mührünü de çıkarıp ortadakilere gösterir. Bu kez de sopayı nasıl kaybettiğini anlatır. Kişi Tuna boylarınsa koyun güden, bir çobandır. Kavalını çalıp günlerini geçirirken koyunları arasınna sudan bir koç çıkar, koyunlara asılır. Tam da koyunları koçtan kaçırma zamanır. Çobanlar, belli zamanlarda kuzuların doğumları geniş zamana dağılmasını önlemek amacıyla koçları koyunlardan ayırırlar. Örneğin koyunların koçsak zamanları ekim kasım aylarını kapsar. Bu uzun süreçte kuzuya döllenen koyunlar beş ay sonra yani şubat mart aylarında doğurmaya başlar. Şubatta doğan kuzuların bakımı zordur. İşte çobanlar bunu düşünerek ekim ayında koçları ayırıp kasım ayında sürüye katar. Böylece tüm sürünün kuzu doğumu mart ayında olur. Sudan çıkan koç çobanın düşlediği programları bozacaktır. Çoban hiddetlenir sudan çıkan koçu kovalar. Öfkesini yenemez bir de elindeki sopayla vurmak yerine gegesiyle ayağından tutmek ister, Gege koçun ayağına takılır ama koç çok güçlüdür çobanı sürükler. Böylece koç, geldiği gibi Tuna’ya ayağı gegeli olarak dalar kaybolur. Kaynarca suyunun Tuna’dan geldiği inancı yaygındır. Bu gege, Tuna’dan ayrılan suya karışarak buraya neden gelmesin? . Bunu dinleyen o yöre halkının Erenlerin öykülerinin gerçekliğinden hiçbir kuşkusu kalmaz. , o gün bu gündür Kaynarca suyu Tuna suyu olarak bilinir, öyle anılır. !”. Dinleyen arkadaşlardan bazıları, uydurma deyip geçti. Bazıları Türbeler görmüş, bilgiler almış olduklarından ileri geri konuşmadı. Bazıları da “Bizden öncekiler inandığına göre bize bu konuda söz düşmez. !”dediler. Bu kez de ben:”Edirne Selimiye Camisinde anlatılan Lale olayını anımsattım. Cami yapılacağı zaman oralardaki toprakları para verip padişah adına alınıyomuş. Tam caminin yapılması düşünülen yerin sahibi toprağını ”Satmam!”deyip diretmiş. Onun inadı yüzünden caminin yapılması gecikmeye başlamış Sonunda adam kandırılmış, cami yapılmış. O toprak sahibine çok kızan Mimar Sinan mermer sütünlardan birine bir lale resmi çizmiş. Ancak lale sütuna ters konmuş. Mimar Sinan’a sorulunca Mimar Sinan:”O bana uzun süre terslik yaptı ben de onu uzun süre affetmeyeceğim. Tanrı bağışlayanları sever, bu nedenle ben ters Lale’yi öyle çizdim ki, o yerin yakınlığını görüp toprağa kavuşmak isteyecek. Yılarca didindikten sonra bir gün toprağa kavuşacak. Ben de o zaman onu affetmiş olacağım!”. İnsanlar buna inanıyorlar. Edirne 'ye gelenler bunu dinleyip gidiyorlar. Edirne 'yi görmüş bizim köylüler Edirne’ye gideceğimi duyunca önce bunu anlattılar, sonra da lalenin nereye kadar indiğine dikkat et!dediler. İsmet’le ikimizi götürünce Muhittin Eniştem, “Ben yirmi yıldır gelir giderim lale hep yerinde ama, söylentileri dinleyince gene de lalenin aşağıya ineceğine inanıyorum!”dedi. Hayret! bizim arkadaşlar böyle konuşmaları pek dinlemezlerdi. Edirne’den söz ettiğimden mi ne Hüseyin Serin, Fettah Biricik, Ali Güleren bile dikkatle dinledi. Zil çalınca “Yarın akşam gene konuşalım!” diyenler bile oldu. Yatınca da anlattıklarımı bir daha anımsadım. “Bunlar bizim kahvede sık sık anlatılan öykülerdir. Daha niceleri var ama yeri gelmeden anlatmanın bir anlamı olmaz!”Uyumak üzereyken yarını düşledim. Belki çocuklar çekinip gene çalışacaklar. Bu arada Hüsnü Baykoca Öğretmeni düşündüm. İsmet’i düpedüz azarlamış. “Sana ben görev verdim, radyoyu ihmal ettin, beni mahcup ettin, senden bunu beklemezdim, çok gücendim!”deyip yürümüş İsmet’in söylediklerini dinlememiş bile. Bunu bana İsmet çok sonra anlattı, Şimdi de radyo nöbetine 7. sınıflardan birini, koymuş. . Bu konuda hiçbir şey düşünemiyorum. Hüsnü Baykoca Öğretmene ben çok önce gücenmiştim. Derede bir derin yerde zaman zaman gidip yıkanıyorduk. Bizi bir gün orada gördü, orasını öğretmen aileleri için ayırttı, Çadırlar kurdurup öğrencilere kapattı. Oysa öğretmen ailesi olarak oraya aile olarak hiç kimse gitmiyor. Orası öyle kapatılmış durumda. . Hüsnü Baykoca Öğretmen biraz değil, bence çok bencil….

 

13 Eylül 1941 Cumartesi

 

İdris Destan geldi:

-Sence 8. sınıflar bugün ne yapacak? diye sordu. İdris’e doğru yanıt veremedim:

-Ne yaparlarsa yapsınlar, onu onlar düşünsün!Bunu biraz da kasıtlı söyledim. Benimle ilgi kurmaya kalkışan olabilir;düşüncesi kafamda hep var. Salih Baydemir nöbetçi. Gayretkeş Salih bana, “İstersen nöbet değiştireyim!”dedi. Razı olmadım:

-Bugün dinlen yarın daha çok yardımcı olursun!dedim. Kahvaltıda olağanüstü bir durum yok. Beşikdüzü ekibi şen şakrak, Gönenliler sessiz, Kızılçullular ağabey görünümlerini sürdürüyor. Bizm tarafta da değişik bir durum yok. Bakalım Bayrak Töreninde ne olacak? Salih’siz yola çıktık. Yusuf gülerek:

-Bugün rahatça Kara Salih diye konuşabilirim!Arkasından da Salih’in esmer olusu, esmer olduğunu bilmesine karşın Kara Salih denince neden kızdığı konuşuldu. Kara başka esmer başka!dedim. Gene de Yusuf bir süre inatlaştı. Bu kez de olayın salt sözcük anlamından değil biraz da söylenmedeki amaçtan ileri geldiğini anlattım. Yusuf buna da karşı koyunca Yusuf için bir örnek verdim. “Sen sınıfımızın en küçüklerinden birisin, bu bir gerçek. Sana küçük, desek kızmazsın ama biz sana “Koca Yusuf!”, dersek tepkin başka olur!Ben bunu söyleyince arkadaşlar güldüler. Hasan Üner’in çok hoşuna gitmiş. Koca Yusuf, sus inatlaşma!” deyiverdi. Yusuf birden sinirlendi. Bir süre susuldu. Ancak Orhan, Recep zaman zaman tıs pıs güldüler, bakıştılar. Onlar böyle yaptıkça Yusuf kuşkulandı. Havayı değiştirmek için Akşamüstü kızlarla yapılacak oyundan söz ettim. Yusuf bir süre gergin durdu. Bir ara öğretmen geldi. Öğretmen, “Garp Cephesinde yeni bir şey yok!”dedi. Ben Remark deyince Hasan Erich Maria Remarque diye düzeltme yaptı. Ali Yılmaz Öğretmen:

-Ne iyi, kitap okuyorsunuz, yazarlarını da tanıyorsunuz. Ben de kitap okurum ama yazarlarını genellikle unuturum. Bu kitabı okudum ama yazarını yeni duymuş gibiyim!deyip güldü. Bu kez Yusuf’a sordu. Yusuf çok ölçülü konuşarak, “Ben de unutuyorum!”derken Hasan biraz boş bulundu, “Arkadaş pek kitap okumaz, zaten!”deyiverdi. Yusuf, Hasan’a bakınca öğretmen durumu anladı:

-Sizde bugün bir şeyler var. Ben sözümü geri alıyorum, “Batı Cephesinde yeni bir şeyler var!”dedi. Üzerinde durmadı. Bana dönerek, “Pek gereği kalmadı, senin çardağı yıktıracağım, darılma emi!”dedi. Anlamadım, “Efendim? ” deyince, “Şu meşhur gölgeliğini canım!”deyip baktı. Anladım, “Siz bilirsiniz!”dedim. Bu kez öğretmen, “Sen yaptın senin gelip yıkmanı istiyorum, onun için söylüyorum. Böylesi daha iyi değil mi? ” diye sordu. Bu kez de “Sağolun, ne zaman isterseniz, onu oradan kaldırırım!”dedim. Öğretmen arkadaşlara bakarak:

-Bak, bak, bak nelere dikkat ediyor, ben yıkalım diyorum, o kaldırırım diyor!”deyip kalktı, saatine bakıp paydos etmemizi söyledi. Tören saatini merakla bekliyorduk. O konuda hiç konuşmadık ama hepimiz hep aklımızda oldu. Törene yetiştik. Süheyla Öğretmen yok, Hidayet Öğretmen dikkat çekti, ses verdi marşı oldukça güzel söyledik. Hiç bir açıklama yapılmadı, törenden sonra doğru yemeğe gittik. Yemekte gene de olabilir düşüncesiyle Süheyla Öğretmene baktım. Yok. Ahmet Güner geldi, Yusuf azıcık buruk gibi ama oyun başlayınca açıldı. Tekrar tekrar Dağlı Zeybeği oynandı. . Hiç beklemiyorduk Kızılçullu ekibinden bir arkadaşıyla Ekrem geldi. Önce kendisi yalnız oynadı, sonra hepimize ayrı ayrı baktı, duruşlarda düzeltmeler yaptı. Kendisi Muğlalı olduğu için en çok Muğla Zeybeği ile Bengiyi seviyormuş. Bunları oynadı. Birlikte iş yerlerimize döndük. Onların okulundaki oyunları anlattı. Onlar tıpkı Beden Eğitimi çalışmaları gibi Oyunları çalışıyormuş; çalıştırıcıları, ayrıca çalıcıları da varmış. Ekrem 5. sınıfta, yani bu yıl sonunda öğretmen olacak. “Biz dört yıldır bu oyunları çalışıyoruz!”dedi. Biz güldük:

-Biz de bir aydan beri çalışıyoruz! Ekrem, “Ama çok iyisiniz, çok istekle sarıldığınız belli. Bizim arkadaşların çoğundan daha iyisiniz!”diyerek bizi onurlandırdı. Çalışmaya başladıktan bir süre sonra öğretmen geldi. Yanında Mehmet Aygün vardı. Öğretmen gülerek, “Bu arkadaşınızı da aranıza alın orada yalnız kalmış!”dedi. Anladık ki, 8. Sınıflar gelmemiş. Salih yok, Mehmet onun yerine geçti. Biz çalışmamızı sürdürdük. Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Ali Yılmaz Öğretmen ona da “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!”dedi. Mustafa Güneri Öğretmense gülerek “Var var ama biz yok diyoruz, inşallah olmaz!”dedi. İkisi aralarında bir şeyler konuştular. Birlikte Yürüdüler. Yusuf İzmir/Kızılçullu’daki oyunları, çalışmaları anlattı. İzmir’in Kavakları türküsünü biz de biliyorduk. Daha doğrusu söyleyen arkadaşlarımız vardı. Ben ayrıca İzmir Marşı’nı akordiyonla çalıyorum. İzmir Fuarını işittik. İzmir üstüne neler biliyoruz, bir süre konuştuk. İzmir Körfezi, İzmir üzümü, İzmir inciri…

Biz rahatız, iki makası daha kaldırdık ama, “Şimdi ne olack? ” sorusu kafamızda. Paydosta okula dönünce gördük ki herkes olağan durumda, okul bahçesi dolu. Akşamı bekliyorlar. Yemekten sonra nasıl olsa toplanacağız, deyip dersliğe gittim. Biz bahçede eğlenirken öğretmenler toplanacakmış. Toplantıya konuk öğretmenler de katılacakmış. Ona göre yer hazırlanmış. Bu bilgileri, de Sami Akıncı verdi. Çoban Mehmet, Mustafa Güneri Öğretmenle iki kez uzun görüşme yapmış. Mustafa Güneri Öğretmen odadan ikisinde de kaşları çatık çıkmış. Dedi kodu aldı yürüdü. 8. sınıflar yarın da işe gitmiyormuş. “Hafta tatillerinde olduğu gibi Bayram tatillerinde de çalışmıyoruz!’”deyip kestirmişler. Namık Ergin Öğretmen, “ Beni bu işe katmayın, kendiniz ne isterseniz onu yapın!”demiş. 8. sınıflar çok rahat, ortada bir şey yok gibi gezip tozuyorlar. Akşam yemeği de her akşamki gibi olağan geçti. Bizim sınıf olayı ilgiyle izliyor. Yemekten sonra akordiyonu alıp çıktım. Beşikdüzülü arkadaş kemençeyle geldi. Çok rahat çalıyor. Ancak ne çalıyor pek belli değil. Ben ne çalarsam hemen kapıp benim mekodimi çalıyor ama çaldığı ıslık gibi ses aralıkları bir birine yakın, aynı ses gibi. Oynarken belli olmuyor ama tek çalınca sanırım pek sevimli değil. Birlikte çaldığımızda aynı melodiyi çalınca o, ayrı sesler çıkıyor. Kemençeci ayrıca mandolin de çalıyormuş. Bundan sonra kemana başlayacakmış. Kalabalık toplanınca ekiplerin ilgilileri açıklama yaptı. Önce Beşikdüzü ekibi oynadı, onları bizim arkadaşlar izledi. Kızılçullu ekibi çok usturuplu olarak tam kadro çıktılar. İki oyundan sonra ben Yaşar’a işaret ettim, sevinerek geldi akordiyonu aldı. Böylece ben sorumlulukan kurtuldum. Az sonra da oynayanlardan biri kolumdan tutup beni de çekti. Zaten bunu bekliyordum. Onlarla oynamak benim için bir sınav sayılırdı. Aksatmadan onlara uyduğuma çok sevindim. Oynarken Röslein’i gördüm, gülümseyerek izliyordu. Gözlerim takılı kaldı. Daha dikkatli oldum. Bir bakıma da bu bana kamçı gibi geldi, onların tüm oyunlarında kaldım. Bizim takım çıkınca zaten ben oynayacaktım. Bu kez gruba işaretleri ben verdim. İlk oyundan sonra Kızılçullulardan gene katılanlar oldu. Yorulasıya oyun oynandı. Oyun bitmeden kızlar başta olmak üzere şarkı başladı. Kız -erkek Kepirtepe öğrencileri bildikleri ortak şarkı, türkü ne varsa söylediler. En sonunda gene Beşikdüzü ekibi şarkılarına başladı. . Giresun Kayıkları, Şişmam oğli, Ben ciderum Batum’a, Sis Dağı gibi şarkıları söyleyerek eğlenceyi bitirdiler. Hidayet Gülen Öğretmenle Selçuk Korol Öğretmen gelmişlermiş, onların geldiğini biz dağılırken gördük. Selçuk Korol Öğretmen bana teşekkür etti. Benim ilgimin olmadığını söyleyince bana, “Bu senin yaptığına tevazu tenir, ama tevazuun da bir sınırı vardır. Tevazu tevazuluktan çıkarsa tutarsızlık olur. Buna dikkat. Sen varım desen demesen de önemli bir yerin var, oynuyorsun, çalıyorsun. Burada senin yapğtığını yapan başka biri var mı? Var da ben göremiyor muyum? “İbrahiiiiiiimmm!”dedi güldü. Biz ayırdında değiliz ama oldukça geç olmuş. Yat zili çalınca herkes dağıldı. Akordiyon yerine geldi…8. Sınıfların hiç sözü edilmedi. Kızılçullu Zeybekleri, Beşikdüzü oyunları konuşuldu. Kızılçullu’da oyunların ders olarak öğretilmesi tartışıldı. “İnsan zorla oynatılır mı? ”diyen oldu. Buna en çok Sami Akıncı karşı durdu. Mehmet Yücel'se en güze açıklamayı yaptı. “Oynamaktan ben de kaçınıyorum ama bu başka bir olay, iş derse dökülünce bu değişir. Biz de öğreniriz. Mehmet Yücel gülerek beni örnek gösterdi. Alpullu da Ömer Tunalı Öğretmenin benimle uğraştığını, benim bir çok hareketi yapamadığım, o zaman bana güldükleri, oysa şimdi biz kazık gibi dikilirken çıkıp oynuyor. Hem de İzmir yöresi çocuklarından geri kalmıyor!”dedi. Güzel, olumlu konuşmalar arasında yataklarımıza çekildik. Mehmet Yücel’in söylediklerini aklımdan geçirdim. O, şaka bile söylese bence bir gerçek payı var. Sahiden ben beden hareketlerinden çekiniyordum. Şimdi bu durumumu yanlış bulsam da böyle bir süreç yaşadım. Aynı duygular ben de hep var. Bu gece çıktım oynadım, en iyisi değilim , biliyorum. Gene de kendime yeterince güvenim yok. Bu kez de herkesin beğenmesini bekler bir duygu taşıyorum. O kadar insan içinde oynarken Gül’ün baktığını görünce neredeyse tökezleyecektim. Şimdi de onun sürekli bakmasından az da olsa bir kuşku taşıyorum, Acaba bir yanlışımı mı gördü? Kendi kendime “Görse ne olacak, aldırma!”diyemiyorum. Desem bile bu sözümün etkisi az sürüyor. Kafam Röslein’e takıldı, ona bakan kimse var mı? Bir ara Kadir’den kuşkulandım ama çabuk fikir değiştirdim. A, Röslein, Süheyla Öğretmen karşılaşması yapmaya kalktım. Röslein ile Süheyla Öğretmenin yüzleri rahatça gözümün önüne geliyor. A için zorlanıyorum. Üzüldüm. Unutmuş olamam, bir süre kendimi yokladım, eski günleri anımsadım. Okul temizliği yaptığımız bir günü anımsadım. Biz su taşıdık, kızlar sınıfları, koridoru yıkadılar. A’yı en açık o gün görmüştüm. Neden o günü anımsadım? Bu günü düşünürken esnedim. En güzel günümüz o gün müydü acaba? ”

 

14 Eylül 1941 Pazar

 

Hasan Üner nöbetçi, “Pazar yapacaksın!”dedim. Hasan kalışından memnun değil, “Kalınca sinirleniyorum!”dedi. Neden sinirlendiğini sordum, oturup kitap okuyorsun, ne iyi daha ne istiyorsun? Hasan gülerek:

-Ben sinirli olduğum zaman kitap okurum ama okuduğumu anlamam, ayrıca kitap okurken tırnaklarımı yerim!Şaştım ;Böyle bir söz de şimdiye dek duymamıştım. Biri sıkılınca tırnaklarını nasıl yer? Hasan elini gösterdi. Baş parmaklarının tırnakları yok gibi. Önce inanamadım sonra da üzüldüm. Her zaman değilmiş ama biraz sıkıntısı olsa parmaklarını ağzında buluyormuş. Hasan adına üzüldüm. Oysa ben Hasan'a dünkü Yusuf takılmasına benzer bir sıfat takıp güldürecektim. Maden kömürünü bulan Uzun Mehmet’ e öykünerek Uzun Hasan diyecektim;demedim. Ayrılacağız, gücenebilir, deyip sustum. Kahvaltıda herkes neşeliydi. Sanki tatil pazarları gibi çocuklar yüksek sesle konuşuyor, şakalaşıyorlar. Tek bir olay dikkatimi çekti. Konuk ekipler kahvaltısını edip kalkıp gidiyor, bizim taraftan kimse kalmıyor. Bizim masalara baktım, bizim masalardan da kalkan yok. Bu konuda kimseden bir işmar almamıştım. Kahvaltımı bitirince kalkıp yan kapıdan köy çeşmesi tarafına yürüdüm. Arkama bakmayı bile düşünmedim. Az sonra arkamdan bizim arkadaşlar yetiştiler. Onların da dikkatini çekmiş kimse kalkmazken benden sonra herkes kalkmış. Bana “Sen mi işaret verdin!”gibi saçma bir soru yönelttiler. Ağız dolusu bir küfür bastım. “Ben neye işaret edecekmişim? Kendi aklını kullanamayanlara benim ne işaretim olur, ne de acımam!”deyip yürüdüm. Yolda başka konu bulduk, akşamki oyunlardan söz ettik, akşamüstü kızlara oyun öğreteceğimizi konuştuk. İşbaşı yaptığımızdan az sonra öğretmen geldi. Yusuf, Salih üçümüzü bıraktı, öteki arkadaşları alıp gitti. Bundan anladık ki 8. sınıflar işbaşı yapmadı. Bu kez onlar adına hem övücü hem de acınası tavırlar takınarak uzun süre konuştuk. Onlara bir ceza verirler mi? Verirler, deyip bir süre konuştuktan son bu kez vazgeçip 200 öğrenciye ne ceza verecekler? Sorusunu ortaya getirip güldük. Üç kişi olmamıza karşın bir kiriş daha ekledik. Paydosa yakın arkadaşlarla öğretmen geldi. Öğretmen bana, “Hadi gene seni bir yükten kurtardık, çardağını kaldırdık!”dedi. Söz neden benim için söylendi tam anlamadım ama üzerinde de durmadım. Öğretmenin işaretiyle paydos ettik. Öğretmen öğleden sonra biraz gecikebileceğini söyledi. Yolda arkadaşlar, işe gelmeyenlere ceza verilecek mi? diye sordu. Öğretmen gülümsedi:

-İşe gelmeyenler bir okul, neredeyse okulun tüm öğrencileri;ben böyle bir durum görmedim, bilmiyorum. Ben bunu geçici bir anlaşmazlık olarak düşünüyorum. Yarın işbaşı yapılınca her şey düzelecektir. Ben konuyu öyle değerlendiriyorum!

Yemekte gene herşey olağandı. Selçuk Korol, Namık Ergin , Hidayet Gülen, Nahide Akalın, Reşat Tekinay , Hüsnü Baykoca öğretmenler vardı. Görünüşte her şey olağan gibiydi ama bu öğretmenler hiçbir pazar günü öğle yemeklerinde bulunmuyordu. Yusuf’la ben oyunlardan söz ettik. Günlük olaylara değinmedik, birlikte kalkıp Külhana gittik. Ali Ergin, Musa Güner, Hasan Gülümser daha birkaç arkadaş geldi. Konumuz oyunlardı, onları konuştuk, düzenli bir sırayla yazmaya karar verdik. Kısa bir çalışmadan sonra ayrıldık. İşle ilgili hiç söz etmedik. İşbaşı yapınca tüm gücümüzle çalışıp iki makas daha yetiştirdik. Öğretmen geç geleceğini söylemişti. Öğretmenin geçi çok geçe döndü, paydosa doğru Namık Öğretmenle birlikte geldiler. Namık Öğretmen:

-Haydi bu işi yerde hesapladığınız gibi yaptınız. Bunu duvarlarım üstüne kaç günde çıkarabileceğinizi de hesaplayabiliyor musunuz? diye sordu. Biz bir birimize baktık. Daha doğrusu sanırım arkadaşlar sözü bana bıraktı. Ben, “Bizim o konuda bir ölçülü deneyimimiz yok. Kepirde yaptık ama hesapları sizler yapıyordunuz. Burada da size güveniyoruz. . Namık öğretmen, “O zaman kesin olmamakla birlikte ben size bir ölçü vereyim. ”Yerdeki günler kadar zamanınızı alır. Yani yerde hazırlanmış makasları kaç günde bitirmişseniz, bunları duvarların üstüne o kadar günde yerleştirebilirsiniz. Bu belki bir iki gün ileri geli olabilir ama kesinlikle daha fazla zaman kısaltılamaz. . “Burada kaç gün hesapladınız? ” diye sordu. ”On gün!”deyince Namık Öğretmen:

-Eh işte, dokuz on günde!deyince Salih gülerek “Bayrağı çekeriz!”sözünü yapıştırdı. Namık Öğretmen:

-Hayır hayır, ben çatı kapanmasından söz ediyorum. Bayrak çekilmesi başka. Bayrağı istersek ilk iki makasta da çekebiliriz. Bayrak için kesin bir kural yok. Onu biz değerlendiririz. Bu ilk makasta da olabilir en son makasta da!”Bu defa da Yusuf İlk makas, Salih son makas diyerek zıt görüş ortaya çıkardılar. Namık öğretmen:

-İşte bakın, bu anlaşarak yapılacak bir iş, konuşularak bunun ortası bulunur. Namık Öğretmen “Kolay gelsin!”deyip ayrıldı. Ali Yılamaz Öğretmen Makas kümesini saymış, ”Gözümüz aydın, yarıyı geçmişiz!”dedi. Öğretmen gülerek bize sordu, “Bugün azıcık erken bırakalım mı? ”Hepimiz, “Bırakalııımmmm!”dedik. Öğretmenle birlikte biz de güldük. Konuk ekipler de paydos etmiş. Kızılçullu ekibinden Hüseyin, Yaşar, Hicri bizim oradan geçiyordu, biz de onlara katılıp konuşa konuşa köye döndük. Üçü de bizim müdürümüz Nejat İdil’in öğrencisiymiş, gülerek derslerdeki konuşmalarını anlattılar. Elini cebine sokup derslikte yürümesini, kendi kendine konuşur gibi yüzünün değişmesini, kimseyi incitmediğini, kızdığında ise öğrencini adını bilmesine karşın “Evlat!”demesini sayıp döktüler. Ben de “Tıpkı dediğiniz gibi, gene öyle herkese Karaoğlan bana ise Sarıoğlan dedini anlattım. Söyledikleriyle şimdi arasındaki tek değişiklik, saçının o zamanlar çok uzun olması. (Edirne’de de saçları uzundu ama ) şimdilerde kısacık kestiriyor. Kızılçullulu mektup arkadaşım Ziya Fikri Özlen’in çok güzel el yazısı var. Cümleleri de kitaplardaki cümleler gibi düzgün. . Onun konuşmasının da öyle güzel olacağını düşünüyordum. Oysa Kıkılçullulu arkadaşların konuşmaları bana biraz değişik geldi. Birisi arkadaşını bekliyormuş yakınımda dururken bir başka arkadaşı adını söyleyerek onu çağırdı. Yanımdaki arkadaşımı bekliyorum deyince çağıran “Netçen onu? ”dedi. Biri de geçen akşam ben akordiyonu boynumdan çıkarınca yakınımdaki arkadaşına “Alıvee şu akordiyonu!”dedi. Alıvee, tutuve. . Demek oralarda da köylüler, bizimkiler gibi konuşuyor!Ancak Kızılçulluların yüzleri daha çok kasaba çocuklarını andırıyor. . Beşikdüzülüler de öyle. Gönenliler daha çok Çifteler, Pazarören öğrencilerine benziyor.

Bugün keman çalışması yok, oyun var. Bizim yemek masamızda Hilmi Altınsoy başka grupta çalışıyor. O nedenle değişik haberler ondan geliyor. Ben pek haber maber sormam ama Hilmi zaten sormadan duyduklarını aktarır. Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç, bayramdan sonra gelecekmiş. “Bayram ne zaman? Hilmi gülüyor, “Bilmiyor musun? Ben, bilmediğimi söyledim. “Bayram, yapılırsa bayram olur!”Hilmi:

-Şakaya da gelmiyorsun. Ben söylenenleri anlatmak istiyorum. Genel Müdür bayramdan sonra gelecek, bayramımızı kutlayacak. Bu nedenle siz çalışmaya devam edin!deniyor, anlamıyor musun? Bu defa kızar gibi konuştum, “Ben neyi anlayayım, zaten çalışıyorum. Bayram falan da aradığım yok. Evimden, ailemden uzaktayım. Onların özlemini hiçbir olay gideremez. Bu nedenle tanımadığım insanlarla bayramlaşmak beni fazla ilgilendirmiyor. Onu demek istiyorum, arkadaşım!”dedim. Yemekten sonra Külhanda toplandık. 8 sınıflar tam olarak geldi. Onlar çok neşeli, işten, bayramdan da söz etmiyorlar. Musa Güner, Ali Ergin Belşikdüzü şarkılarını yazmışlar, arada “Ha uşak ha!” diyorlar. Ahmet Güner bu sözlere sinirleniyor. ”Biz burada efelenirken siz böyle uşak muşak mı diyecekseniz? Ben bu işte yokum, haberiniz olsun!”dedi, dayattı. Zeybeklerin de ünlemleri var, bundan böyle onlar yerinde söylenecek. Öğle dinlenme süreci kısaldı, hemen dağıldık. Akşamüste toplanacağız. İşe gidiyoruz yollar tenha. Yusuf gülerek:

-Sahiden 8. sınıfların sayısı çok muş, onlar işe gelirken yollar kalabalık oluyordu. Şimdi yollar tenhalaştı!Salih Baydemir yanıt verdi

-Biz de gelmesek kimse kalmayacak!”Salih’in sözünü Harun eleştirdi. Daha doğrusu ikircil anlamda buldu. “Salih, gerçekten insan olmayacağını mı? yoksa biz olmayınca zaten olanları göremeyeceğiz mi? ”dedi. Ben, “İş zamanında çok konuşulmaz!”derken Ali Yılmaz Öğretmen geldi:

-Bak işte bunu çok beğendim, otorite budur!”dedi. Öğretmen böyle dedi ama sözün ucunda azıcık alayımsı bir anlam seziliyordu. . Üstünde durulmadı. Yusuf, öğretmenden Hilmi Altınsoy’un söylediklerini sordu. “Genel Müdürümüz bayramlarımızı kutlamaya gelecekmiş. ”Öğretmen de bu bamramlarımız sözüne takıldı. “Demek gelecek bayramı da bekleyecek, ikisini birden kutlayacak. Bu sözden ben bunu anldım!”dedi. Bu kez de öğretmen kendisi konuşma yolunu kendi açtı. Hasan Üner az önce Salih’in sözünü tekraraladı. Öğretmen az düşündü, “Ustaca söylenmiş bir söz, yerinde söylenince zihin jimnastiği yaptırır!”dedi. Konuşmalara katılmadığımı görünce öğretmen bana bugünlerde kitap okuyup okumadığımı sordu. Kitap bulamadığımı köyden bir öğrencinin getirdiği küçük kitapları okuduğumu bu arada Semaveri’n adını verdim. Öğretmen okumuş. “Onu kim yazmış biliyor musun? ”diye sordu. Bilmediğimi söyledim. Öğretmen, “Tam bilmiyorum ama galiba senin yaşında ya da birkaç yaş büyük bir delikanlı!”dedi. Birden duraksadım;tevekkele değil yazar hep kadından kızdan o biçim olaylardan söz ediyor. Kıskançlık, Bohça, Meserret Oteli öykülerini anımsadım. Kitabın üstünde 1937 yazıyor. Öğretmene soramadım, yazar şimdi mi benim yaşımda yoksa kitabı yazdığı zaman mı benim yaşımdaymış? Biz konuşurken

Mustafa Güneri Öğretmen geldi. “Kolay gelsin !”dedi. Özel olarak Harun Özçelik’le konuştu. Harun'a:

-Fırsat bulup söyleyemedim. bizim Ömer(Ömer Uzgil Öğretmen) senden sitayişle söz etti. İşlerimiz harman gibi, iki yakamızı toplayıp bir araya gelemiyoruz, tanışıklığımızı derinleştiremiyoruz!”dedi. Devamla “Alacağım yanıtı biraz bilir gibiyim, çünkü ben de sizden farksızım ama gene de soracağım, boş zaman bulup resme çalışabiliyor musun? ”Harun, siyah kalem çalışmaları yaptığını anlattı. Mustafa Güneri Öğretmen memnun olduğunu söyledi, “Birgün görmek isterim!”dedi. Mustafa Güneri Öğretmen çok gönül alıcı bir insan Harun'la konuştuktan sonra bir olanak bularak hepimize hoşlanacağımız sorular yöneltip gönüllerimizi aldı. Sonunda da Ali Yılmaz Öğretmenin koluna girip tren yoluna dek birlikte gittiler. Yusuf Asıl, “Bayram geldiğini şimdi anladım, Mustafa Güneri Öğretmen bizimle bayramlaştı!”dedi. Hepimiz güldük. Bugün pazar, biraz çok konuştuk. Bunun işe yansıdığı besbelli, ancak iki makas tamamladık. Dönüşünde öğretmen ellerini açarak paydos işareti verdi. Sekiz makasla makas altı bağları kaldı. Namık Ergin Öğretmenin gözlemlerine uygun olarak bu hafta sonunda yerdeki işlerimiz tamam olacak. . Cuma ya da cumartyesi günü duvar üstü bağlarına başlarız. Öyleyse eylül sonuna dek Kepirtepe binası tamamlanacak. Bir grup çatıyı çatarken bir grup makasları yapacak. Çatıdan inen grup aşağı inecek, çatısını tamamlayan grup 2. çatıya çıkacak. Salih Baydemir o kadar iyimser değil, ikinci grup dediğiniz kim ya da kimler? Ben yanıtladım, “Yabancı değil bizler, beşimiz burada kalacağız beşimiz çatıya çıkacağız. Yanımızdaki arkadaşlar da seçilmiş kimseler. Listesi var, haftaya burada olacaklar!”. Salih gene de kuşkulu. Ben ekledim. “Biz kesin gün sınırı koymuyoruz, bir ya da iki gün erken ya da geç olabilir. Hedefimiz Cumhuriyet Bayramından önce 3 binayı kapatmaktır. Salih parmağını kaşına dayadı az düşündü. Bu kez de benim sözümde düzeltme yaptı. “Cumhuriyet Bayramına 4 bina olur!”30 eylül 1. Bina, 10 Ekim 2. bina, 20 ekim 3. bina, 1 Kasım 4. bina… “Yaşasın!”. . . . Yusuf sürdürdü:10 Kasım 5. bina, 20 kasım 6. bina, 30 kasım 7. bina. Bir kahkaha koptu. Aralık ayına bir şey kalmadı. Neşeli olarak okula döndük. Yusuf kızların oyunlarını merak ediyor. “ Biz değil onlar bizi çağıracak, müzik öğretmeninin yokluğu olayı aksattı. Nahide Öğretmen pek taraftar değil galiba!”dedim. . Akordiyonu çıkarırken bahçeye öğrenciler doldu. Bayrak törenini unutmuştum. Akordiyonu yatağım üstüne atıp çıktım. Süheyla Öğretmen yok, Hidayet Öğretmen sağolsun, Hemen düdüğünü çalıp “Dikkat!” çekti. İstiklal Marşı, oldukça güzel söylendi, Kalabalık. bahçeden bir süre dağılmadı. Ben de herkesin içine akordiyonla çıkmak istemedim. Akordiyonu kutusuna koyup kilitledim. Arkadaşlara katılıp dersliğe gittim. Semaver kitabına bir daha baktım. İlginç öyküler. İçimden “Bunlar gibi ben de yazarım!”dedim. Örneğin, “Bohça öykü mü yani!”dedim. Kandırılmılş bır kızçağız, bir takım kapalı sözler. Yazsa da yazmasa da ne olduğu apaçık!. Ben ne yazabilirim? Önce bir olay bulmalı. . Aklıma bir sarhoşluk olayı geldi. Olay sarhoşlukla ilgili ama öykünün adını önce Yangın, olarak düşündüm. . Yok yok, yangın adından vazgeçtim. Daha ilgi çekmesi için Ateşle Delinen Tavan başlığında karar kıldım. Öyküyü, İki erkek çocuğu olan bir babayla başlatacağım. Baba, oğullarını iyi yetiştirmek için her türlü özveriyi göstermek için kendi kendine söz vermiştir. Bu sözünde sonuna dek durmaktadır. . Çocuklar okul çağına gelince(Buralara bir takım yan olaylar da ekleyeceğim;memleketi, evi, işini anlatacağım)nesi var nesi yoksa satıp bir büyük kente taşınır (İstanbul) Çocukları okula gidip gelirken kendisi de yeni bir iş bulup çalışır. Çocuklarını çok sevdiği için onları oldukça özgür bırakır. Küçük gün günden gelişip derslerini ilerletirken büyük biraz gevşek davranmaya başlar. Büyük, ağabey olduğundan - geleneksel olarak- kardeşine karşı olan olumsuz tavırları olağan sayılır. Babanın yumuşaklığından faydalanan ağabey, giderek okulunu da tavsatır. Üstüne üslük başarılı kardeşine iyiden iyiye engel olmaya başlamıştır. Bunu anlayan kardeş, kısıtlı olanaklar, hatta kaçamak yollar bularak okul başarınını sürdürür yüksek öğrenim hakkı alır. . Böylece ağabeyin, ağabeylik çalımları içinde engellemeye çalıştığı okuma tutkusunu yatılı olarak- aileye hiç yük olmadan sürdürerek diplomasını alır bir iş sahibi de olur. . Kardeşin böyle kendi çabasıyla gösterdiği başarıyı engelleyemeyen ağabey, aileye tümden egemen olmuştur. Anne- babayı çok üzdüğü gibi elde olanları da çar çur edip bitirir. Anne babanın ölümünden sonra da tümden içkiye, kumara sarılıp caz cavlak ortalıkta kalır. İçkiye alışmış ele güne karşı tam anlamıyla düşkün bir duruma düşmüştür. Ağabeyinin bu acıklı durumunu duyan kardeş ona yararlı olmak düşüncesiyle Vali olduğu İl’e getirtir. Ancak Alkol düşkünü kardeş, kardeş de olsa Vali Beyin buyruğunda yaşayacak ölçüleri çoktan aşmış olduğundan alışkanlıklarını kaçamak yapmayı sürdürmeye kalkar. Bir yandan da kardeşinden utanır, onu düpedüz üzmek istemez. Bu nedenle kardeşinden biraz uzak olabilmek için bir iş bulmasını istemiş. Vali, kente yakın bir tren istasyonunda kolay bir iş buldurup oraya yerleştirir. Ağabey tren istasyonunda belli saatlerde bir yerin gözetimini yapıp serbes kalmaya başlar. Vali kardeş ona bir miktar da yardım ekler. . Alkolik ağabey para pul düşünecek durumda değildir. O, parasız olduğu dönemde alıştığı ucuz içkilere devam eder. Örneğin halkın bir çok işte kullandığı mavi renkli ispirto onun için bal yerine geçer. Günü birinde gene böyle mavi ispirtosunu içip kafayı uyuşturduktan sonra bir sigara yakar. Ancak ağzı, belki de üstübaşı ispirtolu olduğundan birden alevlenir. Kalkacak durumda olmadığından tüm bedeni alev almıştır. Kaldığı yer, demiryolları binalarından biridir. Döşeme yer yer tahta yer yer sac ya da yanmayan bir metal maddedendir. . Sarhoşun oturduğu yer tahtaya rastlamış, salt oturduğu yer yandığından sarhoş alt kata kömürleşmiş olarak düşer. İstasyon görevlilerinin kurtarıcı çabalar yeterli olmamıştır. Kişi çoktan ölmüş olduğundan İstasyon görevlileri nafile çabalamışlardır…

Ben bunu yazdım ama kendim bile beğenmedim. Oysa bunu bana anlatan ne güzel anlatmıştı Kendi koyduğum Başlığı da beğenmedim. ”Ateşle Delinen Tavan hiç te ilgi çekici değil. Semaver’deki başlıklar da o kadar ilginç değil. Nedense onları güzel bulup basmışlar. Bu konuyu biraz daha düşüneceğim. Kıskançlık Öyküsü’ne aklım takıldı. Yazar bir olay anlatıyor. Anlattıkları bir yana, anlatmadıkları da var. Ben, onları düşünüyorum. Acaba yazar onları düşünemediği için mi yazmadı. Yoksa onları yazarsa yazısı değersizleşeceğini düşündüğü için mi? Köylüler “Fadime’yi al!”diyorlar, alıyor. Sonra? Bir evde gece gündüz kalıyorlar. Sonra?

Kendi kendime soru sorarken arkadaşların sıralardan kalktığını gördüm. Yat zili çoktan çalmış. . “Biraz da yatınca düşünürüm!”deyip kalktım. Ancak yatınca duyduğum konuşmalar konuyu değiştirdi. Okul Müdürü gibi, Hüsnü Baykoca da, bazı öğrencileri gizli gizli çağırıp konuşuyormuş. Giden öğrencilere soru sorulunca hepsi değişik değişik sözler söylüyormuş. Yalan söyledikleri besbelliymiş. Mektup işi olabilir mi? Mektup ya da mektuplara ne yazdılar? Bunu sormalı mıyım? Yoksa hiç ilgilenmemeliyim, sonunda benden bir şey sorulursa bildiklerimi olduğu gibi söylemeli miyim? İşin içinden çıkamadım, geç olduğunun ayırdındayım ama uykum iyice açıldı. Gene öykü konularına döndüm. Tüm öykülerde kadın erkek ilişkileri var. Öğretmenini seven bir öğrenciyi anlatan öykü okudum mu? Güzel Gilda’yı anımsıyorum ama o koskoca kadındı. Ben erkek öğrencinin öğretmenini sevenini düşünüyorum. Neden yok. Belkide sevenler, korkularından sevgilerini açıklayamıyorlar. Açıklasalar ne olur? “Öğretmenim seni seviyorum!”diyemez mi? Ben bunu diyebilir miyim? Ya yüzünü ekşitip “Hadi oradan!”derse. Düşeceğim durumu aklımdan geçirdim. Sevdiğim o güzel yüz değişecek, ortaya çıkan öfkeli bakış tüm güzel izleri silip üstlerine yerleşecek. Ondan sonra da onu anımsadıkça karşıma o çatık kaşlar, o öfkeli bakışlar çıkacak. İyisi mi, Hadi oradan'ı onun söylemesi yerine ben kendime söyleyeyim; “Hadi oradan!”Sen kemanına çalış, onun beğenisini kazan. O güzel yüzü berbat etmeden çalışmanı sürdür!Çenem gerilerek açıldı, uzun uzun esnedim!….

 

15 Eylül 1941 Pazartesi

 

Hilmi kıpır kıpır ranzayı sallayınca uyandım. Hilmi çok saygılı bir arkadaş. İstediği zaman tatlı diliyle “Yılanı deliğinden çıkar!” özlü sözüne uygun tavırlarıyla kendini sevdirir. Bugün öyle. Yavaşça kulağıma “Yarın nasıl olsa sen de kalkacaksın, bugünden alış!”deyip uyandırdığı için bir tür özür diledi. Ayrıca “Bugün kimseyle dalaşmak istemiyorum. Bu nedenle bir süre muslukların orada oyalanacağım, boşboğaz takımı çıkınca gelirim!”dedi çıktı. Ancak arkadaşların alışkanlıkla var. Bunu sürdürmeden edemiyorlar. Önce “Nöbetçi kim? Soruları arkasından da “ Hilmi Altınsoy, gel kaldır!”numaraları yapıldı. Hilmi'den ses çıkmayınca bu kez de görevinin başında olmamasından söz edildi. Ben, Hilmi’nin burnu kanadı (Burun kanaması Hilmi’de sık olur) musluklar yanında, dedim. Takılmalar kesildi. Böylece tartışmasız bir sabah yaşadık. Kahvaltıda Fevzi Üner masamıza geldi, nöbetçiymiş. Yavaşça, ”Seni de çağırdılar mı? ”diye sordum. Fevzi, ”Yok abi beni çağırırlar mı? Onlar nerede “Tıfıllar varsa onları ayıklıyorlar. Sıkı sıkı tembihliyorlarmış ama biz, onların ummadığı yöntemlerle soruları öğrendik!”deyince mektup aklıma geldi ama soramadım. Fevzi her zamanki gibi gülümseyerek konuştu. Fevzi ile konuştuğumuzu gören Cavit gülerek geldi. Tam kalkıyordum, birlikte yürüdük. Hemen sorduma, “Mektup sözü var mı? Yokmuş. Buna çok sevindim. Ayrıldık. Dönüp arkadaşlara katıldım. Yusuf duramadı, “Ne konuştun? ” dedi. Süheyla Öğretmeni sorduğumu, onlar kızlarla konuşuyor, gelip gelmediğini duymuştur. diye düşündüm ama duymamış!”dedim. Yusuf kızlarla oynamak için can attığından inandı. Yusuf Beşikdüzü ekibinin türkülerinden Yenge Kızı’nı öğrenmiş, yol boyunca söyledi. Hep aynı sözleri söylediğinden önce Orhan arkasından Salih susturmaya çalıştılar. Yenge kızın bir tane-Saçları tane tane-Yenge kızın ikidir-Küçüğü benimkidir. Yusuf burasını birkaç kez arka arkaya söylüyor. “Herkes duysun da kimse takılmasın!”diyor. Arkasından “Küçüğü benimkidir. Küçüğü benimkidir!” Arkadaşla yeter, büyüğünü de sen al!”diye bağırdılar. Çalışmaya başladıktan sonra, öğretmen geldi. Gelir gelmez de “Mehmet, Orhan, Hasan bugün benimle!”dedi. Onları aldı gitti. Mehmet hep oradaydı ama Orhan’la Hasan eksildi. . Hepimiz:

-Olsun, biz onların eksikliğini tamamlarız!deyip çalışmaya koyulduk. İki makas tamam olacak. Tam çalışmaya daldığımızda Sili Usta geldi, “İyi kararlarınızı duydum, buna çok sevindim. Kasım çok soğuk, açıkta çalışılmaz, üstümüzü kapatmak lazım. Kapalı yerde çalışmak güzel!”gibilerde bir çok söz söyledi. Nedense konuşurken bana daha çok baktı, sanki benimle konuşuyormuş gibi döndü döndü sorularını bana sordu. “Çatıya başlayınca hep seninle olacağım, senin yükünü paylaşacağım!”diyerek beni arkadaşlardan soyutladı. Hem sevindim hem de kaygılandım. “Ya arkadaşlar buna alınıp yan çizmeye başlarsa!”Sili Usta ayrılırken daha değişik konuştu, her arkadaşa hoşlanacağı sözler söyledi Harun’a Meister Maler, Salih’e Atlet dinamik, Yusuf’a Gros Sprecher, Recep’e Gut Schreiner deyip ayrıldı. Orhan’ın olmadığına üzüldük Orhan altı aydır Sili Ustanın ağzından Almanca söz duymak için planlar kurarken onun olmadığı bir günde adam geldi Almanca konuştu. Yusuf’un dikkatini çekmiş bana bakarak, “Sana neden ayrılırken bir şey demedi? ”diye sordu. Benden önce Recep tanıt verdi. “Daha ne söyleyecek söylediklerini hep ona söyledi. Bizim gönlümüzü almak için de gut-mut deyip geçti!”dedi. Recep’in sözleri azıcık incitici ise de ben üstünde durmadım. “Bana söylenenleri ben hep sizeymiş daha doğrusu hepimizeymiş gibi anladığımı, yarın ben burada olmayacağım işler duracak mı? Neden yalnız kendimi düşüneyim? ”diyerek gerçek düşüncemi ortaya koydum. Sonra da Sili Usta gittiği iş yerlerinde topluluğa değil de öğretmenlere buyurmaya alıştığından buraya geldiğinde de o alışkanlığını sürdürüyor. Bu tür bir konuşma bir başka gün pekala sana da yapılabilir. O zaman işlerin tümünü senin yaptığını düşünecek misin? “diye sordum. Recep sustu, arkadaşlar gülüşerek sözü bambaşka bir duruma soktular. Örneğin Sili Usta birgün Yusuf’la konuşursa Yusuf o gün işi paydos edecekmiş, Salih, “Efendim hepimize söyleyin, hepimiz birimizin birimiz hepşimizin! diyecekmiş. Salih’e sordum:”Sahiden bunu Sili Ustaya söyleyebilir misin? ? ”Salih . “Söylerim!”deyince “At martini de bre Hasan, dağlar gürlesin!. . . Hep beraber “Drama mahpusunda bre Hasan dostlar dinlesin…. Öğretmen geldi, gülerek bu ne zevkli çalışma bu ne neşeli söylenen şarkı bu böyle? dedi. Sustuk”Öğretmen bu kez de “Haydi şimdi de, apaçık, “Aramıza kara kedi girdi!”der gibi susuldu, bu da nesi böyle!”dedi. ”Özür dileyenler oldu. Ben sustum, öğretmenin şaka söylediği besbelliydi. Zaten öğretmen de şaka konuştuğunu sözleyip, çalışırken neşelenmek için şarkı da söylenebilineceğini ancak okullarda amirlerin çok olması nedeniyle bu yolun kapandığını anlattı. “Kırda çalışıyor sayılırız, siz şakalarınız, tartışmlarınız gibi şarkıları da tadında sürdürürsünüz, bunu biliyorum . Bu nedenle benden çekinmenize gerek yok!”dedi. Hepimiz : “Sağolun!”dedik. Ben, Sili Ustanın geldiğini, çatıya başlayınca bizimle birlikte olacağını söylediğini anlattım. Öğretmen :”İşte o iyi olacak, onu biz de konuştuk. Çatı netameli değil, her türlü terslikle karşılaşmak olasıdır. Bir sorumlunun bulunması zorunlu. İnşallah bir terslik olmaz ama “Ya olursa? ” bizim için geçerli bir kuşkudur!”Öğretmen saati gösterdi, kendisi yürüdü. Az arkasından yürüdük. Orhan bize katılınca köye kadar Sili Ustanın Almanca sözlerini anlattık. Yusuf, ”Sen olsaydın sana ne diyecekti? ”diye sordu. . Orhan belli bir özelliğim yok ben ne bileyim ne diyeceğini deyince, Salih. “Ona da Herr Sfenks der!”dedi. Orhan da bize katıldı, Orhan ‘dan çok Salih’in Almanca bir söz söylemiş olmasına güldük. Bir de ilgiyle sordu:

-Sahi ben Sfenks dedim ama o da Almanca mıydı? ”diye sorması özellikle Harun’la Yusuf’u gülmekten yer yatırdı. Öğle yemeğinde gözlerim gene Süheyla Öğretmeni aradı. Olmayacvağını bildiğim halde içimden olmasını istediğim için olacak elimde olmayarak gözlerim arıyor. Öğlede gene Külhan da oynadık. Kızılçullu Efesi, uzun boylu Ekrem bu kez yalnız geldi. Ortada durarak beden şekillerini düzeltti. Durdurdu başlattı, Tek tek, ikişer ikişer, toplu olarak oldukça dikkatli oynattı. “Bundan sonra hem oynar hem de öğretebilirsiniz!”dedi. Buradan ayrılıncaya dek her gün geleceğini de sözlerine ekledi. Birlikte paydos edip işyerine döndük. Öğleden sonra pek az gördüğümüz bir gölgeli hava oldu. Gök yüzünde her zaman beyaz bulutlar çıkıyordu ama bu kez bulutlar renk değiştirdi. Günler, aylar, mevsimler üstüne konuşmalar başladı. Unutur gibi olduğumuz coğrafya dersiyle ilgili bilgileri anımsamaya başladık. Eylül ayı sonbahar. Eylül-Ekim-Kasım Sonbahar. Ondan sonra , Kasım-Aralık-Ocak, kış. Salih Baydemir gene bir “Vay anasını!”çekti. Coğrafya dersi bize Sabit Soysal öğretmeni anımsattı. Sessiz, sakin bir öğretmendi. Hiç birimizi incitmemişti. Şimdi nerelerdedir? Önce gelse, görsek gibi sözler ettik ama, gelse o eski iletişimi kuramayacağımızı biliyorduk. Bir kaç gün önce gelen Ömer Uzgil Öğretmenle bile ayaküstü üç beş söz konuşabilmiştik. Müdürümnüz Nejat İdil gelecekmiş, acaba onunla konuşabilecek miyiz? Harun Özçelik sordu:

-Konuşsak bile ne konuşacağız? Sanki Kepirtepe’de konuşuyor muyduk? Bu soruya yanıt bulamadık besbelli, bir süre bakıştık. “Doğru ya, ne konuşacağız? deyip konuyu değiştirdik. Belki okulu, yeni yapılan işleri, sebze bahçesini, arıları, artezyeni sorarız. Orada kalan öğretmenlerin hepsi duruyor mu? Bu yıl oraya yeni öğrenci alınıyor mu? Askerdeki öğretmenler döndüler mi? vb. Öğleden önceki eksikliğimizi öğleden sonra fazlalığımız tamamladı; iki makastan başka üçüncüyü neredeyse bitirecektik, paydos oldu. Yusuf’un aklı kızların oyunlarında. “Yarın Süheyla Öğretmen gelince başlayacağız!”dedim. Yusuf sinirlendi, “Bu öğretmen de dün gelecekti bugüne kaldı, bugün de yarına kalıyor!”diye yüksek sesle konuştu. Önümüzde yürüyen Ali Yılaz Öğretmen galiba öğretmen sözünü duydu, döndü baktı, bizi bekledi “Ne o öğretmen çekiştirmesi mi var? ”dedi. Yusuf sustu. Ben “Çekiştirme değil öğretmenim, bizim oyunlarla ilgili, Müzik Öğretmenimizi bekliyoruz!”Ali Yılmaz Öğretmen, “A, biliyor musunuz? Sizin Müzik öğretmeninden yana şansınız biraz kıt. Süheyla Öğretmen de yolcu gibi. Kısa zamanda ayrılacakmış. Aramızda kalsın, belki işi olmayabilir gene kalır, ama gitme şansını zorluyor!”dedi. Ben, “Biliyorum!”dedim. Öğretmen “Nereden biliyorsun? ”diye sorunca kendisinin söylediğini, ancak o birkaç sonra olacak!”dedim. Öğretmen:

-Evet, ben de hemen şimdi için söylemedim, öyle bir niyeti olduğunu anımsattım!dedi. Birlikte yürüdük. “İyi akşamlar!”dileyerek öğretmenden ayrıldık. Arkadaşlar gene beni sorguladılar “Sen öğretmenle böyle şeyler de mi konuışuyorsun? ”Ben de, “Yalnız ben değil tüm müzik çalışanlara düşüncelerini bazı bazı o kendi anlatıyor. Müzik çalışması yapanlara, bu işin zorluğunu söylerken kendisinin de daha çalışması gerektiğini anlatmak için böyle konuşuyor!”dedim. Akordiyonu alıp Hilmi’yi dışarıya gönderdim. Dip tarafa çekilip bir süre çalıştım. Toselli Serenat’ın ilk bölümünü oldukça duygulu çalmaya başladım. Süheyle Öğretmene bir gün duyursam nasıl karşılayacak? Türk Marşının ilk bölümünü çaldığımı duydu. İyi ya da kötü demedi “O aslında piyanoyla çalınır, daha çok uzundur!”dedi. Oysa radyoda hep benim çaldığım kadar çalınıyor. Bahçede sessizlik olunca baktım kimseler kalmamış, yemeğe gittim. Konuk ekiplerin üstündeki lüks önce pırpırladı sonra da söndü. Gülmeler, gürültüler oldu. Nöbetçiler koşuştu. Bizim taraftan lüks alıp o tarafa götürdüler. Beşikdüzü öğretmeni ayağa kalkarak teşekkür etti. Bizim masadakiler öğretmenin bu davranışını yapmacık buldular. Yusuf getiren nöbetçiye teşekkür etmesini yeterli buldu. Orhan bir başka neden öne sürdü. “Öğretmenin boyu kısa, teşekkürü kendisinin ettiğini göstermek için kalkmıştır!”derken bir rastlantı bu kez de bizim karşımızdaki lüks pırpırladı. Sönmedi ama bir süre kısık kaldı. Lükslerin sönmesini hafif esinti var ona bağladılar. Hasan Üner “Biz bugün konuştuk, buralarda 15 eylülden sonra yağışlı havalar başlarmış!”deyince Hilmi Altınsoy, yüksek sesle “Vay anacığım, biz şimdi 15 eylüle geldik mi? ”diye acıklı acıklı konuştu. Eylül ayının Trakya’da panayırlar ayı sayıldığını konuştuk. Buralarda ne Panayır ne Pazar diyerek dersliğe gittik. Mehmet Yücel’in kardeşi ağabeyine gelmiş. Arkadaşlar dolaylı da olsa sorular sordular. “Müdür Bey, cumartesi pazar günleri için öğrenci çağırıyormuş!”dediler. Namık böyle birşeyden haberi olmadığını, Müdür Beyin de burada olmadığı söylentisi çıktığını anlattı. Sami Akıncı gelince ondan sordular. Sami, “ Müdür Bey birkaç günlüğüne izinli ayrılmış!”dedi. ”Hoppala!”dedik”İşler iyice karıştı. Ancak niçinini nedenini açıklayamadık. Bakıştık. “Hani Müdür Bey çocukları sorguluyordu? ”Sami’nin söylediğine göre Çoban Mehmet yok. Namık Yücel’e göre de kimseye soru moru sorulmamış. Hasan Üner kitap okuyordu, kaldırdım, birlikte Fevzi Üner’i, bulduk. Fevzi Cavit Kafkas’ı çağırdı. Bilirse Cavit bilir deyip, olayları, duyduklarımızı anlattım. Cavit’in de öğrenci çağırıldığını hep duyduk ama gideni hatta birinin gittiğini göreni bile bulamadık. Radyo dinlemeye gidenlerdenden gitmeyenler kuşkulanmış olabilir. . Daha doğrusu böyle bir haber çıkmış ama ya çok gizli ya da yakıştırma. Üstelik Okul Müdürü de iki gündür burada değilmiş. İçimiz rahat olarak dersliğe döndük. Semaver’in kalan öykülerini okudum. Bana göre bunlar öykü değil. Ne Ömer Seyfettin’in ne de Anton Çehov’un öykülerine benziyor. Yazar kendi aklından geçenleri anlatıp onları seçtiği bine yapıştırıyor. Şehri Unutan Adam. Adam, yırtık bir parayı bakkallara yutturmak için dolaşıp dururken bu kez kadınlara takılmaya kalkıyor. Bu adam şehri unutmuyor, bilakis şehirdeki sayısız insanın yaptığı dalavereli işleri yapmaya kalkıyor. Bunun başlığını ben olsam belki, Şehre Uyamayan Adam derdim. Şehirlilerin kolayca yaptıklarını o beceremiyor. Sevmek Korkusu da bir olaydan çok bir kişinin düşüncelerini anlatıyor. Çok kişisel düşünceler. Okuyucu, yazarın bu konuda biraz karışıkça düşüncelerini, yapıp yapmadığı pek belli olmayan bir takım olaylarını kuşkulu bir şekilde öğreniyor. . Ali Yılmaz Öğretmen “Senin yaşında biri yazmış dedi ama, bu yazar gençlikten çok yaşlılık dönemlerini anlatıyor. Yer yer gençlere hatta çocuklara da değiniyor ancak, çoğunlukla yaşlıların özlemlerini aktarıyor. Ali Yılmaz Öğretmen acaba yanlış mı anladı. Yazar:Sait Faik Abasıyanık. Kıtap 1937 yılında basılmış. İkinci kitaba baktım. Bu yazarın bir kitabını Türkçe öğretmenimiz Fikret Madaralı sınıfta okumuştu. Çıkrıklar Durunca. Lalahan’da Tiftik Çifliğini görünce onu anımsadık. Yabancıların Tiftik keçilerini alıp götürmek için uğraşlarını anlatıyordu. Birileri koruyor birileri de satmak için can atıyor. Sonunda satanlar kötülüklerini yapıyorlar. İngilizler Tiftik keçilerini alıp Afrika Güneyindeki sömürgelerinde yetiştiriyor. Öğretmenin anlattığına göre şimdiki ünlü İngiliz atlarını da böyle bizim ülkemizden kaçırmışlar. Bu kitapta böyle bir durum yok. Köylünün silindir şapka giymesi neden önemli acaba? Bize kasket giydirmek istememeleri gibi köylülere de silindir şapkayı çok mu görüyorlar? Geç oldu, kitaba başlamaktan vazgeçtim. Yarın nöbetçiyim, vaktim olacak. okurum. zil çalar çalmaz toparlanıp yattım. Yarın öğle çalışmasında rahat olacağım. İnşallah öğretmen gelmiş olur. Belki de gidip gitmeyeceği üstüne yeni birşeyler söyler. Aklımdan hızla bir çok şey geçti. Çoban Mehmet yok. Arkadaşlar, çocukların sorguya çekildiğini söylüyor. 8. Sınıflara bu tür söylentiler vız geliyor. Ben, “Ya yazılan mektup okul yönetimine verilirse? ”diye telaşlanıyorum, yazanların böyle şeyler akıllarından bile geçmiyor. Ben, Süheyla Öğretmenin Konservatuvara gideceğini kimseye söylemiyorum ama Ali Yılmaz Öğretmen bunu çok rahat söylüyor. Demek öğretmen kendisi bunu başkalarına da söylemiş, öyleyse gizlemiyor…

 

16 Eylül 1941 Salı

 

Halil Basutçu erkenci, yavaşça, “Nöbetçi uyan da bizi de uyandır!”dedi. Zaten uyanık gibiydim, kalktım. Zil çalınca, “İşte duydunuz, bu sizin içindi!”deyip, kapının önüne çıktım. Nedense bu sabah kimse kimseye sataşmadı;kalkıp giyinenler de hemen dışarı çıktı. Kahvaltıda Hilmi nöbetçi görevlerini anlattı. Çadırın iç kapısında yazılı ama o gene de anlatmak istiyor. “Ben daha küçüğüm ama ne olur ne olmaz seni askere alıverirler, disipline hazır ol!”diyor!” Ben de dinliyorum. O sayıyor:1. Kesinlikle kızları çağırmayacaksın, 2. Çadırın önüne çıkıp kızlara bakmayacaksın, 3. Çadırın kapağını kapatıp aralıklardan kızları gözetmeyeceksin, 4. Kızları içeri almayacaksın, 5. Kızlar okuldayken okula girmeyeceksin…Ben dinliyorum;ancak öteki arkadaşlar Hilmi’yi susturdular:

-Kızlar kendileri gelirse ne yapılacak? Sen onu anlat!Ben, “Benim bir nöbetimde Çoban Mehmet geldi yatakların durumuna, temizliğe bakmıştı, gene geliyor mu? ”diye sordum. Recep, Yusuf, Hasan, üçü birden onların nöbetlerinde hiç kimse gelmemiş. 11-48-61 numaralarda gelmediğine göre galiba son ay kimsenin nöbetine gelip denetleme yapmamış. Bu kez Salih konuyu değiştirdi, “Adam bizden korktu galiba, eskisi gibi ortalıkta görünmüyor. İlk geldiğinde her yerde biterdi; şimdilerde ben onu hiç görmüyorum!”Ben, “İşlerinin çoğalmış olacağına yordum. Kolay değil, çok yaygın çalışmalar var. İnsanlar geliyor, gidiyor. Bunlardan hep o sorumlu. Kepirtepe’de ilk yıl bizim müdürümüzü görebiliyor muyduk? ”

Kahvaltıdan kalkınca ben yatakhaneye, arkadaşlar işe gittiler. Nöbet işlerimi biliyorum. Önce kapı kapaklarını açtım. Kapakları tam ön ortasında. Karşısında bir, birer de iki yanında geçici kapaklar var;onları açıp havalandırdım. İsmet başta olmak üzere, Yakup, Hilmi, Mehmet Yücel yataklarını tam düzeltmiyorlar, onları toparladım. Çok konuşan Hilmi’ye “Yatağını neten düzgün yapmıyorsun? diye soranlara Hilmi:

-Düzgün yatak yapmamı isteseydi anam beni kız doğururdu!deyip kusurunu kapatmaya çalışıyor. Daha Alpullu’da başladı onun bu gevşekliği. Ömer Uzgil Öğretmen kaç kez çağırtıp ona yapağını yaptırmıştı. Arkadaşlar da alıştığı için Hilmi’nin bu durumu doğal sayılmaktadır. Şimdi de yeni bir savunma nedeni buldu. Bizim ranza kapı ağzında sıra başı. Benim yatak üstte olduğu için korunaklı. Kimi arkadaşlar kapı ağzında olduğunda Hilmi’nin yatağına oturuyorlar. Bu sık değil belki bir iki kez olmuştur. Hilmi bunu bahane ediyor:

-Ben yatağımı yapıyorum, gelip oturanlar gene bozuyor, bıktım!deyip kaytarıyor.

İkinci işim su getirip ıslatmak oldu. Yerler kurumaya yüz tutunca süpürüyorum. O zaman daha temiz oluyor. Bizim evlerin altı da toprak. Ablamı gözlemiştim, o ne yaparsa anımsadığım kadarıyla ben de onu yapıyorum. Hüsnü Baykoca birisiyle geldi. ”Efendim, efendim diyerek konuşuyor. Sanırım yetkili biri. Uzun süre kaldılar. Öğleye dek yazı yazdım. Bir de öykü uydurdum. Öyküyü ben anlatıyorum ama öyküdeki kişiler arasında ben yokum. Arzu. Kızın adı Arzu’ydu. İki kardeştiler. Arzu ablaydı. Köyün ağalarından birinin kızıydı. Ağanın köyde büyük bir saygınlığı vardı. Evleri köyün tam ortasında yüksekçe bir tepe üstündeydi. Köy kurulurken ilk gelenlerden biri olduğu için Ahmet Ağa yer saptanmasında etkili olmuş, beğendiği yeri de gönlünce seçmişti. Büyük Bahçeleri, bahçeler dışında kalan boş alanlar ortasında oturuyorlardı. Ev, üç küme olarak ayrı çatılar altın oldukça geniş konumlanmış durumdaydı. Sırt sırta bitişmiş gibi duran büyük binanın bir yüzü köyün büyük gecit yoluna bakıyordu. Burası kahve, dükkan olarak düşünülmüş bir süre de böyle kullanılmıştı. Ancak şimdilerde kapalıydı. Kahvenin ana yola bakan tarafa yakın bir yerde çıkrıklı bir kuyu bulunuyordu. Arzu’yu görmek isteyenler bu kuyu yakınındaki oldukça alçak duvara bakar çıkrık çeviren Arzu’yu görürlerdi. Arzu güzeldi. Güzelliği, annesi tarafından sık sık değiştirilerek takılan donanımları, var olduğu herkesçe benimsenen yetenekleri de eklenince Arzu, yaşdaşlarının hep önünde anılıyordu. Böyleyken Arzu, ilkokulda küçümseyerek baktığı bir çok arkadaşından daha az başarılıydı. Ancak, köyde geçerli değerlendirmeler arasında bu başarısızlık çok önemli sayılmazdı. Arzu adı önceleri pek önemsenmezmiş. Yaşlılar bunu sık sık söylüyordu. Zaten köylüler belki de bu adın gerçek anlamını bilmediklerinden onu ses değişikliğine uğratmışlardı;Arzu, Arzı olmuştu. Arzu okula yazılırken öğretmen yüzüne dikkatle bakmış, önce “Bu ne güzel kız böyle, ”Maşallah!”demiş sonra da annesine, “Siz bu güzel kızın adını da bozmuşsunuz, buna nasıl razı oldunuz. Arzı anlamsız bir sözcük, Arzu ise, gönüllerin isteği özlenen anlamlarını taşıyor. Bu güzel çocuğa haksızlık etmeyin bunu doğru söyleyin!”deyip birkaç kez kendisi söylemiş, birkaç kez de annesine hatta orada olanlara söyletmiş. Arzı böylece okulda Arzu olmuş. Bu ad düzeltme bir süre konu olmuş, zaten ağa kızı olan Arzu ilk günden öğretmenin tanıdığı hatta birtakım boşboğazlara göye öğretmenin koruması altına girmiş. Arzu’nun okul yaşamı haklı haksız bu tür söylemler altında geçti. İlk yazılma işlemini yapan öğretmen değişti. Yeni gelenin bundan haberi bile yoktu ama, insanlar onları hep bir saydı. Arzu ilk günden son güne dek öğretmen tarafından korundu, oldu. Oysa Arzu’ya diplomasını 3. öğretmen vermişti. Arzu büyüdükçe daha çok anılır oldu. Kız arkdaşları arasında hep önde sayılması olağanlaşmıştı. Bu kez de, erkek arkadaşlarından gittikçe uzaklaşan, erişilmeasi olanaksız, bu nedenle onların umutlarına sığmayan bir olağanüstü güzel olmuştu. Gene de zaman zaman Arzu’nun ilgi gösterdiği delikanlılardan söz ediliyordu. Ancak adı geçenler, yakıştırmaları kuşkuyla karşıladıkları için Arzu’ya yaklaşmayı denemeye kalkışamıyorlardı. . Arzu’nun Ağa babası, ”Kızımın evlilik çağı geldi!”deyip köyde bir evin tek oğlu olan bir delikanlıyı damat olarak seçti. Geleneklere uyularak yeni çiftlerin şanına yakışır düğün yapıldı. Arzu’nun evlenmesi köyün kızları gibi delikanlıları için bir rahatlık getirmişti. . Kızlar açık açık “Arzu oldukça biz değer yitiriyorduk, çünkü Arzu ölçüleri yükseltiyordu!”Şimdi bu sakınca ortadan kalkmıştır. Delikanlılar da zaman zaman Arzu’nun bakışlarından korku duyarak ya da kaygılanarak umuda kapılmaktan kurtulmuşlardı. Arzu gitti, Arzu konusu herkesçe kapanmış daha doğrusu tüm köy Arzu sorunundan kurtulmuştu. . Ancak öyle olmadı, Arzu birkaç ay sonra babasının evine döndü. Köyde böylesi daha önce de olmuştu ama anne-babalar araya girerek durumları düzeltmişlerdi. Arzu, bu tür olasılıkları birden ortadan kaldırmıştı. Damat için en kötü sözü söyledi, “Erkek değil!”Köylülerin deyimiyle “Akan sular durdu!”Hiç kimse bir yorum yapamadı. Bu çiftin evliliğini bu söz bitirmişti. Arzu konuştu ama Damat hiç konuşmadı. Kendini savunma gereğini duymadı ya da öyle davranmayı yeğledi. Üstüne üslük Arzu’yu karalayacak tek bir sözcük söylemedi. Damat ailesi de, biz bir gelin istemiştik olmadı, “Kısmet değilmiş!”deyip kısa zamanda bir başkasının izini sürdüler, olabildiğince ivedi ikinci düğün yapıldı. Olay köyce çok önemsendi, “Kulaklar kirişte” ikinci gelinin tepkisi beklendi. Günler, aylar derken ikinci gelin nur topu gibi bir oğlan doğurarak şaşırtıcı, şaşırtıcı oluşu kadar da sevindirici bir tepki vermiş oldu. . Önceleri yüksek sesle konuşmuş olan Arzu’nun sesi soluğu kesilmişti. Özellikle kızının sözlerini ele güne yaymaktan usanmayan Azrzu’nun annesi için köyde “Dud yemiş bülbül!”yakıştırması yapılmaya başlanmıştı. Arzu’nun babası birden hastalandı. Ağa kahrından hastalandı!”denip durulurken söz birden değişti:

-Gerçekten Ahmet Ağa kahrından öldü!Güzel Arzu tüm bu olumsuzluklara karşın bedensel olarak gelişti daha güzelleşti, görenleri büyüleyen bir görünüme ulaştı. Bu kez de güzelliği yanına sadakatsizliği eklenerek köydeki değerlerin tümden dışına çıkmış bir durum doğdu. Arzu evlenmek, koca buyruğu altına girmek için değil, o başına buyrukluk istiyor, onun gözü köyde değil kentlerde. . . Oysa öyle söyleyecek bir tavrı ya da bu tür söylemler için Arzu’nun bir girişimi görülmemişti. Arzu, bundan böyle gönlüne göre birini bulamayacağını kısa zamanda anlamış oldu. Eşi olacak kimsenin ölçülerini küçülttü;hiç olmazsa kendini gönülden seven, sevdiğine inandığı birine razı olacak duruma gelmişti. Ne var ki, evlenmek hele köylerde gecikmeli olarak evlenmek her geçen gün biraz daha umut yitiren bir süreçti, Arzu bu sürece iyiden iyiye girmişti. “Umut tükenmez!” sözlerini o da çok duymuştu ama, umutsuzluğa düşmüşlerin bu söylemle teselli olmasının acısını Arzu iyiden iyiye çekmeye başlamıştı. Arzu evinin işlerini zorunlu olarak üslenip babasının düzenini olabildiğince sürdürüyordu. Annesi de destek oluyordu ama Arzu, bir kes olsun insan yönetmeyi denemek istiyordu. Öyle ki onu eleştirenler, ara da “Kadınlığı denedi yapamadı şimdi de erkekliğe kakıştı!”demeye başlamışlardı. Çalıştırdığı işçileri babasını aratmayacak derecede susta durduruyordu. İşleri kovuştururken, kendini daha az düşünüyor kendini daha düşündükçe de sıkıntıları azalmış gibi oluyordu. Çalışmaya iyiden iyiye alışmış, annesinin ev işlerinde de yardımcısı olmuştu. Evlilik öncesi neşesini beklemiyordu ama gene de zaman zaman kendine güveni artıyor, umutları neşesini devindirip, anımsadığı şarkıları güzel sesiyle kendi kendine söylüyordu. Az da olsa çıkrıklı kuyudan su çekerken eskiden olduğu gibi kendine bakanların olup olmadığını da yan gözle izliyordu. Gene öyle yaptığı birgün birisiyle gözgöze geldi. Oradan geçenler hep baktıkları için umursamaz başını çevirip giderdi. Bakan kişiyi tanımadı, bir yabancıdır diyerek eve girdi. Ancak yüz giderek ona yaklaştı, gözler, gülüş tanıdık gelmeye başladı. Sanki bu yüzü o duvar üstünden bakartken çok gördüğünü hatta ona zaman zamna gülümsediğini anımsar gibi oldu. Arzu tam toparlayamadı ama sanısı doğruydu. Bakan, köyde doğmuş, ilkokulu burada okumuş, Arzu’ya zaman zaman sataşmış bir arkadaşıydı. Babası ölünce, annesi baba ailesiyle anlaşamadığı için çocuğunu alıp kendi köyüne dönmüştü. Böylece köyden uzaklaşan delikanlı neredeyse unutulmuştu. O unutulduğu gibi neredeyse o da köyü unutmuştu. Ancak çocukluk anıları köye gelince depreşti, bu arada Arzu’yu kuyu başında görme isteğini önleyemedi, geldi o eski baktığı yerden Arzu’yu gördü. Babasını kaybedip gittiği için, özellikle annesinin ailesel olarak olumsuz telkinleriyle köyle pek ilgisi kalmamıştı. Bu bakımdan köydeki söylentileri, Arzu hakkındaki söylemleri belki de bilmiyordu. O salt duygularının yönlendirmesine uyarak böyle bir davranışa girmişti. Arzu’yu gördü. Arzu gene güzel belki de eskisinden de güzel geldi ona. Arzu da gördüğü yüzü bellek süzgecinden geçirdi, sonunda buldu. Sevebileceği çocuklardan biriydi. Beceremediği derslerinde en çok ondan yardım görüyordu. Onun kendisini sevdiğini biliyordu. Duvardan bakanların içinde onu rahatsız etmeden bakan tek arkadaş oydu. Büyümüş oldukça yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Köye geldiğine göre büyük babasında olmalıydı. Büyük babaları çok uzakta sayılmazdı. Sık sık gelip gittikleri bir aileydi. Önce bir plan yapıp o aile ile bir ilişki kurmayı düşündü. Görünce arkasından koşan bir duruma düşmek istemiyordu. Birden sevindi, plana falan gerek yok. Köyün imece işleri, kimi kez tek tek katılımlarla kimi kez de iki ailenin işbirliği ile yürütülüyordu. Ortak köy harmanını bu yıl Arzular bu aile ile döveceklerdi. İşin tam sırasıydı, “Harman işini bugün yarın ortadan çıkaralım!”demek kadar doğal bir başka neden ileri sürülemezdi. Arzu da öyle yaptı. En doğal tavırlar içinde gitti, gene doğal biçimde karşılandı. O ailenin de bu sıra eli rahat olduğundan bir gün sonra ortak harman çalışma kararı alındı. Arzu, evde konuk olup olmadığını anlayamamıştı. Bir an duraksadı, belki de dargınlıkları sürüyor, delikanlı bir başkasına gelmiştir. İçinden biraz kederlenmişti ama bir kere ok yaydan çıkmıştı. Biraz düş kırıklığı içinde evden çıkarken evin gelini, “Bu iyi oldu hazır torun buradayken , bu işin aradan çıkması bizi rahatlatacak!”dedi. Arzu birden, “Kim dediniz, sizin torunuz mu vardı? ”diye sordu. Gelin anlattı. ”Var ya, sen bilmezsin!”. . deyip torunun uzunca bir öykünü anlattı. Evin dedesi “Torunum!” diye tutturmuş, sonunda da torunu getirtmişler. Bir süre burada kalacalmış. Arzu sevinçten ağlayacaktı ama, “Aaaa, ben unutmuştum, sahi anımsıyorum, okula beraber gitmiştik!”deyip ayrıldı. Arzu yürürken:

-İşte plan şimdi gerekir, yarından sonra neyi nasıl yapacağım da bu işi geri dönülmez bir duruma sokacağım!diye düşünmeye başladı….

Torun, İlk isteklerini az da olsa giderdikten sonra unutamadığı arkadaşlarını da aradı. Aradan sekiz yıl geçmişti. Sekiz yıl köyde değişiklikler olmuştu. Yeni evler yapılmış, Okul yer değiştirmiş. Yeni kahve açılmış. Bunları birer birer gördü, gençlerin çıktığı kahveye gitti. Arkadaşlarının çoğu ile görüşüp bilgiler aldı. Kızlar konuşuldu, evlenenler sayıldı, döküldü. Arzu’yu sormak istedi ama evlendiğini söyleyecekler, bundan duyacağı üzüntüyü düşünerek sormadı. Hatta bir arkadaşı Arzu evlendi- ayrıdı diye söze başlarken Torun, ”Kapatalım bunları!” deyip konuşanı susturdu. Akşam geç vakit eve döndü. Evdekilerle bir süre konuştu. Evdekiler Arzu’nun geldiğini söylemediler. Bunu söylemenin hiçbir anlamı yoktu. Arzu onların torununu anımsamadığuna göre torun da Arzu’yu çoktan unutmuştur, deyip bir sonraki harmandan söz açtılar. Nasılsa harmanı da Arzularla birlikte döveceklerini söylemediler. Torun konuk olmanın üstünde torunluk haklarının da tadını çıkarmayı sürdürdü. Geç kalktı, gene çıkıp dolaştı akşam karanlığında eve geldi. Ancak Arzu’nun evlenip ayrıldığını, bakire olarak eve döndüğü söylentilerini de değişik ağızlardan dinledi. Evleneninse en yakın arkadaşı olduğunu da üzülerek öğrendi. Bu burukluk onu oldukça rahatsız etti. Arzu, gördüğü kadarıyla çok güzelleşmiş, çok sevdiği arkadaşını da o bıraktığına göre, ikircil bir durumda kalıp doğru yolu seçememek gibi dir kararsız duruma düştü. Geç uyududuğu için çok geç kalktı. Kalkınca da bir süre düşündü kararsızlık içinde harmana uğradı. Harmanda Arzu’yu görünce afalladı. Arzu dedesiyle işlerden, işçilerden, ürünlerden konuşuyordu. Dedesi, Arzu’nun işleri çok iyi sürdürdüğünü, babasının kızı olduğunu kanıtladığını anlattı. Arzu, ağız ucuyla “Hoş geldin!”dedi. Sanki dün görmemişti. Torun azıcık durgunlaştı, yanılmşlık içinde düştüğünü sanır gibi oldu. Onun belleğindeki Arzu yoksa bu değil miydi? Torunun irkintisini anlayan Arzu, bu harman işinin nedenini anlattı. ”İyi bir raslantı, böylece konuşmuş olduk!” gibi sözlerle Torunun gerginliğini yumuşattı. Torun bu kez de, dedenin Arzu’ya yetişkin bir insan gibi güvenle bakmasını, “Arzu’nun kocasından bakire ayrılmasını, hele de Arzu’nun olağanüstü güzelliğini yakından görüp bu üç önemli ögeyi birleştirince iyice çarpıldı. Arzu bu ilk buluşmayı yeterli görerek, izin alıp ayrıldı. Sanki Arzu doğal işlerini sürdürüyordu. Arzu gidince dede, torununa Arzu’yu iyiden iyiye övdü. Arzu’nun iyi bir evlilik yapmasını dilediğini anlattı. Kısacası dede Arzu yanındaydı. Bir ara torununa doğrudan Arzu, demedi ama onun gibi bir gelin beklediğini açık açık söyledi. Torun, sıkıntısından ne yapacağını bilemez durumda çıkıp dolaştı. Arzu’yla konuşmak için büyük bir istek duydu ama nasıl konuşacaktı, ne konuşacaktı? . Seninle evleneceğim mi? diyecekti. Bunu diyebilirdi ama ya razı olursa ne yapacaktı? . Kendisi nereliydi? Dede çağırdı geldi, Ya bir süre sonra? “Git!”derlerse? Gittiği hiçbir yerde duramadı, Bir süre sonra gene harmana döndü. Arzu gelir diye uzun süre bekledi. Arzu bu kez kardeşiyle geldi. Konuşmalarda kardeşini hep yanında tuttu. Ancak torunun öksesine kurtulamayacak şekilde yakalandığını anladı. Çocukluk anılarını deşeledi. Onun kendisine derslerde yardımlarını hiç unutmadığını anlattı. O denli içten anlatıyordu ki, sanki bundan sonra, “ Sana aşıktım, bu aşkım şimdi de sürüyor!” sözleri dökülecekti. Torunun da anıları vardı;Arzu’yu hiç unutmadığını, hatta köye gelince hemen o duvara gittiğini açık açık söyledi. Duramadı çok kısık, ürküntülü bir sesle birden, “Benimle evlenir misin? ”deyiverdi. Arzu güldü. , “Şaka mı ediyorsun? Ben evlendim, ayrıldım, ben şimdi bir dul sayılırım!”dedi. Torun bunları sanki duymadı, “Ben seninle evlenmek istiyorum, bana “Hayır”deme!deyip kalktı. Arzu, “Ben seni üzdüm galiba, ben de senin gibi düşünüyorum ama benim bir deneyimim var, acı çektim, belli koşullarda önceden anlaşmadan bu işe kalkışmam!”Torun tüm koşulları kabul edeceğini söyledi. İki ikiye konuşmak üzere anlaştılar. Ortak harmancılıkları üç gün sürecekti. İkisi de bu üç gün içinde her şeyi konuşup sonuç almaya karar verdiler. Arzu kimseye soracak durumda değildi. Zaten evin işlerini üslenmiş, gerçekte bir çaçeron olan annesini kenara itmişti. Komşularca horlanmış, onlara da dirsek çevirmişti. Amacı evleneceği kişinin sağlıklı davranışıydı. İkinci günün sonunda iyice anlaşmış oldular. Ayrıntıları kısa bir zaman içinde konuşup evlenme gerçekleşecekti. Torun, evlenmekten çok Arzu’ya tutulmuşu. Arzu da bunu bildiğinden onu iyice kışkırtıyordu. Karşılıklı olurlardan sonra iki ikiye buluşmalar başladı. Arzu bu konuda oldukça cesur davrandı, eve gelmesine razı oldu. !Arkadaşça gelip konuşmak koşuluyla torun gidip gelmeye başladı. Anlaştıkları da köyde hemen duyuldu. Torun için bir sorun kalmıştı. “Arzu’yla evlenen çocukluk artkadaşı bu olaya ne diyecek? ”Torun yüzünü kızarttı gitti konuyu arkadaşına açtı, olayın geldiği son noktayı da açıkladı, ”Evlerine girip çıkıyorum;bu işe oldu gözüyle bakıyorum. Eski arkadaş, “O benim için ayıp şeyler söyledi, ben onu sevmiştim, bunları beklemezdim ama o yaptı. Ben onun için ağzımı açıp tek bir söz söylemedim. Gene de söylemeyeceğim. Dilerim anlaşır, mutlu olursunuz. Senin onunla evlenmeni bana sormana da şaştım. O benim nikahımda değil. Evlendiğinizde sanırım ailece görüşmeyeceğiz. O zaman da sen beni hoş görürsun, olur biter!”. Torun daha yumuşak sözler beklemesine karşın buna da razı olup, gönül hoşluğu içinde ayrılır. Bu konuşmayı Arzu’ya anlattığında Arzu ürperir, içinde bir şeyin kırıldığını duyumsar “Neden ona sordun? O sana gerçek düşüncesini sörler mi? ”diye çıkışır. Ancak olan olmuştur. Düğün hazırlıklar başlamıştır. Torun damat adayı olarak Arzulara gelip gitmeyi sıklaştır. Biraz geççe gittiği bir akşam, kapıyı tıklatınca kapı oldukça geç açılır. Kapı açılıp içeriye girerken yandaki kapılardan biri biraz sesli kapanır, karanlıkta birisi ayaklarını vura vura kaçar. Torun evden birinin çıkıp kaçtığı görmüştür. Kapının geç açılmasıyla bunu bir ilişkisi olduğunu düşünerek içeriye girer. Arzu, uyumuş olduğundan tıkırtıyı duyamamıştır. Ancak torun girdiği odanın bir ara kapısı olduğunu görünce ürperir. Kalkar yoklar, kapı içerden sürgülü yani kilitlidir. Kilidi açar, kişinin kaçtığı odaya girer boş bir odadır, çıkış kapısı da açıktır. İçinden:

-Çıkan adam buradan kaçmıştır!der. Kendisi de oradan çıkıp bir “Allahaısmarladık!” demeden uzaklaşır. Arzu uykudan uyanmış, ne oluğunu anlamadan bir süre beklemiştir. Torunun gelmediğini anlayınca içinden gene bir cizlama duymuştur. Kalkar, karşı odalarda yatan annesinin boynuna sarılır uzun süre ağlar. Sabah olunca Arzu yatağından çıkmaz. Harmana komşunu gönderilir. Erkenden torunun dedesi gelir torununu onlarda arar. Torun yok olmuş, onlar Arzu’nun yanındadır düşüncesiyle önce kaygılanmazlar. Durum anlaşılır. Torun köyüne döndüğünü bildiren bir pusula bırakmışır. Dede, Arzu’yu suçlar, “Aranızda ne geçti? ”der. Arzu, yeminler eder, kahrolup ağlar ama anlattıkları kimseye inandırıcı gelmez. Zaten pek bir şey de anlatamaz. Çünkü gerçeği bilmemektedir. Ağlamaktan yataklara dişer, aylarca yatar. Daha doğrusu Arzu bu kez çok fena vurulmuştur. Geçen defa o bırakmıştıBu kez tam anlamıyla o terk edilmiştir. Torunun içeri girip yan odana çıkıp gitmesini bir süre sonra Arzu kendi kendine değerlendirmeye çalışır. Olsa olsa eski kocası ona iftira atmıştır, ”İçeri aldıklarını o kapıdan alıyor, başkalarıyla yatıyor!”demiş olacağına iyiden iyiye inanır. Arzu gerçeğe yaklaşmıştır ama bu tam değildir. Gelen eski kocasıdır. Evi çok iyi bildiği için girer odada bekler. Arzu’un erkenden uyuması işine yaramıştır. Kapı önünde beklerken torunun duyabileceği şekilde kapı çarpması duyurmak içindir. Ayrıca arkasında koşulsa bile yetişilemiyecektir. Çünkü bitişik duvardaki bir kapı iki taraftan da sürgülenmektedir. Gelen kişi bunu bildiğinden önce kahve tarafındaki kapının sürgüsünü çıkartmış sonra da içtekini. Böylece arkasından koşulsa bile ona yetişilemeyecek, o kendini kahve tarafına atacak, dışarıdan sürgüyü sürük geleni durduracaktı. Güzel Arzu, sarardı soldu, kimselerin yüzüne bakamaz oldu. Evin işleri öylece kalınca yaşlı annesi gene yaşlı yaşlı bir insanla evlenmek zorunda kaldı. Bir süre sonra Arzu, oldukça uzak bir köyden iki çocuklu birisiyle evlendirildi. Gidiş o gidiş bir daha köye gelmedi. Ancak onun güzelliği dillere destan olup sürdü:Arzu gibi güzel, gülüşü Arzu’yu andırıyor, Arzu’nun bakışları onda da var, Sesi Arzu’nun sesinin tıpkısı, Arzu gibi sonuca katlanırsın, Arzu gibi olma…benzetmeleri, yakıştırmaları sürdü gitti. Adına türküler yakılıp yıllarca söylendi….

Karalayıp silerken öğleyi getirdim. Nöbetçiliğin güzel bir dinlenme günü olduğunu bugün iyice anladım. Kimi arkadaşlar sanırım bunun için dinlenme için kaçamak yapıyorlar. Yemeğe azıcık geç gittim. Arkadaşların çalışmalarını dinledim. Benim olmayışım pek önemsenmemiş. Ancak makine çalıştırmak gereği doğmuş, Ali Yılmaz Öğremen beni sormuş, makine işini yarına bıraktırmış. Bunu kendim için bir övünç olayı saydım ama hiç üzerinde durmadım. Süheyla Öğretmeni görünce sevindiğimi söyleyerek konuyu değiştirdim. Lokmaları atıştırıp Çadıra koştum. Kemanı hazırladım, çocuklardan gelenler oldu ama gelenler çok azdı. Ben gene köşeme gittim, ara verilmemiş gibi çalışmaya başladım. Kemancılardan gelen olmadı, mandolincilerden de gelenler azdı. Öğretmenin gelmeyeceğini düşünmeye başlarken öğretmen önce kızların oraya girdi az sonrada doğrudan benim yanıma geldi. Öğretmen daha güleç, çalışıp çalışmadığını sormuyorum, “Çünkü sen çalışmayı öğrenmişsin ondan vazgeçemezsin. Belki kemanı dinlendirirsin ama ya oyun oynar, ya da akordiyonu alıp çalışmanı sürdürürsün!”dedi. Öyle yaptığımı söyledim. Geçen üç günün birinde oyun oynadığımızı, birinde keman birinde de akordiyon çaldığımı söyleyince öğretmen, “Nasıl ben, seni az çok öğrendim!”deyip güldü. Gülünce ilk kez öğretmenin dudaklarını azıcık boyamış olduğunu gördüm. Önce benim seçtiğim bir parçayı çaldım. Öğretmen kemanı aldı bir de kendisi çaldı. Bu kez kemanı bana verdi parçayı bana bir daha çaldırdı. Nedense ben bu kez iki tökezleme yaptım. Öğretmen, “Duraksamadan, 3. 5. 7. parçaları çaldırdı. Yeni parça vermedi. Bir süre çalışma değil de çalma çalışması yapalım. “Çaldığın parçalara içinden birşeyler katarak çalmak, apayrı birşeydir, sanırım sen bunu akordiyonda yaparsındır. !”deyince anladığımı söyledim. Öğretmen ayrılıp mandolincilere gitti. Kısa bir zaman sonra zil çaldı, herkes gidince ben de çadıra gittim. Kemanı bırakıp azıcık uzandım. Sesler duydum, uyumuşum doğruldum. Yemekhane nöbetçileri, gölgeliğe gelmişler. Numan Beyazıt, Nuri Altınsever, Fahrettin Şen, Mehmet Yüce, Ahmet Baştürk, Mehmet Özalp, Necdet Şipka, Şaban Patır, Nedim Menekşe. Kamil Varlık. Aklıma geldi, “Bunlarla konuşursam belki bildiklerini bana anlatırlar. Doğrudan sormadan, dolaylı olarak sözü oraya getiririm!”diye düşündüm. Ben onlara doğrulunca hepsi ayaklandılar. Onlar benden çok benimle konuşmak ister gibi. Hepsini iyi tanıyorum. Kepir nöbetlerimizde çoğuyla güzel günler geçirmiştim. Akordiyon çaldığım için zaten beni tanımayan yok. Konuşurken de “Sen bizi tanımıyorsun diyen oldu. Ben Fahrettin’e Velimeşeli, Numan’a karağlı-Karahalil, Mehmet Özalp’a Hamitabatlı deyince hepsi güldü. Ben daha tamam değil, Nuri Altınseven, Mandıralı, Mehmet Yüce Alpullu, Nedim Menekşe, Ahmetbey derdemez bu kez gerçekten susturdular, ”Kepirtepe’ye dönecek miyiz diye özlemle sordular. Zamanını bilmemekle birlikte döneceğimizi söyledim. Kendi ölçülerime göre biraz da yaptığımız işlere bakarak, söylediklerime ben de inanıyordum. Bina yapıyoruz ama binaların içine oturacak hiçbir hazırlık yapmıyoruz. Örneğin biz Kepirtepe’de yukarda çatı kapanırken alt katta yatakhane hazırlığı yapılıyordu. Bu binalarda ise böyle bir hazırlık değil adı bile anılmıyor. Örneğin benin çalıştığım grup dört binanın çatısını yapıyor. Yakında çatılar yerlerine konacak. Oysa alt karkarın döşemeleri bile yapılmamış. Döşemelerden kimse söz etmiyor. Sili Ustaya sorduğumda “Onlar sonra da yapılır, biz yağmurdan, kardan binayı koruyalım!”deyip geçiyor. Arkadaşlarla konuşurken oldukça zaman geçirdik. Onların fısıltı soruşturmasıyla ilgili hiçbir bilgileri yok. Sanırım öyle bir soruşturma yapılmamış, söylenti bir yakıştırma. Onlar gitti. Çadırda bir süre akordiyon çaldım. Özellikle de çadırın okula yakın köşesinde tüm bildiğim parçaları çaldım. Toselli Serenat’ı Süheyla Öğretmenin dinlemesini isterdim. Duyarak çalmama belki örnek verirdi. Bir yandan çalıyorum bir yandan da sesler dinliyorum. Gelen giden olmadı. Çok uzun zaman geçti gibi geldi, akordiyonu yatağın üstüne koyup dışarı çıktım. Uykulu gibi bir gevşeklik geldi gidip musluklarda yüzümü yıkadım. Dönerken Röslein gülümseyerek yanımdan geçti. Neden burada olduğumu sordu. “Nöbetçiyim!”deyince “Sizin nöbetler ne çabuk geliyor!”dedi. “Otuz kişiyiz, ayda bir!”dedim. Görünce hasta olduğumu sanmış. ben biraz böbürlenerek, “Ben kolay kolay hasta olmam!”diye biraz kasıldım. Arkasından da “Ne oldu oyunlardan vazgeçtiniz mi? ”diye sordum. Bu cumartesi başlayacaklarını söyledi. Ayrıldık. Az önceki uyuşukluk geçti, akordiyonu alıp gene başladım. Az sonra bir tıkırtı duydum, kapının yakınına gelince Hüsnü Baykoca Öğretmenle karşılaştım. Gülerek, “Çeşmekollu, vallahi senden rahatı, mutlusu yok, yeri gelince canla başla çalışıyorsun yeri gelince de eğleniyorsun!”dedi. Yüzüme baktı, ben durmuştum. “Ne o hasta falan değilsin ya? diye sordu. Nöbetçi olduğumu söyledim. “Ne yapıyorsun, hiç uğramıyorsun!”dedi. Çalıştığımı, şimdilerde de arkadaşlarla iddialı bir çalışma yarışına girdiğimizi anlattım. Memleketten mektup alıp almadığımı sordu. Çok seyrek aldığımı, buraya geleli beş mektubuma karşı ancak iki mektup aldığımı söyleyince “Gene iyi gene iyi, meysim olarak onlar en sıkışık günlerini yaşıyorlar!”dedikten sonra, “Ben de mektuplaşıyorum, oralardaki durumlar hala düzelmedi, biraz daha böyle gideceğe benziyor, artık hayırlısı, demekten başka söyleyecek sözümüz yok!”dedikten sonra beni iyi gördüne memnun olduğunu ekleyerek ayrıldı. Rahat bir “Sağolun!”çekip Hilmi’nin yatağına oturdum. Bu kez de bahçeyi gözaltına aldım. Kızlar sık sık musluklara gidip birşeyler ıslatıp geliyor. Onlar iş yapıyor ama ne işi yapıyorlar? merak ettim. Ellerinde bezlerle dolaşıyorlar. Onların 22 olduğu söyleniyor. Ben ancak on kadarının adını öğrendim. Onlara da ad taktıkları için öğrendim sanıyorum. Dört beş tanesini de nöbetlerden tanıyorum. Melahat, Mukaddes, Gülsüm, Safinaz , Sakine nöbetlerden. Feride, Necmiye mandolin çalışma , Gül’ü de komşu köylü olma nedeniyle tanıdım. Sevim, Mustafa Saatçı sayesinde ortaya çıktı, Bülbülle Sırıklı adlarıyla tanındılar ötekilerin adlarını bilmediğimi söyleyebilirim. Paydosa yaklaştığımızın ayırdına vardığım bir sırada bizim arkadaşlar çıkıp geldi. Mehmet Yücel, “Dayı reva mı sen burada yatarken biz duvar örelim, kıymetli yeğenin burnu kanasın; benim ellerim titresin!”diyerek geldi. İsmet başı açık güneşte çok kalırsa burunda kanlanma oluyormuş. Mehmet Yücel zaten beden olarak zayıf. Boyuyla kilosu arasındakı fark 20 kilo diyorlar. Görünüş olarak da zayıf bir görüntüsü var. Arkadaşlar bu neden le kendisine “İskelet!”adını verdiler. Onlar şimdi iyi olduklarını söyleyip dersliğe gittiler. Az sonra arkalarından ben de gittim. Mehmet Yücel’e gülerek, “Haklısın arkadaşım, sizin ikiniz de iyi beslenmelisiniz. Bu nedenle bu geceki etsiz mercimek payımı size veriyorum!”dedim. İdris Destan da söze karıştı, o da mercimek yemeğini bağışladı. İsmet:

-Sıskalardan yemek bağışı istemeyiz , bağışlayacaksa …… on lar bağışlasın!”dedi. Mustafa Saatçı nokta noktaların açıklanmasını istedi. Tartışma başladı. Nokta nokta içine kimler girer. Himi Altınsoy, Abdullah Erçetin, Fettah Biricik sayıldı. Fettah adını söyleyenlere küfretti. Onlar da Fettah’a ağır sözler söylediler. Durum tatsız bir yöne dönüştü. Sami Akıncı, “Çok önemli bir haberim var, hepiniz susarsanız söylerim!”deyip oturdu. Herkes ustu. Sami çok yavaş bir sesle “Müdür Memet Tuğrul izinli ayrıldı, en az onbeş gün yok!”dedi. ”Yaşa, sağol, ağzına sağlık!”diyenler oldu. Konuşmalar başlayınca bu kez Halil Basutçu Sami Akıncı’ya, ”Senin haberin yarım kaldı, o adam gittiğine göre bizim cumartesi-pazar dinlenmelerimiz de onunla mı gitti yoksa bizimle mi kaldı? ”dedi. Sami ellerini açtı, ”Onu ben bilemem!”dedi. Akşam yemeğine bu sorularla gidildi. Namık Ergin Öğretmen konuk ekip öğretmenleriyle oturuyordu. Üç ekibin gitmesi yaklaştı, binalar henüz pencere üslerine çıkmış durumda belki de duvarları tamalamadan gidecekler. Kızılçullu ekibi neredeyse onlara yetişecek. Çoban Mehmet’in izinli gitmiş olması 8. sınıfları rahatlattı. Önce Fevzi geldi, “Gözümüz aydın!”dedi. Niçinini açıklamadı. Ben anladım. Arkasından Cavit geldi bizim masanın kıyısına ilişti. 7. sınıflardan dört, 8. sınıflardan da iki öğrenciy soru sorulduğunu öğrendiklerini söyledi. Öğrenciler, müdürün izinli gittiğini duyunce kendileri gelip söylemişler. Hüsnü Baykoca da sorgulamalarda hep bulunmuş. Çocuklarda ad istememişler. olayların nasıl olduğunu anlatın, törenden sonra tanık olduğunuz konuşmalar oldu mu? Salt olup olmadığını söylemeniz yeterli demişler. Cavit çok rahat, “Hiç değilse 15 gün kazandık!”deyip gülerek ayrıldı. Bizim arkadaşlar olaylara karşı duyarlı. Hilmi Altınsoy, hemen sordu:

-Cavit Kafkas bunları neden gelip bize söyledi? Bu sorunun nerelere dek gidebileceğini düşündüğümden kısa kesmek için gerekeni söyledim:

-Ben ondan sormuştum. Biz Cavit’le , Fevzi’yle koopratifte çok uyumlu bir çalışma yaptık. Bir birimize güvenimiz var. Onlar işe gitmeyince, düşüncelerini ben sormuştum. O da şimdi geldi olanları anlattı!dedim. Derslikte Çoban Mehmet, sanki kesin gitmiş gibi ara ara konu olup konuşuldu. Belki de müdürümüz Nejat İdil’in geleceğini duydu da gitti bile diyenler oldu. Bu konuşmalardan sıkıldığım için kitap okumaya başladım. Ancak başladığım kitabı daha önce okuduğumu anladım vazgeçtim. Silindir Şapka Giyen Köylü. Nasıl da unutmuşum. Kitabın kapakları değişik geldi, sanırım bundan aldandım. Önce yazdığım öyküyü anlattım. Öyküde anlattığım Arzu’’yu ben tanıyorum. Okuyanlar acaba bunu anlayacaklar mı? Kızın adını verdim ama erkeğin adını sakladım, bu bir eksiklik sayılır mı? Torunun adı saklı tuttum. Arzu’nun evlendiği de benim arkadaşımdı hem de adaşımdı;(addaşım) bunu yazarsam, okuyucuyu kolay yanıltır, diye düşündüm. Ayrıca Arzu ile üç yıl aynı sınıfda okuduk. Küçük ablamların evi onların çok yakınındaydı. Arzu evlenmeden önce ablamlarda karşılaşıp çok konuştuğumuz gibi ayrıldıktan sonra ise daha da yakınlaşmıştık. Arzu bazen geceleri de ablamlarda kalıyordu. Bu nedenlşe Arzu için başka bilgiler de verebilirdim. Ben bunlara gerek görmedim. Belki ilerde düşüncemi değiştrir onları da eklerim, diye düşündüm. Başlık için de tam kararlı değilim. ”Kadının Fendi Erkeği Yendi!”diye bir yazı okumuştum. Burada yenen erkek oluyor. Ancak ben buna fent ment demek istemiyorum, Gene de başlık olarak “Erkeğin Sabrı!” demeyi düşündüm. Babam, bu köye, köyün kuruluşundan iki yıl sonra gelmiş. Daha doğrusu gelmişler. Çünkü babamlar köye ayrı dört aile olartak dört kardeş gelmişmiş. Köy konum olarak iki tepecik üzerine kurulmuşTepeciğin biri biraz daha yüksektir. Babamlar yüksek tarafa yani yukarı mahalleye oturmuşlar. Yukarı mahallenin Ağası babamdır. Mahmut Ağa olarak anılır. Aşağı mahallenin ağası da Arzu’nun babası Ahmet Ağa idi. Önce Ahmet Ağa arkasından da uzuncabir zaman köy muhtarlığını babam yapmış. 19 yıl. Bu 19 yıl içinde iki ağa arasında en ufak bir anlaşmazlık görülmemiş. Köyümüz padişah emlaki üstüne kurulduğundan davaları yıllarca sürmüş. Bu davaları muhtar olarak izlerken Ahmet Ağa hep babamın yanında olmuş. Babam, zaman zaman bunları şükran borcu olarak anlatırdı. Sanırım bunlardan dolayı olacak Arzu üstüne yapılan konuşmaları babam dikkatle dinler ancak kesinlikle bir söz söylemezdi. Arzu ayrılınca bir süre sonra onun üstüne yapılan yakıştırmaları dinleyen babam:

-Arzu öyle azbuçuk değil çok güzel bir insan, eşi mendi az bulunan bir kız. Onun güzelliğine hayran oymayan erkek, onu kıskanmayan kadın olamaz. Bu nedenle güzelliği Arzu’yu nikbin etti ama geniş bir çevrenin de düşmanlaığını başına sardı. O şimdi küçük bir köyde doğmuş olmanın bedelini ödüyor. Besbelli ki kızçağızın kaderi bu!”demişti. İkinci olaydan sonra da bir kez, “Güzellikle varsıllık ikiz kardeşlerdir. Biri kız öteki erkek. Kız güzelliğini, erkek parasını iyi kullanırsa mutlu olurlar. Bunları kullanmayı başaramayanların yaşamları zehire dönüşür. . Arzu güzelliğini kullanamadı, bu doğrudur;onun bundan sonraki yaşamı;hakkında dedikodu yapanlardan daha kötü olmayacaktır. Ancak o değerli bir hazıneyi kaybettiği, ayrıca büyük bir bedel ödediği için mutsuz olacaktır. Şimdilerde içine girdiği koşullar, senden benden farklı değildir. Tıpkı öteki kadınlar gibi, bir kocası olacak, tarlada çalışacak, çocuklara bakacak. Köyde bunları yapmayan biri var mı? ”Dinleyenler “Haklısın!”deyip susunca babam bir şarkıyı anımsatmıştı. . ”Şimdi rağbet güzel ile zengine!” Sonra, ”Bu salt şimdi değil dünya kurulduğundan beri böyledir!”deyip sözlerini bitirmişti. Bunları aralara serpiştirip genişletsem öyküm uzayacaktı belki ama asıl özüne bir katkısı olmayacaktı. Bu günümün iyi geçtiğin sevindim. Röslein gözümün önüne geldi. Nedense bugün çok daha güzeldi. O da Süheyla Öğretmen gibi cicilibicili giyinse çok daha güzel görünecektir. Bu arada babamın sözünü anımsadım. Arzu’nun şanssızlığı küçük bir köyde doğup büyümesi!”demişti. Gül de köyünde kalsaydı belki de Arzu gibi bir çoklarının düşmanlığını kazanacaktı. Arzu’yu anımsadım. Hep gülerdi. Çok güzel şarkı söylerdi. Söylediği şarkıları anımsamaya çalışırken üstüste esnedim…

 

17 Eylül 1941 Çarşamba.

 

Halil Basutçu sanırım istemeyerek bizim ranzayı salladı. Ardından da özür diledi. Kusurunu hoş gördük ama uykular gitti. Biz de giyinip çıktık. Zil çalınca fısıltılar konuşmaya dönüştü. Mandolincilerin çalıştığı yere oturmuştuk, Orhan bir mandolin gösterdi. Çalışanlar unutmuşlar, alıp çadıra bıraktım. Halil öğlede ilgilenecek, gerekirse öğretmene götürecek. Biz gölgelikte oturunca öteki arkadaşlar da yanımıza gelip oturdular. Takılmalar başladı, Burası gözetleme yeri. . Aylardır sabahları böyle bir durum olmamıştı. Bizi gören kızlar da pencerelere yığılıp bakmaya başladılar. Kesinlikle onlar bize değil bizim neden orada toplandığımızı merak ettiklerinden bakıyorlar, bunu hepimiz biliyoruz ama gene de arkadaşlar, Mustafa Saatçı’ya “İmam bunlar seni gözetliyor!”demeye başladılar. Kahvaltıya giderken kızlar da çıktı çok merak etmişler, Melahat’la Feride gelip sordu, “Orada neden toplandınız? ”Ben orada bir mandolin bulduğumuzu söyledim. Arkadaşlar da bizden sonra mandolin aramaya çıktılar!”dedim. Kızlar “İnanmıyoruz!”deyip güldüler. Bu kez az ileridekiler de gelip sordular. Onlara da aynı sözü söyleyince “İnanmıyoruz, alay olsun diye söylüyorsunuz!” Halil Basutçu, “Hayır yalan değil, isterseniz bulduğumuz mandolini getiririm!”dedi. Bu kez de “Ne var bunda biri mandolinini unutmuştur !”diyen oldu. Biz de “Ne varsa bunda var, orada hiç mandolin bulunmazken bu sabah bu oldu;biz de bunun için orada toplandık! Kızlardan biri, “İyi öyleyse her akşam oraya bir mandolin koyalım!”diyecek oldu. Mehmet Yücel “Olmaz, siz ona da inanmayacak gene karşı çıkacaksınız. Biz sizinle komşu olarak iyi geçinmek istiyoruz!”deyince kızlar “Biz de, biz de!”deyip yürüdüler. Biraz komik bir tartışma oldu ama bir bakıma da iyi oldu. Kahvaltıda bu konuşuldu. İşe giderken de hemen hemen konumuz bu oldu. Genel kanı:

-Kızlar bizimle konuşmak istiyor!Bizimle derken sanırım herkes kendini ön planda sayıyor. . Oysa kızlar kasılanlarla değil onlara yaklaşanlarla konuşmak istiyor. Onlara yan bakanlarla sanmam konuşsunlar. Konuşsaydılar şimdiye dek konuşurlardı;neredeyse iki yılı tamamladık üçüncü yıla girdik, neden gelip konuşmadılar? Böyle düşündüm ama bunu demedim. Onları da gücendirmek istemiyorum.

Öğretmen gelince makineyi çalıştırdık. Baba desteklerini, dış saçak pervazlarını kesiyoruz. . Saçaklar oluksuz olacağı için dayanıklı pervaz koyacağız. Ali Yılmaz Öğretmen: -Özellikle kar donmalarında buzlar, 2-3 metre uzar, korkunç ağırlık yapar!diyor. Buzsuz zamanda da saçakların düzgün görüntüsü için pervazları önemsiyoruz. Özellikle kalkanlı duvarlarda pervazlar bina görüntüsünün süsü oluyor. Bizim burada yapmakta olduklarımız da hep kalkanlı çatılar. Recep, Hasan üçümüz atölye içinde çalıştık. Gölgede çalışmak çok daha iyi. Ancak içerde uzun tahtaları evirip çevirmek hem çok zaman alıyor hem de yorucu oluyor. 16 pervazlık hazırladık, Bir binalık oldu mu olmadı mı sorusyla karşılaştık. Ben olmadığını söyledim. Niçin olmadığını da açıkladım:Kalkan duvarları düz değil geniş açı çiziyor. . Üstelik kalkan duvarları iki değil üç. Çatı alçaklı yüksekli iki bölüm olduğundan üç kalkan duvar oluyor. Bunu tartışırken öğle oldu. Yolda yürürken havaların eskisi gibi sıcak olmadığını duyumsamaya başladık. Yemekhaneye girerken arkadaşlar yemek kokularından olabilecek yemekleri sayıklarken ben gözlerimle öğretmen masalarını tarıyorum. Ne oluyorsa masalarda oturanlardan biri benim için ölçü. O varsa benim için güzel yemek var oluyor. Yoksa bir kaygılanma başlıyor. Bunub saçmalık olduğunu biliyorum ama kestirip atamıyorum. Süheyla Öğretmen benim için bir ölçü. Onu görünce yemeğimi yeyip keman çalışmaya koşuyorum. Bugün gene giysi değiştirmiş, Lacivert ceker içinde beyazlar. Boynunda da boyun bağı gibi sallanan kurdeleler var. Ben gene hiçbir şey umursamazmış gibi arkamı müzik çalışanlar tarafına dönüp çalışmaya başladım. Öğretmen kızlardan bir grupla geldi. Uzun süre onlarla çalıştı. İş başı zili çalınca kızlarla birlikte gitti. Arkalarından bakarken beni gördü el salladı. Ne dediyse kızlar da dönüp bana baktılar. Gül de gülümsedi. Buna sevindim , Gül’ü görünce soracağım. “Neden dönüp bana bakarak güldünüz? Böyle deyip avunmama karşın oldukça bozuldum. Yusuf’lar da bu gün oyun oynamamışlar. Yusuf, bana, “Vallahi, sen olmayınca biz düzgün çalışamıyoruz. Bundan böyle bir gün oyun bir gün müzik çalışması olsun!”dedi kestirdi. Öğretmene söyleyeyim, o, “Olur!”derse öyle yaparız!”Öğleden sonra birlikte makas işlerini sürdürdük. Kepir binasının çatısı tümüyle cuma günü yerde bitmiş olacak. Namık Öğretmen geldi, gülerek “Haydi sizi de görelim bakalım, siz de şapkasını giydirin hiç değilse binanın birisini şapkalı görelim!”dedi. Namık Öğretmen bu aralarak Ankara’ya gitmiş. Söylediğine göre;Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç telaşlanmaya başlamış. İ “şlerin bu denli ağır gideceğini kestirememiştim!”demiş. Namıık Öğretmen de işlerin gecikseninin işçilikten çok malzeme yetersizliğinden özellikle ilk günlerdeki taşıt yetersizliğinden kaynaklandığını anlatmışNamık Öğretmen Genel Müdürün, bu günlerde gelebileceğini söyledi. Bir çok arkadaş, “Genel Müdür gelecekmşiş!”deyip sevinç gösterisi yapıyorlar. Ben de bunu anlamıyorum;gelse ne olacak? Geldi gördük. Bakan da geldi, ne değişti? Öğretmenler konuşa konuşa gittiler. Biz çalışmalarımızı sürdürdük. Bir ara da Sili Usta uğradı. Sili Usta da “Genel Müdür gelecek!”dedi. Ben duymazdan geldim. Amcak Sili Usta duymadığım sandı, ”Gelince senden soracak!” dedi. işaret parmağını sallayarak, “Hazırlıklı ol!”dedi. Ben de “İch vorberite es!”dedim. Sili Usta bu kes gülerek gene parmağını sallayarak “Sen beni Almanca konuşturmaya zorluyorsun ama ben konuşmayacağım. Çalışırsan kendin öğreneceksin. Biraz zor olacak ama, sonunda olacaktırdı. Bu kez de ben, “Aller anfang ist schver!”dedim. Sili Usta gülerek:

-Ja ja jaaaa!dedikten sonra değişik bir sesle “Aller anfang isr schwerrrrrrr!”deyip yürüdü. Sili Usta gidince arkadaşlar bir süre bana sataştılar. “Sen adamın gözüne girmek için numara yapıyorsun!”Ben de, “Önce ben mi ona söz attım, o geldi bana takıldı, ben de elimden geldiğince kendisine yanıt verdim. Genel Müdür gelince bana neden soru sorsun? Ben onun için neden hazırlıklı olayım? O bana “Hazırlıklı ol!”deyince ben de kasıtlı olarak Almanca söyledim. Bunda kim kimi kandırıyor? Ali Yılmaz Öğretmen dönünce konu kapandı. Bu kez o da Genel Müdürün bu kez geleceğini, Cuma ya da cumarteci gelip bir gece kalacağını söyledi. O da Sili Usta gibi “Hazırlıklı olun, sorular sorabilir!”dedi. Öğretmenin sözleri üğzerine ben güldüm. Öğretmen, gülüşümün nedenlerini sordu. Anlattım, “Az önce Sili Usta geldi, o da aynı sözleri söyledi. Ancak o bana, geçen geldiğimnde Genel Müdürümüzün bana soru sorduğunu anımsatarak, “Sana gene sorabilir, hazırlıklı ol!”deyince ben gereken yanıtı verdim. Sili Usta gittikten sonra arkadaşlar bana, “Sili Ustayı böyle konuşmaya zorluyotsun oluyorsun!dediler. Şimdi size bakalım ne diyecekler? ”dedim. Öğretmen hayretle baktı, “Sizden beklemediğim bir tartışma bu, gelen büyükler sizlere her zaman soracaklardır. Bu bazan sana bazan ötekine olur. Hatta bazan hiçbir nedeni olmadan aynı kişiye de olabilir. Gelen kişi hepimize ayrı ayrı soru soracak değil ya!”deyip sustu. Bir sessizlik oldu. Azıcık buruk olarak işe koyulduk. Salih Baydemir, sözün yanlış anlaşıldığını, aslında başka anlamda söylendiğini tekrarladı, bana “Sen alınganlık ettin!”dedi. Ben de sözü uzatmak istemedim, “Özür dilerim, ben yanlış anlamışım!”dedim. Konu kapandı.

Paydosta Yatak çadırında Akordiyon çaldım. Halil Basutçu nöbetini bana bıraktı, dersliğe gitti. Yemek ziline dek tüm zeybekleri tekrarladım. Ayrıca öteki parçaları tekrarladım. Toselli Serenadı, yarım da olsa defalarca tekrarladım. Halil gelince bıraktım. Bir süre konuştuk. Namık Öğretmen Genel Müdürün geleceğini onlara daha önce söylemiş. Halil de benim gibi düşünüyor:

-Gelse ne olacak gitse ne olacak? Bizim durumumuzda bir değişiklik olmadıktan sonra!deyip güldük. Yemek zili çalınca arkadaşlara katıldık. Genel Müdürün geleceği yayılmış. Çızılçullu ekibi başta olmak üzere ötekilerimin katılımıyla Genel Müdür gece kalacaksa bir gösteri yapma hazırlığı başlamış. Daha doğrusu bunu Hidayet Gülen Öğretmen önermiş. 8. sınıflar hemen işe girişmiş, görev bölümü bile yapmışlar. Kızılçullu’ya gittiğinde Genel Müdüre böyle bir gösteri yaptıklarında Genel Müdür çok hoşnut olmuş. Kızılçullular kardeşi onlarda yönetici olduğundan Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’u bizden iyi tanıyorlar. İsmail Hakkı Tonguç’un kardeşi Zekeriya Tonguk Kızılçullu’da Md Yardımcısıymış. Bunları duyunca ben de Genel Müdürün bu kez geleceğine inanmaya başladım. Çoktandır ağız ucuyla herkes: -Gelecekmiş!”diyordu ama kimse kesin olarak “Gelecek!”demiyordu. Kendi kendime, gene “Gelsin bakalım!”dedim. Gelirse ne olur? “Binalar ne zaman bitecek? ”diye sorar. Biz de, “Biz ne zaman Kepirte’gideceğiz? ”diye sorarız. İşte bunu yapamayız. Hilmi Altınsoy yüksek sesle:

-Vallahi bu kez soracağım!”diye bir yelimli söz verdi. Nasıl, nerede soracak? Herhalde oyun oynanırken, şarkı söylenirken çıkıp soracak değil. Arkadaşlar güldüler. Bir süre Hilmi’nin rahatça soru soracağı yer aradılar. Hasan Üner:

-Güzel bir yer buldum, ama kolay kolay söylemem!dedi. Hilmi başta olmak üzere hepimiz söylemesini istedik. Sonunda söyledi:

-Rüyasında!Hilmi Genel Müdürle ancak rüyasında konuşabilirmiş. Buna bizim kadar Hilmi Altınsoy da güldü. “Kırk yıl düşünseydim bunu bulamazdım!”deyip güldü. Aynı konuşmalar derslikte de sürdü. Ancak konuşmalar giderek “Bizim haklarımız ne olacak? ” sorusunda dayandı kaldı. Cumartesi öğleden sonra, pazar günleri tam gün çalışmalarımız sürecek mi? Üç arkadaş seçip bizim adımıza konuşmaları önerildi. Sami Akıncı, Halil Basutçu önerildi. İkisi de kesinlikle böyle bir görevi üslenemeyeceklerini söylediler. Mehmet Yücel Ali Aga ile Baba Ali’yi önerdi. Konu gene tartışmaya dönüştü, uzadıkça uzadı. Sonunda kavga çıkmak üzereyken yat zili çaldı, tartışmalar kesildi. Bu tartışmalarda en ilginç sözü bence Fettah Biricik söyledi:

-Genel Müdüre gitmiyorlar ama ortaya oyun oynamaya çıkıyorlar. !Bu düpedüz bana sataşmaydı. Arkadaşla, bana bakarak güldü. Ben de, “Sen oyuna çıkamıyorsun, bari git Genel Müdürle konuş, sana böyle bir olanağı özellikle bırakıyoruz!”dedim. “Şey yani!” dedi, bir iki kem küm etti ama gene de “Ben bunu da yapamam!”diyemedi. Bizim köyde herkesin söylediği bir söz var:

-Karıncanın kardeşi vardır! “Bu daha çok biri dara düşünce beklenmedik birinin dara düşene yardın ettiğinde söylenir. Umulmadık bir yardım anlamında kullanılır. Bu sözü söylemek istedim ama söyleyemedim. Fettah susunca Hüseyin Serin de bana laf atmaya kalkıştı”Sen neden gitmiyorsun? Ben de ona aynı soruyu sordum:

-Sen de benim gibi en zor işlerde çalışıyorsun. Üstelik bir çoğu gibi kaytarmıyorsun, bunu hepimiz biliyoruz. Dinlenmeye herkesten çok senin gereksinimin var. Öyleyse dinlenme hakkın için sen neden gitmiyorsun? Bu nedenle senin Fettah’a yapmaya kalkıştığın yardımı karıncanın kardeşine yardımı olarak değil, tersine durup dururken bana sataşma olarak sayıyorum. Bunu da unutma!”dedim. Hüseyin Serin bu kez de “Söylediklerini sen unutuyorsun, ben değil;ne yapacaksan yap bakalım, görelim!dedi. “Peki, bu akşam mı istiyorsun yoksa bir başka akşam mı? ” diye çok sakin sordum. Hiç önemsememiş gibi, ”Eh bu akşam olsun bari!”dedi. Dedi ama ne düşündüyse hemen dışarı çıktı. Kalkıp sıralar arasına sıkıştıracağımı sandı sanırım. “Tamam, geliyorum” deyip uzaklaştı. Arkadaşlar böyle kalacak sandılar. Bir ikisi, yapmayın etmeyin dedi ama birileri birşeyler olsun diye bekliyor gibiydiler. Yat zili çaldı. Ben gene her zamanki gibi ilk kalkanlardan biri oldum. Çadıra gittiğimde Hüseyin Serin yatağına yatmıştı. Sanırım hiç beklemiyordu. Yatağımın kenarında hazır bulundurduğum sobayı gösterim, ”Kalk ulan kabadayı, kalk ulan, sen mi beni, susturacak olan it!”deyip başında dikildim. Kafasını sarıp toparlandı öyle durdu. Bu kez tüm gücümle sarındığı incecik pikenin üstünden vurdum. Her vuruşumda “Kalk, kalkmazsan sabaha kadar başındayım!”dedim bir daha vurdum. İsmet koştu geldi. “Ne yapıyorsun dayı? ”deyip elimden sopayı almak istedi. İsmet’i ittim. “Sen karışma, derslikte öten kimse o, gene o ötsün!”dedim. Herkes sindi, çıt çıkarmadan yattı. Hiç bir şey olmamış gibi ben de yattım. Hüseyin Serin’in bana karşı bir girişimde bulunamayacağını bilmeme karşın gene de bir süre tetikte durdum. Sami Akıncı sessizce kalktı, Hüseyin, in yüzünü açtı, sordu:

-Nasılsın? Yanıt “iyiyim, ”Ağrın sızın var mı? “Oldu ama şimdi geçti!”dedi. Bunları duyunca ben de rahatladım. Bir süre uyuyamadım. Olasılıkları düşündüm. “Doğru mu yaptım? Doğru yaptığıma inandığım için yaptım. Derslikte üstüne gitsem arkamdan tutacaklar, yapma diyecekler, bir yığın cebelleşme olacak. Böyle teke tek en iyisi. Bunu yapan daha fazlasını da yapar düşüncesine saplanacağı için bana bundan sonra o yan bile bakamayak. Üstelik onun gibi sırıtan enayiler de dillerini yutacaklardır. Biraz tedirgin olmakla birlikte bir iki esnemeden sonra uyudum.

 

18 Eylül 1941 Perşembe

 

Orhan nöbetçi, çok merak etmiş olacak, uyanır uyanmaz beni kaldırdı. “Ay çarptım!”falan dedi ama anladım beni uyandırmak istedi. Uyandım, zili bekledim. Arkadaşlar bir şey olmamış gibi uyanıp konuşmaya başladılar. “Genel Müdür gelirse ne olacak? ”türü konuşmalardan sonra gece kalırsa nerede yatacak? Soruları ortaya döküldü. Yemekte bizimle mi olacak? türü sorular sürdü. Kahvaltıda bana gelen gidenler oldu, çevremle ilgilenemedim.

İşe giderken bizim arkadaşlar, önce doğru yapmadığımı, Hüseyin Serin’in benden öc alacağını öne sürdüler. Onlara şunu sordum:

-Siz hiç birileriyle kavga ettiniz mi? Etmemişler. “Hüseyin akşam dayak yedi mi? ”yedi ama sen onun üstüne çullandın!Doğru ben onun üstüne neden çullandım? Siz burasını düşünemiyorsunuz. . Siz kavganın ne olduğunu bilmediğiniz için kavgayla güreşi karıştırıyorsunuz. Güreşte güreşecekler belli hareketlerke ortaya çıkar. Ben güreş değil kavga yapıyorum. Arkadaş bana bu kaç kez oldu haksız olarak söz söylüyor. Ben o ne dedim, duydunuz. “Sen güçlüsün, sen çok çalışıyorsun, senin dinlemeye hakkın çok!”dedim mi? Buna karşılık o bana ne dedi? Öğretmen geldi konuşmaları kestik.

Öğretmen Genel Müdürden söz etti. “Genel Müdür olsun, Bakan olsun her öğrenciyle konuşmaz, buna olanak yoktur. Bir rastlantı birisine bir iki soru sorar, geçer gider. O nedenle benimle konuşmadı, diye gönüllenmeyin!”dedi. Yusuf gülerek, “Geçen defa geldiğinde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel benimle konuştu, birlikte resmimizi bile çektiler, bir daha geldiğinde konuşmazsa üzüleceğim!”deyip güldü. Ben, “Geçen defa geldiklerinde Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç da Milli Eğitin Bakanı Hsan Ali yücel de benimle konuştular; bu kez de konuşursa ben de üzüleceğim!”dedim. Bu kez öğretmen bunu gerçek anladı, ”Olur mu öyle şey? burada iş yapıyorsun, adam yaptığın işi merak edip sorarsa bunda insan üzülür mü? ”diye sordu. Peki öyleyse ben Yusuf’u gösteririm:

-Arkadaş bunun, ustası o anlatsın!! derim. Ali Yılmaz Öğretmen:

-İşte bu güzel, böylece Yusuf gücenmemiş olur!”dedi güldü. Sonra da “Siz, terbiyeli, dengeli çocuklarsınız, ne gerekirse onu yaparsınız. Ben bundan kuşku duymuyorum. Kim gelirse gelsin biz işimizin başındayız, yaptığımız işin hesabını veririz!”dedi. Öğretmen ayrılınca gene bizim kavgaya dönüldü. Bir süre ben sustum. Kavganın yapılmaması gerektiği üstüne söz birliği etmişçe gittiklerini görünce sordum:

-Acaba güçlü olsaydınız aynı düşüncede mi olacaktınız? Bir de onu düşünün!Sustular. ”Bu kez de “Korksaydım ben de kavga etmezdim, sizin gibi kavganın aleyhinde konuşurdum. Ama siz de şunu unutmayın, ben Hüseyin’e en az dört beş kez, ben sana bir şey demiyorum, sen de başkalarının sorunu için benim karşıma çıkma. Bu senin yaptığın düpedüz kabadayılıktır. Ben başkasıyla hesaplaşmaya çalışırken sen bana ne hakla karşı oluyorsun? Eğer bunu beni korkutmak için yapıyorsan korkmuyorum, bunu bil, bunun öcünü alacağımı da unutma!”dedim. O da “Al da görelim!”dedi. Siz bunu duydunuz!Orhan, “ Biz senin adına üzülüyoruz!”dedi. “Benim adıma üzülmeyin. Hele o tekrar karşı çıkacak diye kaygılanıyorsanız, bu asla olmayacak. Çünkü o, buna kalkışırsa daha fena bir duruma düşeceğini anlamıştır;bu nedenle siz rahat olun!”Sanırım konu, bir süre için kapandı;hiç değilse bu günlük. Öğretmen Recep'le ikimizin pervaz işine devamımızı söyledi. Öteki arkadaşlar öğleden sonra Kızılçullu inşaatının pencere altlarıyla Beşikdüzü binasının pencere üstlerini kapatacaklar. Kızılçullular ötekilere göre hızlı gidiyor. Gönen de, pencere üstüne gelmiş. Yarın da onlara gidilecekmiş. Böylece biz Receple atölyede kaldık. Yemeğe giderken Beşikdüzü öğretmeni bize yetişti. Kendisi Beden Eğitimi öğretmeniymiş. Bize doğru yürüme öğütleri verdi. Çok güzel hareketler yapıyor. Çok da rahat gülüyor. Gülmeden gülme sesi çıkarıyor. Yüzünün şeklini hiç değiştirmeden gülmesine şaştık. Öyle bakar gibi dururken “Ha ha aha hha ha aha!”diye uzun uzun gülebiliyor. Bir bir denedim, kendime kendim güldüm, vazgeçtim . Yusuf yemekhaneye dek denedi. “Ha!” derken daha kendisi gülüyor. Çeşmenin yanından geçerken kadınlar bakıp bakıp bizim konuşmalasrımıza güldü.

Yemekte kavun yedik. İki kez karpuz bir kez de kavun yemiş oluyoruz. ”Eh bir de üzüm yeriz herhalde!”diye arkadaşlar seviniyorlar. Yemekten sonra Külhana gittik. Oyun grubumuz giderek çoğaldı. 8. Sınıflar birer ikişer katılıyor. Cumartesi akşamı için oyun seçildi, oynayacaklar saptandı. Kemana gitmedim. Azıcık içim burkuldu ama, böylesi de gerekli, deyip kendimi tuttum. Oyundan sonra kesin karar verildi, aynı kişiler yarın da hazır bulunacak. Gelmeyenler listeden çıkarılacak. Yönetici Yusuf Asıl. Gerçi Yusuf bana sorarak yapıyor ama son söz onun

Gene tenha olarak iş başı yaptık. Arkadaşlar yok, iki arkadaş sakin sakin çalışıyoruz. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, bir süre oturdu. Şerif Baykurt mektup yazmış. kendisine teşekkür etmiş:

-Şerif küçük sınıflardaydı az tanırdım ama iyi arkadaştı. Burada biraz üzüldü, hemşerinle konuşmuşsunuzdur, işi olmadı, o nedenle üzgün ayrılmıştı. Düşünmüş taşınmış, sonunda “Üzülmeye değmez!” demiş, buna ben de sevindim!dedi. Azıcık duraksadım, ne demem gerekiyor? bilemediğim için öylece baktım. Mustafa Güneri Öğretmen durup kalmamdan “Hemşerin adına üzülmüş olacağımı varsaydığı için, bana:

-Üzülme bu işler böyle olur;bazan tereyağdan kıl çeker gibi hiçbir engel olmadan olur biter, bazan da böyle beklenmedik engeller çıkıp işleri tavsatır!Tavsatır diyorum, anladığım kadarıyla anlaşma tam bozulmamış, uzunca bir süre istenmiş. Şerif, “Bu hesabımızda yoktu, sonradan çıktığına göre, çıkacak başka engeller de olabilir. Bu nedenle umutsuzum!”demiş. Mustafa Güneri Öğretmen gidince bir süre düşündüm. “Üzüleyim mi? sevineyim mi? Yoksa “ Bana ne? ”deyip geçeyim mi? En uygunu üçüncüsü ama ben bunu bir türlü söyleyemiyorum. Öyle olduğunu düşünüyorum ama kendi düşünceme uyan bir tavır takınamıyorum. Recep sordu, “Bir şeye mi üzüldün? ”Recep’e Şerif Baykurt olayını anlattım. Şerif Baykurt’un Süheyla Öğretmen için geldiğini özellikle ikinci gelişinden sonra zaten herkes duymuş. Sanırım bunu daha çok Süheyla Öğretmenin kendisi söylemiş. Belki de o kızlara söyledi, onlar da arkadaşlarına yaydı. Her ne ise, Recep benim üzüntümü Şerif Baykurt’a yoruyor. O ikinci gelişinde biz çalışırken yanımıza uğramış bana selam getirmişti. Şerif Baykurt’un Öğretmen Okulu arkadaşı bizim dayıoğlu dediğimiz Necmettin Efe’den İsmet’le ikimize selam getirmişti. Recep onu anımsadı, durgunluğumu ona yordu. Benim de işime geldiği için bir iki kem küm ettim. Oysa içimdeki karmaşa daha daha üzücü, bunu açıklamam olası değil. Ancak konuşunca bir noktaya takıldım. Ben Süheyla Öğretmeni savunma amacıyla kimseye bir şey söylemezken tüm öğrencilerin duymuş olması özellikle de bunu kendisi söylemesi beni şaşırttı. Ayrıca Şerif Baykurt’un sözlediği bir söz de dikkatimi çekti:

-Şimdi nikah için bir süre istiyor, kuşkusuz ilerde de yine süreler isteyebilecektir. Ben bu kanıya vardım! Diyen Şerif Baykurt’un bu kanısı sanırım bir takım davranışların değerlendirmesi sonucudur. Açıkçası güven duymamaktadır. Bir kimsede güven duyulmazsa onda güven yitirtici bir takım kararsızlıklar var demektir. Bu, herkes için geçerlidir. Gene gene denemeye kalkışmanın bir yararı olmaz

Kızılçullu ekibine yardıma gidenler döndü. Kızılçullular kendileri de çalıştıklarından işlerini çabuk görmüşler. Kızılçullu ekibi 9. 10 sınıflardan kurulmuş. Ayrıca onlar bizim gibi bir yılda değil 2 yıl sonra sanat koallrııra ayrılmışlar. Böylece işler arasında pek seçim yapmıyorlarmış. Ekip başı olan öğrenci, öğretmenlerden çok işlere karışıp düzenliyormuş. O ne derse herkes ona uyuyormuş. Okulda da tüm yönetim işlerine yardımcıymış. Okul müdürleri de onu çok seviyormuş. “Bizim Sami Akıncı gibi diyecek oldum;Salih Baydemir, “Yok öyle değil, bu arkadaş kendisi çok çalışıyor, köşeleri çıkaran o, nerede bir sorun olursa koşup çözümleyen o. Bizim Sami ne yapıyor ki? Onu ben tanıdım, Hüseyin, çok tatlı dilli. Benim akordiyon işinde de o ara buldu, özür diledi, o nedenle ben onu iyi tanıyorum;Adı da Hüseyin Atmaca. Ayrıca, Yaşar Özgün, Hicri Kızık’la Ekrem Ula’yı da tanıdım. İkisi akordiyon çalıyor, Ekrem Zeybek oyunlarını yönetiyor. Bunları konuşarak okula döndük. Orhan nöbetçi “Çık biraz gez!”dedim, güldü, dersliğe gitti. Bu akşam da keman çalışmak istedim. Yarın öğretmen gelirse mahcup olabilirim düşüncesiyle dikkatle çalıştım. Yemek zili çalınca kemanı kapatıp yemeğe gittim. Yapıcı arkadaşlar Genel Müdür gelmiş gibi konuşuyorlar. “Şunu şunu sorarsa böyle yanıt veririz, bunu bunu sorarsa böyle!”gibilerde düşler kuruluyor. “Geçen geldiğinde kime ne sordu, ne yanıt alındı? ”dedim Soruma gülenler oldu. Benim bulunduğum yerde Genel Müdürle yapılan konuşmaları anımsattım. ”Sili Ustaya Macarıstan-Avusturya bölümünde Tuna üstündeki köprü sayısını sormuştu. Sili Usta da on tane olduğunu söyleyince Genel Müdür, “Bizim yurdumuzda öyle büyük köprü sayısı biri, ikiyi geçmez, deyip. Kızılırmak şarkısını anımsatmıştı! “Harun Özçelik gülerek bana “Sen böyle mi yazdın ? ” diye sordu. Ben de sanırım böyle yazdım!” “Yazdım!” sözü edilince birileri sustu birileri de bana baktı. . Dersliğe dönünce dün gecenin tersine herkes neşeli gördüm. . Hasan Üner bana “Seveceğini, sandığım bir kitap var, al!”deyince Hasan’ın yüzüne bakktım. ”Hasan’ın bakışlarında kuşku uyandırıcı bir gülümseme var. Ne olabilir diye düşünerek kitabı aldım. Kitapta da bir değişiklik var. Ancak hiç birşeyin ayırdında değilim. Kafam Hasan’ın durumuna takıldı. Kitabı aldım. Başlık Ana yazıyor. Ana. Okuduğumu söyledim. Hasan okumuş olamazsın, bu kitabı ben yeni ele geçirdim. Bizde yok!”dedi. ”Nasıl olur, Çin’de…. . Sözüm ağzımda kaldı Hasan bu Rus yazarı Maksim Gorki’nin, Yazarın Benim Üniversitelerim’i beğenmiştin, bu ondan daha etkileyici!deyince daha dikkatli baktım. Kitap eski yazıyla…Hasan “Deminden beri sana bunu anlatmaya çalışıyorum. Kitap güzel ama, bu yazıyı okumak gerek!”Hasan’a “Sen bilmiyor musun ben bu yazıyla basılmış kitapları okuyabiliyorum. Fikret Madaralı Öğretmen Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa’sının derslikte okurken bana da okutuyordu. Hasan Anımsadı. ”Ben sana şaka etmek için getirmiştim. Okuyabileceğine sevindim!”dedi, kitabı nasıl bulduğunu anlattı. Geçern ay Hasanoğlan köyü Halkodası’nı boşaltırken(Oda geçici olarak bizim okula yönetim binasına ek olarak verildi)kitapları biz okula aldık. Teslim eden amca, ”Siz kitap seviyorsunuz, bir zaman ben de çok kitap okudum. Ancak yeni yazıyı o kadar ilerletemedim. Kitaplarım hep eski yazılıdır!”demişti. İşte o geçen gün bana bneş kİ:tap verdi. Deniz Kurdu, İki Şehrin Hikayesi, Anna Karanina, Gorio Baba bir de bu Ana. Sen Maksim Gorki’nin Benim Üniversitelerini sevdiğini söyleyince, salt takılmak için bunu sana ayırdım!”Kitabı aldım. Ben de Hasan’a eski yazının niçin salt okumasını öğrendipğimi anlattım. Köyde 3. sınıfı bitirince okula ara verdim . . Babam kahçecilik yapıyordu. Eski alışkanlıklar sürüyordu. Köyde herkesin bir hesabı var, dükkan alışverişlerini veresiye yapıp belli zamanlarda ödüyordular. Babam hesapları eski yazıyla tutuyordu. Bir gün babam “Bana yardımcı olmak istiyorsan benim bildiğimi sen de öğren!”dedi. Eski alfabeler buldu, kitaplar sağladı. Bir yıl içinde kitapları okumaya başladım. İlkokul 4. sınıfa gidince tavsattım. 5. sınıfı bitirince gene boşta kaldım. Bu kez tam üç yıl babamın yanında çalıştım. Babam diretmedi ama ben kendi isteğimle eski kitapların bir bölümünü rahat okumaya başladım. Rahat okuduğum kitaplar, şiirler, öyküler, böyle romanlar. Din kitaplarını, duaları okuyamıyorum. Ya da okuyorum ama anlatılanları pek anlayamıyorum. Bu kitaptaki gibi yazıları(Kitzap yazılarını) çok rahat okuyorum. Kitabın başlığına bir daha baktım, Hasan’a, “Kitabın adını sevmedim!”dedim. . “Bu ad bana annemi anımsatıyor! “Hasan “Sen bilirsin arkadaş!” dedi. . Gene de açıp okumaya başladım. İlk dört bölümü üzülerek okudum. Hasan bana bu kitabı kasıtlı mı verdi acaba diye bir süre düşündüm.

İlk tanıtılan kişi Mihail Vlasov, eli sopalı biri. Hasan, küçük aynı zamanda beden olarak zayıf. Kavgalardan kaçan, tartışmalara hiç yanaşmayan bir arkadaş. Dün geceki sopa olayından dolayı acaba bana bir numara mı yaptı?

İlk bölümler kısa kısa. Neyse ki kavgacı Mihail VlasovÜçüncü bölüm sonunda ölüyor. Kendisi gibi ilginç olan köpeği de öldü ya da öldürüldü. Mihail Vlasov ölünce varsayımlarımı geri itip, kitabı bir daha baştan okudum. Kısacık anlatılmasına karşın unutulmaz bir insan tipiyle karşı karşıya kalıyoruz. Unutulmaz insan dediğim, kişi, ” “Ben neysem oyum!”deyip burnunun doğrusuna gidiyor. Acımasız kişi, karısına, bir tek oğluna bile acımıyor. Oysa güçlü bir bedeni var. Onu böylesi insanlara düşman eden, yaşamı çekilmez duruma getiren nedir? Sanırım yazar bunları sonradan anlatacak. Belki Mihail Vlasov olmayacak ama, onun gibiler anlatılarak onun için de bir genelleme yapılacak. Kitaba, Mihail Vlasov’un karısı Palegeya için Ana adı verilmiş. Tek oğulları var: Pavel. Pavel de babası gibi yapılı bir genç. Ancak gerek Pavel gerekse anası Palegeya kadın Mihail Vlasov’dan çok dayak yemişler. Öğle ki onun ölümüne nereseyse seviniyorlar. Güçlü Mihail Vlasov’un fıtıktan ölmesi de ilginç:Oysa okuyanlar onu dayanıklı olarak algılamaktadır. Zorba bir görüntü içinde tanıtılan Mihail Vlasov, karısına olduğu gibi oğluna da sevgi aşılayamamıştır. Çocuk Pavel çok sıkıntılı bir ortamda yetişmiştir. Öyle kiiçkici baba ölür ölmez Pavel de hemen içkiye sarılmıştır. Bu bir tür öc alma duyguu olabilir. Sigara içer, annesine sert davranmaya başlar. Öte yandan anne Palegeva gerçek bir ana yüreği taşımaktadır. Babasına karşı koymadığı gibi oğluna da karşı koymaz. Üzülür. Ancak bu üzüntü tüm umutsuzluk kılığına girmemiştir. Doğal bir duyarlıkla oğlunun bu geçici dönemi atlatacağını umar. Zaten Palegeva kadın sabır simgesi bir annedir. Annelik duygusu, onu yönlendirir. Bunun dışında bir yol, töntem düşünmez. Gerçekten tıpkı babası gibi içkiye başlayan, sigara için daha doğrusu içemeyen ama içmek için direten Pavel bir süre sonra bunları bırakır. Ana buna sevinir ama gene de kuşkuludur. Ona göre Pavel’in bunları bırakmasının bir nedeni olmalıdır. Mihail Vlasov bırakamadığına tersine gittikçe daha çok içine battığına göre oğlu neden bıraksın? Ana oğlunun gençliğini düşünür, aşık olabileceğini varsayar, oğlunun çevresin de dört döner. Pavel annesine karşı saygısız değildir ama saygısını bildiğimiz anne-oğul sıcaklığı içinde sürdürmez. Onun annesine büyük sevgisi olduğunu, babası hakkında yaptığı konuşmalardan anlıyoruz. Soğuk tavırlar içinde olmasına karşın anasına yürekten bağlıdır. Babadan gördüğü kötü örneğin etkisine erkeklik özellikle de delikanlı erkek bencilliği katılınca Pavel, anayı dışlar duruma girmiştir. Annesinin onun işlerine karışmasını istemez. Pavel, içkiden, sigaradan soğuyunca okumaya başlar. Anne buna da biraz şaşar:Pavel, babasına benzer tavırları seçmiş durumdayken bu okuma, biraz şaşırtıcı olur. Durum kısa bir zaman sonra açıklık kazanır: Pavel çalıştığı yerde yeni arkadaşlar bulmuş onlar arsına girmiştir. Anne Palegeva bunda da şaşar ancak bunun sonunda bir olumsuz durum çıkacağını uzun süre düşünmez. Pavel’in arkadaşları onların evine gelirler. Zamanla bu gelme gitme anne, kızlara özel ilgi duyar, annelik güdüleri etkisiyle onlara içten bağlanır. Ancak kızların durumu onu oldukça şaşırtır. Örneğin Nataşa iyi bir aile kızıdır. Öğretmenlik yapmaktadır. Kendisi sosyalist düşünseler taşıdığı için varlıklı bir demirtüccarı olan babasıyla araları açılmış, Nataşa yoksul yaşamı yaşamaya başlamıştır. Ama o bu durumdan mutludur, okur yazar olmayan işçileri yetiştirmeye çalışmaktadır. Anne Palegeva sosyalist sözünden ürperir. Duyduğuna göre vaktiyle bir sosyalist Çarı öldürmek istemiştir. Çarı öldürmek değil çara karşı kötü duygular taşımak bile ona göre günahtır. Oğluna karşı gelişmekte olan olumlu duygular biraz sarsılır. ”Yoksa oğlu da Çara karşı mıdır? ”Oğluyla konuşur. Korkusu geçmemiştir ama oğlu çok inandırıcı konuşur. Ana gene kuşkuludur ama oğluna karşı güvrni sürmektedir. Yalnız Pavel’in arkadaşlarının konuşmalarını bir türlü anlamaz. Onlar toplanır, kitaplar okur, tartışırlar;Alman, İngiliz, İsveç işçilerinden söz ederler, onlara mektuplar yazarlar. Ne var ki, bu toplantılar polisçe izlenmektedir. Nihayet bir gece baskın yapılır. Bu baskın bir ilk deneme gibidir. Baskıncılarla evdekiler tartışırlar. İçlerinde daha önce de tutuklanmiış olan biri alıp götürülmek istenir. Yapılan haksızlığ anne Palegeva da karışır. Tutuklayıcı anneye hakaret eder. Palegeva bu hakarete yanıt verir. Yapılan haksızlığa isyan eder ama gelenler kökten saygısız insanlardır. Bu kez içlerinden biri gitmiştir ama öbüründe kesinlikle hepsi gidecektir. Çünkü polis çevreden kimi soysuzlarla işbirliği içindedir. Herkes gittikten sonra Palegeva ikircil bir duruma düşmüştür:Polis soru sual etmeden suçsuz insanları alıp götürmekte, evine girdiği insanlara hakaret etmektedir. Öte yandan oğlu bu kez kurtulmuştur ama bir başke gece oğlu da böyle alıp götürülecektir. Anne oğul yalnız kalınca Pavel sakin bir sesle Palegeva’ya ilk kez “Anne!”demiştir. Ana bundan çok duygulanır. Kısacası çok karmaşık duygular içindedir ama oğlunun büyümekte olduğunu görmekten ayrıca kıvanç duyar. Karmaşık düşünceler içinde oğluna sorar, ”Arkadaşına işkence edecekler mi? Yanıt beklemez:”Korkunç bir şey bu!”der. Anne-oğul bir sevgi bütün lüğü içinde bakışırlar ama yarı yarıya gönülleri gidenlerde kalmıştır. Gelecek Palegeva için kaygılı, Pavel içinse biraz belirmiş durumdadır: Tutuklanmak, belki de işkence, sürgün…Yat zilinde, ben de Palegeva ile Pavel gibi ikircil duygular içinde yatmaya gittim. Kendi kendime güldüm. Kimse duymasın ama ben dün gece sanırım biraz Mihail Vlasov’dum…

İsmet geldi, fısıltıyla “Dayı gözüme girdin. Dün gece bir yerini kıracaksın diye korkmuştum. İyi ettin, suspus oldular. Onlar birkaç kişiler. Ötekiler buna güveniyordu. Sen tepeden vurdun, yalnız değilsin, biliyorsun, gözlerim üstünde, rahat ol! “Sağol!”dedim. İsmet gidince azıcık kaygılanır gibi oldum. Ben:

-“Geliyorum!”dedim gittim ama, o uyurken gelirse ne olacak? O zaman büyük ceza yer. Bunu da göze alamaz. Kafamdan attım. Yarını düşündüm, çalışırken Genel Müdür gelirse ne olacak? Ben kendi kendime bu soruyu sorarken Hüsnü Yalçın görmüş, “Ne okuyorsun? ” diye sordu. Yanıma gerirse gösterebileceğimi söyleyince, kalktı geldi. Kitabı gösterdim. Şaşırdım Hüsnü benden daha iyi okuyor. Bir süre okudu. Buna çok sevindim, birlikte okumayı hiç değilse benim işaretlediğim yerleri okumasını istedim. Hüsnü gönüllü olunca teşekkür ettim. Hüsnü, Genel Müdrün gelişine takılmış, kendi durumu için görüşüp görüşemeyeceğini sordu. Arkadaşı haklı gördüm ama iş çalışmalarını görmek için gelen Genel Müdürün onun özel işine zaman ayıramayacağını, en iyisi kendisinin Ankara'ya gidip görüşmesini önerdim. Hüsnü sanırım önerimi beğenmedi ki, bana sordu:

-Böyle önemli sorunları dinlemeyecekse, o zaman neden gelecek? Gibi bir soru sordu. Ben de gelirse, geçen defaki gibi sorular sorar geçer. Belki de bizim çalıştığımız yere hiç gelmez!Hüsnü perk hoşlanmadı ama gene de ayrılırken kitap okumaya severek katılacağını söyledi. Hüsnü gidince gözlerimi kapatıp karanlıkta düşündüm:

-Bugün kemana gitmedim. Acaba yarın gidecek miyim? Genel Müdür gelirse belki öğle çalışması yapılmaz. Genel Müdürün keman çalışırken gelmesini isterim. Tıpkı Lüleburgaz'da Marangozluk tezgahı başındaki, tıpkı Bayrak Kulesini yaptığımız günkü gibi bu kez keman çalışırken görmesi, Süheyla Öğretmen de Sili Usta gibi Genel Müdüre beni överse işte bu hoşuma gider.

“Süheyla Öğretmen!” dedim, duraksadım. O, ayrılacaksa bu ay sonunda ayrılır. Eylül sonunda bizim okul dışındaki tüm okullar açılıyormuş. O da okula gideceğine göre ayrılması gerekecek. Birden üzüldüm. Oysa tam alışmaya başlamıştım. Esnedim. Halil Basutçu beni izliyormuş, seslendi:

-Sen ağzını açtın zil çaldı;neden daha önce esnemedin? diye sordu. Yanıtlamasam olmazdı, yanıtladım:

-O zaman zil çalmayacaktı. Bu kez de Sami Akıncı takıldı:

-Hani senin saatin vardı, saatine bakmıyor musun? Saatıma İsmet'in el koyduğunu söyledim. İsmet duymuş yatınca geldi:

-Dayı sana bir saat alalım!Karar verildi.

 

19 Eylül 1941 Cuma

 

Kadir Pekgöz ranzayı sallayarak Orhan’ı uyandırmak istiyor. Oysa Orhan uyanık. Kadir önce neden “Almanca konuşmaları bıraktınız? ”diye sordu. Sonra da bana, “Ranza sallıyorum, nasıl denir? ”dedi. Ben birden bulduramadım ama, gerçeği söylemedim. “Almanya’da insanlar ranzada yatmadığı için o dilde ranza yok!”dedim. Sami Akıncı, “Ranza yoksa onlarında üstünde yattığı yatak altlıkları vardır!”dedi. Bu kez de ben “Var Almanca Lügatte ranza karşılığı Koje var ama o daha çok, kamara, kanepe anlamında kullanılıyor. O nedenle onu söylemedim!”deyince Kadir gene şaşırdı. “Siz gizli gizli çalışıyorsunuz!”Ben:

-Herr Kadir rüttein Koje!-Herr Kadir Schaukein Koje…Sami bizim yanlışımızı buldu. Ama üstünde durmadık. Önemli olan arkadaşa bir yanıt vermekti, biz de onu yaptık.

Kahvaltıya gidince Süheyla Öğretmeni gördüm. Sanırım nöbetçi, kızların masaları arasında ayakta duruyor. Nöbetçi olmasa sabahları gelmez. Bugün önemli bir gün sayıldığından öğlede besbelli gelmeyecek. Ben de bunu bekliyorum. Genel Müdür bugün gelirse akşam burada kalır, böylece eğlence bu akşama alınır. Bu nedenle öğlede bir deneme daha yapılır. Süheyla Öğretmen bize doğru geldi, az ilerimizden geri döndü. Hilmi Altınsoy bana, “Korkutmuşsun öğretmeni seni gördü geri döndü!”dedi. Sanırım kızacağımı kestiren Hasan Üner Hilmiy’e, ”Senin söylediğinin gerçeklik payı sıfır, ağabey her öğlede o öğretmenle özel ders yapıyor, olsa olsa öğretmen seni, görünce dönmüştür!”dedi. Hilmi bu kez de gene bana, “Sen bu çocukları korkutmuşsun, kızacaksın diye karşında tirtir titriyorlar!” Hilmi’ye sordum:

-Onları ben mi korkutuyorum yoksa onlar mı benden korkuyor? Hilmi yüzüme baktı, “Bu ne demek şimdi, ikisi de aynı şey değil mi? ”Masadakiler hep birden; “Aynı değil!”dediler. Ben açıkladım:

-Korkutmaya bir örnek dün gece verildi. İşte ona korkutma denir. Onun dışında korkan varsa bunda benim suçum olamaz çünkü onlar kendileri kendileri korkutmuş olur Hilmi: -Anladım, şimdi daha iyi anladım!deyince ben , “Kendi kendini korkutanlardan olmak istiyor musun yoksa? Hilmi:

-Yoksa ne? deyince Salih Baydemir:

-Kafanı yastık altına sokarsın!…Hilmi:

-Aman aman ben sözümü geri aldım. Ağabey beni tanır!Konuyu biraz cıvıtmak, hiç değilse gülmeye çevirmek için:

-Tekirdağ İli, Hayrabolu İlçesi Sırınsıllı köyünden Hilmi Altınsoy'u kim tanıma!Arkadaşlar güldü. Hilmi:

-Vallahi siz bambaşka şeyler düşünüyorsunuz, ben sizin hiç birinizin köyünü bilmiyorum, bakın siz benim köyümü bile biliyorsunuz, demesi üzerine de “Tanıştığımız ilk günlerden beri bir birimiizin köylerini konuşmamıza hatta adları üstüne takılıp gülüşmemize karşın Hilmi'nin bizim köyleri önemsemeyip unutmasını öne sürdük. Hilmi bir süre yüzlerimize bakıp, sustu.

Kahvaltıdan kalkınca özellikle öğretmen masalarının yanından yürüdük. Süheyla Öğretmen gülümsedi. ”Hepimiz “Günaydın!”dedik. Süheyla Öğretmen , bizim kızlardan Mukaddes'in yanında zayıf kalıyor. Boy olarak da Gül’den az farklı. Aynı giysileri giyseler pek ayrılmayacak…. Yolda değişik konularda gener kızların sözü edildi.

Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç sözleri arasında işbaşı yapıldı. Öğretmen az geç geldi. Gelir gelmez de Recep, Hasan, Orhan’la beni bıraktı öteki arkadaşları alıp Gönenlilerin binasına gittiler. Onlar da pencere üstüne çıkmışlar. İçimden atölyede kaldığıma sevindim. Genel Müdür gelirse, ”Çatıyı tamamladık, yarın makaslara başlıyoruz, diyebileceğim. Genel Müdür bundan memnun olur. Yoksa şurası böyle burası böyle denilen sözleri pek umursamaz. Çatı binayı tamamlayan bir olay. Arkadaşlara söyledim. Hasan:

-Bak biz bunları hiç düşünemiyoruz!dedi. Bugün makasları tamamlıyoruz. Tahta eksikliğinden on kadar pervaz eksik kaldı. Öğretmen onları pek önemsemedi, “Sonra da tamamlansa olur!”deyip geçti. Öğleyi yaptık gelen giden olmadı. “Gelirse öğleden sonra gelir. ”Gece de kalacağı söyleniyor. Recep bir olasılıktan söz etti. “Genel Müdür bugün değil yarın gelir. Bugün nasıl olsa çalışma günü, yarın gelirse bizi iş başında görmek isteyecektir, böylece tatilde çalışmış oluruz!”Recep’in kurnazlığını Genel Müdür düşünmez, düşünürse ayıp etmiş olur, gibilerde bir süre konuştuk. Öğretmenle, arkadaşlar geldi. Öğretmen:

-Haydi, gözümüz aydın, Kepirtepe binası tamamlanmış durumda, diğer üçü de bitti bitecek. Konuştuğumuz gibi bir iki gün içinde günlerce sürecek olan tepede çalışmalar başlayacak. Çatıda çalışmalar hem zevklidir hem de tehlikeli. Yapılan işin zevki yanından gözler pür dikkat ayakları gözetleyecektir!”Okula dönerken öğretmen birden, Recep’in olasılığını söyledi. “Bence gelecekse Genel Müdür bugün değil yarın gelir. Yarın öğleden sonra daireler tatil olduğundan tatilden yararlanır!dedi. Salih Baydemir:

-Ne yapsak bizim dinlenmeler gürültüye gidiyor!”Öğretmen:

-Öyle düşünmeyin, olağanüstü bir süreçteyiz. Savaşlar kıran kırana, biz gazete falan okumuyor, bu bakımdan rahatız ama, bizi yönetenler gece gündüz savaş hesapları yapıyor!Bir ağızdan:

-Sağolsunlar, bizleri koruduklarını koruyacaklarını biliyor, onlara teşekkür ediyoruz!Ali Yılmaz Öğretmen sözlerimizden memnun oldu, “Güle güle!” diyerek ayrıldı. Yemeğe oturduktan az sonra Süheyla Öğretmen masalar arasında gezdi. Çalışma olup olmayacağını sorup sormamayı içimden tartışırken yakın masalardan biri soru. Öğretmen gülümseyerek:

-Çalışma yapmamak için bir neden mi var? Niçin sordun?

Bence durum aydınlandı. Genel Müdür gelmeyecek düşüncesiyle yemekten sonra gene keman çalışmaya gittim. Bir günlük ara verme bana daha uzunmuş gibi geldi. Süheyla Öğretmen”İyisin falan diyor ama ben kemanı çalamıyorum. Verilen ödevi yapıyorum ama daha doğru dürüst bir gam bile çıkaramıyorum. Akordiyonda hazır seslere alışmışım, gene öyle olsun istiyorum. Oysa kimi sesleri beş on kez parmak oynatmadan bulamıyorum. Akordiyonun verdiği bir başka alışkanlık da kulağımdaki ses olmadan basıp geçemiyorum. Temiz bir ses çıkmazsa geçip gitmek onuruma dokunuyor. Öğretmen gene kızlarla geldi. Onları sırayla oturttu. Bir şeyler söyledi mandolin grubuna geçti. Onları da çabuk geçti. Bu kez kemancılarla uzun uzun konuştu. Tek tek dinledi. Bizim arkadaşlar, Sefer, Arif, İ dris, Abdullah, Sami, Bekir, Ertur, Kadir bir aradala. Onları iki gruba ayırdı. Sefer, Arif, İdris, Abdullah bir yanda Sami, Ertur, Bekir, Kadir bir yanda. Onları da arkada bırakıp öğretmen gülerek geldi. “Dün geldin mi!”diye sordu. Yüzüm kızararak yalan söyledim. “Oyun grubunun çok önemli bir oyunu varmış, öğreten arkadaş ayrılacakmış o nedenle onlara akordiyon çaldım. Ancak akşam okuma saatinde çok çalışıp eksiğimi tamamladığımı söyledim. “Bu kez zor bir çalışma seçelim!”deyip iki notalı bir sayfa açtı. Kendisi çaldı. Ben denedim, parmaklarım birbirine değiyor. Azıcık sıkıldım. Öğretmen bir iki çalışmadan sonra kolaylaşacağını söyleyerek beni umutlandırdı.

Zil çalınca, “Haydi kolay gelsin!”deyip ayrılırken kızlar geldi. Gül bana, “Bizim oyunlar ne oldu? ”diye sordu. Ben de “Öğretmen bilir, bize “Gelin!”densin geliriz!”dedim. Öğretmen döndü:

-Öyleyse yarın başlayalım!dedi. Kemanı yerine bırakıp arkadaşların arkasından koştum. Kapısı önünden geçerken Ali Yılmaz Öğretmen çıktı. Duraksadım, selam verdim, gülerek “Birlikte yürüyelim!”dedi, konuşa konuşa gittik. Ali Yılmaz Öğretmen eşi için “Abla” olarak konuşuyor. ”Abla udu oldukça ilerletti, senin akordiyon durumunu merak ediyor, “Çalışacak zaman buluyor mu? ”diye soruyor!dedi. Az sonra arkamızdan “Demirbilek!”diye bir ses geldi. Durduk, Gönen ekip öğretmeni yetişti. Ali Yılmaz Öğretmenle tanışıyormuş, onlar önde ben arkalarında bizim atölyeye geldik. Konuk öğretmen, kendini bizim arkadaşlara tanıttı. ”Hasan Başbuğ-İnşaat öğretmeni!”Hep birlikte “Sağolun!”dedik. Konuk öğretmen, müdürleri Ömer Uzgil’in bizi çok övdüğünü, onun övdüğü kadar becerili olduğumuzu gördüğünü anlattı. Daha sonra Ali Yılmaz Öğretmenle gittiler. Salih Baydemir sordu:

-Sahiden Ömer Uzgil bizi övmüş müdür? yoksa gönül almak için mi böyle söyleniyor? ”Bu kez biz de, “Biz övülmeyi hak ettik. Özellikle inşaatlardaki çalışmalarımızla!”deyip bir süre böbürlendik. Ali Yılmaz Öğretmen döndü. Bize:

-Arkadaş haklı, en zor koşullarda çalışan sizlersiniz. Edirne-Karaağaç’ta başlayan çalışmalarını, Alpullu, Lüleburgaz, Kepirtepe, Hasanoğlan. Bu, az buçuk bir iş değil, her yıl bir yer değiştirmişsiniz. Onlar, geçen yıl kuruldular. zorluk morluk diyorlar ama, elektrikleri var, suları bol. Ayrıca toprakları verimli. Taşıma işleri de rahatmış. Bana anlattı da ben de buna üzüldüm. On larda bol bol olanlar, bizim Trakyalıların deyimiyle bizde nanay. Öğretmenin “Nanay!”deyişine de güldük. Salih Baydemir:

- Olsun, onların herşeyi var ama bizim gibi “Nanay’ları yok!Ali Yımaz Öğretmen:

İşte bu da güzel, siz bu “Nanay”kullanıyor muydunuz? diye sordu. Bana bakınca ben, “Hayır o söz Trakya halkının değil, Trakya’da yaşayan Esmer vatandaşların sözüdür. Trakyalılar onu şakalarında kullanırlar. Özellikle birileri para, sigara gibi bir istekte bununan olur da kişi vermek istemezse “Bende de nanay!”der. Bu kez Ali Yılmaz Öğretmen hepimize:

Benim sözümden alınmadınız mı? ”diye sordu. Alınmamıştık, güldük:

Bizim sözümüz olmadığına göre neden alınalım!?

Kepirtepe bina çatısı yerde tamam!Öğretmen:

İşte bir planlı çalışma, bir hafta önce ne demiştik? Bir hafta içinde yerde, 2. hafta da çatıda işimizi tamamlayacağız. Emek olarak çatıya yerleşme biraz daha fazladır ama, hazırı yerleştirme zevki onu karşılar. Paydosa dek bugün bir bölümünü taşırız. Yarın öğleye dek de taşımayı tamamlar öğleden sonra yukarıya tırmanırız!”

Parçaları ben sıralattığım için öğretmen, taşınacakları benim seçmemi söyledi. Gösterdiklerimi arkadaşlar birer ikişer taşımaya başladılar. Parçalar orada da aynı titizlikle sıraya konmasını kararlaştırdık. Arada ben de gittim geldim. Öğle paydosuna biraz yorgun girdik. Ençok yorulan Yusuf oldu. Ya da o böyle söyledi. Öğretmen duydu, Yusuf’a “Bu gece iyi dinlen yarına yorgun gelme!”dedi. Yusuf, Öğretmene “Sağolun öğretmenim!”karşılığını verince öğretmen. “Ne o sözümü yanlış anladın galiba, yarın çalışmaya dinlenmiş olarak gel, demek istedim. Sakın yorgun olursan çalışmaya gelme !”anlamına çekmeyesin!”dedi güldü. Yusuf, “Öğle anlamıştım, iyi ki açıkladınız, yarın gelmeyecektim!”dedi. Bu kez de Harun öğretmene sordu; “Birimiz bir gün çalışmaya gelmese ne ceza verilir? ”Öğretmen:”Ceza da nereden çıktı şimdi? Önceden bana haber verilirse hiçbir şey olmaz. Ancak benim haberim olmadan bu yapılırsa önce ben bir inceleme yaparım. Olay nedensiz olarak tapılmışsa, bunu bir suç sayar Okul Müdürlüğüne yazılı olarak bildiririm. Oradan ötesi beni ilgilendirmez!”Arkadaşlar durup baktılar. Öğretmen:

Bunları konuşmaya bile gerek yok inandırıcı bir nedenle birgün dinlenmek istiyorsan bana söyle, git yatağında yat. Ya da bir yere gideceksen git. (Okul içinde)Yeter ki nereye gittiğini ben bileyim!”

Taşıma yarın da sürecek. Paydos olunca yol boyunca öğretmen kendi öğrenciliğini, bu arada genel olarak öğrenciliği anlattı. Evinin önünde ayrıldık. Arkadaşlar dersliğe ben çadıra gittim. Kadir beni bekliyormuş, “Nerede kaldın? ”deyip çıkıştı. Çok sıkılmış. Keman çalıştım. Çift nota basmak beni oldukça sıktı. Üstelik yapamadığıma da iyice inandım. Kadir döndü, ben duymamışım yemek zili çalmış, birlikte yemeğe gittik. Yemekte konuk ekiplerin gitmesinden söz ediliyor. Bunlarla daha az ilgilendik diyenler çıktı. Ben, “Hani ilk gelenlerle ilgilenemedik, bundan sonra daha yakın oluruz!”diyenler vardı. nerede onlar? diye sordum. Harun Özçelik, “Sen gene birkaç kişiyi yazmışsındır!”deyince, yazdığımı söyledim. Beşikdüzü’den kemençeci Lütfü Baykan’la Ahmet Nuri Macit’i, Gönen’den İbrahim Turan, Veli Coşkun’u, Kızılçullu’dan Ekrem Ula, Hicri Kızık, Yaşar Özgün, Mustafa Ersoy, Hüseyin Atmaca, Çifteler’den, Mustafa Atavcı ile Abdullah Özkucur’u, Akçadağ’dan Şükrü Aydın’la İbrahim Aksoy’un adlarını aldım. Gerekince kendilerine mektup yazıp bilgi isteyeceğimi söyledim. Yalnız Kızılçullu ekibindekilere mektup yazacağımı söylemedim. Oradaki mektup arkadaşımı onlar biliyor.

Anayı okumayı sürdürüyorum. Hüsnü Yalçın'a işaret ettim geldi. Hüsnü daha çabuk okuyor. O okuyunca ben daha rahat anlıyorum, ya da yakıştırıyorum.

Pavel’in evini polis bastı, bir arkadaşını alıp götürdü. Bu arada anne Palegeva oldukça şaşkın olmasına karşın oğluna güveni arttı. Pavel baskından yılmadı, toplantılar sürdü. Bu kez çeyresi gelen gidenden yakınmaya başladı. Pavel işçiler arasında saygınlık kazanmaya başladı. Fabrika sahibi, hileli yollarla ücretlerden kesmeler yapmaya devam edince çalışanlar Pavel’den yardım istediler. Pavel bir toplantıda konuştu, grev yapılmasını önerdi. Kısa bir süre geçmeden gene bir baskın yapıldı bu kez de Pavel tutuklandı. Oğlunun tutuklanmasına çok üzülen Palegeva olayların dışında da kalmak istemedi. Bu arada Nataşa çıkıp geldi. Meğer Nataşa da iki aydır tutukluymuş. Bedenine bildiriler doldurmuş. Böylece şiş karnıyla ANA’nın karşısına çıkınca Palegeva şaşırdı. Sormadı ama içinden, “Nataşa hamile kalmış!”diye düşündü. Nataşa içindeki bildirileri çıkarınca durum aydınlandı. Bu kez de Ana, fabrikaya gizlice bildiri sokmaya başladı. Oğlundan iyi haberler aldıkça sevindi. Neredeyse kendisi de oğluyla çalışmaya kalkışacak derecede oğlunun yanında olmaya başladı. Tek vazgeçemediği dinsel inançları, Çara karşı gelmeme!…Bu arada memleketinden birisi ile tanıştı, memleketinden söz edilince anıları uyandı. İyiden iyiye oğlunun davasına soyundu. Gençler ara ara gelmelerini sürdürüyor. Ancak ev göz altında. .

Zil çalınca kitabı kapattım. Yatınca onu düşünmeyeceğim. Daha doğrusu bu gece hiç bir şey düşünmeyeceğim. Bir süre konuşmaları dinledim. İpsiz sapsız konularda bir yığın laklaka…

 

20 Eylül 1941 Cumartesi

 

Zil çaldı. Birisi bağırdı, “Nöbetçi kim? ”Başka biri “Nöbetçi uyuyor”Bir başkası “Nöbetçi fenerleri söndür sabah oldu!” Gülüşmeler oldu “Ne feneri? nöbetçi zaten lüksçü, gece toplamadığı lüksleri şimdi topluyordur!”deyince Mehmet Başaran:

-Hiç biriniz bilemediniz, ben buradayım. üstelik ben lüksçülüğü çoktan bıraktım, sizin haberiniz yok, lüksleri şimdi başkaları yakıyor!Mehmet Yücel “Hemşerime sataşmayın, karışmam ha!”deyince bazı arkadaşlar:

-Ceylan Köylü iki Mehmet çıktı meydana!diyerek pehivan güreşlerinde söylenen sözleri anımsattılar. Ben de, “İki Mehmet değil üç Mehmet diyerek aynı köylü Mehmet Karadeniz!i anımsattım. Aynı köyden dört öğrenci var, üçünün adı Mehmet. Çoğunun şimdiye dek ilgisini çekmemiş, bu kez de başka köylerden de böylesi var mı? soruları başladı. Okuldaki tüm öğrencilerin adları bilinmediğinden sağlıklı bir sonuca varılamadı. Yusuf Asıl olayı benimsedi, araştırma yapacak. Bu kez de okuldaki öğrenci adları sıralanmaya başlandı. Hangi ad daha çok? Ortalama olarak üç ad ortaya sürüldü, Mehmet, Hasan, Ali. Kahvaltıda, yan masaların da yardımıyla okulda 20 Mehmet adlı öğrenci olduğu ortaya çıktı. Ben sekiz Mehmet’i sayabildim:Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Mehmet Aygün, Mehmet Karadeniz, Mehmet Özeren, Mehmet Özalp, Mehmet Yüce, Mehmet Aydemir…Yusuf önce bana güldü ama kendisi yedide kaldı. Üstelik karşısında oturan Mehmet Aygün’u unuttu. İşe başlayana dek buna güldük. Yusuf adı söz konusu olunca da Mehmet Aygün:”Bizim okulda Yusuf adlı kimse yok!”deyince önce Yusuf’un, “Sahi mi? ” deyişi uzun süre tartışıldı. Yusuf, kendisinden başkasının olmayışı için sorduğunu, Mehmet Aygün ise Yusuf’un kendi adını unuttuğunu öne sürdü. Recep Kocaman 8. sınıflarda bir Yusuf olduğunu, birlikte nöbet yaptıklarını anımsatınca tartışma tavsadı. Önce Recep’in şaka söylediği öne sürüldü. Ancak Recep söylediği öğrencinin soyadını da ekleyince Yusuf Asıl’ın adaşı Yusuf Başaran’ı da öğrenmiş olduk. Öğretmen gelmeden önce iki kez çatılıklarla bina arasında gittik, döndük. . Öğretmen 8. sınıflardan 10 öğrenciyle geldi. Öğretmen:

-Arkadaşlar bizimle çalışacaklar. Bir deneyeceğiz, yeterli bulursak başkasını çağırmayacağız. Açığımız olursa o zaman başka arkadaşları da deneriz. Çatıda kalabalık, üretmekten çok iş engeller. O nedenle sayıyı sınırlı tutmak istiyorum!Öğretmenin buyruğuna uyarak ben taşımaktan çekildim, parçaları gösterdim. Harun da tek kaldı o da bana yardım etti. Harun bir süre sonra Yusuf’a acıdı, onunla yer değiştirdi. Ben de Hasan Üner’in yerine geçtim, Hasan da dinlendi.

Bayrak töreni nedeniyle biraz erken paydos ettik. Geçen cumartesi öğleden sonra 8. sınıflar çalışmamıştı, acaba bugün çalışacaklar mı? Bunu aramızda konuşuyoruz ama kimseye sormuyoruz. . Bayrak törenine tüm öğretmenler katıldı. Olağanüstü bir durum var gibi. Hidayet Gülen Öğretmen sıraları düzene soktu. Konuk ekiplerin öğretmenleri de hazır. Süheyla Öğretmen de gene lacivert giysilerini giymiş. Ses verdi. İstiklal Marşı oldukça düzgün söylendi. Mustafa Güneri Öğretmen elinde bir kağıtla ortaya çıktı:

-İlköğretim Genel Müdürümüz, şu anda buraya gelmek üzere yoldalar. İşlerinin yoğunluğu yüzünden pazartesi günü Ankara’da olmak zorundadır. Bu nedenle sizleri işbaşında görmek istiyor. Tatilimizi bir başka zaman yapmak üzere bu gün yarın çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Hepiniz öğrencisiniz. Büyüklerimiz sizin hepinizin iyi birer öğretmen olmanızı dilemektedirler. Bu nedenle sizlerle ayrı ayrı ilgileneceklerdir. Yaptığınız işler hakkında size sorular yöneltilebilir. Bu nedenle yaptığınız işler üstüne sorulabilecek sorular için hazırlıklı bulunmalısınız. Genel Müdürümüz, sizlerin neşeli olmanızı dilemektedir. Öğrendiğimiz oyunları, şarkıları, türküleri, şiirleri her zamanki gibi bu gece de ortaya dökebilirsiniz. Ayrıca konuk ekiplerimizden üçü yarın ayrılacaktır. Bu geceki şenliğimiz onlar için de bir ayrılış gecesi olacaktır. Onlar gidiyor ama sevgileri gönüllerimizdedir. Yardımları için onlara gönül dolusu sevgilerimiz hep olacaktır. Bu gecemiz geçici bir ayrılışın anısı olacaktır. Zaten onlar da böyle düşündüklerinden akşam onlar da bize katılacak el birliğiyle eğleneceğiz. Akşam zil çalınca buluşmak üzere iyi çalışmalar!”Beklenmedik bir gürlükte “Sağol!”dendi. Yemekte, hep konuşulan sözler tekrarlandı. Salih Baydemir, “Böyle olacağını ben söylemiştim!”deyince Harun karşı durdu. “Koskoca Genel Müdür, bizi tatilde çalıştırmak için kurnazlık düşünmez!”dedi. Akşam okuduğum kitaptan yararlanarak ben de Harun’a katıldım. Fabrika örneği verdim. Kişilerin işi olsa olur!”deyip Pavel’in çalıştığı fabrikayı, işçilerin durumlarını anlattım. Orada para kazanılıyor, burada Genel Müdürün bireysel bir kazancı yok!”dedim. Yemekten sonra kemanı alıp yerime gittim. Hiç kimsecikler yoktu. Azıcık bekledim. Kemanı açmadan döndüp oyunculara katıldım. Oyunları da kısa kesip işe gittik.

Bir yandan çalışıyoruz bir yandan da yolları gözlüyoruz. Biz taşımayı bitirip makas altı lentolarına başladık. Öğretmen sanırım şaka olarak, ”Genel Müdürümüz çatıya başladığımızı görsün!”diyerek Lentoların üstüne iki kiriş koyup ilk babayı oturttuk. Onu ikinci baba izlerken Lalahan tarafında yol tozlandı. Ancak paydos zili de bu sıra çaldı. Öteki grupların da iş bıraktığını görünce biz de bıraktık. Yola çıktık. Öğretmen açıkladı:

-Yöneticilerden habersiz zil çalınmaz. Demek Genel Müdürümüzü bizleri iş başında yarın görecek! Yol boyunca Ali Yılmaz Öğretmen Genel Müdürden, bizlerin iyi çalıştığından, işlerimizin iyi gittiğinden söz etti. Dersliğe gittiğimizde Sami Akıncı anlattı. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç gelmiş. Yanında daha beş kişi varmış. Genel Müdür gelir gelmez Okul Müdürünün masasına oturmuş, sıra ile görevlileri çağırmaya başlamış. Önce Hüsnü Baykoca girmiş. Az sonra kül gibi bir yüzle çıkmış, bir yerlerden aldığı dosyalarla geri gelmiş. Daha sonra Mustafa Güneri girmiş Sami ayrılıncaya dek Mustafa Güneri Genel Müdürün yanında kalmış. Sami’ye göre Genel Müdür yöneticilerden hoşnut olmamış. Kapı açılınca bir ara Genel Müdür yüksek sesle “Yahu kardeşim bu yapılır mı? burası her şeyden önce bir okul!”demiş. Sami bunu söyledi sonra da pişman oldu sanırım, arkasından da. “Arkadaşlar bunu ben söylüyorum ama yanlış anlamış da olabilirim!”diyerek söylediğinin önemsizliğini söylemeye çalıştı.

Yemek zili erken çaldı. Tüm öğretmenleri yemek masalarında görünce Genel Müdürün de geleceğini sandık. Bir süre bekledik ama gelmedi. Yemekten sonra da bir hayli bekleştik. Hatta arkadaşlar kimi varsayımlar öne sürdü:

-Genel Müdür sinirlenmiş, ”Sizin eğlencenize de giymiyorum!”demişmiş gibilerde sözler üretilirken zil çaldı. Çok yakın olmamıza karşın biz toparlanık çıkamadan okul bahçesi tıka basa doldu. 8. sınıflardan bir grup öğretmenler için sıralar, konuklar için sandalyeler sıralamış. Öğrenciler ayakta izleyici. Konuklar gelmeden önce bizim kızlar şarkı söyledi, Beşikdüzü ekibinden birkaç kişi kemençeye uyarak kendi yöresel şarkılarını söylediler. Tam Genel Müdür gelirken hazırlanmış olan Kızılçullu ekibi İzmir’in Kavakları’nı soyledi. Genel Müdür güleç bir yüzle oturdu, şarkının geldiği tarafa baktı, dudaklarının hareketinden şarkıya katıldığı besbelliydi. Hidayet Gülen Öğretmen konuklara “Hoşgeldiniz!”konuşması yaptı. Tevfik Uğurlu konuştu. . Beşikdüzü ekibi önce şarkı söyledi sonra da oyunlarını gösterdi. Kepirtepe mandolin grubu dört parça çaldı. Akçadağ ekibi kolkola tutarak ileri geri giden bir oyun oynadı. Oynayanların titrer gibi yapmaarı ilginçti. Onlar bu oyu daha önceki gecede oynamamıştı. Neden se o zaman ilgimi çekmemişti. Oysa bu gece çok hoşuma gitti. Gönenliler de o yörenin bir oyununu gösterdi. Önce şarkısı söyleniyor, Kolkola tutuşup bizim Trakya oyunu gibi dönülüyor. Birden dizi dağılıyor, eller şaplatılarak ileri geri gidildikten sonra gene kolkola tutuşuyorlar. Onlar da bunu ilk kez oynadılar. Ben akordiyonla çıktım. Ahmet Güner kısaca açıkladı. “Biz Kepirtepe’te hiç oyun bilmiyorduk, gelen konuk ekip arkadaşlarımızdan, on-onbeş oyun öğrendik. Bunlardan bir kaçını göstereceğiz!”dedi. Önce Harmandalı, Sepetçioğlu, arkasından Timurağa ile Trakya halayı oynandı. Bizim oyunlardan sonra bizim kızlarla 7-8. sınıflardan bir grup, Manastır, Meşeli, Çiğdem, Yenice Yollarını söylediler. Gene ben Akordiyonu aldım, bu kez Bengiyi çaldım. Bir tekrardan sonra Kızılçullu ekibi tamamına yakını kalktı. Çok düzgün oynadılar. Ben bir ara hızlandım galiba işaret verdiler ağırlaştım. Arkasından Arpazlı’yı onun arkasından da Dağlıyı çaldım. Dağlının bitiminde Timurağa’ya çevirdim. Hidayet Gülen Öğretmen kalktı. Öğretmeni görünce büyük bir kalabalık çıktı. Bir halka olamayınca içiçe iki halka oluşturuldu. Onun arkasından da Bizim Trakya oyunuya çevirdim. Azıcık karışıklık oldu ama herkes neşeli. Bu kez Harmandalı’ya döndüm. Bizim arkadaşlarla birlikte Kızılçullu ekibinden bir grup kalktı. Oyun sonunda Beşikdüzü ekibine bakarak “Oy Giresun Kayıkları, hep gelşiyor karından, şarkısının başını iki kez tekrarladım durdum. Ben keserken daha Beşikdüzü ekibi şarkısına başladı. Hiç böyle bir şey konuşulmamıştı. Gerçek bir program uygulanmış gibi oldu. Hidayet Gülen Öğretmen, konuklarımızın yorgunluğu ve de yarın çalışma yapılacağı nedeniyle eğlencemizi burada kesiyoruz. Tüm emeği geçenlere teşekkür ederiz!”derken birisi benim arkandan çekti. Baktım Selçuk Korol öğretmen, yavaşça “Genel Müdür seni tanımak istiyor!”dedi. Birden afalladım, “Beni tanıyor!”diyecek oldum. Selçuk Öğretmen “Canım seni nerden tanısın? tanısa bile görüşmek istiyor!”deyip akordiyon sırtımda beni Genel Müdür’ün önüne götürdü. Başımla selam verdim. Genel Müdür “Bak bak, bir tanışıyormuşuz, ben farkedemedim. Bizim Lüleburgazlı!. Arkadaşın samimi bir itirafta bulundu, “Biz Kepirtepe’de oyun oynamıyorduk, oyunları burada öğrendik!”dedi. Sen bu oyunların müziklerini nerden öğrendin? ”Ben biraz çekingence, “Ben de burada öğrendim, biz üç arkadaş sürekli çalıştık, her ekıpten arkadaş edindik, oyunları da müziklerini de burada öğrendik!”dedim. Akordiyonu sordu. Akordiyonu iki yıl kadar önce kendim aldığımı, notalı çalıştığımı. söylerken, Genel Müdür, “İşte bu kadar, biz senin gibi becerikli insanlara çok gereksinim duyuyoruz. Demek akordiyon çalışılırsa kendi kendine de öğreniliyormuş. Buna inandım. Akordiyon geniş meydanlar için iyi bir çalgı. Bunu, tüm Köy Enstitülerine aldıralım. Milli oyunlarımız için çok yararlı olacak. Böylece o ilkel davul-zurna sorunundan da kurtulmuş olacağız!”dedi beni tebrik etti. Arkadaşlar durmuş, bakıyordu. Genel Müdür sözünü birtirdi, kalktı. bana özel olarak “Allahaısmarladık!”dedi. Dizlerim çözülür gibi oldu. Kendimi sıkarak toparlandım. Arka arkaya çekilirken kızların grupça orada olduğunu gördüm. Onların bana bakmış olmalarına sevinirken Süheyla Öğretmenle göz göze geldim. Süheyla Öğretmen gülerek “Ne güzel değil mi? Çalışmalar bir gün kesinlikle değerlenir. Sevinmelisin, senin adına ben çok sevindim!”Öylece baktım kaldım. Süheyla Öğretmen benim adıma, benim için seviniyor. Gerçekten gözlerinin içi gülüyor. Hiç ummadığım bir olay!Genel Müdürün tanıması, söyledikleri silindi gitti. Sevinçten kendimi tutamaz gibi oldum. Öyle ki gideceğim yerin tersine yöneldiğimi musluklara dayanınca anlayıp şaşkınlığıma gülerek çadıra döndüm. Çadırdaki konuşmaların benimle ilgili olduğunu kuşkuyla karşıladım. Birileri bilerek ya da bilmeyerek bir söz dokundurursa sevincim zedelenir, deyip kitap alma bahanesiyle dersliğe gittim. Ne yapacaksam Ana kitabını alıp yatağa döndüm. Oysa çadır yatakhanemizde kitap okuma olanağı yoktu. Orhan yavaş sesle, “Seninkiler sonunda senin için güzel şeyler söylediler, duymanı isterdim!”dedi. Önemsememiş gibi, “Boşver, aldırma, gelip geçidir. Yarın gene başka türlü konuşurlar!”Orhan , “Yok artık, o kadar da değil!”dedi. ”Yarın konuşuruz!”deyip yattım. Yattım ama uyumam olası değil. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç adımı değilse de memleketimi unutmamış. LÜLEBURGAZLI. Okulllara akordiyon aldırması gerçekleşecekse bence bu çok daha güzel bir şey. Akordiyonlar çoğalırsa birliklte çalışmalar da başlar. Gelen ekiplerden öğrendiğime göre şimdilerde tek Kızılçullu’da okulun akordiyonu bulunuyor. Arifiye’de de Selahattin Odabaşı’nın küçük bir akordiyonu var. Öteki, 12 Köy Enstitütsü öğrencileri akordiyonu bende gördüler. Süheyla Öğretmenin gülüşü gözümün önünden bir türlü gitmiyor. Yarını merak ediyorum, çalışma yaparsak aynı konuya değinecek mi acaba? Bu arada Röslein’ın da çok tatlı gülümsediğini gördüm. Süheyla Öğretmen olmasaydı belki o da bir şey söyleyecekti. Sesler kesildi, benim gözümde uyku yok. Benim yarınım bu gece oldu. Genel Müdür çalışırken sorular sorar, deniyordu. Bana soracağını sordu. Yarın görmese de olur. Sami Akıncı’nın anlattığını anımsadım. Genel Müdür kime kızdı acaba? Esnediğimin ayırdına vardım, sevindim. Sanırım uyuyabileceğim. . . .

 

21 Eylül 1941 Pazar

 

Zil sesine uyandım. Öyle uzanmış olarak yatıyorum. Yakup Tanrıkulu bana sataşıyor. “Keşke bir akordiyon biz de alsaydık. Genel Müdür o zaman bizimle de konuşurdu. Başımı kaldırıp Yakup’a baktım. “Ay, sen uyanık mıydın? ”diye sordu. “Genel Müdür önce akordiyonu görmeden konuşuyor. O konuşmadan sonra akordiyonlu konuşma yapılıyor. Sen duymadın galiba ben akordiyonla yanına gidince Genel Müdür:

-Biz tanışıyoruzzzzzzzz, gel bakalım Lüledburgazlı!dedi. Sen yarın bir kendini tanıt, ben sana akordiyonu veririm. Yakup salt konuyu değiştirmek için “Vallah mı, sahiden verir misin? ”Ben de “Vallahsız olarak veririm!”dedim. Arkadaşlar guldüler. “Vallahlı konuşma-vallahsız konuşma!”Pazar gününün gevşekli içinde biz dırıldaşırken Namık Ergin Öğretmen geldi. “Gevşeme yok, bugün bizim teftiş günümüz, toparlanalım!”dedi. Kapının önündeki arkadaşlara asker teftişlerinden gülmeceler anlattı. Komutanlar teftişleri çok önemseyip askerleri ona göre yetiştirmeye çalışıyormuş. Ancak askerler bir çok önemli tembihleri unutup geçiyormuş. Teftişlerin de kesin bir ölçüsü yokmuş. Teftişe gelecek komutanın önemsediği ne varsa teftiş hazırlığı ona göre yapılıyormuş. Örneğin komutanın biri dişlerin fırçalanması üstünde durumuş. Yüzbaşı bunu bildiği için bölünün dikkatini dişleri fırçalamaya alıştırmaya kalkmış. Diş fırçalama alışkanlığı olmayan askerler sık sık diş fırçalamayı unutuyormuş. Yüzbaşı unutmaları önlemek için fırçaları rahat görülecek bir yere kordurmuş. Böylerken alışkanlık edinmemiş askerler fırçalarını teftiş için saklıyormuş. Teftiş komutanı gelmiş, teftişini yaparken bir erin cebinde diş fırçası görmüş, ere sormuş:

-Bu nedir? Yanıt:

-Teftiş fırçası komutanım! Komutan sorusunu sürdürmüş. Sonunda fırçanın hiç kullanılmadığı ortaya çıkmış. Öğretmen, bizim teftişler; fırça teftişi değil, gerçek hesap verme, hesap alma teftişi!”dedi bana bakarak, “İbrahim rahat, akşam verdi teftişini. İbrahim sayesinde bütün Köy Enstitüleri ilk elde birer akordiyon sahibi olacakları kesinleşmiş durumda. İbrahim'den önce bunu ben duydum, İbrahim de benden duysun!”dedi

Öğretmenle birlikte kahvaltıya gittik. Öğretmen masaları gene tıka basa dolu. Arkadaşlar, “Teftiş kahvaltısı!” demeye başladılar. Süheyla Öğretmen de gelmiş, gene lacivert giysilerini giymiş. Benim akordiyon gene konu oldu;saçma sapan yorumlar yapıldı, hiç oralı olmadım. Birlikte konuşurken aklına geleni söyleyenler okuyor. Kimisini sözü beni rahatsız ediyor. Bu kez tersliyorum. O zaman da süklüm püklüm olup özür diliyorlar. Ben buna da üzülüyorum. İşbaşı yaptık. Lentoları döşemeye başlamıştık. Binanın güney tarafını tam döşeyip kirişlere başlamak üzereyken teftişimiz başladı. Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç yanındakilere bir şeyler anlata anlat tam benim son lentoyu yerleştirdiğim duvarın altında durdu. Beni gene tanıdı, eliyle selam verdi. Kolay gelsin!”dediğini duydum ama arkasından gelen sözleri tam anlayamadım. Bu kez eliyle beni çağırdı. Koştum, yanlarına gittim. Bana :

-Sili Ustanın çok güvenini kazanmışsın, buna sevindim. O bana bir takım bilgiler verdi ama ben seni merak ettim, bu konuda sen ne düşünüyorsun? Bu binaların daha erken biteceğini sanıyordum, umduğum olmadı. Bundan sonrası için kaygılanmaya başlamıştım. Ama seni tepede görünce gene umudum arttı. Anladığım kadarıyla nihayet çatıya başlanıyor. Bana kesin bir gün ver, çatıya bayrak ne zaman çekilecek? ”Ezberlemiş gibi hızlı hızlı konuştum”Çatıya bayrağı yarın çekebiliriz. Bir makas takıp bayrak çekenler olmaktadır. Biz tüm makasları yerleştirmeden bayrak çekmek istemiyoruz. Sözü çok uzatmış olacağım Genel Müdür sözümü kesti:

-Bana bir gün ver, ben o gün işlerimi bırakıp bu binada bayrağı görmek istiyorum. Buna ne diyorsun? ”Parmaklarımı sayarak “Perşembe günü!”dedim. Genel Müdür gülerek:

-Ne perşembesi? Perşembe günü gelince ben burada iki makasın üstüne asılmış bayrağı mı bulacağım ? Ben:

-Hayır, perşembe günü geldiğinizde bu çatının tüm makasları yerleşmiş belki bir bölüm kiremit altı tahtaları da çakılmış olacak. Tahtalar olmayabilir ama makaslar yerinde olacak, siz öyle göreceksiniz. Genel Müdür gülerek, :

-Bak Lüleburgazlı sen biraz inatçısın belli ama dikkat et kesin söz veriyorsun. Hadi ben bir gün daha bırakayım. Sen bugünü sayma, gel şunu pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma yapalım. Cuma günü ben doğrudan burada olacağım. Bayrağa karşı göğsümü gere gere gelebilecek miyim? sen onu söyle! Ben:

-Geleceksiniz efendim. Biz de sizi bayrağın altında selamlayacağız!Genel Müdür az düşündü:

-Peki Kepirtepe binası böylece meydana çıktı varsayalım ya ötekiler ne olacak? Ben de:

-Onların hepsinin planı yapıldı, birer hafta ara ile hepsinin üstü kapanacak. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda 5. bina da kapanmış olacak!”Genel Müdür, gülerek:

 

-Lüleburgazlı sana inanıyorum, bu benim için çok büyük bir mutluluk;senin bu cesaretin arkadaşlarına olan güveninden gelmektedir, biliyorum. Bu konuştuklarımızı arkadaşlarına aynen aktar. Size olan güvenimi herkesin bilmesini istiyorum. Şimdi bir daha özetleyelim. “Haftaya Cuma günü ben arkadaşlarımla gene geleceğim. (Eliyle yukarısını göstererek)Bayrağımız başının üstünde dalgalanacak. Heyecanla şimdiden cuma gününü bekleyeceğim. Hepinize kolay gelsin!”dedikten sonra Ali Yılmaz Öğretmenin eli sıktı, ”Tüm çalışanları bir bir görmeliyim!”deyip ayrıldı. Ali Yıkmaz Öğretmen, bana, :

-Ben konuşsaydım bu denli diretemezdim, sen çok iyi anlattın. Zaten bunları konuşmuştuk;konuştuklarımızı tamı tamına söyledin. . Önemli olan da planlanmış olanları doğru aktarmaktır. Verilmiş sözde planımıza aykırı bir durum yok. Bizim bitirmeyi düşündüğümüz günde gelmelerini söyledin. Biz de bundan sonra kayıtsız-kaygısız çalışıp sözümüzü yerine getireceğiz!Öğretmen de çalışmalarımıza katıldı. Yüksekte olduğumuz için çevremizde gezenleri gezenleri rahatlıkla izliyoruz. . Genel Müdür Kızılçullu ekibini yanında çok durdu. Ali Yılmaz Öğretmen de merak edip gitti. Dönünce fazla bir şey söylemedi:

-Kardeşi Kızılçullu’da yöneticidir, öğrencilerinden onu sordu, biraz da onlarla şakalaştı!dedi.

Öğretmen gene çatıya çıktı paydosa dek çatıda çalıştı. . Kirişleri bir bölümünü çıkarıp iskele olarak kullanmaya başladık. Böylece çatıda daha rahat durabiliyoruz. . Aşağıdaki arkadaşlar arada bize takılıyorlar. Yusuf aşağıdan, “Bayrak getireyim de çakın !”diye bağırınca öğretmen sinirlendi:

-O bayrakla seni burada akşama dek bekletirim!Yusuf’un şakası bir anda durumu değiştirdi. Recep Kocaman, buruk bir tavırla:

-Şakanın da bir sırası vardır, ulu orta yapılmaz!diye söylendi. Bir süre Yusuf duymadan, şakacılığının çabucak cıvıdığından söz edildi. Ben Yusuf’u savundum:

-Yusuf benden 5 yıl sonra doğmuş, o daha çocuk, ondan benim gibi susmasını nasıl beklersiniz? Salih Baydemir hazır bekliyormuş gibi hemen kendince “Taşı gediğine koymak”niyetiyle:

-Sen susuyor musun ki? Salih'in sözünü duymazdan gelecektim Ancan o, kendi sözüne gülünce:

-Konuşmasını bilmeyenler adına konuştuklarım bir yana bırakılırsa, benim çok konuştuğum söylenemez! Bir süre sessizlik sürdü. İki siyah otomobil tozutarak su deposu yanındaki yola gelip durdu. Az sonra Otomobillerin çevresine insanlar doluştu. Konuklar gelip arabalara bindiler. Paydos zili çalarken Lalahan yolundan toz bulutu kalkıyordu. Şakalarımızın sonunda sessizlik oldu. Salih’e, “Genel Müdürümüz geldi de ne oldu yani? ”dedim. Salih de aynı şeyleri düşünüyormuş. Gülerek:

- Olan bize oluyor, bir tatil günümüz daha elimizden alınmış oldu!dedi.

Yemekte herkesi sevinçli gördük. “Bu sevinç Genel Müdürün gelişinden mi, yoksa gidişinden mi diye konuşurken Cavit Kafkas geldi. O bana bir şey demeden ben ona da aynı soruyu sordum:

-Bu sevinç Genel Müdürün gelişne mi, yoksa gidişine mi? Cavit bana, ”Bilmiyor musun? sorusuyla yanıt verdi, sonra da:

-Ne ona ne de buna, bu sevinç Çoban Mehmet’in gidişine!”dedi. “Anlamadım!”deyince Cavit, “Çoban Mehmet müdürlükten alınmış, başka yerde çalışacakmış, Mustafa Güneri kendisi söyledi!”dedi. Bir an duraladım; içimden; “Bu iyi mi oldu, kötü mü? ”Cavit’e baktım çok mutlu, arkadan, Fevzi, Hasan, Süleyman, Musa, Ali sökün ettiler. Bizim şarkıcı-oyuncu grubu çok neşeliler. İlk aklıma gelen mektup olayı oldu. Mektup yerine gitmiş. Kalkarken Hüsnü Baykoca Öğretmen duyuru yaptırdı. “Öğleden sonra dinlenme var. ”Başımı kaldırıp baktım, konuk masalarından Kızılçullu dışındakiler boşalmış. Birden üzüldüm:Ne

-iyi çocuklardı, bir daha onları göremeyeceğiz. Romanlarda okuyup sevdiğim iyi insanlar gibi onlar da uzaklaştılar. Gerçi onlar yok olmadılar, bir yerlerde varlar ama benim uzağımdalar. Yusuf beni dürtükleyerek:

-Hadi kızları bugün sıkıştırıp, ya oyunlara başlarlar ya da bu iş kapanır!diyelim. Yusuf’la Ahmet, ikisi böyle konuşmuş. Ahmet geldi, konuyu bir da gözden geçirdik. Ben kemanı alıp çalıştığım yere gideceğim. Öğretmen yanıma gelince onlar da gelecekler. Böylece öğretmene son sözümüzü söyleyeceğiz. Kararımız kesin. Kemanı alıp çıktım. Mandolinciler, kemancılar hazırlanmış durumda. Öğretmen doğru benim köşeye geldi. Süheyla Öğretmen gene akşamki gibi gülerek:

-Akşam ne güzel oldu değil mi? diye sordu. Ben beklediği tepkiyi veremedim sanırım, “Ay, sen sevinmemiş gibisin!”deyince ben:

-Bugün de benzer bir durum oldu, çatıda çalışırken Genel Müdür geldi, benimle konuştu, çatıyı sordu, perşembe günü çatının biteceğini söyledim. O da “Cuma günü gelip göreceğim!”dedi. Süheyla Öğretmen:

-Şanslısın, gene sana rastgelmiş. Böylece seni iyi tanımış oldu!Geçen geldiğinde de benimle konuştuğunu söyledim. Süheyla Öğretmen bu tür konuşmaları çok olumlu yaklaşımlar olarak değerlendirdiğini söyledi. Tam kemana geçerken Yusuf’la Ahmet Güner geldi. Bu kez ben amacımızın, daha fazla gecikmeden oyunlara başlanması olduğunu anlattım. Süheyla Öğretmen, “A, çok güzel, bu çalışmalardan sonra başlayalım, siz biraz bekleyin!”dedi. Arkadaşlar ayrıldı. Öğretmen , çift parmak çalışmamı yeterli bulmadı. Geçmiş etütlerden atlayarak üç tanesini çaldırdı. “Gayet güzel, ama çift parmak olgunlaşmadan ileri gitmek yok!”deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca sevinçli olaylar içinde keman parçasını önemseyip üzülmemeye karar verdim. Tekrar tekrar çalıştım. Çalışma bitince öğretmen kızların yerine girdi. Ben kemanı bırakıp akordiyonu aldım. Ahmet’le Yusuf geldi. Uzunca bir beklemeden sonra Melahat bizi çağırdı, gittik. Yer darlığı nedeniyle 6 arkadaşla oyunlar başladı. Önce Harmandalı oyununu istediler. Beş on tekrardan sonra Nahide Öğretmen gülerek bayanlar çok zorlanmaya gelemez, çabuk yorulurlar diyerek, çalışmaların uzatılmamasını istedi. Yarım saat olarak zaman sınırlaması yapıldı. Pazar günleri bu saatlerde, öteki günlerde de bir gün arayla akşam yemeklerinden önceki saatlerde çalışılması kararlaştırıldı. Yusuf çok mutlu, Ahmet biraz durgun olarak ayrıldık. Çıkınca Yusuf açıkladı. Ahmet’ın içten içe benimsediği biri varmış, o oyuna ayrılmamış. Oysa kızçağız ayrılmıştı, öğretmen sayıyı azaltmak için onu sonraya bıraktı. Kızı ben de tanıyordum, 2 nöbette karşılaşmıştık. Ahmet, “Yok öyle bir şey , biz onunla hemşeriyiz falan dedi ama, zaten açıklamasını da beklemiyordum. Önemli olan bize kırılmamasıydı. Şakalaşarak dersliğe gittik. Dersliktekiler bayram ediyor. Çoban Mehmet gitmiş. “Güle güle gitsin!”diyecek oldum. “Ona güle güle gitsin değil, defolup gitsin!” demeliymişim. Bu öneriyi ayıpladım:

-Bana bireysel olarak hiçbir kötülük yapmadı; öyleyse ona bireysel olarak beddua etmem sözkonusu olamaz!deyip kestirdim.

-Bağlık yolunda yürümeye karar verdik. İsmet, İdris, Hilmi bize katıldılar. Haziran ayında yıkandığımız, sonrtadan öğretmenler için ayrılan yere dek yürüdük. Orada kurulan çadırlar bozulmuş, giden gelen yok herhalde Orasını bize çok gören Hüsnü Baykoca Öğretmeni çekiştirdik. Oraya da Hüsnü Baykoca Hamamı adını verdik. Yusuf İdris’e takıldı, “Senin dağın var!” dedi. Yol boyundaki bağlarda üzümler daha koruk. Bazı salkımlar renklenmeye başlamış. İsmet dalıp koparmak istedi. Bir süre durdurduk tam niyetlendiği bir yerde de bağda biri varmış, onu gördü. “Bir salkım üzüm çalamadım!”diyerek bizi güldürdü. İsmet çok sevinçli, “Çoban Mehmet yok, radyo dinleyelim deyip bizi radyo başına götürdü. Radyoda maç anlatılıyordu, ben sevmedim , ayrıldım. Kitap okumak için dersliğe gittim. Ana, satıcı kadınla anlaşıp birşeyler satmak için fabrikara girmeğe başladı. Bu arada çok tehlikeli bir işe de kalkıştı. Beline bildiri kağıtları sarıp kapıdan içeri sokuyor. İçerdekiler o bildirileri alıp aralarında bölüşüyorlar. Böylece Palegeva kadın sözde oğluna yardımcı oluyor. Çünkü oğlu, fabrikaya bildiri sokmaktan suçlanıyor. Oğlu Pavel şimdi hapiste. Ana bildirileri sokarak, ”Bakın, bildiri dağıtan Pavel değil başkasıymış diyecek, ya da diyecekler. Böylece Pavel’in suçsuzluğu ortaya çıkacak. İyi ama, “Ya Ana yakalanırsa? Ne olacak? ”deyip üzüldüm. Kendi kendime güldüm, “En iyisi Palegeva’nın yakalanmaması için kitabı okumayayım(!)Gene de okuyacağım. Palegeva’nın yaptığı etkisini çabuk gösterdi;fabrikada bilidirileri Pavel’in dağıtmadığı konuşulmaya başlandı. Ana gittikçe cesaretlendi, okur-yazar olmaya karar verdi. Zaten çocukluğunda öğrenmiş, ancak evlendikten sonra uzun süre bıraktığından unutmuş. (Benim Eski Türkçeyi unuttuğum gibi)Ne bahasına olursa olsun okumayı öğrenmeye kararlı. Oğlunun arkadaşları onu yalnız bırakmıyor. O da onlarla konuştukça daha da ateşleniyor. Oğlu Pavel’in Sandrin’le evleneceğini duyunca çok sevindi Ancak bu evliliği oğlundan çok Sandri’inin istediğini öğrenince duraksadı. Ana tek yanlı sevginin yeterli olmadığı kanısında. Halil Basutçu geldi. Beni görünce:

-Arkadaş, Çoban Mehmet’in bizi bırakıp gitmesine sen ne diyorsun? diye sordu. Ben, “Ne diyeyim ki? bize sormadan yapıyorlar bu işleri, gelirken de sormadılar, giderken de! Halil bu kez de:

-Bizim Müdürümüzü getirirler mi? ana sorarlarsa “Getirin!”derim. Arkadaşlar hep güldüler. Bizi dinleyen Sami Akıncı:

-Bizim Müdürümüzü Kepirtepe’den ayırmaz. Biz besbelli oraya gene döneceğiz!dedi. Buna bir daha sevindik. Bu sevince katıldım ama aslında, Sami Akıncı’ya iyiden iyiye kızmaya başladım. Çok sinsi bir arkadaş. Kendini sıkıp işe gitmiyor, ne yayp yanıp bir yolunu bulup yöneticilerin birine yamanıp, yardım ediyor. Sonra da o işin erbabıymış gibi işlerden kopup gününü gün ediyor. Dikkat ettim, öteki günlerde ağzından bir söz çıkmazken benimle ilgili bir durum olunca, beni öven ya da yaptıklarımdan söz edilince çok önemli sayılacak bir konuyla ortaya çıkıyor. Geçen defa Genel Müdür geldiğinde bayrak kulesini yapıyorduk. Genel Müdür bizim yanımıoa geldi, arkadaşlar susunca ben konuştum. O da güzel sözler söylemişti. Bunun ardından Sami Akıncı bir yığın haberle dersliğe geldi. Oysa haberlerin hiç birisi doğru çıkmadı. Tüm derslerin öğretmenleri gelecekti, Ankara’ya geziler yapılacaktı…Bu kez daha başka bir söylem. Okul Müdürünün başka yere gittiğini herkes biliyor. Sami onu başka bir biçime sokup sözü kendisine çevirebiliyor. Bana da arada derslerle ya da ders kitaplarıyla ilgili sözler söyleyip gönlümü alıyor. Ama çok iyi biliyorum arkamdan da bir takım numaralar çevirip, birkaç akılsızı bana musallat ediyor. Geçen akşam eşşek gibi sopa yiyen de onlardan biriydi. Şimdi beni görünce sokak değiştiriyor. Biraz ara geçsin birini daha döveceğim. Ondan sonra da Sami’ye sıra gelecek. O çok kurnaz, kesinlikle suçlu duruma düşmüyor. Ne var ki ona sıra gelince ben, suç işlemesini beklemeden dersini vereceğim. Onun N’ye aşırı bir tutkusu var. Onunla ilgilenerek üzmeyi düşüneceğim. N nasıl olsa kendisi konuşma olanakları veriyor. Eğer Sami gerçekten onu seviyorsa kıskanacak, bu da ona yetecektir. Bence onu dövmekten daha kötü edecektir. N önce mandolin öğrenmek istedi sonra da akordiyona merak sardı. Şimdi de oyunlara katılıyor. Üstelik en heveslisi de o. Herkes gidince toparlandım, bayrak töreni için toplanmışlar bile. Koşarak yerime geçtim. Hüsnü Baykoca Öğretmen elinde bir kağıtla çıktı, Bir mırıldanma oldu ama tam anlaşılmadı. Hüsnü Baykoca az duraksadıktan sonra “Genel Müdürümüz okulumuzdan memnun ayrıldılar!”dedi. Gene bir mırıldanma oldu. . Bu kez Hüsnü Baykoca daha yüksek sesle, değerli Müdürümüz Mehmet Tuğrul kendi isteğiyle bir başka göreve ayrılmıştır, izin sonunda gelip veda edecektir. deyince bir grup “Güle güle gitsin!”yanıtını verdi. Hüsnü Baykoca,  “Yeni müdür gelinceye dek okul müdürlüğünü sanat başımız Mustafa Güneri yürütecektir!”deyince tüm öğrenciler alkışladı. İlginç bir karşılık oldu. Mustafa Güneri az ilerimizdeydi. renkten renge girdi, Gözlüğünü çıkarıp sildi, bir süre önüne baktı. Alkışlandı. Az sonra çıktı, terşekkür etti. Mustafa Güneri Öğretmen:

- Benim müdürlüğüm ne olacak ki, ben gene sizinle birlikte olacağım. Beni arayacaklar sizlerin arasında bulacaklar. Belki sizin kazancınız olacak, gerektiğinde müdür aramayacaksınız, aradığınız müdür hep sizin aranızda olacaktır!Bir daha alkışlandı. Alanda bir gevşeme olmuştu. Hidayet Öğretmen dikkat çekti, Hazırol komutundan sonra Süheyla Öğretmen ses verdi. İstiklal Marşı her zamankinden daha canlı söylendi. Süheyla Öğretmeni izledim marş bitince mutlu mutlu gülümsedi. Öğrenciler kapıya yönelince biz sınıfça geriye çekildik. Kızlar da yakınımıza gelmişti. N yakınımdaymış, bakıştığımızda gülümseyince hemen sözü yapıştırdım: “Sakın kendi kendinize oynamayın , figürleri bozarsanız düzeltilmesi zorlaşır!”N de konuşmaya hazırmış “Sizin söylediklerinize uyuyoruz öğretmenim!”dedi. Onlar topluca yürüyüp gidince, Hilmi Altınsoy kendi kendine söylendi:

-Kız nereden öğrendin sen bu cilveleri? Mehmet Yücel Hilmi'ye:

-Oğlum o kız İstanbullu, o bilmeyecek te Manikalı Nazire mi bilecekti!deyince arkadaşlar güldüler. Arkadaşlar gülerken gözüm Sami’ye takıldı. Yüzü kireç gibi olmuştu. İşte bukadar bukdaar dokundurmak yetecek. Kasıtlı yapıldığını da ancak iki kişi bilecek:Sami ile ben. Kendimi bir bakıma haklı buluyorum, N’ye, bana öğretmenim demesini ben söylemedim. N zaten bu tür çıkışlara hazır. Onun ilgilendiği konuları kurcalayınca kendiliğinden o bana yardımcı olacaktır.

Akşam yemeğinde Mustafa Güneri vardı. Tembihlenmiş gibi masalarda çıt yok. Bu ona olan sevgiden mi yoksa gidene olan nefretten mi? Halil Bautçu arkadaş, Mustafa Güneri’yi öteden beri sevenlerden biri. Buna karşın, “Hele bir süre deneyelim, bakalım bizi alıştırdığı yumuşaklığı sürdürecek mi? Eğer öyle devam ederse sevgimiz saygımız sürer!”Hüsnü Yalçın da Halil’e katıldı. Ancak o fazladan, “Bir insan ne ise odur. 6 aydır tanıdımızı Mustafa Güneri Müdür olunca kolay kolay değişmez!”Mehmet Yücel işin dedikodu tarafını seçti, bana:

-Dayı, senin Hüsnü Baykoca’yı neden Müdür yapmadılar? Hem soruyor, hem de gülüyor. Mehmet Yücel gülünce kimse ciddi olarak konuşamıyor, ciddi söylenecek sözleri de ciddiye almıyor. Ben:

-Hüsnü Baykoca neden benim oluyormuş? diye sordum ama boşuna, Mehmet Yücel öyle dediyse en azından bu akşam benim sayılacaktır. Güldüm, sustum. Gözlerimi kitaba çevirince konuşmaların dışında kaldım. Böyle olunca arkadaşlar konuşmalarını başka yöne çeviriyorlar.

Pavel’in hapishanesi dolup taşıyormuş. Girip çıkanlardan Palegeva oğlu hakkında bilgi alıyor. Ancak özlemişliği haberlerle gideremediği için bir yolunu bulup görüşmek istiyor. Sordu soruşturdu oğluyla görüşebileceğini öğrenince koştu, gitti. Çektiği zahmetlere yanmıyor ama arada küçük görevlilerin bayağı davranmalarına çok üzüldü. Ayak işlerini gören en alt görevlilerin Palegeva’ya tepeden bakmaları, koca karı türü sözler söylemeleri Ana’yı çok incitiyorOysa yetkili general bile daha nazik davranmaya çalışıyor. Sonunda oğlunu gördü, çok mutlu oldu. Oğlu oldukça sağlıklı. Pavel’le rahat konuşamadı. Çünkü gardiyan kanun adamı kılığında, kullandıkları sözlerden gıcık alıp surturdu. Gene de simgeli sözlerle oğluna fabrikaya gizli bildirileri soktuğunu anlattı. Sözle söylemedi ama anne –oğul gözleri gülen bakışlarıyla bir güzel anlaştılar. Pavel de memnun oldu. Pavel, yakında çıkacağını söyleyerek annesini sevindirdi…

Yat zilini duyunca kitabı kapattım. Ana’nın tutuklanmamış olmasa sevindim. Gerçekte de bu günüm çok güzel geçti. Okuduğum kitapta Ana Palegeva ile oğlu Pavel’i tanıyıp onları izliyorum ama öteki kişiler içinde de ilginçleri var. Örneğin Andrey ya da kendi deyimiyle Küçükrusyalı, Nikolay Vesovşikov, Ribin, Nataşa. . Sanırım ileride Nataşa gene sahneye çıkacaktır…Yatınca hemen uyumak istedim. Nedense yatınca gene uykum gitti. Uykudan uyanmışım gibi gözlerim açıldı. Aklımdan geçenler; “Okul Müdürü gitti”. “Neden gitti? ” “Çallı’nın eşek bağladığı ağacı kes!”, ”İyi çoban olsa sürüsünün başında olur!”sözleri adamı tüm öğrencilerin gözünden düşürdü. Babamın sık sık söylediği bir sözü anımsadım. Sanırım bu sözler de öyle bir şey:Birisi ileri geri konuşurken babam:

-Dur, düşünerek konuş, boşboğazlık etme, sonra sen zararlı çıkrasın!derdi. Gerçekten de öyle!. Bir gün kahvede Çançik Veli denilen kişi bir komşusundan yakınıyordu. Sanırım biraz da ağır sözler söyledi. Babam hemen onu uyarmıştı:

-Kendisiyle bir konuş, belki bir nedeni vardır, anımsat bir de o konuşsun, bakalım!demişti. !Olay bir balta içindi. Komşusu kendisinden bir balta almış, geri getirmemiş. Olay, ertesi gün sözü edilene duyuruldu. Adam şaşırdı, gülerek:

-Bizim Çançik genç ama galiba bunamış. Ben ondan balta malta almadım, yüzdeyüz bir yanılgı içinde!dedi. Kahvedekiler için bu bir eğlenceye dönüştü:

-Kim haklı!Akşam kahveye gelen bir alt komşu Arabacı Hasan:

-Çançik unutmuş, baltayı biletmen için bana verdi. “Köreldi, bir iş göremiyorum, biler misin? ”diye getirdi. Ancak benim bileyi taşım kırıldı yenisini de alamadım, balta bende kaldı gitti!”deyince olay iyice eğlenceye dönmüştü. Zavallı Çançik Veli günlerce dillerde düşmemişti. . “Çançik Veli gibi bunamış, Çançik Veli gibi dalgın!”sözleri sürüp gitmişti. İşte o zaman da babam

-Düşünmeden konuşmanın sonu böyle olur, düşünmeden konuşmak boşboğazlıktır!demişti. İşte Çoban Mehmet bence böyle gitti. O gitmesine gitti . Ya Süheyla Öğretmen ne olacak? Onun da bir gün gittiğini böyle mi duyacağım? . .

 

22 Eylül 1941 Pazartesi

 

Zil sesine uyandım. Uyanınca da şaşırdım. Hiç aklıma gelmeyen iş yaptım rüyamda . Daha doğrusu yapamadım. Panayıra gitmişim. Nere panayırı tam bilemiyorum. Bizim köylüler var. Nasılsa bizim arkadaşlar da orada. Ben güreşecek mişim. Köylüler soruyor:

-Sen buradayken güreşmezdin. Ben yanıtlıyorum;gene de güreşmiyorum ama beni zorluyorlar. Bu kez arkadaşlar gülüyor;hep birden “Güreşiyor güreşiyor, o sizden saklamış!”diyorlar. Boynumda bir mendil var. “Bu mendili ne yapacağım”? diye soruyorum. Herkes gülüyor:

-Bilmiyor musun? seninle güreşecek seni o mendilden tanıyacak!diyorlar. Mehmet Yücel bağırıyor:

-Dayı çıkar at o mendili seni bulamasınlar!Bu öneri benim de aklıma yattı, mendili çıkardım. Bu kez de atacak yer arıyorum. “Ya ben mendili atarken gören olursa? Mendil elimde tenha yer ararken N ile karşılaşıyorum. Ne gülüyor. Gülünce de yanaklarının ortası delik gibi içeriye gidiyor. Bana, “O mendil benim onu ben işledim!”diyor. Buna çok seviniyorum. Yalnız kalınca işlenen mendile bakıyorum. Mendilde işleme mişleme yok. N’nin sözünü ettiği mendil nerede? Bu kez onu düşünüyorum. “Zil çalınca güreş başlayacak!”diyorlar. Tam o sırada zil çalıyor;ben kaçmaya çabalarken uyanıyorum. Rüya olduğunu anlayınca rahatladım. Uyanınca gözümde N’nin beyaz yüzü ile dupduru bakışından başka bir iz kalmadı. N'nin dünkü “Öğretmenim!”deyişini düşündüm. Bu düpedüz alay için söylendi, biliyorum ama gene de hoşuma gitti. Böylece ona takılmamın kapısını o açmış oldu. Boşboğazlık kimi zaman kişilein başına ne dertler açar, o da görecek. Orhan, bana bakıp”Sen gene birşeyler düşünüyorsun!”dedi. Nereden anladığını sordum. “Onu benden sorma, kendine sor, öyle mi değil mi? Bu kez Orhan’a benden hiç duymadığı, sanırım hiç de beklemediği bir yanıt verdim. “Haklısın, bir kızı düşünüyorum!”Orhan gülerek:

-Kimi, o “Öğretmenim” diyeni mi? dedi. “Evet!”deyince iyice şaşırdı. ”Şaka ediyorsun, o senin dengin değil, üstelik onlardan aile olmaz, bunu sen bilirsin!”dedi. ”Kızlar salt aile için mi düşünülür? Bunu da sen bilmelisin!” deyip yürüdüm. Orhan arkadaşlar içinde en dengelilerden biri. Taraf tutmakta ortalardadır. Ağzından çıkacak her söze herkes inanır. Bu nedenle onun N için söyleyeceği küçük bir söz Sami’ye ulaşacaktır. . “Bu işte de bir hayır vardır!”dedim içimden. N bugün Yemekhane nöbetçisi, şipşirin az ilerimizde ayakta duruyor. . Rüyamda da böyle duruyordu. Ancak bu sabah gülmüyor. Sanırım nöbetçi olmaktan sıkılıyor. Orhan masa altından ayağıyla ayağıma dokundu; “Öğrencin dikkatle sana bakıyor!”dedi. Hilmi Altınsoy anladı, “Ona neye baksın ? Baksa baksa o Sami’ye bakar!”deyip güldü. Ben çok ciddi bir tavır içinde “Beni böyle şeylere karıştırmayın!”. Bu kez Hilmi, “O kendi gelip sürtünürse sen ne yapacaksın? ”diye sordu. . Ben gene ciddi ciddi, “Sen bunları önemsemezsin, biliyorum. Ama böyle konuştuğunu Sami duyarsa çok üzülür!”dedim. Hilmi konuşmadan ekledim:

-Yoksa sen üzülmez mi sanıyorsun? Bu kez Hilmi, “Ben olsam üzülürüm, ama başkasını bilmem!” Bu kez de öyleyse onun da üzüleceğini düşün, bu konudaki sözlerimizi biraz daha dikkatli söyleyelim!Hilmi tam anlamıyla atladı ya da aldandı. Kuşkusuz bir yerde N için konuşacak…

Bugün 20 kişilik Kepir Ekibi Kepir binası çatısına başlayacak. Daha önce söylendiği için öteki sınaflardan katılanlar da bizi beklemişler hep birlikte yola çıktık. İlk söz Müdür Mehmet Tuğrul’un ayrılması üstüne oldu. Ben sözü hemen kapattım:

-Gidene güle güle. Biz buradayız, işlerimiz de henüz bitmiş değil. Biz de gideceğiz, Yaptıklarımız burada kalacak. Koskoca Edirne’yi bıraktık. Alpullu, Lüleburgaz hep geldi geçti. Ömer Uzgil Öğretmen vardı. Oysa o geldiğinde biz bir yabancıyla karşılaştık. O bizi seviyor, biz onu sayıyoruz ama ayrılmamızı önleyemiyoruz. Arkadaşlar beni başlarıyla onaylayarak, öyle dinlediler. Bu da çok hoşuma gitti. Öğretmen gelmeden iş bölümü yaptık. İkişer ikişer , dörder dörder, üçer üçer öbekler oluşturduk. Öğretmen geldi, bizi iyi gördüğünü söyledi. Bana sordu, grupları söyledim, adları,

Küçük defterime yazdım. Hasan Üner-Fevzi Üner-Hasan Gülümser-Abdullah Erçetin-Yusuf Asıl-Salih Baydemir-Mehmet Aygün-Recep Kocaman-Hüseyin Orhan-Namık Yücel-Kamil Varlık-Arif Kalkan-Harun Özçelik-Musa Güner-Ali Ergin-Ali Kıpçak-Hasan Arabacı-İsmet Özcan-Süleyman Gege. Ondokuz arkadaş, benimle yirmi oluyor. Öğretmen, kısa bir konuşma yaptı. “Yanınızda sürekli kalamayacağım, öbür tarafta makineler çalışacak, siz burada bir haftada yapılanları yerlerine yerleştireceksiniz, biz öbür tarafta yeni bir çatığı hazırlayacağız. Bu nedenle ben ancak yarı yarıya yanınızda olacağım. Sili Usta belki sizinle daha çok ilgilenecek!”dedi. Dedi ama hemen ayrılmadı, ilk makası birlikte taktık. Batı kalkan duvarına bağladık. Öğretmen ayrıldı. Ayrılırken de parmaklarıyla gösterdi, “Hedef üç makas!”Öğretmenden biraz sonra Sili Usta geldi. Bir süre bize aşağıdan baktı. Ne düşündüyse sonra çıktı, ikinci makası yerleştirirken bizi sürekli uyardı. “Öğleden sonra gelince önce en az iki kirişi yerleştirip ondandan sonra makaslara geçmemizi tembihledi. Benim omuzuma vurarak “Haydi göreceğim seni!”dedi. Kalabalık çalışmaya alışmadığımız için ilk saatler biraz kargaşalı geçti. Sili Usta ne düşündüyse “Beş arkadaşı, harç işleri için ayır!”dedi. Arif Kalkan, Abdullah Erçetin, Hasan Arabacı, Kamil Varlık, İsmet Özcan’ı ayırdım. Ancak Arif arkadaşımız bugün nöbetçi, Sili Usta’ya söyledim, “Zararı yok o da yarın çalışır!”deyip öteki dört arkadaşı harç kardırıp gösterilen yerleri doldurmaya başladılar.

Öğle paydosuna iyi çıktık. Ali Yılmaz Öğretmen üç makas demişti. Bu duruma göre üç makası rahat rahat tamamlayacağız. Hele Sili Usta gene gelirse haydi haydi 4. makası da takarız. Gözlediğim kadarıyla 8. sınıflar bizden daha sıkı işe sarılıyorlar. Musa Güner’le Namık Yücel biraz isteksiz gibi ama iyi niyetli olduklarından hoşgörü ile karşılanıyorlar. Yemeğe giderken bir takım kurnazlıklar planlayarak gittim ama hiç birisini uygulayamadım. Önce N ortalıkta yoktu. O olmayınca yapacak bir şey kalmadı. Süheyla Öğretmen bu kez çiçekli giysileriyle bembeyaz, çiçek olarak oturuyor. Canım hiç keman çalmak istemiyor ama gene de dişlerimi sıkıp çalışacağım. . Nitekim öyle yaptım. Öğretmen gene önce bana geldi, çalışmamı beğendi. “Akordiyonuı çok güzel kullanıyorsun, kemanı yapamamak diye bir şey söyleyemezsin, biraz sabır biraz da çalışmak yetecek!Ben inanıyorum, sen güzel keman çalacaksin, ister misin ilerde birlikte keman çalalım? ”Güldüm:

-Şimdi bile çalıyoruz !

Neden istemeyeyim? dedim. Süheyla Öğretmen katıla katıla güldü. . Sonra da öyle değil, ikimiz iki keman alıp ikisesli parçalar çalacağız. Sen hiç ikisesli müzik dinledin mi? diye sordu. Ortaokul müzik öğretmeniyle Hasan amcamın piyano klarnet çaldıkların anlattım. ”İşte öyle, bu kez iki keman olacak!”dedi. Süheyla Öğretmen benimle azıcık galga geçti sanırım, olsun dedim içimden bu da benim için güzel bir şey. “Olmuyor, yapamıyorsun, sen bu işi yapamayacaksın da diyebilirdi !”Öğretmen gülerek, iyi çalışmalar diledi, ayrıldı.

İlk kez, öğretmen orada arkadaşlarla çalışırken ben kemanı bırakıp ayrıldım. Çatıyı daha çok önemsedim. Öğretmen, özellikle de Sili Ustanın benden önce gitmiş olmasını istemiyorum. Nitekim ben gittim, az sonra Sili Usta geldi. “Seni işbaşında bulduğuma sevindim!”dedi. Hemen işe başladık. Sili Usta çatıya çıktı, arkadaşlara birer birer bakarak bir kaçını yukarıya çağırdı. Onbeş arkadaş çalışıyoruz(Dördü sürekli yerde, pencere kenarları ile kapı boşluklarını doldurdular) çık çıkmıyor. Ali tut, Yusuf bırak gibi sözler dışında konuşma olmadı. Paydosa yakın Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Dördüncü makası görünce, “Maşallah!” çekti. Bana, “Bahisi kazandın demektir. Yarın beşe çıkacaksınız. İsterseniz bayrağı çekebilirsiniz. Ancak sözleşmeye uymak zorundayız. Binanın doğu tarafı ayrı bir bölüm, orası kolay. Büyük taraf 28 makası tamamlanınca bayrak çekilecektir. Biz bayrağı yarın da asacağız. Önemli olan Genel Müdürümüz geldiğindan büyük bölüm çatısısn tamamalanmış olması. Az sonra Sili Usta geldi, “Ben de varım!” dedi gene yukarı çıktı. Sili Usta olunca güvenimiz artıyor. O hiç aksatmadan parçaları sıra ile isteyip yerlerine koyduruyor. Paydos zili çalarken 7. makası yerine koyduk. Payandalarında eksik kaldı. Zaten eklemelerin bir bölümünü sonraya bırakıyoruz. Sili Usta ayrılırken “Yarın bayrakla geliyoruz!”dedi.

Çok yorgunuz ama o derece de neşeyle okula döndük. Zayıf uzun boylu Süleyman Gege ile Namık Yücel’e arkadaşlar takılıyor:

-Siz bugün biraz daha uzadınız. Onlar genellikle parçaları yukarıya verdikleri için çaresiz uzanıyorlar. “Yarın bu işi kısa boylular yapacak, onların da boyları uzayacak !”Yusuf Asıl:

-Ben bu görüşe katılmıyorum, bu okula geldiğimden beri çatılara tahta uzattım ama boyumda bir değişikllik olmadı!diyerek arkadaşları güldürdü. Çatıda durmak bile insanı zorluyor. Düşmemek için dikkat kesiliyoruz. Üstelik bir de saçak uçlarına sarkmak var. Bunları da genelde ben çakıyorum. Belimden aşağısı içerde olduğundan düşmekten korkmuyorum ama gene de ayaklarım boşluğa gelebilir, tedirginliği sürekli var. Bu nedenle bugün ben de yoruldum. Yusuf’a, “Bugün kızların oyunlarını erteleyelim!”dedim. Yusuf güldü, “Sen sahiden yorulmuşsun, bugün onların oyunu yok;birgün ara ile çalışacağız!”dedi. Buna çok sevindim. Bugün Arif Kalkan nöbetçi ondan izin alıp çadırda keman çalışacağım. Arif zaten sıkılmış. Gidince “Ne yaptınız? ”diye sordu, anlattım. Dersliğe gitti. Yemek ziline dek keman çalıştım. İyi de oldu, iki parmak engelini oldukça aştım. Parmaklarım kalın, diyordum. Oysa öyle değilmiş. Parmaklar doğru yerlerini bulunca sanki küçülmüş gibi güzel sesler çıkmaya başladı. Sanırım öğretmen beğenecek.

Akşam yemeği neşeli geçti. Namık Ergin Öğretmen nöbetçi, tüm masaları gezdi, sonunda bizim masanın başına oturdu. Namık öğretmenin yemeğini nöbetçiler getirdi. N de nöbetçi Namık Öğretmenin suyunu da o getirdi. Ben duramadım, N’ye sordum: “Öğrenciler susarsa ne yapacaklar? N biraz alınganca yüzüme baktı. “Masalara su koydurmadılar, ama istiyorsan ben getirebilirim!”dedi. Teşekkür ettim. Sami tam karşımdaki masanın öbür atafında bana karşı oturuyor. Başını çevirip bakmadı. Ama daha önce N’nin bizim masaya geldiğinde başını kaldırmadan da görebilecek durumda. Onun yerine Mustafa Saatçı biraz garipçe bir bakış attı. “Olsun!”dedim içimden “Bu da yeter!”Namık Öğretmen, Genel Müdürle konuşmam üstüne güzel sözler söyledi. Bu kez biz de masadaki arkadaşlarla ortaklaşa, Milli Eğitim Bakan Hasanı Ali Yücel’in gelişinde bizim derslikte yaptığımız tartışmaları anlattık. Namık Öğretmen bana “Sen o zaman konuşmadın mı? ”diye özel olarak sordu. ”Konuşmuştum!”deyip başladım, olayı anlattım. Hasan Ali Yücel sınıfa Newton’un hagi ülkeden olduğunu sormuştu. Arkadaşlardan Rus, Alman, İsveç, Bulgar, Fransız, İtalyan, İspanyol diyenler oldu. Arkalarından ben parmak kaldırıp:

-İngiliz! dedim. Doğru olduğunu bildiğim için “Bir aferin bekliyordum. Hasan Ali Yücel aferin yerine “E. . başka ne kaldı ki? ”deyip başını çevirdi, deyince Namık Öğretmen kartıla katıla güldü. Sonra da “Olsun, soru soranın beklentisini karşılamışsın; bu da güzel!Belki geç oluşu etkisini azaltmıştır”diyerek beni kıvandırdı. Tam kalkarken N bana su getirdi. Öğretmenin yanında utandım, içmek istemedim. Namık Öğretmen “Aaaa, arkadaşın getirmiş, içmelisin!”diyerek yüzüme baktı. Alıp içtim, teşekkür ettim. N bunu kesinlikle bir numara olarak yaptı, ama niçin? Namık Öğretmenden dolayı olabilir. Çünkü Namık Öğretmen doğrudan benimle konuşuyordu;onun önem verdiğine ilgi göstermek. Bir olasılık da Nahide Öğretmen yüzünden olabilir. Nahide Öğretmenle Namık Öğretmenin evleneceği söylentisi kulaktan kulağa dolaşmaktadır. Ne olursa olsun, Sami’nin bakışları önünde bir bardak su getirdi. Bu da iyi oldu. Dersliğe gidince Ana’yı okumaya başladım. Ana kendi kendine okuma çalışmalarına da başladı. Pavel’in arkadaşları Palegeva’ı hiç yalnız bırakmadılar. Grev girişimi yüzünden tutuklananlar birer ikişer çıktı. Hüsnü'yü çağırdım:

-Gel şunu bitirelim! Pavel bırakılırken Hüsnü aldı. Ana bir yere gitmişti, evde Pavel’in arkadaşları vardı, Pavel bırakılmış, çıktı geldi. Ana’nın oğlunu evde bulması olağan üstü bir karşılaşma oldu. Ana iyice işçilerin sorunlarına sarılmış durumda. 1 Mayıs işçi bayramını sabırsızlıkla beklemekte. I mayıs bizim köyde de bayramdır ama ağaç bayramıdır. Hüsnü de buna şaştı. Arkadaşlara sordu:

-Sizin köylerde Ağaç Bayramı kutlanıyor mu? Bekir Temuçin'den başka kimse yanıt vermedi. Hüsnü okumayı sürdürdü. Daha önce Palegeva ana, oğlunun bu işçi işleriyle ilgilenmesini anlamsız bulurdu. Oğlu Pavel de annesini İsa’ya bağlılığını umursamazdı. Olaylar ikisini de değiştirdi. Pavel annesinin dinsel tutkusuna düşündükçe saygı duymaya başladı. Karşılıklı değişmeler anne –oğul arasından güçlü bir bağ oluşturdu. Ancak annenin sevinci ne denli büyüyüp tomurcuklanmışsa kaygıları da öylesi artmayı sürdürdü. Bir gün kapı aralığından oğlu Pave’le sözlüsü Sandrin arasındaki konuşmayı dinler:Kız, Pavel’e yeni girişeceği bir yasa dışı işleme karışmamasını söyler. Pavel karışmakta kararlıdır. Sandrin, “Beni seviyorsan bunu yapma!”der. Pavel, seni seviyorum ama bunu yapacağım, deyince Sandrin çekip gider. Ana’nın yüreği erimiştir. Oğlu evlenmek, yuva kurmak niyetinde değildir. Yapacağı iş, 1 Mayıs bayramında işçi bayrağını taşımaktadır. Oysa bunun cezası Sibirya’ya sürgündür. Sibirya’ya sürülmekse yarı yarıya ölümdür. Ana iki değerli varlığı birden kaybetmiş gibidir. Bu arada bir başka olay olmuştur. İşçileri patrona ya da polise gizlice duyuran kişi öldürülmüştür. Öldüren değilse bile olay anında orada bulunan Pavel’in arkadaşı Palegeva’nın da bir bakıma koruyucusu Küçükrusyalı’dır. Oğlunun hapisten kurtulma sevinci bir yığın talihsiz olayla gölgelenmiştir. Oysa Ana, Küçükrusyalı ile Nataşa’yı, oğlu Pavel’le de Sandrin’i evlendirip onları düşlediği aileler içinde mutlu görmeyi istiyordu. Ne yazık ki işler oyana döndürülemedi. Pavel’le arkadaşları bayrağı alıp meydana çıktılar. Onlar işçi haklarını savunurken işçilerin satılmışlarıyla askerler işçi haklarını savunanlara karşı birlikte direterek onları durdurdular. Pavel’le arkadaşları bir kez daha kaymetmişti. Ana şaşkın şaşkın bakınarak bir kez daha yalnız kaldı. . Ancak oğlu Pavel’in son çıkışı, bayrağı alıp meydan okuması, işçileri oldukça etkilemişti. Öteden beri halkın uyanması için çalışanlar Pavel’i bir kahraman olarak tanıdılar. Kahramanın annesini pek yalnız bırakmayacaklardı. Nitekim az sonra eski bir öğretmen olan Nikolay geldi Palegeva’yı alıp evine götürdü. Nikolay’ın kızkardeşi de bu yola baş koymuş biridir. Ana ile anlaşıp işbirliği yaparlar. Ana iyiden iyiye oğlunun arkadaşlarıyla işbirliği yaparsa bundan mutlu olacaktır. Böyle olunca biricik oğluna daha yaklaştığına inanmaktadır. Oğlu Pavel’i tanıyanlara da güven duyar. Nikolay’ın evine taşınınca Nikolay’ın kız kardeşiyle de sıcak ilişkiler kurar. Tanıştığı insanların bireysel tavırları kesinlikle Ana’nın hoşuna gitmemektedir. Ancak o bundan gocunmaz:

-Bu insanlar bir takım zorluklara göğüs geriyor, sayısız ödünler veriyor, ben neden kendi ölçülerimde direteyim? deyip, çevresindekilerin kusurlarını hoş karşılar. Onlarla yarışırca kendini zorluklara hazırlamıştır. İşte Nikolay’ın kız kardeşi Sofia da Palegeva’nın hoşlanmadığı bir çok alışkanlıkları sürdürmektedir. Örneğin sigara üstüne sigara içer, Üstelik sigaraları bitirmeden yerlere attığı gibi, pencrelerdeki saksılara da batırmaktadır. Giyim kuşamı da Ana’ya ters düşmektedir. O bunları düşünür, hoşgörü süzgecinden geçirip sevgiye dönüştürerek kendisine uzatılan elleri yürek sıcaklığıyla sıkar. Öteyandan Ana bu kez bir başka dünyanın insanlarıyla bir araya gelmiş gibidir. Evlerine geldiği kardeşlerin bundan önceki yaşamları Palegeva’nın rüyasında bile göremediği düzeydendir. Sofia, başını dinlendirmek için piyano başına geçip sözgelimi Norveç’li Grieg’ten müzik çalmaktadır. Üstelik “Notayı bugün yeni getirttim!”diye azıcık da övünür. Bir de soru işareti koyar gibi, Zavallı Kostia’nın en sevdiği parça buydu!”der. Kostia kimdir? Ana duymazdan gelir. Hüsnüyü durdurup not aldım;Norveçli Grieg, besteci!Hüsnü güldü.

Nikolai gazete yönetmiş bir yazardır. Böyleyken onlar Palegeva’ya yakınlık duymuşlardır. Palegeva bunlara ayak uydurmalıdır. İşte oğul sevgisi Ana’da bu bilinci uyandırmışı. Ne varki, o aynı zamanda geçmişinin olumsuz bağlarından kopmakta zorlanır. Şu anda yüzlerce benzer olaydan birini anımsar. Pavel henüz iki yaşındadır. Kocası gene sarhoş olarak gelmiştirSoru sual etmeden Palegeva’yı döver, çocuğu da kucağına verip sokağa atar. Palegeva çocuk kucağında sokaklarda dolaşır durur , girecek bir kapı bulamaz. Pavel ağladılça yağmur altında, ayakları çamurda sürünürken “Eee-eee-eee…eee!”diye susturmaya çalışmaktadır. Palegeva geçmişinde gezerken;Sofia, ağabeyine parçayı sevip sevmediğini tekrar sorunca, Palegeva bilincine döndü. …Tam da bu sıra bizim de yat zili çaldı. Hüsnü sayfaları gösterdi; “Az kaldı!”Palegeva ile Sofia iki kadın bilinmeyen bir yere, bilmedikleri insanlar arasına girmek üzere yola çıktılar. Ben de kitabı kapatıp yataklarımıza girdik. Bir süre Palegeva Ana'ya üzüldüm. Oğlu neden onu bırakıyor? Bırakmakta haklı mı? Ben olsam bırakmam Rüyasız bir uyku istiyorum. Rüya görürsem sanırım daha çok üzüleceğim.

 

23 Eylül 1941 Salı.

 

Zil sesi sanki bugün daha çok çıktı. Arkasından Halil Basutçu yüksek sesle “Bugün günlerde Salı, bugün 23 Eylül, anlaşıldı mı? Bugün kimse konuşmadan hazırlanmalı!”dedi. İdris Destan Halil Basutçu’nun uyarısına takıldı. “Ne o şiir mi yazıyorsun? ”diye sordu. Halil’den önce Arif Kalkan, “Arkadaşın uyarısının şiirle ne ilgisi var? Belki anlatmak istediği bir başka şey vardır!”deyince İdris:

-Salı, hazırlanmalı özlerini tekrarladı. Bu kez Halil Basutçu İdris’e “Destan’la Mestan bir araya gelince ne olur? sorusunu sordu. Arkadaşlar güldüler. Destan-Mestan derken fistan arkasından Yunanistan, Macaristan sözleri geldi. Şamata uzadı. Bu kez de gene Halil Basutçu “Kızlar bugün kahvaltıya erken gidiyorlar!”dedi. İlgi başka yere döndü. Hazırlanmış olanlar kahvaltıya yöneldiler. Olayı çoğumuz daha baştan anlamıştı. Bugün 77 Emrullah Öztürk nöbetçi. Onun her nöbetinde bir konu ortaya atılır, tartışma başlar;sonunda söz gidip Emrullah’ya dayanır. O zaman da kesinlikle tartışma kavgaya dönüşür. Halil Basutçu bunu önlemek için bugün ortaya atıldı. Bir hayli zorlandı ama sonunda başardı. 77 Emrullah’ın nöbeti bu sabah kavgasız başladı. Ancak arkadaşımız İdris Destan bu kez azıcık üzüldü. Destan Mestan oldu, fistan mistan derken o sinirlendi, söylenmeye kalktı. Bu kez de, “Herşeye burnunu sokarsan böyle olur!” övüdüyle karşılaştı.

Çalışmaya giderken kendisine durumu açıkladılar. İdris rahatladı:

-Ne bileyim ben sizin aklınızdan geçeni!deyip rahatladı.

İşyerine ulaştığımızdan az sonra Sili Usta yetişti. Kimi arkadaşların yerlerini değiştirdi, Salih’le Orhan’ı Ali Yılmaz Öğretmene gönderdi. Gülerek özür diledi, “Bayrağı unuttum!”dedi. Süleyman, ”Koşarak gidip alayım!”deyince Sili Usta:

-Unuttuğum için, kendimi zorlayacağım, zorlamamam gerekiyor. Teşekkür ederim, onu ben getireceğim! dedi. Sili Ustanın bayrağı bilerek getirmediğini anladım. Zaten az sonra bana bakıp gülümsedi. Bana, “Sen bugün dinleneceksin!”deyince şaşırdım, arkasından işimi gösterdi. bağlanan makasların pervazlarını çakacağım. Yanıma iki arkadaş almamı söyleyince hiç düşünmeden yanımızda duran Kamil Varlık’la Namık Yücel’i gösterdim. Sili Usta bir örnek çaktı, “Tamam!”dedi. Gerçekten dinlendirici bir işmiş. Kamil çok konuşmasa hiçbir şikayetimiz olmayacak. Namık sürekli gülüyor, Kamil durmadan konuşuyor. . Ancak kaytarmak yok. Dört makasın bağlantılarını, kiriş başlarını saçakların pervazlarını tamamlamak üzereyken öğle paydosu oldu. Öğleden sonra kalkan duvarı pervazlarını çakacağız. Karşımda Kamil, “Ağbi böyle mi? ağbi bu tarafı mı? diye çok soruyor ama, arı gibi de çalışıyor. Namık, Kamil’in konuşmasına gülüyor. Oysa Kamil konuşmak zorunda. Tam benim karşımda benim bu tarafta yaptığımı o otarafta yapıyor. Bu nedenle sormadan edemez. Öğleden sonra bayrak gelecek beklentileri var. Ben ses çıkarmadım ama bayrağın ancak yarın geleceğini anlamış bulunuyorum. Bakalım Sili Usta öğleden sonra ne diyecek? Yemekte Salih’le Orhan’ın üzgün olduğunu gördük. “Çatıda çalışmak daha iyi, gene kiriş seçmek, makas kesmekten sıkıldık!”dediler. Gözlerim öğretmen masalarına takıldı. Nedense Süheyla Öğretmenle romandaki Sofia arasında bir benzerlik kurdum. Biri piyano çalıyor diğeri keman. Ancak Sofia zaman zaman eski püskü giysilerle dolaşıyor. Süheyla Öğretmeni böyle bir kılıkla düşünemiyorum. Düşünmeye kalkınca başımın içi tırmalanır gibi oluyor. Kemanı alıp çalışma yerime gittim. Mandolinci kızlar da oraya geldi. Öğretmen öyle söylemiş. Önce sevindim sonra da üzüldüm. Onların tımbırtısı işimi bozacak. Öğretmen geldi, kızlarla bir süre uğraştı. Oradan öteki gruplara gitti. Anladım, bana sıra gelmeyecek. Bir ara öğretmen geldi, “Arada böyle olacak, senin çalışmandan memnunum!”dedi. Öğretmenden önce N mandolini uzatıp akordu doğru mu? diye sordu. Gözlerim Röslein’e takıldı. Sinirli sinirli N’yi izledi. Niçin? Bunu düşünerek kemanı bırakıp işe hazırlanan arkadaşlara katıldım. Sili Ustayı beklemeden biz işimize başladık. Arkadaşlar bir süre beklediler. Sili Usta biraz telaşlı olarak geldi. Akçadağ binasında çalışanlar pencere üstlerini yanlış bırakmışlar. 20 cm daha yükselecekmiş. Duvarın üstünü düz ettikleri için biraz kazımadan üstüne örülmezmiş. “Şimdi üstü söküp kaynaştırmak zorundayız!”diyor. Sili Usta’nın sinirli durumunu görünce kimse bayraktan söz etmedi. Biz kalkan duvarı tarafını da tamamladık. Gene makaslara geçtik. Salih’le Orhan’ın yokluğu kendini gösterdi. Bugün ancak üçüncü makas tamamlanmış oldu. Sili Usta bize “Yetişin, imdaaatt!”diye şaka etti. Beşinci makası bitirirken paydos zili çaldı. Yusuf’un sesi çıktı gülerek “Bugün salı, bugün Arpazlı oynanacak. Yusuf Arpazlı’da kızların sıçramak zorunda kalacaklarını söyleyip kıkır kıkır gülüyor. Bana açık açık söyleyemiyor. Oysa ben, Süheyla Öğretmen de girerse Arpazlı’da o ne yapacak? Kızların giysileri sımsıkı. Öğretmenin özellikle çiçekli giysileri tiril tiril. Ben de bunu Yusuf’’a söyleyemiyorum. Oyun yerine dönünce gölgelikteki banklara oturup öteki arkadaşları bekledik. Onlar biraz geç geldi. Süheyla Öğretmenin geldiğini gördük. Benim beklediğim gibi gene o çiçekli beyaz giysi. Önce Ahmet Güner arkasından da Musa, Ali, Hasan geldi. Akordiyonu alıp gittik. Herkes gülüyor. Kızlar çok rahat. Onlar da gülüyor biz de. Ancak bizim neye güldüğümüzü onlar, onların neye güldüğünü de biz bilmiyoruz. Özellikle bizim neye gülüğümüzü bilseler hele Süheyla Öğretmen bilse sanırım bizi kovar. Önce Harmandalı birkaç kez tekrarlandı. Sonra Arpazlı’ya geçildi. Başlangıçta çok yavaş, neredeyse yürür gibi oynandığından beklenen olmadı. Ama biraz hızlanınca beklediğimizden de farklı bir şey olacağı belli oldu. Oyun süresini kısa tutuyoruz. Perşembe günü devam etmek üzere ayrıldık. Süheyla Öğretmen çok mutlu, “Neden daha önce başlamadık? ” diye üzüntüsünü bile belirtti. Bahçeye çıkınca önce Bengiyi arkasından Timurağa melodilerini çaldım. Timurağa çalarken arkadaşla eltutup oynamaya başlayınca kızlarda halkaya girdiler, Melahat, Gül, Feride, Necmiye. Necmiye girince kasıtlı olarak hızlandırdım, tekrarladım. Bizim dersliktekiler de çıkıp baktılar. “Sami’nin görmesini isterdim!”diye düşünürken Sami’nin geldiğini gördüm. Akordiyonu açarak durdurdum. Zaten oyuncular yorulmuştu. Durumu kimse anormal karşılamadı. Tersine teşekkür edenler oldu.

Yemekte konu kızların oynamasıydı. Yusuf’la benim düşünüp de açıklamadığımız konuları onlar açık saçık konuştular. Biz, “Bu konuştuklarınız bizim için önemli değil, o sallanıyor dediğiniz şeyler onların bedenlerinin bir parçası. Sallanıyorsa oynarken de sallanır yürüken de. Bize ne ki? Göğüsleri sallanıyor diye yürümeyecekler mi? ”gibisinden söz karışması yaptık. Hilmi altınsoy:

-Siz çok uygarsınız, biz daha köylüyüz!dedi. Hilmi’ye:

-Sizin Sırınsıllı köyüdeki kızların o sallanan şeyleri yok mu? diye sordum. Hilmi başta olmak üzere hepsi güldü. Hilmi, “Var, var olmasına da böyle çıkıp göstermiyorlar!”dedi. Ben sözü kesmedim. Bunlar da göstermiyor, sen görmeye çabalıyorsun. Huysuz, köydeki kızı görsen aynı çabayı göstermeyecek misin? diye sorumu tekrarladım. Hilmi, “Anladım, sen beni suçluyorsun. Ama ben biliyorum, sen de aynı şeyleri düşünüyorsundur!” Ben de, “Evet ama düşündüğümü başkalarına söylemiyorum! Hilmi, “Abi amacım seninl tartışmak değil, biliyorum sen çok başka türlü düşünüyorsun, kusura bakma biz daha çocuk sayılıyoruz. Biliyorsun bu nedenle biz kızlarla konuşamıyoruz bile. Salt arkalarından konuşuyoruz!”deyip sustu. Bu kez ben, kızlarla müzik öğretmenin de oynadığını, onun da titreyen şeylerinin olduğunu, Kepirtepe’de Beden Eğitimi derslerine gelen Rukiye Dökmen Öğretmen hareket yaparken “O şeylerin” nasıl sallandığnı unuttun mu? deyince Hilmi bu kez, “Bak abi aramızdaki farkı gör, ben onları anımsamıyorum bile. Demek sen o öğretmende bunları görüyordun? ”diye sordu. Bu kez Salih Baydemir söze katıldı Hilmi’ye “Haydi oradan yalancı, kaç kez bunları konuştuk, unuttum numarası yapma!”dedi. Gülüşerek kalktık. Okuma saatinde bir süre lüksümüz söndü. Mustafa Saatçı birsüre uğraştı. Bu kez de fitili düştü. Fitil takılıp yakıldı. Kitabı açtım. Ana ile Sofia bir ormana ya da orman gibi bir yere gittiler. Fakir insanların aralarında dolaşoyorlar. Ana Sofia’nın bu yaşama kartlanmasına şaşıyor. Sık sık Sofia’dan bunu soruyor. “Bu yaşam sana zor gelmiyor mu? ”Sofia ise çok mutlu olduğunu söylüyor. Sofia ile Ana, Ana’nın eski bir tanıdığında kaldılar. Ev sahibi, oldukça deneyimli , ayrıca çok yönlü birisi. Müjiklerle işbirliği etmiş. Müjikler Çar taraftarı, başka türlüğ bir devlet istemiyorlar. Gelenlere de iyi gözle bakmıyorlar. Ana ile Sofia birkaç gün kaldıkktan sonra oradan ayrıldılar. Ana iyiden iyiye oğlunun yerini tutmuş gibidir. Oğlunu tanıyan herkesle konuşup yaptığı işi anlatır. İşi de şimdilik kitap taşımaktır. Yasak kitapları birilerine ulaştırmak. Pavel’in tutukluluğu sürer Ana oğlunu görmek için hapishaneye gider. Oğluna yaptıklarını anlatmak ister. Ancak hapishanedekiler bu tür konuşmalara izin vermezler. Oğluna doyamadan gene ayrılır. Oğlunun söylediğine göre yakın bir zamanda hakim karşısına çıkacaktır. Ana, Sandrin’i de görmüştür. Onu kızı gibi sever. Ayrıca Nataşa hakkında bilgi almıştır. Nataşa uzak bir yerde öğretmenlik yapmaktadır. Ana oğlunu tekrar görür. Oğlu hapishaneden kaçabilecek durumdayken kaçmaz. “Mahkeme etsinler, cezam neyse çekerim!”der. Ana buna hem üzülür hem de sevinir. Kaçarsa daha suçlu sayılacaktır. Kalırsa da zaman uzayıp gitmektedir. Bu arada akıllı Ribin yakalanmış ölesiye bir dayak yemiştir. Arkadaşları Pavel’i çıkıp direnişi yönetsin diye beklerler. Pavel, giderek halk katmanlarında bir kahraman olmuştur. Ana’yı görenler, Pavel’in annesi diye, parmakla gösterilmektedir. Pavel, kaçmayınca, bu kez Sandrin ortaya çıkar örgütmele işini üslenir. İşler iyice karışmak üzeredir. Esnemeye başlayınca bıraktım. Ana, bildiri dağıtmaktan kılpayı kurtuldu. Bu kez de kitap dağıtıyor. Ana’nın başı dertte zaten. Daha büyük bir belaya girecek diye ben korkuyorum, o korkmadan ortalıkta geziyor. Sonunda bakalım kim kazanacak. Ben, Ana’nın geleceğini iyi görmüyorum…Bir dul kadının bu denli sakıncalı işlere girmesi, sonunda da bunda başarı kazanması nasıl olacak? Belki oğlu suçsuz bulunup kurtulacak, Ana da sevinecek!. . Yatınca Ana’nın dağıttığı bildirileri, kitapları düşündüm. Neden yasak? Yasaksa neden basıyorlar? Neden? neden? derken esnedim…

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ