Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

7 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Ben-Benlik, Sen-Benlik Değil Andımız, Atatürk’ün İzinde Yürümektir

 

14  Aralık  1944  Perşembe

 

Akşam yatmadan önce Büyük Şairimiz Abdülhak Hamit Tarhan’ı düşünmüş, onun unutulmak kaygısına katılmıştım. İnsanlar neden anılmak istiyorlar? Geçen yaz, sık sık konuştuğumuz Aşık Veysel de bu sözü çok söylerdi. Abbas Amcamın konuşmalarını anımsıyorum, ikide bir:

-Bir adımız kalacak, onu şerefli bir düzeyde bırakabilirsek, ne mutlu bize! derdi. Ona göre ölümden sonra adlar kalıyor, kalıyor ama  onurlu-onursuz sıfatları da birlikte anılıyor. Büyük Şair, sanırım onursuzluk tarafını hiç düşünmüyor ki  eserleriyle anılırsa bununla yetinecek. Bundan şunu çıkarıyorum:

-Şairler, ölümden sonra anılmak için mi yazarlar? Bunu soruyorum ama ben bu fikirde değilim. Söz gelimi Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail, Kanunî Sultan Süleyman şiir yazmış. Onlar, kendi alanlarında kazandıkları büyük ünleriyle anılacaklarını sanırım biliyorlardı.

Yavuz Sultan Selim:

 

                                   “Merdûm-i dîdemi ne füsûn etti felek,

                                     Giryemi etti füsûn bağrımı hûn etti felek,

                                     Şi’rler kağrımdan olurken lerzân,

                                     Beni bir gözleri ahû’ya zebûn etti felek!

demiş.

Kullanılan sözlerin anlamlarına bakacak olursak, Padişah Yavuz Sultan Selim kendisini hiç de namına yakışır görmüyor (Bizim anlayışımıza göre)

Sözlerin anlamları: Merdüm-i didem, gözlerim. Füsûn, büyü, tutulma. Girye, ağlayış, yakarış.

Lerzân, titreyiş, ürperti. Füzûn, çok, fazla.

Besbelli ki Yavuz Sultan Selim, güçlü bir kişi olduğunu, bu gücüyle gelecekte de anılacağını düşünmüştür. Buna karşın yazdığı şiirle olduğunun tersini söylemektedir.

Yavuz Sultan Selim çok bilinen Murabba’ının son dörtlüğünde:

 

                       “Bu Selimi kuluna cevr  ü revan eyledüğün

                         Bunca sıdkın reh-i aşkınla yalan söylediğin

                         Yüzün döndürüben yine nihan eyledüğün

                          Neyi ki işve mi ki cevr mi ki naz mı ki”

diye sormaktadır. Aslanları bileğinin altında kıvır kıvır kıvrandıran Padişah Yavuz Sultan Selim, Selimî adıyla şair olarak cefalara katlanıyor. Çok bağlı olduğunu bilmesine karşın sevgilisinin kayıtsızlığına katlanıyor. Üstelik yolda karşılaşınca  bile bile geçip giden sevgilisini hoş görüyor.  Tıpkı Halk Ozanı Gevherî gibi. O da bir Koşmasında:

 

                          “Belendim toprağa yasladım taşı,

                            Akıyor durmadan gözümün yaşı,

                            Seni can-ı dilden sevmeyen kişi

                            Geçip de karşına boyun eğer mi

 

diye soruyor. Belli ki şiirin kendine özgü giz gücü, kulla Padişah arasındaki güce dayanan büyük farkı ortadan kaldırabiliyor

Şah İsmail de öyle:

 

                                  “Heya gönüş kuşi derler,bahar imiş mene ne

                                     Bisatı ayş acep rûzigâr imiş mene ne

                                     Dediler oldu deli  Leylin zülfüne  Mecnun

                                     Deminde o dahi bîkarar imiş mene ne

                                     Akıttı yaşım devran batırdı kanıma el

                                     Rakiyb  elinde dest-i nigar imiş mene ne

                                     Lebin zülâli ne  kim, dükendi ömr-i aziz

                                     Hayat-ı Hızır meğer paydar imiş mene ne

                                     Bu baht- ı bed ki menim var Hatayî ol şuhî

                                     Gam ehline diyeler, gam-güzârmış mene ne?

 

İnsan gönlü kuş gibi derler,  oysa benim gönlüm, öyle ki baharda bile sevinemiyor. Tüm zamanlar ya da geçen zaman eğlenceliymiş bana ne? Mecnun için, Leyla’nın zülfü yüzünden delirdi dediler. Bence o da yanılmış, kararsızlık göstermiş. Devran, yaşamım boyunca gözümün yaşını akıttı, elini kanıma bulaştırdı, sevgilim rakiplerin elinde olsa ne olacak? (Devran, sevgilimi ellere bıraktı da olabilir) Dudağın tadı ya da rengi ne ki, benim aziz ömrüm geçti, Hayat denilen kutsal şey bahtiyarlıkmış bundan bana ne! Ben ki  Hatayî olarak bahtsız bir insanım, Bana bahtsızlar  şahı deseler  bundan bana ne?(Bana, ancak bahtsızlar Şah denir!)

 Not: Şah İsmail, İran’da Safavî Devletinin kurucusu, Türk kökenli, Karakoyunlular hükümdarlarından Uzun Hasan soyundan gelmektedir. Hazreti Muhammet’ten sonraki Halifelik  konusunda yapılmış olan çatışmalarda Hazreti Ali’yi haklı bulduğundan onun izini sürmüş aynı görüşü paylaşan Alevî-Bektaşî kesiminde yer alarak onların söylemlerine koşuk şiirler yazmıştır .Türk dilini çok iyi bildiğinden yazdığı Türkçe şiirler, Bektaşi nefesleri Tekke Edebiyatının baş tacı olmuştur.

1514 yılında Yavuz Sultan Selimle Şah İsmail arasında yapılmış olan  Çaldıran Savaşında  Şah İsmail tarafını tutan  Doğu Anadolu boylarından (Benim de kökenim olan) Amucalar, savaş sonunda Bulgaristan’a sürgün edilmiştir.

Çektikleri büyük çilelere karşın inançlarını gelenekleri içinde koruyan Amucalar, Bulgaristan kurulduktan sonra Trakya’ya göç ederek 30 kadar köy oluşturmuştur. Bu köylerde Şah İsmail, günümüzde de sevgiyle anılmakta, şiirleri (Nefesleri)okunmakta, adı çocuklarına verilmektedir.

 

 

                                                                   

 

                   Hatayi ( Şah  İsmail)                            Selimî( Yavuz Sultan Selim)

 

Bu şiirleri, şairlerini bilmeden okuyanlar başka bir  tipte şairler düşleyeceklerdir. Oysa şiirleri yazanları bilenler kesinlikle hayrete düşmektedir. Öyleyse şiir yazmak, bir başka güdü itilemesine dayanıyor! denilebilir. Zaten Abdülhak Hamit Tarhan da gelecekte okunmayacağını söylediği şiirinde benzer sözler ediyor. Gök yüzünde ya da  yer altında mekan tutmasının nedenleri sanırım bu duygunun sonucu. Ancak açık bir  dille söylenmediğinden  okuyanda kararsızlık yaratıyor.

Bu tür duygular içinde dersliğe girdim. Karşımda  sus pus oturan altmış arkadaşın da değişik duygular içinde öğretmen beklediğini düşündüm. Onlar da şairler gibi başka başka dilekler peşinde. Belki de bir ortak noktaları  vardır:

-Acaba öğretmen neler söyleyecek?

   Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Bana sorsalardı kesinlikle Abdülhak Hamit Tarhan’dan söz edecek derdim. Hamdi Keskin Öğretmen konuşmaya başlayınca büyük bir yanılgı içinde olduğumu sandım. Çünkü öğretmen söze soruyla başladı:

 Rönesans denilen, uygarlık kapısını açan olay hakkında neler biliyoruz? Genel bilgisi olan, güzel konuşan arkadaşlarımız var, hemen parmaklar kalktı. Öğretmen arkadaşların yüzlerine bakarak sordu:

-Siz ne diyorsunuz? Değişik arkadaşlar hemen hemen benzer sözler söylediler:

-Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alınca, kaçan Bizans bilginleri İtalya’da bir uyanışa neden olmuş. Bunun sonucu Rafael, Leonardo da Vinci, Michelangelo yetişmiş onların yaptığı resimler, heykeller halkı uyandırmış. Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek başka, başka? dedikçe sesler azaldı. Sessizlik olunca, söyleyeceğimin sonucu değiştirmeyeceğini bile bile parmak kaldırıp adı sayılan üç sanatçıya bir dördüncüsünü ekledim:

- Andre del Sardo. Öğretmen gülümseyerek:

-Başka başka? sorularını  tekrarladı .Bu kez içim cızladı:

-Keşke söylemeseydim! Suskunluğu gören öğretmen sordu:

-Büyük halk tabakası  yenilikleri topluca nasıl öğrenir?

-Okullar  aracılıyla,okur- yazar yetiştirerek!. Öğretmen:

-Bakın, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. İtalya  bunu  çok önceleri yapmış. Daha doğrusu İtalya değil İtalya’daki öngörü sahibi yazarlar bunu yapmış. İsterseniz daha önce aldığımız kalıplaşmış bilgileri biraz yerinden oynatalım. Sözün doğrusu Rönesans, İstanbul’u alışımızdan çok önce başlamıştır. O dedikleriniz, belki yeni hamlelere hız kazandırmıştır. Sizlerin saydığınız üç ya da dört büyük sanatçıya üç de büyük yazar ekleyelim. Petrarka, Bokacio, Dante. Ancak bunların doğumları 1453 öncesidir. Demek onlar, Bizans’tan gelenlere zemin hazırlamışlardı. Onlar, Petrarca- 1304,Bocacio -1313,Dante -1265.Bunlar tam adlarıyla  Francesco  Petrarca, Giovanni Boccacio, Alighieri Dante.. anılır.

                                                                       

 Aligieri Dante                      Francesco Petrarca                             Giovanni Boccacio

 

Öğretmen az duraksadıktan sonra sordu:

 -Sadede gelelim mi? kimseden ses çıkmadı. Öğretmen devamla:

  İşte bu üç büyük öncü yazardan ya da bunların öncüsü olan Aligieri Dante yetiştiği dinci çevrenin baskılarını dinlemeyerek bir eder yazmış. Divina Komedia. Bunu, Büyük Komedi olarak da söyleyebiliriz. Bu kitapta Hıristiyanlığı okşayan, okşamayan sözler vardır. Ancak yazar Hıristiyanlığı  irdelemekle kalmamış, bizim dinimizi, Müslümanlığı da eleştirmiş hatta küçültücü sözler yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna rastlayan bu çarpıtmanın o zaman karşılık bulması düşünülemese bile Muhteşem Süleyman günlerinde cevaplanması beklenirdi. Yazık ki, İtalya’da daha önce başlayan  halkın uyanışı, bizim yükselme günlerimizde bile gerçekleşmemiştir. Bizde tam anlamıyla olmasa bile uyanış değil belki ama uyanma kıpırtıları Tanzimat’la başlar. İşte Tanzimat sonrası az da olsa bir okuma yazma olayı başlamıştır. Nihayet matbaaya izin çıkmış, sınırlı da olsa Batı dilleri ile tanışanlar olmuştur. Batı dilleriyle tanışanlar 500 yıl önce kendi dinlerine dil uzatan Dante’nın büyük komedisi Müslüman yazarlarca yeni yeni gün güzüne çıkarılmıştır. İşte bu karşı çıkışta Abdülhak Hamit Tarhan bayraktarlık payesini almıştır. Dante’nin  İlâhi Komedisi olarak dilimize çevrilen, dinimize, hatta peygamberimize dil uzatan Dante’ye geç de olsa verdiği cevabı  dinleyelim!

Öğretmen Abdülhak Hamit’in  şiirini Tayflar başlıkları altında parça parça okudu, açıklamalar yaptı. Açıklamalardan sonra benim parçasını aldığım uzun şiirini okudu. Son  mısralardaki hayıflanmasına üzüldüğünü söyledi. Arkasından da  Şairi Azam adlı şiiri okudu. Sanırım bizi teselli için  insan kaderi üstüne kısa bir konuşma yaptı. Roma’ya büyük hizmetleri dokunan Sezar’ın öldürülmesini, Fransa’yı yıkımdan kurtarıp   zamanının en güçlü devleti yapan Napolyon’un  terkedilmiş ,esir olarak ıssız bir adada ölümünü, Attila’nın bir hançerle katledilişini, Nef’inin yazdığı  bir şiir için boğdurulup denize atılmasını, Nedim’in isyancılardan kurtulmaya çalışırken   kayıplara karıştığını anlattı. Zil çalarken öğretmen:

-Üstadımız rahat uyusun, Türk Gençliği onu unutmayacak! dedi.

                                                                       *

    Almanca dersi için kitaplığa gittiğimizde kitaplıkta öğrenciler vardı. Okul müdürü Rauf İnan son sınıf Enstitü Bölümü öğrencilerinden bir grupla konuşma yapıyormuş. Doç. Niyazi Çitakoğlu ile birlikte kapıya geldiğimizi görünce, Müdür Bey kendisi karşıladı. ”Burada ders yapıldığını unutmuşum, özür dilerim; siz azlıkmışsınız, lütfen bugünlük benim odamda çalışın! dedi. Yandaki odalardan sandalye toplayarak Müdür Odasına oturduk. Niyazi Çitakoğlu neşeli bir insan, geçip Müdür masasına kuruldu. Kendisinin o koltuğa yakışıp yakışmadığını sordu. Arkadaşlar:

-Çok yakıştınız! dediler. Mustafa Saatçi biraz daha ileri giderek:

-Dersten sonra kalkmayın!  Bu defa da Çitakoğlu:

-Bir şartla dediğini yaparım, Okul Müdürü bana:

-Kim verdi  bu yetkiyi derse, seni söylerim! deyince Mustafa Saatçi, sözünü geri alarak:

-Onun şakası yoktur öğretmenim, hemen  beni okuldan kovar! Niyazı Çitakoğlu bu kez:

-Bak bak, ağzınla tutuldun; demek senin niyetin beni kovdurmaktı! deyip kahkahayı bastı. Arkadaşlar:

-Siz öğretmensiniz, sizi nasıl kovdurur?

 Öğretmen, yer değişmesinden mi yoksa kendisi öyle mi karar verdi:

-Bugün biraz konuşalım, Almanca’nın kendine özgü kuralları vardır, tıpkı bizim dilimiz gibi. Gelin bugün, bu iki dilin cümle yapılarını karşılaştıralım! Az duraksadıktan sonra:

-Bugün dersimizi Müdür odasında  yapıyoruz! Cümlede ilk söz nedir? On beş kişinin bulunduğu grupta bir kaç ses çıktı:

-Zarf, zaman zarfı...Öğretmen, sık sık Emrullah Öztürk’ü yokluyor. Gene ona sordu:

-Zarf nedir, cümlede hangi görevleri yüklenir? Emrullah’ın bir savunması var:

-Ben  ilkokulu Bulgaristan’da okudum; orada bunları öğretmiyorlar. Burada da okutmadılar.

Hepimiz sustuk. Öğretmen üstelemedi:

-Zevkle sürdüreceğimizi sandığım bir yöntemi daha başından çıkmaza sokmayalım; dedikten sonra yüzlerimize baktı. Bekir Temuçin parmak kaldırınca ben de kaldırdım. Sami Akıncı da bize katıldı. Öğretmen Sami’ye işaret etti. Bize bakarak da açıklama yaptı:

-Almanca karşılıklarını da bir arada konuşacağız, Sami ile daha rahat anlaşırız! deyip gülümsedi. Sami, aynı cümleyi tekrarladı. Öğretmen bu kez cümleyi değiştirdi:

-Biz dersimizi Müdür Odasında yapıyoruz. Sami, Biz,(Çoğul)özne, dersimizi,(Tümleç, i hali-düz tümleç (nesne),Müdür Odasında’yı dolaylı tümleç,(İsmin de hali) yapıyoruz’ yüklem (Çoğul) olarak söyledi.

Öğretmen ne düşündüyse bu cümleyi de kısalttı. Ben Ankara’dan Geldim. Ben Ankara’da yaşıyorum, dedi. Ben özne, Ankara’da tümleç, yaşıyorum, yüklem...Bu diziyi bizim insanımız çoğunlukla bozar. Ben Ankara’da oturuyorum, bakarsınız Ankara’da oturuyorum ben! olur. O zaman ne oluyor? Özne, başta olacağı yerde sona geçiyor.

Bunu Almanca söylediğimizde Almanların dil konusunda çok dikkatli oldukları bir kuralla karşılaşacağız. Onlar cümlede fiili(yüklemi kesinlikle ikinci söz olarak kullanırlar:

-Ben oturuyorum Ankara’da. Ben gidiyorum Ankara’ya. Ben geliyorum Ankara’dan. Bunu soru şekline de soksak kural değişmez:

-Sen geliyor musun Ankara’dan? Du  kommts von ( Ya da Aus) Ankara?   Sen gidiyor musun Ankara’da? Du gehts Nach Ankara?

Öğretmen, teker teker sorular sordu. Anlamlı bir kahkahadan sonra:

-Bu işi yeni baştan almamız gerekecek, ne dersiniz? diye sordu. Sonra da Türkçe cümle yapısını iyi öğrenirsek işimiz kolaylaşacak. Biz böyle durumlarla bizim  fakültede de karşılaşıyoruz. Onlarla da böyle özel yollar seçip işi kıvırmaya çalışıyoruz. Öğretmen böyle demesine karşın oldukça neşesiz bir tavır içinde “Auf Wiedersehen!” deyip ayrıldı.

Öğretmen ayrılınca bir süre  sessizlik oldu. Harun Özçelik:

-Çalışmıyoruz arkadaşlar, adamda kabahat aramayalım  boş yere! Sami Akıncı gülümseyerek baktı. O da çalışma üzerine konuşacak sanmıştım, dikkat kesildim. Oysa Sami:

-Müdür şimdi, gelir! deyip kalktı. Gerçekten, biz çıkarken Müdür Rauf İnan geldi; gülümseyerek sordu:

-Odamı sevdiniz mi? Hadi bakalım, yakında biriniz gelip oturacak orada!

Müdürün sözü, dersin utancını giderir gibi oldu:

-Herkes bir başkasına:

-O sen olursun! Mehmet Başaran da nedense beni göstererek:

-Buranın sahibi belli! dedi. Dedi ama pek ilgi kurulamamış olacak, Hasan Üner:

-Müzikçiden  müdür yapmazlar! Arkasından da haklı olarak bu kadar Çiftelerli varken Rauf İnan burasını başkasına kaptırırlar mı sanıyorsunuz? diye sordu. Konuşmalar şaka idi ama Hasan gerçeği söylemişti. Rauf İnan Çifteler hamisi, oradan gelenleri bir bir tanıyıp hal hatır soruyor. Söylendiğine göre Genel müdür İsmail Hakkı Tonguç’u da etkileyerek Köy Enstitüsü Müdürlüklerine hep Çifteler öğretmenlerini seçtiriyormuş. Çifteler’den gitme müdürleri sıraladılar:

 Beşikdüzü, Cilavuz, Akçadağ, Savaştepe, Aksu, Yıldızeli, Pulur, İvriz.....Ayrıca müdür yardımcısı durumundaki Eğitimbaşı, Sanatbaşı,Tarımbaşı....... Sahiden, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’de Müdür yardımcısı Tahir Erdem, Müzikbaşı Mehmet Öztekin, Tarımbaşı İzzet Palamar, Eski Eğitimbaşı Tahsin Türkbay hep Çifteler’den gelmedir. Neden?

Bir süre gerilere dönerek Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü irdeledik. Kepirtepe, ötekilerden biraz farklı mı ne?  Ötekilerde duyduklarımızın bir çoğu  neden orada yoktu. Örneğin eğitimbaşı! Eğitimbaşı denilen olayı biz  son sınıfta Enver Kartekin geldiğinde gördük. Sanatbaşı ile Tarımbaşı dediklerini ise burada duyduk. Okul, Edirne/ Karaağaç’ta ilk açıldığında altı sanat öğretmeni vardı. Hatta  altı  değil  yediydi. Hasan Çevik, Namık Ergin, Cihat Yüksel yapıcı, Hamdi Bağ, Naci İnan Dülgerlik, Nazmi Aybar, Demircilik öğretmenlerimizdi. Edirne’den ayrılınca Cihat Yüksel Öğretmen  asker oldu. Ancak Lüleburgaz’a geçtiğimizde İrfan Evren öğretmen geldi. Daha sonra da Ali Yılmaz Demirbilek katıldı. Böyleyken hiç birisi baş maş değildi. Hasanoğlan’a geldiğimizde yeni atanan bir resim öğretmenini bize Sanatbaşı olarak tanıttılar. Mustafa Güneri. Mustafa Güneri kendisi:

-Ben, bina yapımından anlamam, tek bildiğim iş, okullardaki “Resim-El işi derslerinde yapılan  küçük uğraşlardır! demişti. Oysa o gün bu gündür Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün Sanatbaşı.

                                                                   *

       İngilizce dersleri boş geçmiş, arkadaşlar sevinçli. Kadir dayanamadı:

-Bizimki domuz gibi, hasta falan olmaz! Nihat Şengül Kadir’ ayıpladı:

-İnsan öğretmenini domuza benzetmez! Kadir kendini savundu:

-Ben öğretmeninin kendisini değil sağlık açısından dedim. Bizim tarafta böyle bir söz vardır! Kadir beni de tanık gösterdi. Kadir’in dediği gibi bizim Trakya’da böyle bir söz vardır. Ancak bu sözün sağlık için mi yoksa benzerlik için mi söylendiğini ayıracak bir ölçü yok. O nedenle Kadir de haklı, Nihat Şengül de!

Ancak Kadir’in benzetmesine şaştım. Kadir, Kepirtepe’de domuz sözü geçince kaçacak delik arardı. Kadir’in köyünün adı halk arasında Domuzormanı’dır.

Arkadaşlar genellikle köy adlarını alay konusu ederlerdi. Bekir Temuçin’in köyü Gerdelli, Mustafa Saatçi’nin köyü Çöpköy, Kadir’in köyü Domuzormanı, İsmet’in köyü Kızılcıkdere,Hasan Üner’in köyü,İnecik en çok dillenen köylerdi.....Hasan Üner’in köyü İnecik’i inekçik’e çevirdiklerinde Hasan’ın bir kez ağladığını anımsıyorum..

Ekrem Bilgin bir öneride bulundu:

-Oylama yapalım! Kadir buna razı olmadı:

-Sizin sayınız çok! Bu kez de kişilik tartışması açıldı:

-Doğru ile doğru olmayanın tartışması  oylanınca taraf tutulur mu? Tutulursa orada doğruluk aranır mı? Konu, genel olarak içinde yaşadığımız duruma dönüştü:

-Kızılçulu ile Çifteler gruplarının yaptığı bu değil mi?

Nereden nereye? Hemşerim Kadir, bu defa çok sağlam bir desteğe sarılmıştı. Trakya’da söylenen bir sözün tartışması Yüksek Köy Enstitüsü Öğrencileri’nin açmazını gündeme getirmişti. Kadir’e arka çıkmak amacıyla değil de bir gerçeği anımsatmak için  kimi kez sözün Kadir’i haklı çıkaracak biçimde kullanıldığını tekrarladım. Bir komşu uzunca bir hastalık geçirdikten sonra ilk kez kahveye geldiğinde komşular çevresini sarıp konuşurlar. Hastalıktan yeni kalkan bir süre sonra izin isteyip ayrılınca kalanlar arkasında söz ederler. Kimi zaman şöyle diyenler olur:

-Çok çekti ama sonunda zapartayı atlattı! Bunu dinleyenler arasından:

-İyi, iyi maşallah domuz gibi! diyenler olur. Bu sözü duyanlar tepki göstermediğine göre demek bu söz benimsenmiş bir söylemdir. Burada domuz, hayvan olarak değil de besili, sağlıklı anlamına gelmektedir. Bizim oralarda şu da anlatılmaktadır. Hıristiyanlar, domuzu sever, kutsal bayramlarında yemek için çok önceleri domuzları besiye alırmış. Besili domuzlar  ötedeki domuzlardan çok farklı bir sağlıklı görünümü olurmuş. Bu besi ayı sanırım şubat ayına rastlarmış. Kimi kez de birinin çok sağlıklı olduğunu anlatmak için.

- Bocuk domuzu gibi! yakıştırması yapılır.(Bocuk, Şubat ayı)

Kadir, bu kez sözünün altında tam olarak kalmadı ama ortaya attığı görüş kolay kolay gölgelenemeyecek açıklıkta ortaya çıktı:

-Kızılçullu-Çifteler anlaşmazlığı mı,yoksa iki tarafın  da doyumsuz( benzeşik) bencillikleri mi?

                                                        *

Öztekin Öğretmen gelir gelmez:

-Çok ara verdik, kulaklar ne âlemde bakalım? deyip piyanoya yöneldi. Ne düşündüyse elindeki kağıdı bana vererek:

-Sen çal şunları, benim işaretlerime dikkat et, ben oturup bağlanmayayım, bakalım kimler neler yapıyor?

Kağıtta, karışık olarak notalar var:

-1.sırada.....do-re, do-mi, do-fa, do-sol, do-la, do, si-do-do..

2.Sırada.....Do-sol, re-la, mi-si, fa-do..

3-Do-mi-sol,re-fa-la,fa-la-do,sol-si-re..

4-Do-mi-sol-do,mi-sol-do..

5.(Tek nota) Do...   fa... la..  re.. mi.. sol..  si..

Öztekin Öğretmen kimi kez sert çıkışlar yaptı, kimi kez de gülerek kendi öğrenciliğinden olaylar anlattı. Müzikte kulağın önemini tekrarlayarak serbest çalışma izni verdi.

Alt odaya inerek Robert Schumann’ın çocuklar için hazırladığı Kinderszenen  albümden Rüya(Traumerei) parçasını çalıştım. Çok duygulandırıcı bir parça. Bunu daha önce de duymuştum. Yoksa duymadım da yakıştırıyor muyum?

Parça olarak çalmak için sıraladığım, Beethovan- Für Elise, Menuet, Schubert-Moment Muzikal-Serenat, Mozart-MarşTürk, Maman  Varyasyondan iki bölüm, Diabelli- Rondo, Chopin-Mazurka, prelude arasına bunu da katacağım.Böylece Robert Schumann’dan

(Traumerei)Rüya  da repertuarıma girmiş olacak!

                                                            *

Yemekte Harun Özçelik geldi, arkadaşımız Yusuf Asıl’dan sevindirici haberler verdi. Ayrıca pazar günü bizi, Hidayet Gülen Öğretmenin beklediğini söyledi. Öğleden sonra topluca gidilecekmiş.

Yusuf kendini iyi buluyormuş, geçici olarak öğretmenlik başvurusuna bulunmuş. Ancak anne-baba engelliyormuş. Arkadaşlar topluca mektup  yazmaya karar verdiler:

-İyi oluşuna sevindik, sakın anne-babanın dediğine karşı durma, işte yıl geçiyor, seni dört gözle burada bekliyoruz! Mektubu hepimiz imzalayacağız.

Yemekten sonra Kitaplıkta Cumhuriyet Ansiklopedisinden Edirne ilini okudum. Neler öğrendim? Edirne, çok eski zamanlarda (Tarih yok) Traklar tarafından kurulmuş. Ancak Roma İmparatoru Adriyanus, pek gelişmemiş yeri, yeniden kuruluyormuşçasına onartınca kendi onun verilerek Adriyanus denmiş. Adriyanus adı zamanla Edirne olarak değişikliğe uğramış. Osmanlılar Edirne’yi  1. Murat (Murat Hüdavendigâr) zamanında almışlar.(1362) Alınır alınmaz da Bursa yanında (İstanbul alınıncaya dek,90 yıl ) Osmanlı yönetiminin ikinci yönetim yeri olmuş. Daha sonraları da Osmanlı ordusunun Avrupa yakası savaşlarında  konaklama görevini sürdürmüş. Rus işgallerine de(1828-1877) nüfusu 300.000 dolayında olan Edirne, işgaller sonrası eksilmeye başlamış, Balkan Bozgunu’ndan sonra 30.000 dolaylarına dek inmiştir. Bunları okuyunca bir ihmalimi anımsayıp kendimi kınadım. Edirne Tarihi kitabını yazan Osman Nuri Peremeci ile tanıştım, konuştum. Sayın Peremeci, kendi kitabını görüp görmediğimi sormuştu. Görmediğimi söyleyince:

-Yarın uğrarsanız  getirir imzalarım! demişti. Nezaket gösterisi yaptığımı  sanıp:

-Zahmet etmeyin, ben hemen alacağım! diyerek karşılık vermiştim. Aradan geçen üç yıla yakın bir zamandır Edirne Tarihi kitabı gibi Osman Nuri Peremeci’yi de unuttum, diyebilirim. Onu çok seven Hüsnü Yalçın arkadaşla ara sıra anımsayıp övgülü sözler söylüyorsak da Edirne Tarihi belleklerimizde tarihe karışmış durumda. Edirne Tarihi olsaydı  şimdi, Malik Aksel Öğretmen derecesiz memnun olacaktı.

Edirne denince:

-Eski Cami’nin yazısı, Üç Şerefeli’nin kapısı; Selimiye’nin yapısı! Söylemini tekrarlayıp duruyorum. Bir de Selimiye’nin Ters Lale hikâyesini unutmuyorum .Edirne’nin bir de unutamayacağım fidanlığı var, tüm Trakya için örnek fidan yetiştiren öz kaynak. Fidanlıkla  özdeşleşmiş Gümüş Usta’yı nasıl unuturum! O da Sili Usta gibi,  usta olarak anılıp geçiliyor ama gerçekte ustalığın çok ötesinde yaptığı işin uzmanı! İki ustayı benzeştirip saygıyla andım ama onlardan bende ne kaldı ya da kalacak? Sili Usta, buraya geldiğimde ilk karşılaşınca  seçtiğim bölümü sormuştu. Ben:

- Güzel Sanatlar! deyince gülümseyerek, besbelli biraz anlamlı bakıp:

-İyi, iyi! demişti. Gümüş Usta da sanırım öyle diyecektir. Yapmadığım aşıları soracak değil ya(!)...Aşı öğrenmek aşı yapmakla tamamlanır. Göstermelik olarak öğrenip bir kaç aşı yapmakla aşıcılık öğrenilse dünya aşıcı dolardı. Bu konuda ne düşler kurmuştum; tarlalarımızdaki tüm ahlatları çeşitli armuda dönüştürecektim. Dere boyundaki söğütlerde iğde denemesi yapacaktım. Dut ağacının bir sıra dalında beyaz, öteki dallarında kara dutlar olacaktı. Yıllardır kırmızı açan gülleri, beyaz, pembe, koyu kırmızı, sarı, ra’nâ (Kırmızı-sarı)renklere döndürecektim. Hele hele, karaağaçlara yapacağım dut aşıları dillere destan olacaktı. Çünkü şimdiye dek bunu kimse denememişti. Gümüş Usta’ya söylediğimde, gülümseyerek:

-Orijinal bir buluş! demişti. O orijinal buluş, ne yazık ki bulunmayanlar arasında bir deneyiciyi beklemektedir. Ne yak ki o beklenilen ben olamayacağım.

Yatınca da bir süre Edirne ile köy arasında düş sıçraması yaptım. Benim düşlediklerimi Eğitmen Mustafa Güvener Ağabey  gerçekleştirmektedir. Söğütlere, karaağaçlara dokunmuyorsa da, erikler, ahlatlar, dutlar, asmalar tüm köy bahçelerini süslemektedir.

Mustafa Ağabey Eğitmen olmadan önce köydeki meyve ağaçları neredeyse sayılı denecek kadar azdı. Arabacı Ali’nin bahçesinde bir armut, Kolsuz Hamza’nın bahçesinde bir ceviz, Poyraz Mehmet’in bahçesinde erik, armut, bizim evin bahçesinde erik, armut, kahvenin bahçesinde dut, erik, zerdali, Hoca Hasan’ın bahçesinde sarı, kırmızı erikleri anımsıyorum. Başka da vardı belki ama belleğimde pek iz bırakmamışlar.

          

15 Aralık  1944  Cuma

 

Hava birden soğudu. Malik Aksel Öğretmen hoşnut olur! diye düşünerek erkenden salona indim. Nöbetçi de geldi, birlikte sobayı yaktık. İlk yakış önemli, iyi doldurulursa birinci dersin ortalarında ancak rahatlatıcı sıcaklığı vermektedir. Böylece ders süresince soba karıştırma sorunu da ortadan kalkmış oluyor.

Kahvaltıda genellikle  Malik Aksel Öğretmen anıldı. Pek sataşma ok ama gene de kenardan köşeden dokunmalar oluyor:

-O adam bu kadar bilgiyi nereden toplamış:

Berlin Müzesi’nde ne varsa sayıyor, Louvre müzesi ezberinde(!) İyi ki bizde müze yok, olsaydı onları da bize saydıracaktı.

-Müzeye ne gerek, adam Konya tespihinden Bursa çakısına dek sözü götürüyor.

Bursa çakısı denince babamın baltasını anımsadım. Babam o özel baltayı Bursa’dan almış. Balta diyorum ama onun babama göre adı Nacak. Babam  onu çok özel kesme işlerinde kullanır başkasına kullandırmaz. Balta diyorum ama o baltadan farklı ince kürek gibi yassı ama balta gibi bir ucu sivri değil, iki ucu da  dik kesik. Babama göre Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Bey, askerini onlarla donatmış, onlarla Bursa’yı almış. O gün bu gündür Bursalılar kesici aletlere merak sarıp çok değişik şekiller çıkarmışlar. Babamın  Nacak’ı dükkanda özel yerinde asılı durur. Ender zamanlarda onu alıp kullanır, başkasına kullandırmaz. Soranlara da anlatır:

-Orhan Bey bunları  600 yıl önce Söğüt’te yaptırmış, çok özel bir maden, saat kapakları gibi, ince ama kırılmaz! Babam onu daha çok alet sapları yaparken inceltme işlerinde kullanır. Evdeki tüm kazma, balta, çapa, keser, kürek türü aletlerin saplarını babam yapar.

Sabahki kaygımda haklıymışım Malik Aksel Öğretmen gelir gelmez sobaya yaklaştı:

-Sobanın iyi yandığını görünce:

-Sıcak üşümeyeceğiz! deyim gülümsedi. Öğretmenin gülümsemesi hepimizi sevindirdi. Abdullah Erçetin fısıldadı:

-Bizim Edirne şanslıdır, iyi başlayacağız!

Malik Aksel Öğretmen bunu duymadı ama bi rastlantı olacak:

-Edirne demiştik ama bir değişiklik yapacağız. Biz, bizim okulda Bursa’dan Edirne’ye geçiyoruz. Burada bizi tarih yanıltıyor. Bunu yıllardır bile bile uyguladık. Orada zamanımız çok, sizdeki gibi haftada iki saat değil. Tarihi yanılgı sanatı da yanıltıyor. Oysa sanat insanlığın ortak malı. Bu ortaklığa saygı duymalıyız. Şunu demek istiyorum:

-Edirne’ye İstanbul’dan önce geçince bir sıra atlama oluyor. Osmanlılar, önce Edirne’yi aldıklarından, Bursa’da yaptıklarını orada da tekrarlamışlar. Ne var ki İstanbul’u alınca bir yenilikle karşılaşmışlar. Ayasofya! İşte Ayasofya büyük mimar Sinan’ın süzgecinden geçerek Edirne de  100 yol sonra bir Selimiye kurulmuş. Ayasofya incelenmeden Selimiye’yi  öğrenmek  işi biraz  zorlaştırmaktadır. Bu nedenle önceki konuşmamızı yok sayıp önce İstanbul’da dolaşacağız. İlk durağımız da Ayasofya olacak. Duymuşsunuzdur. Ayasofya bir Camidir. Atatürk’ün  öngörüşü sayesinde müzeye çevrilmiştir. Bu olay bile sanat tarihi açısından başlı başına bir sanat severlik olayıdır.1453 tarihinde İstanbul’u aldığımızda Hıristiyanlık dünyası, İstanbul’dan çok Ayasofya için ağlamıştır .Özellikle de dünyanın 7 harikasından biri sayılan Ayasofya’nın sanat yüzünün, yani iç süslemelerinin sıva ile kapatılması salt Hıristiyanları değil sanatsever kimseleri de karşı safa geçirmiştir. İşte müze oluş  hiç değilse sanatseverlerin gönlünü almaya yetmiştir. Ayasofya görkemli yapısı dışında içinin süslemesiyle de benzersiz bir yapıdır.

6.yüz yılda yapılmıştır. Tarih olarak da 530’lu yıllarda, İslâmiyet öncesi yapılmıştır.

         

1453 öncesi Kilise  Ayasofya                                 Günümüzdeki    Ayasofya                                        

Ayasofya’nın iç süslemesi o denli olağan üstüdür ki, bütün  ihtişamına karşın Rönesans sanatı henüz Ayasofya’nın iç süslemesini aşamamıştır.500 yıla yakın sıva altında kalmasına karşın korunmuş olması da ayrıca bir mucizedir. Malik Aksel Öğretmen:

-Bin yıl ömür süren Bizans İmparatorluğundan önemli eser olarak Ayasofya’nın kaldığını, Ayasofya’nın da Bizanslılara 900 yıl kiliselik yaptığını. Mimar Sinan tarafından yıkılmasını önleyen destekler sayesinde depremlerden kurtulan Ayasofya’nın da Müslümanlara 460 yıl camilik yaptığını anlattı. Gülümseyerek sordu:

-Hesabım doğru mu, sizi yanıltmamayım? Bir süre parmak hesabı yaptık. Sonunda 482 yılda karar kılındı. Öğretmen:

-On yıl da müzelik ekleyip tümünü 500 yıl diyebiliriz! deyip kubbelerinin, iç sütunlarının sayısını  kağıttan okuyarak söyledi. Yükseklik 60 metre. Kubbe çapı  32 metre, 107 sütun üstünde durduğunu 6 yılda bitirildiğini, İsa’nın, Meryem’in, Ayasofya’yı yaptıran Bizans İmparatoru  Jüstinianus’un mozaik tabloları olduğunu, ayrıca başka Hıristiyan azizlerin bulunduğunu anlattı. Malik Aksel Öğretmen, dirsekleri masaya dayalı, ellerini, iki elinin parmaklarını bir birine geçirmiş olarak  bir süre gözlerini üzerimizde gezdirdikten sonra:

-Dünyada görülmeğe değer bir çok eser vardır. Bunların bir bölümü anlatılamaz, anlatılsa bile anlaşılamaz; bunları görmek gerekir. İşte Ayasofya da bunlardan biridir. Özellikle bir bütün olarak donatılmış güzelim  mozaikleri görmeden, söylenen sözlerden algılamak olanaksızdır. Ne yapın ne edin gidip bir kez olsun Ayasofya’yı görün!

Öğretmen:

-Gelelim bizimkilere; Ayasofya’dan etkilenerek biz de güzel eserler yapmışız! derken  Veysel Öğretmen geldi. Malik Öğretmen saatine baktı, bize dönerek:

-Bundan sonra İstanbul’a da devam edebiliriz Edirne’ye de geçebiliriz! diyerek çantasını toplayıp ayrıldı.

Veysel Öğretmen, konunun Ayasofya olduğunu biliyormuş, o da bir süre Ayasofya’dan söz etti. Veysel Öğretmen bir de eleştiride bulundu:

-Gidince göreceksiniz, Ayasofya camiye çevrilince bizimkiler bazı eklemeler yapmış .Belki onlar gerekliydi ama hiç de genel estetiğe uyduramamışlar. İnsanlar Ayasofya’yı gezerken bunları görünce genel bir karşılaştırma yapıyordur

. Müzeye döndürülünce onları neden kaldırmamışlar? Ben de buna takıldım! dedi.

Veysel Öğretmen yazı örnekleri getirmiş, yazı yazmaya devam ettik. Majeskül, miniskül dediği harfler, Götik yazılar. Götik yazıları Almanca kitaplarımda okumuştum. Ancak onlar hep baskı, matbaa yazısı olduğundan elle yazılacağını düşünmemiştim. Abdullah Erçetin, kendi, merakı nedeniyle bir süre uğraşmışmış. Çalışırken Veysel Öğretmen görünce Abdullah’ın yazısını örnek olarak gösterdi. Almanca kitaplarımı koruduğuma sevindim, yazı örnekleri konusundan onlardan yararlanacağımı düşünerek rahatladım. Fısıltıları Veysel Öğretmen de duymuş gülümseyerek:

-Biliyorum, bunlar benim de işime yaramıyor ama ne yazık ki müfredat programlarını ben yapmıyorum. Benim yerime bir başkası da gelse öğrenciliğiniz sürdükçe bunlar karşınıza çıkacak. Az önce Malik Aksel Öğretmen’in anlattığı Ayasofya da sizin için gereksizdi, öyle düşünmüşsünüzdür. Oysa Ayasofya bir müze, müze ne demek bilirsiniz, dünyanın dört bucağından binlerce insan para vererek girip bakıyor. Siz o girenler arasında da yoksunuz, sonucu değiştirdiğinizi sanmayın! Ünlü bilgin Galile’nin sözünü de duymamış olabilirsiniz. ”Gene de dünya dönüyor!” demiş .Bunu ne zaman nerede demiş?  1600’lü yıllarda, Engizisyon mahkemesi önünde. Papazlar adamı sıkboğaz etmişler:-Dünyanın döndüğünü söyleyemezsin, koca dünya döner mi hiç, deli misin! demişler. Galile, tehditler karşısında  bir süre susmuş. Bu suskunluk uzun sürmemiş, ayağını yere vurup avazının çıktığı kadar bağırmış:

-Gene de dünya dönüyor!

Öğretmen Abdullah Erçetin’e sordu:

-Neden merak ettin? Abdullah ,Almanca kitaplarında o tür yazıların olduğunu, o yazıları sevdiğini, o nedenle de çalıştığını anlattı.

Veysel Öğretmen:

-Hepimize dönerek, sizler bu harfleri sürekli kullanmayacaksınız. Ancak bir gün bir arkadaşınıza özenerek bir tebrik göndermek isteyince bir denersiniz. Belki o zaman hoşunuza gider!

Veysel Öğretmen köşeleri imzalı kağıtlar dağıttı. Gülümseyerek:

-Haftalık ödev, bir ders yılı içinde bir kaç kez bu da var hesapta! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince arkasından konuşulacağını sanmıştım, kimseden ses çıkmadı. Öğleden sonra yapılacak koro çalışması anımsatıldı. 3 sınıf bir arada yalnız Koro çalışmalarında oluyoruz.

                                                                          *

Yemekte Galile’den söz açıldı. Ekrem Bilgin:

-Ben Galile’nin yakıldığını sanıyordum. Öğretmen; yakıldığını bilmiyor mu ki? Yakılsa söylerdi! diyenler oldu. Söz orada kaldı ama bu kez de ben takıldım:

-Gerçekten yakıldı mı? Cumhuriyet Ansiklopedisi’nde bununla ilgili yazı vardır.

                                                                            *

Öztekin Öğretmen söylenerek geldi:

-Babalarının  malları gibi demirbaşlara sahip çıkıyorlar. Asıl sahip çıkacakları öğrenciler; gel de bunu anlat onlara! Sonunda olayı anladık. Uzun süredir ,gece konserlerine gitmek istiyoruz. Gelen konuk sanatçılar konserlerini gece veriyor. Ayrıca Resitaller oluyor. Onlara gitmemiz için okulun kamyonuna izin verilmiyordu. Sonunda Öztekin Öğretmen bu izini almış. Kamyon, bir gün önce haber verilmek koşuluyla bize verilecekmiş. Böylece gece konserlerine gitmemiz sağlanmış oluyor. Çok sevindik.

Daha önce hazırlanan koro parçaları hepimizde yazılı, marşlar, şarkılar, türküler. Yöneticileri de belli,3.sınıftan Orhan Doğan, Abdullah  Ön, Mehmet Yelaldı. Ayrıca programa solo eklendi. Ahmet Yol, şarkı, Abdullah Ön, türkü söyleyecek. İlk iki saati koro çalışmasıyla geçirdik. Kalan iki saatte kemancılar  toplu çalışma yaptı. Bugün 3. Sınıflar katıldığı için iki piyano da onlara kaldı. Mehmet Zeybek, umduğumun tersine uzun süre çalıştı. Galile aklımdaydı, Kitaplığa gidip ansiklopediyi karıştırdım. Galile var. Yakılma ya da doğrudan ölüm söz konusu değil. Engizisyona gitmiş, ancak kitapları yakılmış, dünya ile ilgili  bilgi yayması yasaklanmış. Galile buna uymayınca bu kez tutuklanmış. Ölümden kurtulmasını, bir şans eseri olarak bir arkadaşının papa seçilmesine bağlayanlar varmış. Ölümden kurtulmuş ama ömrünün son on yılını (60-70 yaşlar arası) hapiste geçirmiş. Galile’nin yıldızlar üstüne sayısız buluşu varmış; özellikle Seyyareler(Gezegenler) konusunda yeni buluşlar ortaya koymuş.

                                                                                *

Yemekte, Galile’ den söz açmak istedim. Tam karşımda oturan Halil Yıldırım, gülerek söyledi ama bana azarlar gibi geldi:

-Yeter be arkadaşım, elin adamından bize ne? Bari yemekte kendi konularımızı konuşalım! deyince sustum. “Kendi konularımızı konuşalım!” demesine karşın söz döndü dolaştı yarınki konsere dayandı:

-Bach mı, Josef Haydn mı, Beethoven’ mi? bir süre dinledikten sonra karşımda oturan arkadaşıma sordum:

-Şimdi kendi konularımızı mı konuştuk?

Yemekten sonra  piyano çalıştım. Azıcık ara verince daha hevesle çalışılıyormuş; kendimi öyle avutarak yat ziline dek Schumann’ın Rüya adlı parçasını olgunlaştırdım. İlginç bir parça, hiç affedici bir tarafı yok küçük bir  titreşim  melodinin havasını bozuyor. Robert Schumann’ı  düşündüm, ilginç bir kişiliği varmış. Piyano öğretmenin kızını sevmiş.(Clara Wiec,sonradan 19.y.yılın en ün lü piyanistlerinden biri Clara Schumann) Ancak öğretmeni  kızının onunla evlenmesine izin vermemiş. Schumann bu kez mahkemeye baş vurmuş. Mahkeme, evlenmeyi yerinde bulmuş! Schumann aynı zamanda hukuk okumuş, ünlü bir yazar olarak Romantzimi savunmuş. Müzik eleştirmeniymiş. Chopin’in ilk konserlerinin birinde  onu tanıtmak için, ayağa kalkarak:

-Dikkat edin  bayanlar-baylar, önümüzdeki günlerde bu genci daha çok  ayakta alkışlayacaksınız , göreceksiniz o da bunu hak edecek! demiş.

Yatınca Yıldız’ın Müjde Abla dedi güzel kızı düşündüm. Müziği sevdiğini söylediğine göre pekâlâ konserlere davet edebilirdim. Gelmese bile bu konuda bir kaç söz edilebilirdi. Kendi kendime “Geçmiş ola!” deyip gözlerimi yumdum.

 

16  Aralık  1944  Cumartesi

 

Cumartesi günleri Doğan Güney sektirmiyor. Genellikle de gördüğü rüyalardan söz ediyor. Bu gece de Asım Öğretmeni görmüş. Orkestrayı o önetiyormuş. Asım Öğretmeni o hala öğretmen olarak düşünüyor. Oysa ben, “Asım Öğretmen!” diyorum ama gerçekte benim gibi bir öğrenci olduğuna kendimi alıştırdım. Doğan da sanırım alışacak bir gün! Doğan’ın kimi hareketlerine bakıyorum da içimden diyorum:

-Daha çocuk. Sormadım ama aramızda en az sekiz yaş fark var. Konuşa konuşa kahvaltıya gittik. Arkadaşlar gelmiş, konser  tahminleri yapılıyor Robert .Schumann,  Franz Schubert Frederic Chopin, Ludwig van Beethoven,,Johannes Brahms, Antonin Dvor’ak, Felix Mendelsshon, George Bizet! Başka başka? Antonio Vivaldi, Johann Sebastian Bach!  Piatr İliç Tschaikovsky, Hector Berlioz, Bedrich Smetana, Jean Sibelius,  Cesar Frank.... Rus Beşleri. Modest Mussorgsky, Aleksander Borodin, Nikolai Rimsky Korsakov, Cezar Cui,  Rus beşleri de tamam olmadı! Mily Balakirev !...        

 Türk Beşleri, Ferit Alnar, Uli Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Cemal Reşir Rey.Bunlardan neler dinledik? Yarı doğru bir  sıra adlar sıralandı. Tren zamanı yaklaşıyor uyarısı yapılınca :

-Marş marş Hasanoğlan tren durağı!...

Yıldız’lar daha önce inmiş, günaydınlaşınca soracağım tuttu:

-Müjde Abla’yı görecek misin? Nerede bende o cesaret? Soru  içimde kaldı. Onun yerine Müjde Abla’nın yüzünü anımsamaya çalıştım. Nebahat gelmiştir, onunla,girişte mi konuşayım yoksa çıkışta mı? Çıkışta kızlar takılıyor, iyisi mi girişte konuşayım.

Varsayımlar boşunaymış, beklemede Nebahat yok. Arkadaşlara takılıp balkon yolundaki odaya girdim. Faik Canselen Öğretmen piyano  çalıyordu. Mussorgsky bir sergiden Tablolar. Çalınan giriş bölümü adı promenat, gezinti ya da yürüme anlamını taşıyormuş.

Öğretmen gülümseyerek, keşke bugünkü konserde bu olsaydı. Bunun orkestra partisyonu var ama bizim şef, genellikle büyük eserleri seçiyor.

Bugünkü program besteci olarak iyi seçiliş denilebilir; bir İtalyan, bir Alman, bir Rus..Rossini, Mozart,Tschaikowsky. Rossini’nin çok ünlü operası Sevil  berberi üvertürü, su gibi akan bir eser. Mozart için fazla söze gerek yok o zaten tüm eserlerinde notaları su gibi akıtmış. Klavsen için bestelediği, sonraları piyanoya çevrilenleri de katarsak 30 piyano konçertosu var. Bunların biri iki piyano, biri de üç piyano için bestelenmiş.  Bugün dinleyeceğimizin numarası 25,kv.503 do majör. Numarasına bakılırsa  son  konçertolarından sayılır. İki lirik esere karşın oldukça ağır bir eser dinleyeceğiz; Tschaikovsky 6. Senfoni. Ağırlığı, bestecinin kederli bir zamanında bestelediğinden  ileri gelmektedir. Senfoninin bir adı da Patetique Senfonidir. Patetique,Fransızca bir söz, duygulu, dokunaklı, etkileyici anlama gelmektedir. Bizim türkülerimizde de vardır, eli kulağa atıp söylerler:

-Yadeller aldı beni, taşlara çaldı beni!.. deyip güldü. Beethoven’in Patetique Sonatını anımsattım. Faik Öğretmen:

-Evet evet! dedikten sonra:

- Senfoni darımızda böylesi de bulunsun! Öğretmen, besteciler için fazla konuşmak istemediğini ancak bizlerin notlar tutarak kısa da olsa bilgiler toplayacağımızı beklediğini söyledi.

Bugün de bu kadar, ”İyi dinlemeler!” deyip kesti.

Çıkınca alt katı bir daha kolaçan ettim, bekleme odasına baktım Nebahat yok. Üzülmedim ama gene de kafamda sorular dizildi. Teyze caydı mı ki? Cayarsa ne olur, devam ederse ne kazancım olacak?

Ulus’a indik. Yeni Sinema’da Sharles Boyer’in Napolyon filmi var. Kontes  Marie Walewska Greta Garbo. Napolyon hakkında bir çok yazı okudum, bu olayı da neredeyse bilir gibiyim. Arkadaşlara bildiklerime güvenerek övdüm. Ancak arkadaşların çarşıdan alacakları varmış, rahat rahat dolaşmak istediklerini söylediler. Ben de Bakanlığa, Dora Ablaya uğramak istiyordum, İstanbul Pastanesi’inde buluşmak üzere ayrıldık.

Bakanlığa girerken orada ( staj yapan) çalışan Nuri Adıgüzel’le karşılaştım. Beni alıp çalıştığı yere götürdü. Dört bayanın bulunduğu bir odada ona da bir masa ayırmışlar. Hamdi Keskin Öğretmenin bölümüymüş. Hamdi Keskin Öğretmen gelince! diyecek oldum. Nuri:

-O buraya hiç gelmez, kimin ne iş yaptığını bilir, gerektiğinde onu çağırır! dedi. Arada Nuri’yi de çağırıp soru soruyormuş. Neyi merak ettiğimi anladığı için Nuri güldü:

-Senin sormak istediğini anladım:

-O dersteki gülecen Hamdi Keskin Öğretmen burada yok; burada kaşları çatık bir Şube Müdürü var! dedi.

Biz konuşurken Hamdi Keskin Öğretmen Nuri’yi çağırmış, uzun süre gelmedi. Bayanlarla kalınca azıcık sıkıldım. Sanırım beni anladılar, sonradan adının Melahat olduğunu öğrendiğim birisi bana sorular sordu. Meğer çok candan insanlarmış, paydos zili çalana dek onlarla konuştum. Nuri gelince biraz şaştı, birlikte çıktık. Nuri:

-On beş  gündür yanlarındayım, benimle böyle konuşmadılar; sen ne dedin de böylesi yaklaştılar? Nuri’ye inanmadım ama belki de öyledir. Çünkü Nuri nazik tavırlıdır ama çok konuşkan sayılmaz. Hele konuşurken söz üretmeye yanaşmaz. Merhaba! merhaba olarak karşılanır, arkasından suskunluk gelir. Oysa ben, ilk sözü açmam ama birisi ilk sözü açarsa o, pişman olasıya dek konuşurum. Burada da öyle oldu. Bayan Melahat Hasanoğlan’ı sorunca Hasanoğlan köyünü, dağını, Köy Enstitüsü’nün kuruluşuna dek bir dize olay anlattım. Anlattım, çünkü ilk verdiğim bilgilere ek sorular geldi; öteki üç bayan da  ayrı ayrı soru sormuştu. Kışı, yazı nasıl geçiyor? Bağlık bahçelik mi? Nasıl gidip geliyorsunuz? Biz gelsek kalabilecek yer bulabilir miyiz? Nuri önüme geçip durdurdu:

-Buna ne cevap verdin? Cevabım hazırdı:

-Bir gece değil mi, kızların konuğu olursunuz! dedim. Kızılırmak’a girerken Yıldızların İstanbul Pastanesinde oturduklarını gördüm. Nuri’yi Kızılırmak’taki arkadaşların yanına bırakıp ayrıldım. Arkadaşlar istedikleri yerlere girmiş çıkmış, yeni yeni yerler öğrenmiş, seviniyorlar. Bundan böyle bu saatlerde bu tür gezmeler yapmaya karar vermişler. Özellikle Halise:

-Şimdiye dek böyle bir olay yaşamadım. Bayanların yığınla eşya çıkartıp hiç birini almadan çıkmasına ise düpedüz şaştım!

Tavukçu’da Ahmet Yol,Doğan Güney bize katıldı. Ahmet Yol, Necmiye ile Yıldız’ın Ahmet Abi’leri. Aynı sınıfta okumuşlar ama Ahmet Yol sanırım onlardan 7-8 yaş büyük.

Sinemaya yönelince filmin konusu hakkında olasılıklardan söz ettim. Napolyon Bonapart olduğuna göre savaş olacaktır. Greta Garbo olduğuna göre de aşk kesinlikle vardır. Kraliçe Kristine,(John Gilbert) La Dam O Kamelya,(Robert Taylor)  Anna Karanina (Freidrich March)filmlerini gördüm. Ayrıca  sürekli okuduğum Yıldız dergisinden öğrendiklerim var.

 

Biz tam  sinemaya  girerken salon karardı. Laurel- Hardi güldürüleri başladı. Oliver Hardy, Stan Laurey...Filmin adı Conquest, kahraman ya da Fetih yapan, ülkeleri   ülkesine katan! Napolyon’un yaptığı gibi...Napolyon da günümüz Avrupa’sında o zaman  da devlet olan, Portekiz, İspanya, İtalya, Danimarka olmak üzere tümünü, Almanya ile Yugoslavya’nın da yarı topraklarını Fransa’ya katmış. Bununla da yetinmeyip Mısır’ı almış, arkasından da Avusturya İmparatorluğunu,Prusya’yı  işgal ettikten sonra Rusya’yı da Sibirya’ya sürerek Moskova’yı alıp çarın tahtına oturmuş. Bu savaşlarda Napolyon düşman bellediklerini ezdiği gibi Fransa’nın dostu saydığı  uluslara yakınlık göstermiştir. Bunlardan biri  de Lehistan’dır.(Günümüzdeki Polonya)Lehistan, din bakımından  büyük Ortadoks kitlesiyle(Rusya,ile ona uyan Slav toplulukları) Protestan olan  Germen asıllı devletlerin arasına sıkışmış bir  Katolik topluluktur. Fransız Halkı, öteden beri Katolik kardeşlerine arka çıkmıştır. Napolyon Bonapart da bu geleneğe uymuş, daha önce Rusya-Prusya-Avusturya arasında paylaşılan Lehistan’ı  bütünleştirip yeniden hayata kavuşturmuştur. Yeniden bağımsız olan Lehistan halkı Fransa’ya dolaylı olarak da onun İmparatoru Napolyon Bonapart’a minnettardır. Napolyon  Varşova’ya gelince olağanüstü coşkuyla karşılanır. Gelen, sıradan bir kahraman değil bir fatihtir. Film de bir savaş sahnesiyle başlar. Kıran-döken atlılar ortalığı talan ederler.İlk darbe yiyenlerden biri yaşlı bir kişidir. Yanında güzel bir bayan vardır.(Greta Garbo) Kargaşa uzun sürmez, Napolyon Bonapart ortaya çıkar. İlk darbeyi yiyen yaşlının yanındaki güzel bayanla Napolyon karşılaşır.

Geleneksel, soylu toplantıları yapılır, özellikle de görkemli balolarla  geçmişin kara günleri aydınlatılır. Savaşlarda geçen yaşamını fırsat buldukça değerlendirmeye önem veren  Napolyon, soylu balolarına  oldum olası düşkündür. İşte böyle bir baloda Napolyon daha önce gördüğü  güzelle karşılaşır, doyasıya dans ederler. Bu bayan Maria Walewska’dır.(Greta Garbo) Walewska evlidir. Üstelik, Varşova’nın üst düzey soylularından saygın bir  kontun eşidir. Ülkeleri Feth eden  Fatih kararını vermiştir; Maria Walewska’ya da sahip olacaktır. ”Su uyur, düşman uyumaz!” derler. Savaşlar savaşları izler. Napolyon savaşlar arasında olanak buldukça Maria Walewska ile buluşur, ayrılır özlemini çeker.Marie Waleswka Paris’e gelir.İşler yolunda gibidir,ya da o öyle sanır.Oysa Napolyon,Kurduğu Büyük Fransa İmparatorluğu’nun kendisinden sonra yerine geçecek veliaht derdine düşmüştür. Eşi Josephine’in çocuğu olmamıştır. Bu kez Napoleon Avusturya imparatorunun kızı Marie Louise ile resmen evlenir. Marie Louise’den bir de oğlu olur. Bu oğul, doğar doğmaz 2.Napoleon Bonapart olarak dünyaya duyurulur. Gizli tutulmasına karşın her gerçek gibi gizlenemez; Maria Walewska ‘nın da Napoleon’dan bir oğul doğurduğu yankılanır. Bir yandan da savaşlar yoğunlaşır. İspanya beklenmedik bir direniş göstermektedir. Büyük gösterişlere, eskilerin tekrarı olan zaferlere karşın Napoleon yorulmuştur, kendi isteğiyle sahneden çekilir. Ancak, gözü arkada kalmıştır, kısa bir zaman sonra tekrar sahneye çıkar. Çıkar ama  bu çıkış ancak yüz gün sürer. Onun yokluğunda tüm düşmanları Fransa’yı sarmıştır. Ayrıca Fransa’da da ihanetlerle karşılaşacağını sezmiştir.

Bu kez gerçekten çekilmeye karar verir. Sayısız düşmanı vardır ama onun ezelî düşmanı İngiltere’dir, İngiltere ile anlaşmayı hesaplar. Çünkü onunla savaşmıştır ama ötekiler gibi memleketlerini işgal edip İngiliz halkının onurunu  in çitmemiştir.  Bu yüzden İngiltere’yi mert bir düşman olarak düşler. Napoleon aldanmıştır. Gizlice konuşmak için Bir İngiliz gemisine davet edilen Napoeyon, belirsiz bir yöne götürülüp tutsak edilir. Napoleon’un mert sandığı İngiltere,tarihten hiç bir zaman silemeyeceği bir  onur lekesi almıştır. Napoleon, sonradan öğrenildiğine göre Ekvatör ötesi bir adaya (St. Helena) götürülüp bir bakıma ölüme terkedilmiştir. Filmde bunlar ayrıntılı olarak gösterilmemekle birlikte gerçek böyledir. Maria Walewska, İngiltere’nin  devlet olarak yaptığı insanlık suçuna karşın bir sadakat örneği olarak anıtlaşmış, çocuğunu alıp aylar süren bir deniz yolculuğunun zorluklarına katlanarak Napoleon’u görmüş, oğluyla babasını karşılaştırmıştır (1.Resim,Napoleon’la Walewska.2.resimde, anne-baba-oğul  bir arada!)

 

 

            

Napoleon’la Walewska’nın  İlk  Karşılaşması    Walewska ile oğlu St.Helene’de Napoleon’la

 

Filmden çıkınca bir süre yutkundum. Nedense Napoleon’a haksızlık edildiğine  bir kez daha inandım. Onca savaşı kazanan biri, savaşın birinde yenilirse ne olur yani? demek aklımdan geçse de bunu Napoleon için bir türlü içime sindiremedim. Hele araya çocuk girince iyice acıyımsılık duydum. Yıllar önce, ne yılı; yüz yıllar denecek bir zaman süreci. Bir zaman hesaplamıştım. Dedem, 1898 yılında ölmüş. Babam 1868 doğumlu. Dedemle, dedemin babası da babam kadar yaşamışsa babamın dedesi Napolyon zamanında askerlik yapmış olabilir. Yuvarlak olarak yüz otuz yıl (130) Tarih zamanını saptayarak oyalanmaya çalıştım. Sanki büyük dedemle bir ilişkisi olacakmış gibi. Oysa Napoleon, yurdumuzun bir parçası sayılan Mısır’ı acımasızca işgal etmişti.

Bir süre konuşulmadan yüründü. Karşıya geçince Ahmet Yol konservatuvara  gidilmesini önerdi. Kızlar bunu bekliyormuş, hemen Anafartalar’a doğru yöneldiler. Anladım ki onlar İstanbul Pastanesi’ne ısınamamışlar. Sormadım ama tahmin ettim; görünüşe göre, orası biraz yaşlılar yeri. Nargile içenler, karşılıklı oturup yüksek sesli konuşanlar yanında onlar,  sıkılmakta haklılar. Zaten adamlar, gözleriyle “Siz de nereden çıktınız?” derce süzerek bakıyorlar. Kızların sıkılmaması olanaksız. Ben bile geçen yıl Mehmet Yelaldı’nın yüreklendirmesiyle girebilmiştim; sonra sonra alıştım. Şimdi rahat rahat girip çıkıyorum.

Erkence  konservatuvara ulaştık. Arkadaşlardan gelenler olmuş. Bir süre durup özlemle, duyulan keman-piyano seslerini dinledik. Ara kapılar açık olduğundan çalışma odalarından sesler geliyor. Piyanolarda, Czerny, Clementi ,Liest, Mozart, Beethoven, Bach, seçebildiklerim, bunlar. Adlarını söylüyorum ama kesin kesin seçmiş de değilim. Kesin kez seçtiğim Frans Liset’in 2. Macar Rapsodisinin  girişi. Durup dinlemem de bir kurnazlık; arkadaşlar girsin de ben arkadan giderek Mahmut Ragıp Öğretmen’ne yakın oturayım! Arkadaşlar,

Balkonun sol yanına dağılıyorlar, bense oraya alışamadım. Sağ bölüm oldukça dar, köşeli. Mahmut Ragıp Öğretmen köşeye sıkıştırılmış yeri sevmiş, orası sanki onun için yapılmış gibisine sahiplenmiş.

Bugün yanında bir konuğu var, genç bir erkek. Belli ki Kınalı Saçlı gelmeyecek. Sessizce oturdum. Aldı beni bir kaygı:

-Mahmut Ragıp Öğretmen, “Ya dönüp laf atarsa?” Ona vereceğim karşılık var. Ancak yanındakine bir şey söylemem gerekir mi? Neyse ki onlar sürekli konuştular. Böylece ben de rahatladım. Alkışlar başlayınca  da  bayağı bayağı sevindim.  Rossini Sevil Berberi üvertürünü biliyorum.

Bummm! diye başladı, arkasından da    düğümlü işlemeleri andıran sesler akı akıverdi. Hele merdiven çıkar gibi tırmanan  ses titreşimleri unutulur gibi değil. Bitişi de başladığı gibi canlı, sürekli ses koşusu  durumunda. Bitişi  canlı ancak sesler giderek uzaklaşıyor. Güneşin batışına benzetiyorum. Güneş de son çizgiye yaklaşırken giderek bir sis tabakasına girerek  yakıcılığını kaybeder. Gene güneştir ama gündüzün güneşinden çok farklı olarak batıverir. Alkışlar, biterken birden şiddetlenerek uzadı.

Şef Prof.Praetorius bir bayanla geldi. Bayan Roji Sabo. Geçen yıl da dinlemiştik.

Orkestra oldukça sert seslerle başladı. Sevil Berberini andıran ince seslerler zaman zaman şiddetli vuruşlarla sürdü derken bir bitiriş numarasından sonra piyano başladı. Mozart, piyano su gibi akıyor. Uzun bir beraberlikten sonra nöbetleşe sesler bir süre gitti. Gene de  piyano egemen gibi. Yer yer de Maman Varyasyonun girişini andıran  sesler çıktı.

Faik Öğretmen bu konçerto için:

-Mozart’ın son konçertolarından demişti. Belki de bundandır, Piyano öyle ara ara değil, orkestra ile atbaşı yarışıyor; çoğu zaman da orkestranın önüne geçiyor. Uzunca  bir bitiş süreci var, sesler kesilir gibi olunca bazı aceleci izleyiciler alkışa bile kalkıştı. Zaman zaman piyano,  üflemeli çalgılarla zaman zaman da orkestra ile yarıştıktan sonra  vurgulu akorlarla bitti.

İnsanlar alkışlar arasında takır tukur kalkarken bir süre piyanonun tınılarını anımsamaya çalıştım, özellikle son dönemde çalıştığım Kv 545 do majör sonatın ara  bağlantılarını duyumsar gibi oldum. Bu bir yanılgı da olabilir. Uzun süre çalıştığım için belleğimde kalan sonatın sesleri ile karıştırmış da olabilirim.

Arada, Mahmut Ragıp Öğretmen sürekli konuştu. Duyduğum kadarıyla Wagner, Verdi karşılaştırması yaptı. İkisinden de vazgeçilemeyeceğini vurguladı. Sanırım operaları  irdelendi.

Alkışlar başladı, az sonra  üflemeli  çalgıların sesi duyuldu. Giderek orkestra katıldı. Uzun bir ses, arkasından  değişik tınılı sesler, gene bir sessizlik derken karşılıklı inceli kalınlı sesler. Arkadan neler çıkacak diye beklerken bölük börçük ses kümeleri tekrarlanmaya başladı. Sesler, giderek kargaşaya dönüşür gibi olunca içimden:

-Bunun neresi duygusal? diyesim geldi. Bekledim. Beringer metodumda Tschaikovsky’den bir parça vardı, Polis Dansı ;onu sevmiştim. Birden anımsadım, Beringer metodunda Rus asıllı bestecilerden tek Tschaikovsky’en bir parça var neden? Ötekilerden neden yok? İtalyan bestecilerden de tek  Clementi’den bir parça var.Var da ben mi unuttum? Ama yok!Bol bol Alman besteciler.Mozart, Beethoven, Weber birer bütün sonat yanında Mozart daha üç önemli parça, Don Juan operasından mandolinli serenad ile  Zerlina’nın aryası, kv. 545 do major sonattan Andante girişi. Schubert Seranad ise iki yerde, ayrıca bir başka parça, Robert Schumann’dan da iki parça. İngiliz, Alman halk şarkıları. Fransız var mı? derken alkışlar başladı. Arkadaşlar hep kalktı. Birini beklermişçesine bir süre oturdum. Görenler kim bilir ne düşünecekler! Belki de 6.Senfoninin etkisinde kaldığıma yoracaklar. Oysa ben Beringer piyano metodunda Fransız bestecilerinden parça olup olmadığını anımsamaya çalışıyordum. Yıldız:

-Abi biz çıkıyoruz! deyince toparlandım. Hemen bir bahane buldum:

-Mahmut Ragıp Öğretmenden bir şey soracaktım; onlar konuşmasını uzatınca sözlerini kesmekten çekindim, bekleyişim ondandı.

Hava oldukça soğuk, konuşa konuşa Ulus’a indik. Kızların bekçisi olduğumu tüm arkadaşlar benimsedi(Öztekin Öğretmen de böyle söylüyor) o nedenle kimse bana takılmıyor. Ahmet Yol belki haklı olarak, kahvedeki sigara kokusunu öne sürüp bize katılıyor. İstanbul Pastanesi iyice boşalmış, oraya girdik. Taze muhallebi varmış, yedik. Konseri konuştuk. Rossini, Sevil Berberi üvertürü için Yıldız, uçurtma uçması benzetmesi yaptı. Tam dengelenemeyen uçurtma durmadan öteye beriye kayar gibi yapar. Üvertür de öyle dalgalanıyormuş. Halise güleç, duyduklarına gülüyor. Necmiye suskun, sanki bizimle olmasından hoşnut değilmiş gibi...Abdullah Ön’le Mehmet Yelaldı geldi. Abdullah Ön kızlara “Bacılar!”dedi. “Nasıl bacılar, konserlere alıştı mı? Suskunluk olunca Abdullah Ön açıkladı:

-Özellikle söyledim, bizde kız kardeşlere bacı denir. Yıldız, onlarda da öyle dendiğini, Köy Enstitüsünde çalışan annesine bir çok öğretmenin bacı dediğini anlattı. Biz bize konuşarak vakti getirdik. Hava giderek soğudu, istasyona kendimizi zor attık. Gar oldukça ılık,18’45 İstanbul treni, olağanüstü şenlikli uğurlanıyor. Bizim, ayrıldığımız falan yok ama uğurladığımız varmışçasına biz de, kâh buruklaşıyoruz kâh seviniyoruz. ”Odun kesicinin hık deyicileri!” durumundayız. Bahar gelince bu tür avunmalar daha neşeli oluyor. O zaman bilinmeyen sevgililer bile uğurlanıyor! İşin ilginci pencerelere dizilen İstanbul yolcuları belki de İstanbul’a kavuşma sevinciyle kalanları selâmlarken bizimkiler bunlardan kendine pay çıkarıp geçici bir sevinç duyuyor. Açık açık ”Bana baktı!” deyip sevinç gösterisi yapanlar bile oluyor.

Yazık ki bizim Kırıkkale trenine el sallayan falan yok. Yolcuların çoğu, yol üstü köylerden. İki sözünden biri” Köy Davası” olanlar, kompartımanlardaki bacıları görmezden gelip “İstanbul yolcuları!” dedikodusunu Hasanoğlan’a dek sürdürüyorlar. Daha önce oturduğumuz kompartımanın boş yerine, izin isteyerek giren bir  çocuklu anneye sorular soran Halise Sarıkaya, kendini tutamayıp konuştu:

-Okumasaydık biz de böyle kalacaktık! Bayanın eşi Gülhane’de yatıyormuş. Her Cumartesi onu görmeye geliyormuş. Oldukça sevinçli, eşi, ay sonunda çıkacakmış. Gülhane deyince Yusuf Asıl’ı anımsadım. Neşeli arkadaşımız orada yatarken Hüsnü Yalçın’la birlikte gitmiştik. Bakan doktoru dr.İhsan Aksan bize izin verdi arkadaşla özlem giderdik. Ayrılınca, dönüp arkaya baktığımızda Yusuf kafeste kuş gibi pencereden el sallamıştı. Onun pencere arkasından bakışı bizi öylesine etkilemişti ki, ağlamamak için kendimizi zor tuttuk. Gülhane adı geçtikçe  bende böylesi bir duygu depreşmektedir.

                                                              *

Yemekte, her zaman olduğu gibi günün konserinden söz açıldı. Ekrem melodi peşinde, mırıldanarak soruyor:

-Bu muydu? Kamil Yıldırım bir melodi mırıldanıyor.Beethoven,9. Senfoninin ünlü teması.. Ekrem olayı çakıyor:

-O kadar da değil, onu da mı bilmeyeceğim! Bu kez de Nihat Şengül mırıldanıyor:

-Ankara marşının 2. Bölümü. İbrahim Şen:

-O Brahms! diyor.

Yemekten sonra Müzik salonuna indim, kimsecikler yok; salondaki piyanonun sesleri başka, Schumann Rüya orada bir başka oluyor. Az sonra Mehmet Ünver geldi, duygulu arkadaşım, bir süre dinledi, izin isteyip kemanını çıkararak aynı parçayı denedi. Ben, duymazdan gelerek çalışmamı sürdürdüm. Başkaları gelince Mozart kv. 545 do majör sonatı alıp alt odaya indim. Sonatı baştan sona çaldım. Salonda sesler kesilince  çalışmayı bırakıp kitaplığa uğradım. Sami Akıncı ile Hüseyin Orhan Almanca çalışıyordu. Bana da “Gel!” dediler ama, onların çalışma düzenini bozmamak için önemli bir araştırmadan söz edip dergilerin bölümüne geçtim. Varlık Dergisi Ekim, Kasım sayıları gelmiş, onları karıştırdım. Şinasi Özden’in Necmettin Halil  Onan’la konuşması var, ayrıca şiiri de var. Dergileri aldım. Özellikle çeviri kitap listesiyle Şinasi Özden’in şiirini yazmadan dergileri yerine bırakmayacağım. Birileri alınca bir daha yerine gelmeyebiliyor.

Yatınca nedense yaptığımı beğenmedim, param var, Yıldız Dergisini alıyorum da Varlık’ı neden almıyorum? Kitaplıktan aldığımı gören arkadaşlar arkamdan konuşursa bunu nasıl savunurum? Bir plân hazırladım, haftaya Varlık alıp imzalayacağım, özelikle de Sami Akıncı ile Hüseyin Orhan’a göstereceğim. Alış nedenimi, de açıklayacağım:

-Her zaman kitaplıkta okumak zor oluyor. Kendi dergimi keyfimce okumak için kendim almayı uygun gördüm. Arkadaşlar kitapseverliğimi bildiklerinden (Ellerindeki Almanca-Türkçe Büyük Lügat benim.)kuşku oluşturmayacaktır. Olayı baştan düşünemememin nedenlerini irdelerken uyumuşum.

 

17  Aralık  1944  Pazar

 

Gene kar! tepki sesleri arasında uyandım. ”Aralık ayındayız, ne bekliyoruruz ki?” soruları da yükseldi. Haruniye Köy Enstitüsünü bitiren adaşım İbrahim Toprak:

-Bizde de kar yağar ama hemen kalkar! deyince Rüstem Gündüz karşılık verdi:

-Size düşen kar genç, buraya yaşlı karlar düşüyor, düşünce de kalkamıyor! Gülüşmeler, arkasından da sorular geldi:

-Zaloğlu Rüstem İşletmeden geçerli notu alıyorsun, gözün aydın! İşletme iki anlama geliyor:

1.İşletme Ekonomisi diye bir ders var, o derse girenler oldukça sıkıntı çekiyor.

2.İşletme, sezdirmeden alay etme, tiye alma. (Argo deyimi)

                                                          *

Kahvaltıdaki konuşmalar  oldukça sıkıntılı geçti. İlk söz:

-Otuz kişi bir salonda müzik çalışır mı? Konservatuvarın, küçük küçük çalışma odaları var. Asım Öğretmen’in okulunu anlattım, onlarda da yeteri kadar oda varmış, her öğrenciye  bir oda düşmüyorsa da odalar, ikişer ikişer paylaşılıp nöbetleşe çalışılıyormuş. Gene aynı  zevzeklik:

-Gelin kimseye sormadan bizim salonun altını odalara bölelim. Bölelim denilen yerin dar, küçük pencerelerinin çerçeveleri bile yok, kalaslarla kapatılmış.”1941

aralık ayında bizim bıraktığımız gibi!” diyecek oldum Kamil Yıldırım:

Güzel Sanatlar Bölümü ön görüntüsü-Hakkı Tonguç konuklarıyla (1944)            

 

Güzel Sanatlar Bölümü salonunun arka görüntüsü (1944)

 

-Suçlu sizsiniz, o zaman neden tamamlamadınız? İş hemen şaklabanlığa kaydı:

-Kepirtepeliler, pazar günleri de çalışarak, yarım  bıraktıkları işlerini tamamlasın! Kadir Pekgöz, tüm enstitülerden gelen ekiplerin işlerini tamamlamadan döndüğünü söyleyince bu kez de o enstitülerden gelen öğrenciler de çalışsın? İbrahim Şen:

-Tamam arkadaşlar; bu işi de yoluna koyduk şimdi gidip yatakhanede rahat rahat uyuyabiliriz. Ekrem Bilgin rahat:

-Herkes uyuyacağına göre salonda ben çalışabilirim! Halil Yıldırım hırslanarak:

-Salt seni rahatsız etmek için kemanın akordunu bozarak öğleye dek salonda olacağım! Ben de, ben de! diyerek hep kalktık. Öyle dememize karşın ben kitaplığa gidip, Varlık, Ekim (1944) 1-15,271 sayılı dergiden çeviri kitaplarını yazdım.

 

 

                                      K  i  t  a  p  l  a  r:

 

 Millî Eğitim Bakanlığınca Cumhuriyetin xxı. Yıldönümü Dolayısiyle Yayınlanan Klâsik ve Modern Eserler.

 

Millî Eğitim Bakanlığınca, her sene Cumhuriyet Bayramında toplu bir şekilde yayınlaması, güzel bir gelenek haline gelmiş dünya Klâsiklerinden  tercümeler serisi, bu bayram,105 cilt gibi irfan tarihimizde eşine rastlanmamış bir yekûn halinde ortaya konmuştur. Klâsik tercümelerin ilk defa 1941 senesinde başlamış ve o yıl 13 eser çıkarılmıştı.1942 de 27’ye çıkan bu yekûn,1943 Cumhuriyet bayramında 69 olmuş ve nihayet  bu bayram verilen yeni 105 ciltle hepsi birlikte 214 kitap gibi hatırı sayılır bir neticeye  varılmıştır. Asıllarına uyması bakımından olduğu kadar, Türkçelerinin temizliği ve düzgünlüğü bakımından da ciddî bir kontrolden geçen ve güvenilebilir bir değer taşıyan bu tercümelerin kültür hayatımızda oynayacağı rolün büyüklüğü yakın bir zamanda kendini hissettirecektir. Geçen sayımızda da bahsettiğiimz 105 yeni eserin tam bir listesini aşağıda okuyucularımıza sunuyoruz.

 

Babil Klâsiği:

Gılgameş Destanı, Çeviren, Muzaffer Ramazanoğlu.100 k.

 

Çin Klâsikleri:

Çin Hikâyeleri.”Çeviren: Dr.W.Eberhard-H.Boratav.100 k.

 

Şark-İslâm Klâsikleri:

Cami: Salâmla Abbas. Çeviren Abdülvehhab Tarzi. 60 k.

Hafız: Hafız Divanı. Çeviren Abdül bâkiölpınarlı.345 k.

Ferideddin-i Attar: Mantık Al Tayr 1.Çeviren Abdülbaki Gölpınarlı 140 k.

Mevlâna: Mesnevi IV. Çeviren Veled İzbudak (Abdülbaki Gölpınarlı şerhleriyle).240 k.

Şebüsterî: Gülşeni Raz. Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı.90 k.

 

Eski Türkçe Metinler:

Keykâvus-Mercimek Ahmet: Kâbusname. Neşreden: Orhan Şaik Gökyay,220 .

 

Yunan Klâsikleri:

Aristo: Politika I-III Çeviren: Niyazi Berkes.120 k.

Eflâtun: Kratylos. Çeviren: Suat Baydur. 80 k

Eflâtun: Meneksenos. Çeviren: İrfan Şahinbaş. 40 k.

Eflâtun: Devlet Adamı. Çeviren: Dr. Behice Boran-Mehmet Karasan.80 k.

Eflâtun: Devlet ııı..Çeviren: Prof.G.Rhode idaresinde Azra Erhat.60 k.

Euripides: Bakhalar. Çeviren:Sabahattin Eyuboğlu.70 k.

Ksenefon: Anabasis. Çeviren HayrullahÖrs.180 k.

Lukianos: Seçme Yazılar 1.Çeviren:Nurullah Ataç. 90 k.

Lukianos: Seçme YazılarII.Çeviren: Nurullah Ataç.150 k.

 

Latin Klâsikleri.

Plautus: Çifte Bakhkis’ler.Çeviren: Nurullah Ataç. 60 k.

Tacitus:Germania.Çeviren: Hamit Dereli,35 k.

 

Alman Klâsikleri.

G.Büchner: Danton’un Ölümü.Çeviren:Pertev-N.Boratav.55 k.

E.Eschenbach: Köyün Çocuğu  I.Çeviren: Burhan Arpad.100 k.

Goethe: Herman’la Dorothea. Çeviren:Recai Bilgin.70 k.

J. ve W.Grimm: Masalları. Kemal Kaya.80 k.

F.Hebbel: Gyges ve Yüzüğü. Çeviren: S. Ali. 70 k.

Hölderlin. Hyperion II. Çeviren: Melahat Togar.80 k.

Lessing: Define. Çeviren: Melâhat Özgü.60 k.

L.von Ranke: Büyük Devletler. Çeviren: Bekir Sıtkı Baykal. 60 k.

Schiller: Maria Stuart. Çeviren: Recai Bilgin.100 k.

Theodor Strom. Çeviren: Üniversitede. Çeviren:Sevim San.60 k.

 

Fransız Klâsikleri.

 

Gottfried von Strasburg (Adı ben ekledim)Tristan’la İseult.Çeviren: Sabiha Omav.110 k.

H.de Balzac:Albay Chabert. Çeviren Yaşar Nabi Nayır. 70 k.

Beaumarchais: Sevil Berberi. Çeviren: İlhan Ertuğ.70 k.

Condorcet: İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üstünde Tarihi Bir Tablo Taslağı. Çeviren: Oğuz Peltek.100 k.

Alphonse Daudet: Değirmenimden Mektuplar. Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil.120 k.

Bernardin de Saint-Pierre: Paul ile Virginie: Çeviren: Ali Kâmi Akyüz. 90 k.

Descartes. Metot Üzerine Konuşma. Çeviren: Mehmet Karasan 80.k.

Mme  de la Fayette: Prenses de Cleves. Çeviren: Yusuf Tavat.160 k.

Choderlos de Laclos: Terhlikeli Alâkalar. Çeviren Nurullah Ataç.170 k.

A.de Lamartine:  Graziella. Çeviren: Zeynep Menemenci.90.k.

X.de Maistre: Odamda Seyahat.  Çeviren: Sitare Sevin. 60.k.

Prosper Merimee: Colomba .Çeviren: Yaşar Nabi Nayır.120 k

Prosper Merime: Araftaki Ruhlar.İlle Venüs’ü. Çeviren: Yaşar Nabi Nayır.100 k.

Prosper Merimee: Fırsat. Çeviren: Sabiha Yağızlar.60 k.

Prosper Meriee: Ines Mendo. Çeviren: Sabiha Yağızlar. 60.k.

Moliere: Şaşkın. Çeviren:Behiç Enver Koryak. 60.k.

Moliere: Küskün Aşıklar. Çeviren: Güzin Dikel-Nevin Korel. 45.k.

Moliere:Kocalar Mektebi Çeviren: Vahyi Hatay.35 k.

Moliere: Kadınlar Mektebi Tenkidi. Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu.30.k.

Moliere: Vesailles Tuluatı. Çeviren: Orhan Veli Kanık-Azra Erthat.30.k.

Moliere: Zorla Evlenme. Çeviren: Afif Obay .30.k.

Moliere:Tartüffe.Çeviren:Orhan Veli Kanık.80.k.

Moliere:Skapin’i yahut Resimli Muhabbet. Çeviren: Orhan Veli Kanık.30.k.

Moliere:Skapin’n Dolapları .Çeviren: Orhan Veli Kanık.60.k.

Moliere:Bilgiç Kadınlar. Çeviren: Ali Süha Delilbaşı.65.k. 

A.de Musset: Barberine. Çeviren: Orhan Veli Kanık.50.k.

A. de Musset: Bir Heves. Çeviren: İlhan Ertuğ.40.k.

A. de Musset:  Fantasio. Çeviren: İzzet Melih Devrim.40.k.

A. de Musset: Lorenzaccio. Çeviren: İzzet Melih  Devrim. 90.k.

A. de Musset: Carmosine-Louison. Çeviren: Yaşar Nabi Nayır. 80.k.

A. de Musset: Bettine-Ummadık Taş Baş Yarar. Çeviren: Yaşar Nabi Nayır.65.k.

A. de Musset: Bir Zamane Çocuğunun İtirafları. Çeviren: Yaşar Nabi Nayır.180.k.

J.J.Rousseau: Julie yahut Yeni Heloise  II. Cilt. Çeviren: Hamdi Varoğlu.110.k.

J.J.Rousseau: Yalnız Gezenin  Hayalleri. Çeviren: Reşat Nuri Darago.80.k.

Stendhal: İtalya Hikayeleri. Çeviren: Hamdi Varoğlu. 190.k.

Voltaire: Felsefe Sözlüğü II.Çeviren: Lütfi Ay.180.k.

Voltaire: Candide. Çeviren: Fehmi Baldaş. 80.k.

Emile Zola: Bir Aşk Sayfası I. Çeviren:  Hamdi Varoğlu. 120.k.

 

İngiliz Klâsikleri   

 

W.Shakespeare: Fırtına. Çeviren: Haldun Derin.55 k.

W. Shakespeare: Veronalı İki centilmen. Çeviren: Avni Givda. 80 k.

W. Shakespeare: Bir Yaz Gecesi  Rüyası. Çeviren: Nurettin Sevin. 50 k.

W. Shakespeare: Hamlet. Çeviren: Orhan Burian 110 k.

W.Shakespeare: Kuru Gürültü. Çeviren: Hamit Dereli. 80 k.

W Shakespeare: Atinalı Timon. Çeviren: Orhan Burian. 80 k.

W.Shakespeare: Antonius ile Kleopatra. Çeviren: Saffet Korkut. 100 k.

R. İ. Stevenson: Dr.Jekyll ile Hyde: Çeviren: Zarife Lâçinler.90 k.

Swift: Gulliver’in Seyahatleri II. Çeviren İrfan Şahinbaş 110 k.

 

İskandinav Klasikleri

 

 

H.İbsen: Hedda Gabler.Çeviren: Şaziye Berin Kurt.80 k.

H.İbsen:Yaban Ördeği .Çeviren: Şaziye Berin Kurt. 80 k.

 

İtalyan Klasikleri

 

Goldoni: Kahvehane. Çeviren: Ekrem Sungar 80 k.

Goldoni: Yalancı. Çeviren: Tarık Levendoğlu 70 k.

Goldoni: Antikacı Ailesi. Çeviren: Ekrem Sungar. 80 k.

 

Macar Klasikleri

 

K.Mikes: Türkiye Mektuplar I. Çeviren Sadrettin Karatay. 150 k.

 

Rus Klâsikleri

Anton Çehov: Martı. Çeviren: Nihal  Yalaza Taluy-Kemal Kaya. 70 k.

Anton Çehov: Vanya Dayı. Çeviren: Gaffar Güney. 60 k.

Anton Çehov: Üç Kız Kardeş .Çeviren: Hasan Ali Edis. 90 k.

Anton Çehov: Vişne Bahçesi. Çeviren: Erol Güney- Şahap İlter. 61 k.

Dostoyevski: Başkasının Karısı- Namuslu Hırsız. Çeviren: D. Sorakın-S. Aytekin. 80 k.  

D. İ. Fonvizin: Anasının Kuzusu: Çeviren: Nihal Yalaza Taluy. 80 k.

Gogol: Müfettiş. Çeviren: Erol Güney-Melih Cevdet Anday. 120 k.

Lermantov: Zamanımızın  Kahramanı. Çeviren Sermet Lunel. 120 k.  

A.S.Puşkin: Yüzbaşının Kızı. Çeviren: S. Ali- Erol Güney. 110 k.  

A.S.Puşkin: Maça Kızı. Çeviren: Hasan Ali Edis. 60 k.

L.G Tolstoy: Harp ve Sulh.I. Çeviren Zeki Baştımar. 120 k.

Turgenyev: İlk Aşk. Çeviren: Erol Güney-Oktay Rifat. 70 k.

Turgenyev: Klara Miliç.  Çeviren: Erol Güney-Oktay Rifat. 50 k.

 

Modern Tiyatro Serisi

 

J.M.Barrie: Kabahat Kendimizde. Çeviren Orhan Burian 100 k.

John Galsworthy: Adalet. Çeviren: Adnan Balkış. 100 k.

John Galsworthy:  Adalet Bağları. Çeviren: Saffet Korkut. 80 k.

Georg Kaiser: Bir Gün İçinde. Çeviren: Kemal Kaya.50 k.

M. Maeterlik: Pellas ve Melizande. Çeviren: Turgut  Erem: 40 k.

Somarset Maugham: Ekmek Elden. Çeviren: Ferhunde Gökyay. 90 k.

Schnitzler: Gönül Eğlencesi. Çeviren: Kemal Kaya.  60 k.

Jules Renard: Horozibiği. Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu-Bedrettin Tuncel. 40 k.

J.M. Synge: Babayiğit. Çeviren. Saffet Korkut 70 k.

 

 

 

                                    Yelken I

                             Kanadında selâm taşıyan martı

                             Beni, benden alır, kaçırır, gider

                             Rüzgâr teknemizi uçurur, gider

                             Dalgalar üstünde biter ömrümüz.

 

                             Ey deniz, güzel anne, sende gönlümüz

                             Sen en güzel şarkı, en büyük şiir

                             Söyle kumsalında özlenen nedir?

                             Nedir her limana duyulan hasret? 

                             Deniz, sonsuz rüya, beni azad et.

 

                              Her şeyimi bırakıp şehrin kaldırımına

                              Sana geldim. senin şu ıssız rıhtımına.

                              Bir sonsuz yolculuk, yıldızlar ve sen

                              Sonunda ölüm olsa dolar bu yelken.

                                                                              Şinasi Özden.

Şinasi Özden’in şiirlerini Varlık Dergisi’nde gördükçe okuyordum. Ancak bu ad üstünde  daha önemseyerek  durmama arkadaşım Talip Apaydın neden olmuştu. Salon yazı tahtamız oldukça büyüktür. Özellikle nota kullanılan derslerde ilgili öğretmenler tahtayı hep temiz isterler. Salonun sorumlusu da nasılsa ben oldum, bir daha da bu görevden  kurtulamadım. Gerçekte Solonda önemli olan sobanın yanması, tahtanın temiz olması dışında bir zorluk yoktu. Özellikle tahtayı temizlediğimde bir süre sonra  şiir mısraları yazılır oldu. Sordum soruşturdum; yazanın Talip olduğunu öğrendim. Talip’e nedenini sorduğumda o bana beklemediğim bir karşılık verdi:

-Ben onları yazmayabilirim, ancak o şairi çok seviyorum, onun şiirlerini tüm arkadaşların okumasını istediğimden, duyuru amacıyla yazıyorum. Şinasi Özden’in şiirleri dışında Ünlü kişilere sorular sorduğunu da biliyordum. Hasan Ali Yücel, Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Kazım Köni, Behçet Kemal Çağlar gibi benzer kişilere soru soruşunu daha önce, Oidipus’un Thebai kent kapısındaki soru sormasına bile benzetmiştim.Talip’in iyi niyetine inandığımdan, ayrıca onun da çok önemli günlerde tahtanın temizliğine katılmasıyla sorun bir ölçüde ortadan kalkmıştı. Ancak bende kalan bir iz, Şinasi Özden’i daha önemsetti. Beğendiklerim gibi beğenmediklerim de olmuştu. Hatta, tıpkı onun başkalarına sorduğu gibisine şiirlerinin bazılarına takıldığım da oldu. Bunlardan biri Yelken şiiri idi.Takıldığım noktada haklı olmayabilirim. Ancak ben orada başka türlü düşünüyorum:

Yelken şiirinin ilk dörtlüğünde tekillik çoğulluk  birbirine karışmış oluyor:

                          

                              Kanadında selâm taşıyan martı

                              Beni benden alır, kaçırır gider

                              Rüzgâr teknemizi uçurur gider

                              Dalyalar üstün de biter ömrümüz!

Birliktelik son  dörtlüye dek gidiyor. Orada da gene:

                              Her şeyimi bırakıp şehrin kaldırımına,

                              Sana geldim, senin şu ıssız rıhtımına

                              Bir sonsuz yolculuk, yıldızlar ve sen

                               Sonunda ölüm olsa dolar bu yelken!

Selçuk Korol Öğretmeni anımsıyorum; Tarih Dersine girerdi ama arada, (konuşmalarımızda kusur buldukça )sözü Türkçe dersine döndürür arada da şiirler okurdu. Kimi şiirlerde açıklama yapar, yüzeysel olarak bir kaç sözden sonra gülerek:

-Buradan ötesini bilemem, ”Şiirin kusursuz anlamı şairirin karinesindedir! (karnındadır!)” derler. Bize büyüklerimiz bu kadarını öğrettiler, umarım siz daha ayrıntılı bilgi alacaksınızdır!!”deyip sözü keserdi. Selçuk Öğretmen’e uyarak ben de sözü burada kesiyorum. Şiirin kavrayamadığım inceliği umarım Şinasi Özden’in şiirsel duyguları içindedir.(*1)

Şinasi Özden’in gene Varlık Dergisi’nde 2.Yelken şiirini okudum.

 

                                                 Yelken   II

                             Her limanda bir güzel* seven çapkın gemici

                             Bu karayel bizi hangi limanlara götürür?

                             Unut, uzakta kalsın karada geçen ömür

                             Bir şarkı söyle bize coşkun, sürükleyici..

 

                             Korkunç dalgalara yem yapsak gençliğimizi

                             Yanmayız denizlerde tükenen ömrümüze;

                             Bir mercan adasına salarak gönlümüzü

                             Yorgun kollarımızda uyutalım denizi!...

                                                       Şinasi Özden(Varlık s.271,1-15 Ekim 1944)

 

(1*)  II.Yelken şiirini görünce önemseyip  bir daha okudum!

(2*) Şair Şinasi Özden’den özür dileyerek Yelken II’de de  bir düzeltme yaptım. Şair,”Her limanda bir kadın seven çapkın gemici!”, demiş, ben, kadın yerine güzel sıfatının (Ad olarak) daha anlamlı olacağını düşündüm. Umarım Şinasi Özden, iyi niyetli bir okuyucusu olduğuma yorarak, beni bağışlayacaktır.

                                                                  *

Ellerimi ovuşturarak masaya oturduğumu görenler:

-Yazık parmaklarına, onları o kadar yorma! diyerek, piyano çalışmama takıldılar. Yazı yazdığımı söyleyince ise düpedüz güldüler. Nihat Şengül işi evliliğe dayayıp:

-Parmakların hassasiyetini kaybederse yengeden paparayı yiyeceksin! Hemşerim Kadir bana arka çıktı, bilmediği kimseyi bilirmişçesine:

-Yenge öyle  türden değil, Ağabeyi üzmez! Kadir’e sorular soruldu. Kadir, daha önce duyduklarını anlattı. Oysa anlattığı benim meçhul sevgilimi, kucağındaki çocukla iki yıl önce gördüğümü Kadir’e anlatmıştım. Sanırım Kadir bunu unutmuş. Bir bakıma böyle konuşması iyi oldu. Şakalaşmalar, giderek sinemalardaki aşıklara kaydırıldı. Betty Grable  kocası Harry James önünde başkasıyla nasıl öpüşüyor? Buna cevap bulamayınca saptırmalar yapıldı:

-Gerçek kocası değildir!

-Gerçekten öpüşmüyorlardır!

-Olur mu? Geçek ya da sahte, adam sarılıp ağzını  kadının ağzına yapıştırıyor.

-Film hilesidir!

-Hile mile, benim gördüğüm o  öpen adamı kocası görmüyor mu?

-Senin yüreğinde şeytanlık var!

-Yok deve, o adamın yüreğinde de Pe-ze...lik  olmalı!

Büyük bir “SUS!” çekildi. Etrafımıza bakınarak kalktık. Çevredekiler kendi havasındaydı, bizden haberleri bile  yok! Gülüşerek dağıldık.

İki piyano da boştu, alt piyanoya indim. Schumann’ın Rüya’sı benim de rüyam olacak. Çok sevdim. Kısa ama bir kaç kez tekrar edilebilecek bir havası var. Beethoven, Für Elise, Menutte- Schubert, Serenat, Moment Muzikal-Mozart, Türk Marşı- Schumann, Rüya- Chopin, Polonez, Mazurka! deyip sıra ile çalmak sanırım dinleyenleri etkileyecektir. Çaldıkça daha çalasım geldi. Özellikle girişteki ilk aralık bana başka parçaları da çağrıştırdı. Pek ilgi kuramamakla birlikte onlarla, bir birlerini andıran yakınlıklar buldum. Sözgelimi, İstiklâl Marşı’nın girişi ile İleri Marşı’nın girişlerini  birlikte tekrarladım. Oysa müzikte şekil benzerliği önemli değil, ritim önemli; vurgular başka, ritim farklı olunca aralıkların benzerliği bir anlam taşımaz. Bunu Faik Öğretmene söylesem, özellikle İleri Marşı için:

-Beni, Schumann’dan  aşırma yapmakla mı suçluyorsun? der. Müzikte aşırma yapanlar varmış. Çok ünlüler arasında bile bu tür tevatürler çıkarılmış. Bunlardan bir tanesi de Johannes Brahms içinmiş. Sözde Johannes Brahms, çok sevilen Macar Dansları’nı  bir Macar Kemancıdan aşırmış. Bu olay, Brahms’ın sağlığında ortaya atılmış. Ancak Brahms kendini savunmuş. Ayrıca ,müzik uzmanları, beste, özellikle  çok seslendirmeyi, sağlayan armoni kullanma yöntemleri açısından iddia sahibini haklı bulmamışlar. Bir aşırma da ben buldum; bir okul şarkısı. İlkokul 3. Sınıfta öğrenmiştik. Türk Yılmaz adlı bir şarkı:

-Çelik gibi kollar, tunçtan ayaklar; Türk yılmaz! Kavgaya girse, tek bile kalsa Türk yılmaz !diye sürüp gidiyordu. Plâklar arasındaki Mozart Flüt konçertosunu dinlerken oradaki melodinin tıpkısı olduğunu saptadım.

Hem bunları düşündüm hem de çalıştım. Ayrıca konser parçalarımı bir sıraya koyarak yeni öğrendiğim bir müzik türü olan potpori hazırladım. Gerektiğinde bu sırayı bozmadan sürdüreceğim.

Doğan geldi:

-Yemeğe gitmiyor musun? Gitmez olur muyum? Birinin  uyarmasını bekliyorum?

Hava oldukça soğuk, Faik Canselen Öğretmen gelecek, sobaya baktım, salon oldukça ılık.

Yemekte, yeni bir olaydan söz edildi. Kavga, 3.Sınıflardan birileri düpedüz  kavga etmişler. Kavgacılar arasında Fevzi Özlen, Şerif Yener, Abdullah Ön de varmış. Fevzi Özlen benim mektup arkadaşım Ziya Fikri Özlen’ in ağabeyi. Yakından tanıdım, çok terbiyeli, kavga edecek yapıda biri değil, inanamadım! deyince Halil Yıldırım:

-Karşısındaki sabrını tüketirse ne yapsın? diye sordu. Olayın gene Kızılçullu, Çifteler zıtlığından kaynaklandığını öğrenince şaşkınlığım daha da arttı. Bir sınıf önde olduklarından ağabeylerimiz sanılan bu kavgacılar, bu üçüncü yıldır aynı konuda kozlarını paylaşamamışlar. Son kavganın görünen nedeni  oldukça ilginç. Kızılçullu Köy Enstitüsü kurucu müdürü Emin Soysal ayrılınca Eskişehir Millî Eğitim Müdürü Hamdi Akman atanmış. Eski müdürlerini çok seven Kızılçullu öğrencileri, yeni müdürü yadırgamışlar. (Hikâyenin burasını çok iyi anlıyorum,1942 güzünde aynı durumu Kepirtepe’de  yaşamıştım.)Yeni müdür, kaba saba sözler söyler öğrencilerle alay edermiş. Alay ettikleri de genellikle, temiz giyinen; İzmir’e gitmek için izin isteyen, izinden dönen öğrencilermiş. Bir süre sonra doğuştan mukallit öğrenciler Yeni Müdürün zayıf taraflarını saptayıp arkadaşlarının diline düşürmüşler. Bozarak kullandığı sözleri(Biraz da abartarak) el-kol hareketlerini gülmece durumuna getirmişler. Olayın bir ilginç yanı da 1941 yazında Hasanoğlan’a ekip olarak gelen öğrenciler dönüşlerinde Çifteler’de konuk kalmışlar. Bu süreçte Eskişehir Millî Eğitim Müdürlüğüne uğramışlar. O zaman Millî Eğitim Müdürü, söz konusu müdürmüş. Konuk  öğrenciler, kendilerini çok iyi karşılayan Eskişehir Millî Eğitim Müdürünü Kızılçullu’ya dönünce uzun süre överek arkadaşları üzerinde özenilecek bir yönetici havası oluşturmuşlar. Bir süre sonra söylenenlerin tersi ile karşılaşınca önemli bir neden aramışlar. Yüksek Bölüm açılınca iki enstitüden de son sınıfların topluca gelişi, Kızılçullu Köy Enstitüsü çıkışlılarda bir benzerlik duygusu uyandırmış. Çiftelerliler, hık demiş Hamdi Akman’ın istedikleri olmuş. Bunu sağlayan onların değişmez müdürü Rauf İnan. Öyleyse kendilerine gönderilen müdürün Rauf İnan’ın  izinde gittiği kanısına varmışlar. İlk yıl daha  bu konu büyük gerginliklere neden olmuş. Geçen yıl, kervana bizler de katılınca tavsar gibi olmuştu. Ancak bir yan için talihsiz bir rastlantı, Rauf İnan Hasanoğlan Köy Enstitüleri müdürü oldu. Kızılçullu öğrencilerinin savaş verdiği kılık kıyafet konusu, Rauf İnan gelince gene ortaya atıldı. Bu konu biz Kepirtepelileri iyice şaşırttı. Çünkü bizim Kepirtepe’de böyle bir sorun yoktu. Okul iş giysileri veriyordu. İş dışında giyimlerin, temiz, içine girdiği insanların düzeyinden düşük olmamasına dikkat edilmesi öğütleniyordu. Üç takım kumaş giysim vardı. Bu konuda beni kimse kınamadı.

Rauf İnan, gelir gelmez kumaş giysileri saptayarak uyarılar yaptı. Yaptı ama olay, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e yansıyınca olması gereken oldu. Böylece Kızılçullu çıkışlıların hiç değilse bir konuda haklı olduklarına biz  Kepirtepeliler de katılmış olduk.

Yemekten kalkınca benim dışımda tüm arkadaşlar büyük salona gitti. Benim savaşım şimdi  başka alanda:; Robert Schumann’ın rüyası. Elimde olmayarak Schumann’a üzüldüm. Piyanist olamamış ama ünlü bir besteci olmuş. Eşi  Clara Schumann’ı saygın bir piyanist yapmış, Johannes  Brahms gibi bir öğrenci yetiştirdikten sonra daha genç  denecek bir yaşta kendini Ren Nehrine atarak yaşamını karartmış. Faik Öğretmene bunları söylediğimde kaşlarını çatarak:

-O romantikliği bizden farklı anlamıştır İbrahim. Bir gün nasıl olsa biteceği bilinen yaşamın uzamasını istememiş olabilir. Büyük insanların büyüklüğü sanırım buradan ileri geliyor. Ben bunları düşlerken, Faik Öğretmen gülerek geldi. Gelir gelmez:

-Bir hata yaptığı mı düşünerek geldim. Seni görünce  de öyle düşünmekle asıl hata yaptığımı anladım. Ona gülüyorum! dedi. Sonra da açıkladı:

-Haber vermediğime göre gelmeyebilirsin. Bak, onca arkadaşından  burada senden başka kime yok.

Faik Öğretmen ellerini ovuşturup piyanoya oturdu. Schumann’ın  Kinderszenen (Çocuk Sahneleri)  kitabından rastgele sayfa açıp çaldı. Kitabın adında  çocuk yazılmasına karşın yetişkinleri de etkileyecek ölçüde çok duygulu parçalar. Ben salt Rüya’nın öyle olabileceğini sanmıştım. Meğer tüm parçalar birer Rüya imiş. Bu kez öğretmen ilk parçayı işaretledi. Rüya için ise içini çekerce:

-Bunu zaten sürekli çalacaksın, zamanla o kendiliğinden pişecektir! deyip güldü. Belli ki ayırdına varamadığım kusurlar vardı. Öğretmen gitmek üzere kalkınca sordu:

-Kalıyor musun?

-Sizinle geliyorum! deyip davrandım. Öğretmen buna da memnun oldu:

-Yarınki dersimizi  bugünden yapmak bir bakım iyi değil mi? diye sordu. Ben, kendi açımdan iyi olan tarafı açıkladım:

-Arkadaşlar, yukarı salonda keman çalışması yaparken ben alt odada iki saat rahat çalışıyorum! Öğretmen, böyle bir söz bekliyormuşçasına:

-Bak işte buna memnun oldum, zaman zaman sormak istiyordum; bu zaman takdim-tehiri senin zararına oluyor mu? Öğretmenle birlikte onların kulübü kapısına dek gittim. İçerden Mahir Canova Öğretmenin sesi geliyordu:

-Cancağızım, hep onu söylüyoruz, bu duruma göre daha da söyleyeceğiz:

- Biraz zorlamadan bu işler olmaz! Mahir Öğretmen neyi söylüyor acaba? Sanırım, bizimle, yani öğrencilerle ilgili değil!

Büyük salona doğuldum ama kavga olayını anımsayınca  vazgeçip kitaplığa girdim. Kepirtepeli arkadaşlardan bir bölümü oradaydı. Tevfik Uğurlu, el ederek:

-Abi gel, sana ihtiyacımız var! Sami Akıncı varken bizim sınıftan kimse bana böyle söylemez. Daha ilk sınıfta, bizimkiler Sami Akıncı’yı putlaştırmıştı:

-Bilirse Sami bilir! Buna Sami de şaşıyordu ama, değiştirmek olası değildi. Konu kavga! Ancak konunun kavga nedeni ilginç! Doğrusu böyle bir konunun ortaya gelmesini istiyordum. ”Baba!” Buraya geldiğimiz daha ilk günlerde konu olmuştu, Yüksek Bölüm Eğitimbaşı Tahsin Türkbay’ın günlük adı “Baba, Tahsin Baba! Biz bu söyleme kendimizi alıştıramamıştık. İki ikiye ya da birkaç arkadaşlı konuşmalarda eleştirdik ama pek etkili olmadı. Bir keresinde ben biraz ileri giderek:

-Benim aslan  gibi babam var, başka  bir babaya da gerek görmüyorum. Zaten annemi 5 yaşında kaybettim. O nedenle ben birileri gibi baba aramıyorum! dediğimde beni uyaranlar olmuştu:

-Sen böyle dersen başına dert açarsın; bunu söyleyenler iyi bir şey yaptığına inanıyorlar! dediler. Sene soru geldi, Tahsin Türkbay ayrılıp gitti. Saygılı baba söylemleri yok olduğu gibi adamcağızı anan bile olmadı. Yaz stajımda burada kalınca bu kez konu öğretmenler arasında konuşuldu. Ancak “Baba” sıfatı birine yaslanarak değil, yaslanmasının doğru olup olmadığı üzerineydi. O konuşmada da ben düşüncemi şöyle açıklamıştım:

-Ben bir insanım, dinsel inancıma göre tanrı bana can verdi. Ancak Tanrı bana can verirken annemle babamı ortak görevlendirdi. Böylece ben varlığımı önce Tanrı’ya sonra da Anne-babama borçluyum. Tanrım kadar olmasa bile o anlamda Anne-babama kutsal gözle bakmak benim görevim. Ben bunu kusursuz yapmaya çalışıyorum. Kendim çalıştığım gibi başkalarının da  bunlara hiç değilse saygısızlık etmelerine razı olamam. Anımsadığım kadarıyla ben köyde çocukluk dönemlerimde bir birinin annesine küfür edenlerle açık açık kavga ederdim. Benim bu duyarlığımı büyüklerim, annesiz büyümeme bağlardı. Büyüyünce bunu daha  bilinçli düşünüp bir görev olarak benimsedim. Öğrenciliğimde kavga eden iki arkadaşı ayırırken korumaya çalıştığımın ötekinin anasına küfrettiğini duyunca ayırmaktan vazgeçip bir de ben takat atmıştım. Tokatı yiyen arkadaş beni Naci İnan  Öğretmene şikayet edince Naci İnan Öğretmen elinde bir kalınca çıta (Marangozluk Atölyesinde) beni sorguya çekti. Kendimi  savundum:

-Ben bu şikayetçiyi korur şekilde  kavgacıları ayırırken, şimdiki şikayetçi, karşısındakinin anasına küfretti. Ben, anneleri kutsal sayarım. Memleketimin adı bile Anadolu. Anadolu’yu korumak için ölenlere saygı duyuyoruz. Anadolu, anaların saygısı için verilmiş bir ad. Ben ona saygımdan, kim olursa olsun (Gücümün yeteceğine inandıklarım) analara saygısızlık edeni tokatlarım. Naci Öğretmen bana:

-İnanamıyorum, bu senin fikrin olamaz, bunu sen bir yerden ezberlemişsin ama iyi bir iş yapmışsın, bundan böyle bu tür bir terbiyesizle karşılaşırsan bir de benim için vur! deyip şikayetçi öğrenciyi  uzaklaştırmıştı. Bende böylesi bir düşünce yumağı oluşturan bu ana-baba sıfatı kullanılması  geçen yaz bir yemekte öğretmenler arasında söz konusu olunca bir bayan öğretmen:

-Köy Enstitüleri’nin bazılarında Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a “TONGUÇ BABA!” dediklerini anımsatmıştı. Bunu diyen öğretmen Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un yardımcılarından birinin kızıydı. Doğru söylemişti, sanırım hiç de bir art niyeti yoktu. Ancak konunun şekli değişir gibi oldu. Yemek grubumuzda ağabey durumunda olan  Cemil Toygar, Nazif Balcıoğlu öğretmenler bana baktı. Bakışlarından:

-Ayıkla şimdi  pirincin taşını! dedikleri besbelliydi. Ben olayı kendimden aldım:

-Ailemde Bektaşi, hatta Bektaşi dedesi olduğunu. Bektaşi olduğu gibi bu konuyu da  sıcağı sıcağına Varlık başta olmak üzere değişik dergilerde yazan Vahit Lütfi Salcı’yı yakından tanıdığımı, kendisine “Dede” dediğimi, ondan aldığım bilgilere göre mecaz anlamda anne-baba sıfatlarının anne-baba dışında  saygı olarak kullanıldığını, bunların kullanış nedenlerinin de anne-baba saygınlığından  kaynaklandığını dinlediğimi ekledim. Örnek olarak  da:

-Denizli’de Yatağan Baba, İstanbul’da Hafız Baba, Kırklareli’de Binbiroklu Ahmet Baba, Tekirdağ’da Kemter Ali Baba, Balkanlarda türbeleri kalan Kızıldeli Baba, Gül Baba   gibi Bektaşı Tarikatında saygıyla anılan babalar, bireylerin dışında birer saygı simgesidir. Onlara          “Baba!” demek  saygısızlık değil, diyene onur kazandırır. Karşı oluşum, saygı simgesi bildiğim “Baba” sözcüğünün karşımda, benim gibi yiyip içen, sıradan tavırlar sergileyen birilerinin karşılıklı yılışıklaşmasına alet edilmesidir! demiştim.

Susarak beni dinleyen öğretmenlerden Nazif Balcıoğlu, (Dinleyenlerin en deneyimlisiydi. Sanırım ötekiler de onun konuşmasını bekliyordu.)  bana dönerek:

-Şimdi biri burada konuştu, dalgınlık ettim o sen miydin yoksa ben mi? Eğer sensen alkışlayacağım, hem de candan alkışlayacağım; eğer bensem; senin alkışlamanı isteyeceğim!

Cemil Toygar Öğretmen:

Hadi hadi Demosten (Demostenes, Atinalı ünlü politikacı hatip)mukallitleri,

sözü uzatmayın, ben  ikinizi alkışlıyorum! deyip sahiden alkışladı. Ona katılanlar da oldu. Bunu anlattıktan sonra arkadaşlara:

-Bu konu üzerinde direnerek durmam benim için bir inanç zorlaması, konuyu eğip bükmek ya da şakaya çevirip hafifletmek söz konusu değil. Bu kez de arkadaşlardan Salih Baydemir:

-Al benden de o kadar! Gittiğim Enstitüde, yaşlı bile sayılmayacak(Bizim Selçuk Öğretmen yaşlarında) birine “Baba” dediklerini duyunca öyle diyenleri hemen payladım.

Söze pek karışmayan Sami Akıncı:

-Haklısınız be kardeşim ama, insanlar ağzını alıştırmış, iki de bir anadan(!) söz ediyor. Ben kaç kez duydum:

-Adam yol soracak karşıdan gelene bakıyor; yaşlıysa:

-Baba,  x köyüne nereden gidilir? diyor. Gençse ağabey, küçükse kardeşim! Bunlar hep konuşuluyor. Harun Özçelik’le Halil Basutçu açıklama yaptı:

-Bu başka bir konu, senin gördüğün öyle dediyse benim gördüğüm de”Amca ya da dayı dedi. Önemli olan  öğretmenler toplu olarak öğrencileri izlerken adı bilinen öğretmeni  özellikle “Baba” diye  çağırmak yakışık alır mı? kısa bir sessizlik oldu.

Etraf ıssızlaşmıştı, ayırdına varınca kalktık. Ben içimi döktüm, oldukça rahatlar gibi oldum ama susan arkadaşların gerçek düşüncelerini tam olarak anlayamamıştım. Sanırım Sami Akıncı  ikinci bir buluşmada, bu konuda kendine göre inanılacak önekler vererek tam karşı olmasa bile yumuşak bir yol önerecektir.

Yatınca da bunu düşündüm. Düşündükçe de  kızdım; kızdıkça ağzımı bozdum. Böyleleri için kim babasını ya da babalığı hafife alır? Babasını sevmeyen! Babasını kim sevmez? Babanın ne olduğunu bilmeyen. Babasını bilmemek nedir? Kökünü bilmemek, annesi onu çalmıştır yani piçtir. Böylelerinin arkasına öğrenci takılırsa nerde kaldı o öğrencinin Atatürk’e verdiği sözler? Böyleleri geçmişte Yeniçeri ocaklarında yetişmiş, köksüz kökensiz insanlardı. Cumhuriyet dönemindeyiz; kendi babalarımızdan başka ancak yurdu düşmandan kurtarmak için ölümü göze alıp düşmanı yurttan kovan Atatürk’ümüz var,  tüm vatanın babası, gayrılara gerek var mı? Geçmişe dönmek isteyenlere aldanıp Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesindeki buyruklara  ihanet  edeceklere yol aralamaya çalışanlara karşılık verilmiştir. Atatürk diyor ki:

-Bugün ulaştığımız nokta, yüzyıllardan beri çekilen millî felâketler nedeniyle bu kutsal vatanın, her  köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk Gençliğine emanet ediyorum! Devamını yıllardır okuduk, söz verdik, ant içtik,  Gençliğe Hitabeyi ezberledik. Orada anlatılanlar masal mı idi? Gaflet, dalâlet hatta ihanet edecekler gökten mi inecekler? Onlar işte böyle devrimleri hafife alanlar arasında türeyecekler, bunu nasıl sezmiyoruz!

Atatürk’ün buyruğuyla kurulan bir Türk Dili Kurumu var.!932 yılında daha sözlükler hazırlamış, Cumhuriyet Kurumlarına, bu kurumlarda çalışanlara adlar vermiş, bunların kullanılmasını istemiş. Halkevlderi aracılığıyla halka inilmesi çabaları yanında VARLIK DERGİSİ, yıllardır dil birliğinden söz etmiş, bu yolda halka yakınlaşmak isteyen Cumhuriyet yanlısı genç yazarların, şairlerin eserlerini yayınlamıştır. Besbelli bu çabalara sırt çevirenlerden biri olan Ahmet Emin Yalman’ın söz konusu kurumun kuruluşundan 13 yıl sonra Köy Enstitülerine gelip okula mektep, öğretmene muallim, ya da hoca, öğrenciye talebe, Kültür Bakanlığı’na (Binanın girişinde koskoca yazı ile KÜLTÜR BAKANLIĞI yazmasına rağmen)Maarif Vekâleti demesi, üstelik bunu dirençle  hem konuşmalarında hem de yazılarında sürdürmesi ne anlama gelmektedir? Oysa kendisi kitabının önsözü son bölümünde:

-Bu güne kadar gelişme fırsatlarından mahrum kalan köylü genç, Enstitüler sayesinde tam bir Türk  akıncısı olarak yetiştirilmiş, noksanlarla ve zorluklarla mücadele edecek surette teçhiz edilmiştir. Şimdiye kadar okuma bakımından türlü türlü imkânlara  ve nimetlere mazhar edilen şehirli genç, bugün başarma kudreti ve yaratma hazzı ölçüsüyle köylü gençten geri kalmış sayılabilir. Şehirdeki manevî gıda noksanının yabancı ideolojilerle doldurulması ve kısırlığa ve taassuba doğru gidilmesi yolunda bazı kötü istidatlar da belirmiştir. diyerek kesin bir uyarma yapmak gereğini de duymuştur. Köy Enstitüsü öğrencileri, Türkiye Cumhuriyeti ilkelerine uygun yetişmektedir. Şehirli gençler bir takım nedenlerle bu yarışta yaya kalmıştır. Bu sözlerden böyle bir sonuç çıkmaktadır. Ancak böyle bir sonucun  benimsenmesi için daha inandırıcı açıklamalar  beklemek gerekir. En azından böyle iki kutuplu bir gelişme sahiden var mıdır? Varsa bu taraflara  hangi olanaklar sunulmuş da o olanaklar böylesi bir fark doğurmuştur. Bu olanakların yararlısını öbür tarafa da uygulamayı kim engellemektedir? Neden o bol olanakların kesilmesi hiç değilse bir bölümünün öbür tarafa kaydırılması (Hiç değilse Köy Enstitüsü Öğrencilerinin günlük ekmek paylarını 300 gramdan 600 grama çıkarılması konusunda bir çaba gösterilmemiştir?) önerilmiyor? Bunu yazardan ısrarla soruyorum:

- Tanısını koyan  doktordan, tedavi için fikrini  sormak baş vuranın  hakkıdır!

 Başarılı bir yöne yönelmiş Köy Enstitülerini alkışlamak güzel bir tavır. Ancak, tüm olanakların sunulduğu şehirli gençlerin tehlikeli gidişatını önlemek için Yarınki Türkiye’nin  Başına Gelecekleri anlatmak da Ahmet Emin Yalman için bir görev  olmuştur. Okurları, Ahmet Emin Yalman’dan  bu görevi yerine getirmesini bekliyor olmalı! Bir de kişisel soru:

-Yazarın Robert Koleji bitiren oğlunun  şimdilerde A.B.D’inde okuduğu doğru mu?

Şehirli gençler için tehlike olarak ima ettiği yabancı ideolojiler, gençlere ne zaman, nasıl, nerede, hangi ilişkilerle bulaşır?

Gerçekte sözüm burada bitmedi. Ancak zaman geç oluğu için kestim. Konuşsaydım şunları da ekleyecektim. Ahmet Emin Yalman övmek istediği Rauf İnan’a Payandalar seçmiş. O payandalardan biri de halkın sevdiği Aşık Veysel. Halk, Aşık Veysel’i geleneksel Halk Ozanlarının  söylenegelen menkıbelerinin etkisiyle bir varsayım nedeniyle sevmektedir. Oysa Aşık Veysel o tip bir halk ozanı henüz olamamıştır. Sivas yöresi insanı ile radyo dinleyen sınırlı  Halk Müziği severlerin dışında Aşık Veysel var sayılamaz. Ancak tüm Türk insanında bir Hak Ozanı kavramı vardır:

                                  “Telli sazdır bunun adı

                                    Ne hoca dinler ne Kadı,

                                    Şeytan bunun neresinde ?”

diyen Dertli’yi,

 

                                  “ Eşşeği saldım çayıra

                                    Otluya karnın doyura

                                    Gördüğü düşü hayıra

                                    Yoranın da,,,,,,,”

diyen Kazak Abdal ‘ı,

 

“Seviyom hışmınan bakma

 Ben kulun odlara yakma

 Yanağına güller takma

 Seni gülden kıskanırım.”

 

diyen  Aşık Ömer’i,

 

“Gevherî der benin cânû  cihanım

  Yoluna fedadır  baş ile canım

  Gel çıkıp gidelim benim  sultanım

  Lâleli sümbüllü dağlar ne güzel.”

 

diyen Gevheri’yi,

 

“Sen bir cennetlik kul olsan

  Cennete girmeye gelsen

   Pir Sultan üstadın bulsa

   Bilece girsek ne dersin.“

 

diyen Pir Sultan’ı,

 

“Karacaoğlan der ki kendim öğeyim

  Taşlar alıp kara bahtım döğeyim

  Güzel sevme derler nasıl sevmeyim

  Kaşlar arasında çifte benler var”.

 

diyen Karacaoğlan,ı

 

“Ok atılır kalesinden

Hak saklasın belâsından

Köroğlu’nun nârasından

Meydan gümbür gümbürlenir”

 

diyen Köroğlu,yu,

 

“ Belimizde kılıcımız kırmani

  Taşı deler mızrağımız temreni

   Hakkımızda devlet etmiş fermanı

   Ferman Padişahın dağlar bizimdir.”

 

diyen Dadaloğlu’yu okuyarak kültür benliğini korumaya çalışan Türk halkı, onların tarih boyunca dizdiği altın  zincirin sürmesini istemekte, takılacak yeni halkayı da  sabırsızlıkla beklemektedir. Beklenen bu halka niçin Aşık Veysel olmasın? Elbette olabilir. Ancak, olabilirlerle olmak aynı değerde değildir. Olabilirin, olmak için belli bir sürece gereksinimi vardır. İşte Aşık Veysel’in de böyle bir süreci yaşamasını beklemek gerekecektir. Benim gibi değerli Aşık Veysel’le yakın(Geçen yaz 4 ay birlikte olduk) ilişkisi olanlar demek istediklerimi çok rahat anlayacaklardır. Sevgili Veysel Amca,(Ben ona böyle derim) ne beline Dadaloğlu gibi kılıç takacak, ne de Dertli gibi boy boy, yayla yayla,  dağ bayır sazıyla dolaşarak dostlarla dertleşecektir! O, kaderinin kendisine çizdiği yolu bulmuş, o  yoldan giderek güçleneceğine inanmış, bir ermiştir. Onun, birilerinin pohpohlamasına, olduğundan fazla göstermesine ihtiyacı yoktur. Zaten böyle yapmaya kalkışıldığında kendi diliyle” Kulagasma bunnara!” diyerek dudak büküp geçer. Ahmet Emin Yalman’ın kitabından kendisi ile ilgili bölümleri okuduğumda bu yazdıklarıma benimle birlikte olan Hasan Çakı da tanık olmuştur.

Bu  düşüncelerimi bir kez daha gözden geçirip çıkacak okul dergisinde yayınlamayı kurup, sevindim.

Bu konuda söyleyeceklerim bitmedi; gene de  büyükçe bir safrayı beynimden attığıma inanarak  gözlerimi kapadım.

 

18  Aralık  1944  Pazartesi

 

Konuşmaları duyarken uyuduğuma zaman zaman tanık oluyorum. Ancak konuşmalar gerçek mi yoksa rüya karışması mı? Bunu eski yıllarda da yaşıyordum. Bu kez sahiden sesler çok daha bulanıktı, kimin ne dediğini ayıramadım. Doğan gelmiş, uyanık sanıp laf atmış, kımıldamayınca dokunmuş. Dokunmayı duyunca toparlanarak uyanık olduğumu söyledim. Oysa hâlâ uykuda gibiydim.

Doğan da benim gibi şan dersinden daha doğrusu Aydın Gün Öğretmenden çekiniyor:-Onun  su gibi berrak sesi var, benimki pürüzlü, anam böyle doğurmuş! deyip bir de “Anladın mı?” diye soruyor. Doğan’in saptayabildiğim özel deyişleri:

-Birinden hoşuna giden bir söz duyunca:

-Deme be ya hu!, Anladın mı? Bak; bak bakkk! Olur mu  bu yani? Oturaklı! Kahvaltıya giderken bir arkadaşından mektup aldığını anlattı. Mektuptan  öğrendiğine göre aynı sınıftan iki arkadaşı evlenmiş. Kimler olduğunu tam anımsamadım ama çok doğal olduğunu söyledim? Bunu derdemez Doğan:

-Olur mu bu yani? diye sordu. Bu kez de ben sordum:

-Niçin olmasın? Erkek sever, kız da seveni beğenir bir de sevildiğini anlarsa olmaması için neden olur mu? Doğan önümde durup bu kez de:

-Sen onun sidikli olduğunu bilmiyor musun? Kızın kim oluğunu bile anımsayamadım, sidikli olduğunu nerden bileyim? Doğan:

-Bak, bak bakk! Kız değil be yahu, erkek erkek! Sen bilmeyebilirsin belki ama kız biliyordu, anladın mı? Yıllarca bu alay konusu oldu! Olur mu bu şimdi yani? Doğan’dan ayrılırken, onun az önce söyledikleri bu kez gerçekten aklıma takıldı.

-Kim bunlar? Erkeği tanımayabilirim çünkü en az iki yüz kişiler. Ancak kızlar sanırım 7 ya da 8 kadardı. Hepsinin adlarını biliyorum. Ancak böyle bir komik suçlama altında öğrenmek istemem. Arkadaş, bir zaman uğradığı bir iftiranın esintilerini taşıyabilir. Ya da geçici bir hastalığa yakalanmış olabilir. Onu, söylenen kusuruyla anımsayıp dururken bir gün Doğan’ın deyimiyle  Oturaklı biri olarak görürsem, kendimden utanırım.

                                                    *

Kahvaltıda gene Gün aydın-Aydın Gün şakalaşması vardı. Aydın Gün’ün babası   bu adı, Günaydın, selamından mı almıştır? İstemeyerek söze karıştım. Sabah selamı için 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumunca Günaydın önerilmişse de   1935 yılına dek okullarda kullanılmamıştır.1935 yıllarında ben  ilkokul  5. Sınıftayken sabahları “Günaydın!” öğleden sonraları da “Tünaydın!” denmeye başlamıştık. Aydın Gün Öğretmen doğduğunda (1920 öncesi) okullarda şimdiki gibi toplu bir yöntem uygulanmıyordu. O zaman okullar, Ömer Seyfettin’de okuduğumuz “Eşek hapşırdı!” türü yöntemler geçerliydi. Ancak yenilikçi okullar  var olduğu gibi yenilikçi öğretmenler de vardı. Genç Kalemler, özellikle de Ziya Gökalp etkisiyle Soyadı yasasından çok önce öğretmenlerin bir bölümü soyadı almıştı. Bizim eski Md.Yardımcımız Mustafa Bey,(İlhan Görkey) İlhan; Lüleburgaz Ortaokul md. Abdi Bey, Yalçın soy adlarını almıştı. Bunlar çok sonra çıkan Soyadı Yasasına göre de  ikinci kez, Görkey, Bilguvar soy adlarını aldılar. Bu kez de söylediğim soyadları konu oldu:

-Bunlar ne anlama geliyorlar? Uçar, Koşar, Selvi, Genç soyadları irdelendi:

-Adamın soyadı Genç, oysa kendi yaşlı; elinde bastonla geziyor.

-Soyadı Coşkun. Oysa adam mıymıntının biri, ne söylediği anlaşılıyor ne de o daha düzgün konulmak için çaba  peşinde.

-Adlar, soy adlar bir anlama gelmeli mi, gelmemeli mi? Ekrem Bilgin bu konuda oldukça tedirginmiş, hemen  konuştu:

-Soyadların bir çoğu soyla falan ilgili değil. Örneğin benim soyadım Bilgin. İlk bakışta güzel gibi geliyor. Köyde kalsaydım gene Bilgin olacaktım. Köydeki bir insanın bilginliği ne anlama gelir? Köy bilgini(!). Köy bilgini neler bilir ki? Onun bileceğini ötekiler neden bilmesin?

Köylüleri daha iyi tanıdığıma inanarak arada söz karıştırıyorum:

-Bizim köyde, herkesin bildiğini bildiği halde bilmezlermiş gibi bilinenleri anlatan bilginler vardır. Furtun Şerif bunlardan biridir. Böyle olduğunu bilmesine karşın bilineni tekrarlar. Kimi kez de:

-Bunları sizler de biliyorsunuz ama ben tekrarlamaktan hoşlandığımdan çene yorup duruyorum! deyince ötekiler:

-Anlat anlat, bildiklerimizi  bir kez de senden duymak hoşumuza gidiyor! deyip kahkahayı basarlar.

Yemekhane boşalmış, telaşla kalkıp. Aydın Gün, Günaydın! diyerek salona gittik. Neyse ki öğretmenlerden gelen olmamış. Az sonra Bölüm başkanıyla birlikte Aydın Gün, Mahir Canova Öğretmenler geldi. Üçü birden ”Günaydın! deyip Bölüm Başkanı’nın odasına girdiler. Beklediğimizin tersine üçünde de bir durgunluk seziliyordu. Gerçi Bölüm Başkanımız gülümseyerek konuştu ama o zaten her zaman öyle konuşur. Kimi kez arkadaşlar onu anlatırken:

-Gülerken ısıran! derler. Onlar böyle dedikçe ben de Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirini okurum:

 

                                             Secere

                               Nenem beş yüz altına satılmış bir esirdi,

                               Dedem beş yüz altını sayan  bir Derebeyi.

                               Kurt kanı,köpek kanı bir birine girdi,

                                Otaya çıktı bir kurt köpeği.

                             

                                İki zıt cevheri var damarlarımdaki kanın,

                                Biri el pençe divan duran, öteki durduranın.

                                Duran sana gülerken, durduran bir hayvanın

                                Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi.

 

                                 Ben nenemden merhamet, dedemden kin almışım;

                                 Çini bir kâse gibi başkadır içim dışım,

                                 Sana yaklaşmak için yumuşarken bakışım,

                                 Isır! diye tepinir gözlerimin bebeği!

                                                                                        Faruk Nafiz Çamlıbel

 

Arkadaşlar kendi aralarında varsayımlar üretirken Talip Apaydın’a gene bu şiiri okudum. Belki iyi okuyamadım belki de onun  kanısı, gülümsedi:

-Ben bu  tür şiirleri sevemiyorum. Ancak Faruk Nafiz güçlü bir şair. Onun Han Duvarları ile Sanat  adlı şiirini hep okurum. dedi. Öğretmen Aydın Gün dönünce konuşmamız yarım kaldı.

 

Aydın Gün Öğretmen:

-Bugün biraz, bizim dilimizdeki anlamıyla  “Şan çalışalım mı?” dedi. Abdullah Erçetin’e işaret ederek birlikte do-mi-sol-do!.... sıralaması yaptılar. Abdullah’a:

Çürüksüz bir tenorsun, aman  çok yağlı yemekler yeme, kolayca baritonlaşırsın! deyip güldü. Daha önce sesleri için bariton denilen arkadaşlar hemen takıldılar:

-Baritonluk istenilmeyen bir ses grubu mu? Aydın Gün Öğretmen başını sallayarak sordu:

-Benim sözümden böyle bir anlam mı çıkıyor? Sordu ama karşılık beklemeden açıkladı:

-Şan dersinde erkek seslerinden söz ediyoruz. Tenor sesin frekansları değişirse “Bas olur!” dememi mi bekliyorsunuz? Öğretmen:

-Abdullah, belki de bilmeyerek sesini korumuş. Neyi korumuş biliyor musunuz? Rastgele bağırıp çağırmamış; sesi, çocukluğunun doğal çizgisinden henüz dışarı çıkmamış. Bu nasıl olur? Bunun tek bir tarifi olmaz; olamaz. Çocuğun yetişme durumuyla ilgilidir. Olur olmaz şeylere ağlayan çocuklar vardır, sesini duyurmak için adeta ses denemeleri yapar. Ben böyle birini tanıdım. Çocuk balkona çıkıp ağlıyor. Ağlamıyor, düpedüz bağırıyor. Öğretmen çocuğun taklitini yaparak:

-  Iıııı!, ııa, Aaa! Sesleri çıkardı. Kendi de güldü. Arkadaşlardan gülenler olunca Öğretmen:

-Gülersiniz ya! Tıpkı  yolunu şaşıran insanlar gibi  yolunu değiştiren sesler de vardır. Bu değişme  konuşmalara da yansır. Bakarsınız adam sakin zamanında konuştuğu  ses tonu, üzüntülü durumlarda başkalaşır. Bu başkalaşma ses frekanslarının (Ses renkleri)değişmesinden ileri gelir. Bakın bu konu Alaturka şarkı söyleyenlerde önemsenmez. Bayan Hamiyet Yüceses’i, dinlemişsinizdir, radyoda da söyler. Bir şarkısı vardır:

-Bakmıyor, çeşm-i siyah feryada-Yetiş hey gamze yetiş imdada! dediği zaman soprano ses, altoyu da aşıp tenor sınırlarını zorlar. Çünkü bayan şarkıcı  mısra sonundaki  feryada sözünün da ı’nı alabildiğine uzatınca d’nin a’sı kontrolden çıkarak gidebildiği yere kadar gider. Meydana gelen liyezon, sınır tanımaz bir dalgalanmaya dönüşür. Otomobil farlarına benzer. Görmüşsünüzdür, arabanın önünde yanan el kadar küçük iki ışık, karşı bayıra vurunca koca bir alanı aydınlatır.

Öğretmen gülümseyerek:

-Abdullah’ın sesi bize neleri konuşturdu! deyince Muttalip Çardak:

-İyi oldu öğretmenim, hiç değilse biz de çocukluğumuzu o balkonda ağlayan  gibi geçirdiğimizi öğrendik. Aydın Öğretmen:

-Esprin güzel olabilir ama ben gülmeyeceğim. Ben de tek katlı bir evde büyüdüm, sizlerin balkonlu evlerde yetiştiğinizi düşünmüyorum. Verilen örnekten verilmesi gereken dersi almak önemli!

Öğretmen piyanoya geçip sesler verdi. Bir iki sesten sonra “Onsuz geçti bütün hafta sevgilimi hiç görmedim!” Hepimizin sevdiği  Johannes Brahms ‘ın  Lied’i. Öğretmen de katıldı, iki kez tekrarladık. Offenbach’ın Barcorol’unda pürüz çıktı. Pürüz, az önceki  Hamiyet Yüceses örneğindeki son sesin  doğru titreşimi.

“Akşam olunca kalpteki ıstırap diner-Gecenin sükûneti her tarafa siner. Bir sessizlik iner, ah, gel ey güzel gece.!...Güzel gece uzatılınca sesler nasıl kalınlaşıyor?

Aydın Öğretmen dört beş kez kendisi örnekledi. Önce kendisi piyanoda  aynı sesi tınılattı. Ses uzaklaştıkça güç olarak kendiliğinden hafiflerken bir ölçüde kalınlaşıyor da. Piyanoya beni geçirip notalar çaldırdı. Pedala basarak oldukça hızlı  sesler verdim. Aydın Öğretmen bundan sonra geçen yıl öğrendiğimiz Schubert’in  An der Musik liedini söyletti. Az düşündükten sonra:

-Bu lied koro için değil solo içindir. Gelin biz bunu ikisi için de yapalım. Önce koro söylesin arkasından solo tekrarlasın! deyip Abdullah’a sordu:

-Sen ne dersin? Abdullah başını eğdi! Aydın Öğretmen:

-Bunu kabul sayıyorum ;çünkü sustun. Atalarımız, ”Sükût ikrardan gelir demişler! Öğretmen hemen:

-Ulu sanat, korkunç hayat! diye başladı. Ancak Mahir Öğretmen kapıdan bakıp yan odaya girince Aydın Öğretmen:

-Haftaya devam edelim! deyip Bölüm Başkanının odasına gitti.

Belli ki bir  gizli konuşmaları vardı, Mahir öğretmen  de uzun süre orada kaldı.

Bekleme sıkıntı veriyor, arkadaşlar olasılıklar öne sürdü:

-Sınav yapacaklar, onu plânlıyorlar!

-Okul Müdürüne kızmışlar onu çekiştiriyorlar!

-Hayır hayır, okul müdürünü birlik dövmeyi  kararlaştırıyorlar!

-İlk yumruğu atacağı seçemiyorlar!

Biz gülüşürken Mahir Öğretmen geldi. Gelir gelmez de bana:

-Senin şu İdipus’unu bir okuyalım, bulmak kolay mı? dedi. Dergi yanımda değildi ama giriş bölümünü yazmıştım. Durumu anlatınca:

-Olun olsun, maksat çevirenin havası sezmek, oynanmak amacıyla mı çevirmiş yoksa okuyucuyu bilgilendirmek için mi? dedikten sonra öğretmen, çeviri eserlerin  bu iki amaca göre çevrildiğini anlattı. Öğretmen:

-Hatta tiyatro eserlerini yazanlar da bunu düşünür. Bizim büyük şairimiz Abdülhak Hamit Tarhan  okunmak için tiyatro eseri yazanlara örnek gösterilebilir.

 

                                    Kral İdipus

Yazan. Sofoklis                                                Çeviren: Cevdet Kudret Solok

Not:

1.Tercüme,eserin aslından yapılmıştır.

2.Nazma çevirirken sadece sözlere sadakat göz önünde tutulmuş, asıl metindeki vezin ve mısra hususiyetleri nazarı itibara alınmamıştır.

3.Metinden uzaklaşmamak için serbest nazım kullanılmıştır.

4.Mısra başlarındaki numaralar asıl eserin mısra sayılarıdır.

5.Has  isimler Türk  harfleriyle ve Yunan telâffuzuna göre yazılmıştır.

                                                   Prologos

                                                (Başlangıç)

 

             İdipus:

Oğullarım,

Ey eski Kadmos (1) un yeni fidanları,

Dallardan yapılan çelenkler ellerinizde,

Yalvarma çelenkleri, (2)

Neden diz çöktünüz buralarda

Hepiniz de?

Neden şehir doludur kurban dumanları?

Ve bir baştan bir başa şehir inliyor neden?.

Nedendir onun  feryatları, figanları?

İstemiyorum duymak

Sebebini başkalarından.

Evlâtlarım ben,

Ben şöhretli İdipus,

Kendi gözlerimle görmek için buraya geldim.

Saygı değer ihtiyar,

Haydi sen söyle,

-Çünkü yaraşır senin konuşman!........

 

(Ön açıklama:Okunan metinleri doğru değerlendirmek için olaydan geçen adların bir ölçüde tanınması için aşağıdaki notlar eklenmiştir!)

 

(1)Kadmos:

Fenike kralı Ayinora’nın oğludur. Ayinora da Tanrı Apollon’un  oğludur.

Kadmos, en büyük Tanrı Zevs tarafından kaçırılan kızkardeşi Evropa’yı bulmak için yollara düşmüş, bulamamış ,Delfos kâhininin tavsiyesiyle, derisinde bir yarım ay işareti bulunan bir ineğe rastladığı yerde Tibe şehrini kurmuştur. Şehrin iç kalesi Kadmiya onun eseridir.

Bu ailenin seceresi şöyledir:

Apollon’un oğlu Ayinora; Ayinora’nıkn oğlu Kadmos ;Kadmos’un oğlu Polidoros; Polidoros’un oğlu Lavdokos, Lavdokos’un oğlu Layos; Layos’un oğlu İdipus.

(2)Yalvarma çelenkleri: Halk, Tanrılara tapmak ve yalvarmak için mabetlere veya mezarlara girerken ellerinde dallardan yapılmış birer çelenk bulunurdu .Bunları mezbahların basamaklarına bırakırlar, diledikleri kabul olunduktan bir kaç gün sonra gelip geri alılardı.

(3)Mezbah:İlk zamanlarda Tanrılara insan veya hayvan kurban edilen yer. Sonraları bu adet terkedilmiş buralarda sadece dallardan yapılma çelenkler veya toprak mahsulleri takdim edilmeye başlanmıştır.

(4)Zevs:(Lâtin mitolojisinde Juppiter):Kâinatın ilk hakimi Uranus’tu. Doğan çocukların ,kıskançlığı yüzünden boğardı. En genç oğlu Kronos, yani Zaman. Kardeşlerinin intikamını almak için babasını yaraladı ve tahttan indirdi. Kâinata hakim oldu ve Rea ile evlendi. Bu evlenmeden bir çok tanrılar doğdu, fakat Kronos onları yemeğe başladı. Çünkü, kendisinin babasına karşı yaptığı işin, çocukları tarafından kendisine karşı tekrar edileceği düşünüyordu. Fakat Rea, son çocuğu Zevs’i Girit’in İda  dağına kaçırdı ,orada büyüyen Zevs ,nihanet babasını gökten indirdi; fezanın ve gökyüzünün sahibi oldu. Bütün gökyüzü Tanrılarının en büyüğüdür. Kız kardeşi İra ile evlenmişti. Olimbos dağında oturur. Bir adı da Diyas’tır.

(5) Pallas:Atina.

(6)İsminus: Bir nehir. Bu nehrin yanında Tanrı Apollon’un bir mabedi vardır .Bu yüzden Apollon’ a İsminiyos Apollon veya İsminiyos  da derler.

(7) Tibe:Eski Yunanistan’ın meşhur bir şehri. Kadmos tarafından kurulmuştur.(Bak no 1.)Attika-Viotia vilâyetinin şimal tarafında bulunmaktadır. Şimdi yine aynı yerde Tibe isimli bir şehir vardır.

(8)Pludon:Kronos’un oğlu, yani Zevs’in kardeşidir. Yeraltı Tanrılarının en büyüğü.

(9)Sfinga: Başı ve göğsü kadına, kanatları ve  ayakları kartala, gövdesi ve kuyruğu aslana benzeyen bir canavar.Ehidon ile Tifon’un-yani engerek yılanı ile kasırganın kızıdır.

Tibe kralı Layos’un Pelobos’a yaptığı fena hareketin cezası olarak Zevs’in karısı İra tarafından Tibe şehrine musallat edilmiştir. O civarda yüksek bir kayalıkta yaşar, gelip geçen yolculara bilmeceler sorar; bilmeyenleri öldürürdü. Kendisi ancak bilmece halledildiği zaman ölecekti.

Layos’un katlinden sonra Tibe kralı olan Kreon, bunu öldürene Tibe krallığını vadetmişti. İdipus bilmeceyi halledince, Sfinga kendisini kayalıktan aşağıya atarak ölmüş, İdipus da Tibe kralı olmuştu.

(10)Meniken:Yokasti ve Kreon’un babası, İdipus’un ana tarafında büyük babası.

(11)Fivos (Lat.Mit:Phoebus):Güneş, yani Apollon.

(12) Pitya kâhinliği: Apollon’un Delfos’taki kâhinliği. Tanrının cevapları, kadın rahip Pitya tarafından tebliğ edildiğinden, buraya Apollon’un Pitya kâhinliği de denir.

(13) Apollon: Zevs’in oğludur. Güneşi temsil eder.Sabahları, beyaz kanatlı dört at tarafından çekilen arabasına biner, gökyüzünde koşmaya başlardı. O ilerledikçe ışıklar artar, yeryüzü aydınlanır ve ısınırdı. Akşamüstü araba kızıl küre halinde denize doğu yol alır, sonra bulutların kayalıklarından denizin dalgalarına atılırdı.

Güzel sanatların ve Müzik sanatının da tanrısıdır.

(14)Defne yaprakları: Tanrılara tapma veya yalvarma esnasında defne veya zeytin kullanılırdı.

(15)Hükümdar:Layos’un ölümünden sonra ve İdipus’tan evvel Tibe halkına hükmeden Kreon’du.İdipus ona işte unun için hükümdar diye hitap ediyor.

Yazım bitince Mahir öğretmen gülerek:

-Yaşama sevinci duyan ya da yaşamını sevgi içinde sürdürmeye niyetli insanların işleri de rast gider derler. Senin bu çaban da bizim işimize renk kattı. Ancak bir avcı söylemi vardır, hayırlı av kendi gelir derler. Bu da biraz böyle oldu. Biliyorsun biz Oidipus’u  sahneye koyacağız. Kesinleşmemekle birlikte kimlerin hangi rolleri yükleneceğini hemen hemen tasarlamış durumdayım. Tek kesin rol sahibi şimdi sen oldun. Onun için avcı benzetmesi yaptım. Rol diyorum ama bu rolden çok bir görev olacak:

-Bu okuduğunu biraz daha ağır, biraz daha teatral bir sesle piyesten önce okuyacaksın. Bunun için rol demiyorum bu bir görev olacak. Ezber olmadığı gibi sahneye de çıkmayacaksın. Eski tiyatrolarda bu vardır. Amaç izleyicilere bir ön bilgi vermektir. Öğretmen, okuduğum yazının çevireni iyi tanıdığını, bilgili bir yazar olduğunu, birlikte çalışmalar da yaptıklarını anlattı. Çevirisinin sahne için değil bilgi için yapılmış olacağını, sahne çevirilerinin, sahnelemeye yönelik uyarmalar yapılması gerektiğini, Konservatuvar Tatbikat Sahnesi oyunları için özel çeviri ekipleri olduğunu, bunların uygulayıcılarla sürekli ilişkileri olduğunu anlattı.;İdipus-Oidipus konusu için de:

-Eski Yunanca çevirilerinde öteden beri tartışmalar olduğunu, bu konuda çok daha derinliğine incelemeler yapan Batılı yazarların da sorunu olduğunu anlatan öğretmen:

-Cevdet Kudret Solok’u haklı bulmakla birlikte daha yaygın olarak kullanılan Oidipus’u tercih edeceğimizi, çünkü elimizdeki tiyatro kitabının böyle yazdığını anlattı.

Öğretmen daha sonra Tiyatro ders kitabımızdan değişik bölümleri arkadaşlara yüksek sesle okuttu. Belli ki sesleri deniyordu ama bu konuda bir şey demeden ders sonunda ayrıldı.

Yemekte konu ben oldum:

-İyi mi oldu kötü mü? Ben, bana göre iyi diyorum, hiç değilse belli bir görevim oldu; başka türlü, belki de sevmeyeceğim bir rol kaygısından kurtuldum.

                                                                                            *

Faik Canselen Öğretmen, daha önce arkadaşların istediği bir konuyu anımsattı:

-Söylediğimiz marşların iki sesli söylenmesi. İleri Marşını daha önce çalışmıştık. Bu kez de İstiklâl Marşı il Ziraat Marşı’nı çalıştık. İstiklâl Marşı’nın  zorluğunu öne süren arkadaşlara Faik Öğretmen:

-Bizim marşımız adı üstünde İstiklâl Marşı. Büyük bir Kurtuluş Şavaşı’na  girişmişiz, onun verdiği sıkıntıların tepkisidir. bizim marşımızın anlattığı. Bu nedenle şen şakrak bir müzik beklememeliyiz. Başka ulusların marşlarının adı bile millî marş’tır.

Faik Öğretmen  bu arada beni de sorguladı:

İbrahim bilir, o geçen yıl İngiltere ile A.B.D. millî marşlarını çalmıştı, ikisi de şen şakrak melodilerdir. Öğretmen böyle deyince önce telaşlandım:

-Ya çal! derse, demedi. Telâşım geçince melodileri anımsadım. Tek sesli parçalardı. İstenirse Beringer Metodunu açar çalarım. Bu ara da Alman Millî Marşı’nı anımsadım, Haydn Kuartet. Notası da var plâğı da.

Faik Öğretmen ders sonunda bize Millî Marş olabilecek bir marşın özellikleri düşünmemizi söyledi.

Öğretmen ayrılınca hemen Faik Öğretmen’in İleri Marşı önerildi. Fena halde sinirlendim ama ses çıkarmadım. Hep kolayına kaçma. İlk öneren Azmi Erdoğan, alkışlayanlar da Ali Kuş, Muttalip Çardak, Yusuf Demirçin...Hep Çifteler takımı...

                                                                    *

Konu, yemekte de açılınca kendimi dizginleyemedim, Çiftelerlilerin durumlarını eleştirdim. Neyse ki Ekrem Bilgin’in özel merakı konuyu kapattı:

-İngiltere ile Amerika Milli Marşlarının notalarını istedi. Beringer Metodunda olduğunu, istediği zaman alıp yazabileceğini söyledim.

Öğleden sonra Öztekin Öğretmen Kemancılarla Çalıştı. Dersten önce de akşam plâk dinleyeceğimizi duyurdu. Uzun  süre alt piyanoda  Hanon etüdleri çalıştım. Mehmet Zeybek gelince kitaplığa gittim. Eski dergilerde şiir ararken iki kitap duyurusuyla karşılaştım. Vahit Dedem’in GİZLİ TÜRK DİNİ OYUNLARI ile  Psikoloji doktoru Ziya Talât Çağıl’ın NİÇİN SINIF VE İKMAL KALIYORLA? Ve PSİKOLOJİDEN GELEN BİR TAHSİL TEORİSİ kitapları çıkmış. Özellikle dr. Ziya Talât Çağıl’ın çalışmalarına geçen yıl değinmiştik. Meğer o zaman bu kitap çıkmış bulunmaktaymış. Almaya karar verdim. Kıtap konularının özetleri:

 Gizli Türk Dinî Oyunları

Varlık’ta güzel yazılarını okuduğunuz derli folklorcu arkadaşımız Vahit Lütfi Salcı

Türk folklorunun en çok Alevî şubesinde çalışmış ve ihtisas yapmıştır.

Uzun zaman din  taassubu yüzünden mezhepçilik âdetleri  aralarında

gizli tutmuş olan Alevîlerin musikisine dair “Gizli Türk Musikisi, isimli bir eser neşretmiş olan arkadaşımız şimdi de “Gizli Türk Dini ayinleri adlı küçük bir tetkik eseri çıkarmıştır.

Müellifin eski Şaman dininden kalma olduklarını ileri sürdüğü gizli Alevî, ay inleri hakkında bu eserde şimdiye kadar neşredilmemiş çok dikkate değer bilgiler verilmektedir. Başında değerli arkadaşımız Mahmut Ragıp Kösemihal’ in de bir ön sözü bulunan bu eserde bahsi geçen ayinlerde söylenen metinlerle birlikte çalınan musiki parçalarının notaları da verilmektedir.

Folklor tarihimizin karanlık kalmış bir köşesini aydınlatan bu çok faydalı eserin fiyatı 50 kuruştur.

 

Niçin Sınıf ve İkmal Kalıyorlar? Ve Psikolojiden Gelen Bir Tahsil Teorisi

 

Ortaokul ve liselerdeki çocuk v gençlerimizin niçin sınıfta ve ikmale kaldıklarını,,psikoloji doktoru Ziya Talât Çağıl, memleketimizde ilk defa olarak, ilmî bir mevzu diye ele almıştır. Doktor, 1930-1938 arasında Ankara’daki ilkokul, ortaokul ve liselere devam eden 20.000 talebeyi incelemiş ve müspet ilmin usullerine göre onların sınıf dönme ve ikmale kalmalarındaki sebepleri araştırmıştır. Ayrıca bu senelerdeki istatistik Umum  Müdürlüğünün çıkardığı istatistikleri de göz önünde tutmuş ve buradaki 80.000 talebeyi kendi hesapları içine almış ve incelemiştir. Psikolojinin tecrübî usulleriyle mekteplerimizde yapılan bu araştırmalarda keşif denecek neticeler  çıkmıştır.

Dr. Ziya Talât, bundan sonra, yine müspet ilmin emin yollarını bırakmayarak ”Psikolojiden Gelen Bir Tahsil Teorisi!”’ni  ortaya koymuştur. İlkokul, ortaokul ve liselerde bizi meşgul eden ve üzen birçok güçlükler çözülmüş ve aydınlanmıştır. Kitabın fasıl başları şunlardır:

 Niçin sınıf ve ikmâl kalıyorlar? Ortaokul: Sınıf meselesi. Yaş meselesi. Lise ve ortaokulda en ziyade hangi derslerden kalındığını gösteren cetveller. TATİL. Muallim meselesi ve Müfredat programı. Beden terbiyesi, Teknik dersler. Türkçe, Tarih. Yabancı dil, Coğrafya, Yurt Bilgisi. Matematik. Tabiat Bilgisi. Resim ve Müzik. Gençlik Devri.

  Ayrıca 125 cetvel. Büyük 214 sayfa. Fiatı 125 kuruş. Satış yeri: Ankara-Gazi Terbiye Enstitüsü Talebe Kooperatifi. Akba Kitapevi. İstanbul: İkbâl Kitapevi

                                      

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ