Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

21 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Depreşen Bir Heves: Şiir Tutkusu

 

15 Şubat 1943 Pazartesi.

 

“Günaydın arkadaşlar!” uyarısıyla gözlerimizi açtık. Asım Öğretmen elindeki anahtarlarla ranzalara vurarak aralarda gezdi:

-Evlerinizdeki rehaveti üstünüzden atın! deyip gitti. Rehavet sözünü rahat olarak algılayan arkadaşlar oldu. Öğretmen çıkınca:

Ne rahatı? Bu kış kıyamette köylerde rahat mı olur? türü konuşmalar oldu. Dersiliğe biraz tedirgin gittik. Dünkü sözler çoktan unutulmuş, baktım Hüsnü Yalçın gene soba yakıyor. 79 Ahmet Güner öfkeli bir tavırla Hüsnü Yalçın’a çıkıştı:

-Sen bugün nöbet tutarsan bu insanlar yarın benden nöbet bekleyecekler. Ahmet’in bu çıkışına şaştım. Oysa o dün Hüsnü yerine nöbet tutacaklardan biriydi. Neyse Recep Kocaman Hüsnü’den sobayı devraldı da sorun uzamadı.

Kahvaltıda Hilmi Altınsoy beni önce bir süre övdü. Tatilde okulu, arkadaşları anımsadıkça benim konuşmalarımı gözden geçirmiş. Söylediklerim hep doğru çıkıyormuş. Hasan Üner dayanamadı:

-Hemşerim ne uzatıyorsun, asıl söyleyeceğini söyle de olay anlaşılsın! dedi. Gerçekten olay anlaşıldı. Hasan’la Hilmi buluşup Tekirdağ’a gitmişler. Tekirdağ’da gezerken benim orada kahveci Bilal Dayım olduğunu , benim onlara öyle söylediğimi anımsayıp sormuşlar. Kime sordularsa Kahveci Bilal deyince tanıdığını, hemen kahvesini tarif ettiğini görmüşler. En sonun da biri de: “Ben oraya gidiyorum!”deyip önlerine düşmüş, onları kahvenin kapısına dek götürmüş. Bu ilgiyi gören Hilmi çok mutlu olmuş, beni övmeye değer bulmuş. Bu sözüm doğru çıktığına göre öteki söylediklerim haydi haydi doğru olacakmış. Bunu dinleyince güldüm. Benden önce Mehmet Aygün bana:

Bundan sonra Hilmi Altınsoy’a istediğin kadar yalan söyleyebilirsin! dedi. Arkasından Yusuf Asıl:

-İnanmıyorum derse, “Kahveci Bilal!”deyip bu sözlerini anımsatırsın!”diyerek kahkahayı bastı. Bu kez Hilmi:

-Anacığım, siz bu tatilde de akıllanmamışsınız, vay başıma geleni! dedi. İlk kahvaltımızı olabildiğince gene neşeli başlattık. Dersliğe dönünce herkesin gözü Sami Akıncı’nın sırasında oldu:

-Sami Akıncı neden gelmedi? Gereksiz olduğunu bile bile ben de:

-İsmet Yanar neden gelmedi? dedim. Arkamdan Yusuf Asıl da:

-Harun Özçelik neden gelmedi? diye sordu. Bu kez de Halil Basutçu sıraya vurarak:

-Harun Özçelik, İsmet Yanar, Sami Akıncı arkadaşlar neden gelmedi? dedi. Ders zili çalınca gözler kapıya döndü. Ders matematik. Gerçekte bu ders boş geçiyordu. Ancak geçici olarak Ahmet Kun Öğretmen gelmeye başlamıştı. Herkeste bir merak, acaba gelecek mi? Gelmedi. Sevineler çoğunlukta. Köy okulunda derse girdiğimi söylememek niyetindeyim. Müdür Beyin dersinde gerekirse söyleyeceğim. Dikkat ettim, az sonra Türkçe dersi var ya bundan kimse söz etmedi. Bir ara Eğitmen Mustafa Ağabeyin yerine bizim arkadaşlardan bazılarını koydum, örneğin Fettah Biricik olsa ne yapar? 1’in altındaki 12’yi görmezden gelip 7’nin üstündeki 3’e çok diyen çocuğun tavrını nasıl karşılar? Emrullah Öztürk’ü düşündüm, öğretmen, “Şarkı söyleyelim!”deyince çocuğun:

-Öğretmenim önce siz söyleyin! deyişine nasıl karşılık verir? Mustafa Ağabeyin ya da Hakkı Yücel Öğretmenin tuttuğu notları, sayfalar dolusu ders çizelgelerini kaç arkadaş yapar? Ben bunları düşünürken zil çalmış Sabahat Öğretmen geldi. Önce gülümsedi, Sami Akıncı’nın yokluğunu hemen gördü. Ancak İsmet’in ya da Harun’un yokluğunu seçemedi ya da seçmesine karşın önemsemedi. Gülümseyerek bu ilk derste biraz şiir okuyalım deyip önce Tevfik Fikret’ten, sonra Rıza Tevfik’ten, Mehmet Akif’ten şiirler okudu. Tevfik Fikret’ten ilk okuduğu şiirin ilk sözünü anlayabildikYine kar, diye başlamıştı. . Şiir bitince öğretmen sordu: “Bir şey anladınız mı?” Anlam adığımızı söyledik. Ancak “Yine kar “sözünden kıştan söz ettiği olasılığını söyledik. Öğretmen başıyla doğrular gibi yaptıktan sonra şiirğin adını, OCAK Ayı olarak açıkladı. (Şiirin tamamı sonradan eklendi)

 

Ocak
Yine kar…bir sükun-ı camidle
Yine her yer melul ümevt-alud;
Bir donuk perde, bir nikaab-ı anud
Saklıyor çehre-yi semavat
Beşerin eçşm-i münacatı ibdihalinden,
Beşerin nazra-yi münacatı
Titriyor bir heras-ı baridle
O donuk perdenin zılalinden.
 
İşte üryan ü zar ü mustağrak
İki timsali fakr-ı meş’umun…
Her yanında şu lev h-i mağmum
Akıyor dalga dalga ren k-i memat! -
İki aciz kadid-i lerz-ende,
İki amt’un-ı eşkve-kar-hayat,
Çatlamış elleriyle yoklayarak
Arıyorlar hayatı mezbelede.
Tevfik Fikret

 

Arkasından da:

“ Mayıs bir köylü kızdır; saf ü dilber, şuh sev da-kar,
Çiçekler, kuşlar etrafında fevc-a-fevc ü reng-a reng “

dizeleriyle başlayan şiiri okudu. . Mayıs ayı sözü geçince arkadaşlar bir ağızdan Mayıs dediler. Öğretmen gülerek:

-Sonra ne dedi? diye sordu. bir kaç arkadaş: “Çiçekler!”deyip sustu. (Şiirin tamamı sonradan erklendi)

 

Mayıs
 
Mayıs bir köylü kızdır; saf ü dilbe, şuh üswevda-kar,
Çiçekler, kuşlar etrafında fevc-a-fevc ü reng-a reng:
Çiçekler handesinden serpilen elvan-ı revnak-da,
Tuyur avaz-ı şevkinden uçan ervah-ı zi-ahenk.
 
Münevver nergis-i çeşman-ı handan-ı taravettir,
Muattar sünbül –i giysunu talan-ı şetarettir,
Müzehher sine-yi üryan lerzan-ı muhabbettir,
Mayıs bir köylü kızdır, bir şuh-ı fettan-ı tabiattır.
 
Mayıs bir köylü kızdır, saf-ü dil-ber şuh ü bi-aram;
Doğup, gül-çin olurken jaleler subh-i bahariden,
Söner bi-çare, en parlak dem-i şevkinde bir akşam,
Ekinler en müzehheb ra-şe-yi aşkiyle titrerken.

 

Tevfik Fikret

 

Öğretmen: Yanınızda sözlük bulundurmadıkça bu şiirleri doğru anlamanız söz konusu değil, bunu bizim yaşımızdakiler de başaramıyor!”deyip geçtiğimiz 40 yıl içinde herşeyde de olduğu gibi şiir anlatımında da değişiklikler olduğunu söyleyip  Rıza Tevfik’den Uçun Kuşlar’ı okudu. Bunu daha önce okuduğumuz için hep tanıdık. Ayrıca öğretmen de bu şiiri daha dikkatle okudu, sevdiği bir şiir besbelli, kimi dizeleri kitaba bakmadan söyledi. (Şiir sonradan eklendi)

 

Uçun Kuşlar
 
Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Diken ler içinde sarı gül vardır.
 
O çay ağır akar, yorgun mu bilmem?
Meh-tabı hasta mı, solgun mu bilmem ?
Yaslı gelin gibi solgun mu bilmem?
Yüce dağ başında siyah tül vardır.
 
Orda geçti, benim güzel günlerim;
O demleri anıp bugün inlerim.
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.
 
Uçun kuşlar, uçun burda vefa yok;
Öyle akar sular, öyle hava yok;
Feryadıma karşı aks-ı seda yok;
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
 
Hey Rıza, kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende-derya gibi daima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.

Rıza Tevfik

 

Öğretmen kendi kendine konuşur gibi; “Durun bakalım!”dedikten sonra birini arar gibi yüzlerimize baktı, gülümseyerek Hüsnü’ye soralım, bu şiiri hepimizden çok o anlar; anlaması gerekir!”deyip başıyla Hüsnü’ye işaret etti. Hüsnü Yalçın böyle bir soru beklemiyordu. Yüzü renklendi. Yavaş bir sesle: “Ne söyleyeyim ki öğretmenim? Şair doğduğu memleketinden ayrılmış bir daha oraya dönememiş, onu anlatıyor!”dedi. Öğretmen: “Güzel!”dedikden Rıza Tevfik’in yurttan uzaklaştırıldığını, yurduna dönemediği için kederlendiğin söyledi. . Bunu söyleyince ben parmak kaldırdım. Öğretmen bir süre söz vermedi. Tekrar kaldırınca bu kez: “Durun bakalım Tarihçi ne söyleyecek?” diyerek güldü. Sevr Andlaşması derken daha öğretmen: “Nasıl da bildim!”dedi. Duymazdan gelip anlattım. Sonra da affedildiğini ekledim: -Bu kadar özlediği yurduna döndüğüne göre sevincini anlatan şiirler yazmıştır! dedim. Öğretmen:

Umarım yazmıştır ama onlar henüz kitaplara geçmedi; geçince onları da okuruz! deyip elindeki kitabın sayfasını çeviriken zik çaldı. Öğretmen, “Devam edeceğiz!”deyip çıktı. Öğretmen çıkınca arkadaşlar Hüsnü Yalçın’ın çevresinde toplandılar. Öğretmen seni tanımazdı, tatilde ders yaptınız yoksa!”diye takılanlar oldu. Hüsnü ile Emrullah okulda kalınca Sabahat Öğretmen onlarla ilgilenmiş, yemeğe çağırmış. Bu nedenle Hüsnü’yü tanımışmış. Bu kez Emrullah’a takılan oldu; “Hazırlan şimdi de sana soracak!”denirken öğretmen döndü. Çıkarken işaretlediği yerden kitabı açarak: “Bir de Mehmet Akif Ersoy’dan okuyalım!”dedikten sonra gene bildiğimiz bir şiiri, BÜLBÜL’ü okudu. Şiir bitince öğretmen, arkadaşların varsayımlarına uymadı. Başını kaldırıp bizim tarafa belki de bana bakarken önünde oturan Hasan Üner’e eliyle dokunur gibi yaparak sordu:

Bunu da sen açıkla bakalım!” Hasan Üner içimizde en çok kitap okuyan arkadaşımız. Şiirle ilgilenmiyor ama derslerde işlenen konuları kolay unutmuyor. İstiklal Marşı’ından başlayıp Bülbül’e geçti, sonunda öğretmenden bir aferin aldı. . Öğretmen elindeki kitabı masa üstüne koyup bize dönünce önce Mehmet Başaran’a bakarak: “Seni biliyorum!”dedikten sonra bize dönerek şiirle ilgileneniz yok mu? diye sorduArkadaşlar İsmet’ten söz ettiler. Öğretmen İsmet’i sordu. Benden kimse söz etmeyince önce aldırmazdasn geldim. Ancak ben, şiir yazdığımı öğretmene söylemiştim. Yazdığım şiirlerden örnekler vermiştim. Arkadaşlar bunu unutmuş olabilir ama öğretmen nasıl unutur? diye içimden tartışırken öğretmen bu kez öğretmen bizim sıraya yaklaşıp özür dilercesine bana: “Ay senin şiirlerini ben bir türlü bulamadım, üzgünüm onları bana bir daha verirsen bu kez kaybetmeyeceğim. Yenileri varsa onları da verirsen memnun olurum!”dedi. Kaybettim, dediği şiirleri aslında kaybetmemiş, alıp derslikte baktıktan sonra geri almak üzere gene bana vermişti. Daha sonra da söz edilince hep kaybettiğini söylediğinden ben alınlık edip, (Başından savuyor düşüncesiyle) açıklama yapmamıştım. Bu kez söyleyişinden yumuşayıp şiirleri tekrar isteyişine sevindim, yeni yazdıklarımdan da söz ettim. Şiir defterimi açıp sıra üzerine koydum. Defterimde 22 şiir vardı. 10 kadarını ezber biliyordum. Öğretmen defteri aldı. Şiirlere bakınca defteri kaldırıp Mehmet Başaran’a gösterdi: “Görüyor musun bak burada neler var?” deyip defteri sıraya bırakırken şiirleri nereden aldığımı, şiir ezberlemeye köyde nasıl başladığımı sordu. İlk şiir ezberleyişimin nedenini anlattım:

“İlkokula alfabeyi sökerek gittiğimi, öğretmenimizin kahveye sık gelmesi dolayısıyle yakınlık duyduğum, ne varki gün geçtikşe çalışma hızım düşmüş olacak başka bir arkadaşım benim önüme geçti. Okumada gene ben öndeydim ama arkadaş okulun öteki işlerinde önder olmuştu. Özellikle dersliğin tertip düzeni ona verilmişti. Müfetişler geldiğinde öğretmenin onu öne sürdüğünü görünce iyice üzülmüştüm. Bağlama çalan bir amcam vardı. Amcam aynı zamanda okur yazardı. Zaman zaman birşeyler okuduğunu görüyordum. Bir gün öğretmen yakın bir köye geziye gideceğimizi muştuladı . O köye gidince yapılacak işleri anlattı. Köy çok yakındı, köyde tanıdıklarımız vardı. Bir gece orada kalacaktık. Bu arada öğretmen arkadaşın şiir okuyacağını da söyledi. Yan gözle arkadaşın okyacağı şiiri izledim. Abbas Amcamın okuduklarındandı. Günü geldi yakın köye gittik. O köy çocuklarıyla kaynaştık. Onlardan da şiirler okuyanlar oldu. Evinde kaldığım arkadaş da şiir okudu. O denli mutlu olmuştu ki, onun bu mutluluğunu şiir okumasına yormuştum. O benden bir sınıf büyüktü. (İlkokul 3. sınıf) Okuduğu şiiri alıp okudum. Söylenenlerden hiçbirşey anlamamıştım ama o okuduğuna göre ben neden okuyamayacaktım? Şiiri yazdım. Köye dönüşümde sanki bir başkası olmuştum. Gizli gizli okuyarak şiiri ezberledim. Aradan uzun bir süre geçti. Şiiri bir kes Abbas Amcama okudum, o çok beğendiğini söyledi. Şiiri okulda okumak istiyordum ama elime öyle bir olanak geçmedi. Öğretmen gene bir köy gezisinden söz etti. Bu kez umutlandım. Çünkü öğretmen bu kez orada yapılacakları söylememişti. Köye gittik. O köydede tıpkı öteki köyde olanlar tekrarlandı. İstediğim olmamıştı, çok üzgündüm, hasta gibi köye döndüm. Ancak son gittiğimiz, köy, bizim köyün kuzeyindendi. Dönüşte köye bizim kahvenin önünden giriliyordu. Kahvenin tam önünde sıra ile durdurulduk. Kahvedekiler hep dışarıya çıktı. Öğretmen bir konuşma yaptı. Öğretmenin yardımcısı durumundaki arkadaş hem bir konuşma yaptı hem de bir şiir okudu. O denli üzüldüm ki sesimin çıkabileceği kadar yüksek bir sesle ağlamak üzereydim. Babam da kahveden çıkmış bana bakıyordu. Birden öne çıktım:

Ben de şiir okuyacağım! dedim. Öğretmen, önce sözleşmişiz gibi baktı hoşnut olmuş gibi gülümseyerek yüzüme baktı, yüksek sesle “Oku!”dedi. Ezberlediğim Namık Kemal adlı şiiri hiç duraksamadan bağıra çağıra okudum. Şiir bitince selam verdim. Geri çekilmem gerekirken ileriye gitmişim, babam sarldı bir süre bırakmadı. Kahvedekiler bir şeyler söylediler. Öğretmen daha önce kahve önünde dağılacağımızı söylemişti, arkadaşlar evlerine dağıldılar. Ben bir süre ne yaptığımı kestirmeye çalıştım. Şiir cebimdeydi, dükkana geçip baktım. Tamamını okuduğuma iyice inamıştım rahatladım, şiir İbrahim Alaettin Gövsa’nın 20 dizelik uzunca şiiriydi !”deyince öğretmen :

Çok enteresan bir başlangıç! dedi. Deftere yazdığım şiirleri nerelerden seçtiğimi sordu.

Şiirlerin çoğunu İsmail Habib’in Edebi Yen iliğimiz adlı kitabıyla Agah Sırrı Levend’in Edebiyat Tarihi’den, ayrıca köyde şiirle ilgilenen Abbas Amcamla Vahir Dede’den aldığımı söyledim. Öğretmen özellikle köyde şiirle ilgilenen amcamı sordu. Savaş nedeniyle amcamın okulunu bırtakmak zorunda kalmış olduğunu söyleyince öğretmenin:

- Ah, ne yazık! deyişi beni çok etkiledi.

Kendi yazdığım şiirlerin de böyle defteri olup olmadığını sordu. Onlar üstünde gene gene durduğum için silinecek kalemle yazdığımı anlattım. Sabahat Öğretmen ezberlediğin şiirleri nasıl seçtiğimi sordu. Çoğunun derslerde okunanlardan olduğunu, bazan da duyduklarımdan seçtiğimi söyledim. Bu arada köyde karşılaştığım İskender Bey’den duyduğum Rakofça sözünden sonra o şiiri bulup ezberleyeceğimi anlattım. Şiiri biz geçen yıllarda okumuştuk, okuma kitabımızda vardı. Ancak ben kitabı bizden sonraki sınıflara vermiştim. Kitaplar şimdi tümden kaldırıldı, nereden bulacağımı düşünüyorum!”deyince ö ğretmen arkadaşlara dönerek:

-Görüyor musunuz?” Damlaya damlaya göl olur!” sözü böyle çabalar için söylenmiştir!” diyerek çalışmalarımı örnek olarak gösterdi. İskender Bey olayını bir kez daha dinledikten sonra şiiri aramamamı, şiirin kendisinde olduğunu verebileceğini söyledi. Besbelli gönlümü almak için, “Gelecek derslerin birinde bize okursun!”deyip sözü Akın Piyesine getirdi. Halil Basutçu’ya ezberleyip ezberlemediğini sordu. Halil ezberlediğini söyleyince: “İşte bu da güzel bir haber, biz de o piyesi başaracağız. Mehmet Başaran ‘a: “Zaten ezberlemiştin diyerek Sami Akıncı’nın sırasına baktı. Öğretmen masaya bıraktığı kitabı alım Tevfik Fikret’ten bildiğimiz dizeler yazdırdı.

Balıkçılar'dan
“Bugün açız yin evlatlarım, diyordu peder,
Bugün açız yine, lakin yarın, ümit ederim,
Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader!
Hayır, sular nekadar coşkun olsa ben giderim,
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur; Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta…
Olur; “

Dizeler konuşma dili düzenine sokulacak! Şiir anlatım ları ile düz yazı anlatımları örneklerler tanımlanacak? Öğretmen gülümseyerek: “Sizi derslerde yeterince konuşturamıyorum. Bir süre de yazılı konuşmayı deneyelim!”deyip ayrıldı.

Görevim gereği ders başlamadan Müdür Beyin odasına gittim. Müdür Beyin yerinde Talat Tarkan Öğretmen oturuyordu. Müdür Beyin derse gelemeyeceğini söyledi. Geri döndüm. Ancak Müdür Beyin yerinde oturmasına da biraz şaştım. Aynı odada daha önce gördüklerimde hep kenar köşelerde oturuyordu. Bunu düşünerek çıktım, Asım Öğretmen sormadan söyledi;

“Müdür Bey Ankara’da. Bir hafta önce gitmiş, bugün yarın bekleniyor!”dedi. Dersliğe dönünce, ne düşündümse, Müdür Bey yerinde yoktu!”deyip sustum.

Ders boş geçti. Konuşmalara baktım, hiç kimse ne okuldan ne de derslerden söz etti. Müdür Bey derse gelseydi, sorular sorsaydı ne diyeceklerdi?” Sonra da kendimi çimdiklerce uyardım: -Bana ne bundan? Ben yaptığımı anlatıp geçerim. “Her koyun kendi bacağından asılır!”. Yemek zili çalınca aynı tavırlar içinde gittik. Bizim masa gene neşesinde. Evlerinde yediklerinden çok yemediklerinden söz ettiler. Hilmi Tekirdağ köftesini andı. Lüleburgaz köfteleriyle karşılaştırdı. Bu arada tatildeyken gelen mektuplar dağıtıldı. Hasan Gülümser bizim masaya geldi: “İçinizde mektup bekleyen var mı?” diye sordu. Bakışından birşeyler anladım ama gene de sustum. Hasan bu kez bana sordu: “Sen mektup beklemiyor musun abi?” deyince ben : “Hadi ver şu mektubu!”dedim. Hasan gülerek: “Önce hangisini istiyorsun?” deyince arkadaşlar söze karıştılar: “Hadi bekletme, ver şu mektupları!”Hasan bir eliyle arkasında tuttuğu mektupları sayarak uzattı. Sesini yükselterek: “Biiirr, ikiiii, üüüüçç, dörrrrt!”Mektupları alıp teşekkür ettim. Çevreden söz atanlar oldu, “Posta ağabeye çalışmış!”Bizim masada birden sessizlik oldu. Az sonra Hilmi bu sessizliği bozdu:

-Abi sen tatilde oturdun kendine mektup mu yazdın? dedi. Bu şaka gülme nedeni oldu. Ben de: -Nasıl da bildin ama? Bir de onların bana neden yazdıklarını bilebilirsen sana Ermiş gözüyle bakacağım! dedim. Mektubun birini uzattım. Mektup Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel’den gelmişti. Hilmi gerçekten şaka söylemişti ama ben ciddiye alınca toparlandı, özür diledi. Bir de karşılaştırma yaptı. “Abi sen bu tatilde de biraz daha büyüyüp olgunlaşmışsın, bense biraz daha çocuklaşmışım!”dedi. O böyle söyleyince işi şakaya döndürerek Hilmi’ye, “Sana Tekirdağ yaramamış!”deyince Tekirdağ’a birlikte gittikleri Hasan Üner, “Ona Tekirdağ değil Tekirdağ köftesi yaramamıştır çünkü çok yedi!”deyince ortaya yeni bir tartışma çıktı. Tekirdağ köftesi mi yoksa Lüleburgaz köftesi mi iyidir? Tartışmayı önümüzdeki tatilde birlikte gidip yerinde deneme yapma kararı verilecek. B en bu kez de, “Öyle bir şansları olmadığını, öğrenci olarak tatillerinin bittiğini anımsatınca arkadaşlar bir ağızdan; “Vah, vah, vah! çektiler. Söylemeyeceğim, diye kendime söz vermeme karşın bu kez köyde okula gittiğimi, ders planları aldığımı anlattım. Arkadaşlar kendilerini suçlayarak, özgüvensizliklerini sayıp döktüler. Yusuf Asıl okula gittiğini, çocuklarla bir süre oynadığını gülerek anlattı. Yusuf’un anlattıklarına biz de gülerek dersliğe döndük.

Marangozluk Atöylesinde herşey bıraktığımız gibiydi. Tatile çıkmadan önce topladıklarımızı yadırgadık. Bildik bileli atölye biraz karışık durduğu için düzgünlük bize yabancı geldi. Öğretmen gelinceye dek bir süre bunu konuştuk. Yusuf bir ara, “Gelin biraz karıştıralım bile dedi. Hiç beklemiyorduk Fahri Tosili Öğretmen geldi, güler yüzle bizi selamladı, hepimizi iyi gördüğünü söyledi. Bizim marangozluk grubu içinde en yaşlısı ben olduğum gibi en uzun boylusu, en kilolusu da benim. Fahri Öğretmen bunu bildiği halde salt takılmak için bunu söyledi. Bu kez de tatilin en çok bana yaramış olduğunu ekledi. O şaka olsun diye söyledi ama ben, söylediklerini cididye alıp evimizin durumunu, olanaklarımızın daha iyice olduğunu anlattım. Fahri Öğretmen işin şakasında olduğundan benim söylediklerimin doğru olup olmadığını saptamak üzere bir gün bizim köye gideceğini, ailemden kimsenin haberi olmadan inceleme yapacağını söyleyince ben de bunun olanaksız olduğun, bizim köye giden bir yabancının, bizim kahveye uğramadan kimseyi bulup konuşamayacağını, kahveye girince de kimin kim olduğunu bizimkilerin öğrendiğini söyleyince Fahri Öğretmen; “Vay canına, sizin aile o köyün Haramisi kesilmiş!”dedi. Bu kez de ben Harami sözünü kabul etmediğimi söyledim. “Harami, çapulcu, soyguncudur. Oysa biz köydeki insanlara yardımcı oluyoruz!”deyince Fahri Öğretmen bu kez eski şakasını tekrarladı: “Sen yapıcılık kolunda değilmiydin?” İlk geldiği günler de bizim marangozlarla tartışmıştı. Onun söyledikleri fazla karşı durmayan arkadaşlara bakmadan ben diretince, o zaman tam anyamadığımız bir şaka söylemişti, “Sen Yapıcıkta değil miydin?” Bunu o gün tam olarak anlamamıştık. Sonra kendisi anlatmıştı. Genellikle savunamayacağını anladığı tartışmalarda böyle soru sorarak konu değiştiriyormuş. Bu kez de aynı soruyu sorunca ben, “Oradaydım ama siz oraya gidince ben buraya geçtim!”dedim. Bu defa da o çok ciddi olarak, “Yapma yaa! ben öyle kaçılacak adamlardan mıyım? Sen beni öyle mi görüyorsun?” diye sordu. Arkadaşlar hep birden: “Estafurullah!”çektiler. Halis Öğretmen gelince tartışma kesildi. Sonunda Fahri Öğretmenin geliş nedeni anlaşıldı. Artezyen su deposunun açık bölümünün çevresi dolmuş. Havuz ya da beton yalak denilen o bölüm daha yüksek olarak yeniden yapılacakmış. Bu iş Fahri Öğretmene verilmiş. Benimle birlikte Recep Kocaman’ı, Hüseyin Orhan’ı, Salih Baydemir’i seçti. Birlikte arteziyene gittik. Artezyen çevresi vıcık vıcık, su-çamur olmuş. Eski Sutopların yerine yeni yapılacağa yer seçip ölçtük. Daha büyük aynı zamanda yüksek bir Sutoplar tasarlayıp geri döndük. Fahri Öğretmen ölçüleri Halis Öğretmene verip gitti. Biz de kalıp yapmak üzere eski kullanılmış kalaslardan parçalar ayırmaya başladık. Kalaslar uzun süre kar altında kalmış. Bir hayli üşüdük ama ayırma işini tamamladık. Fahri Öğretmen paydosa yakın geldi, sevindiğini söyledi. Bana da, “Sana inanıyorum!” dedi. Nedenini anlayamamıştım; dikkatlice bakınca açıkladı; b “Bizim köye gidip aratırma yapmayacakmış. Bu kez de, “Umarım köyüne beni kendin götürürsün, işte o zaman ben de seni köydekilere överim. Uzunca bir gülüşten sonra da “Ama önce şu işi bitirelim!”deyince bu kez biz güldük. Yusuf Asıl hemen yapıştırdı:

-Bizim için söyleyecek sözünüz olmadığı için mi bizim köylere gelmek istemiyorsunuz öğretmenim? Fahri Öğretmen Yusuf'a bakarak, “Yok, yok hepiniz için söyleyecek çok sözümüz var! dedikten sonra birden sordu:

-Sen beni köyüne çağırdın mı ki?

Fahri Öğretmen gidince Halis Öğretmen dayanamadı:

Bu kadar lafı nereden buluyor bilmem! deyince güldük.

Atölyeden ayrılınca ilk tepki Salih Baydemir’den geldi:

Herkes senin gibi söyleyeceği sözü, yutkunup karnına mı gönderiyor? dedi. Karnına söz göndermek, bir süre konu oldu. Dersliğe döndüğümüzde Harun’la karşılaştık. Çorlu üzerinden otobüsle gelmiş. Onunla konuşurken İsmet’le Sami Akıncı da geldi. ”Sınıf tamamlandı!”diyen oldu. Fettah Biricik, Ali Önol’un revire yattığını duyurdu; midesi bozulmuş. ”Baba Ali getirdiklerini kapacaklar telaşıyla çok yemiştir!” yakıştırmaları yapıldı. Sami Akıncı Halil Basutçu’ya rolünü soraraken Mehmet Başaran’ın adı geçti. İdris Destan da onun rahatsızlığını söyledi. Mehmet Başaran için de : “Yolda üşümüştür!” varsayımı öne sürüldü. İsmet yanıma geldi, bir süre fiskos ettik. İsmet’in tatili için kesinliğe yakın saydığım olasılıklar vardı. Yanılmamışım; anne-babası; aralarındaki tartışmayı sürdürüyormuş. İsmet’se görünüşte yaşamından hoşnut; gülü gülüveriyor. Olumsuzluk ya da olası bir terslikten söz edince; “Deme be dayı!”deyip sözü geçiştiriyor. Sami Akıncı ilk kez böyle bir gecikme yapmış, üzgünmüş ama çaresizmiş!

Akşam yemeğinde bir grup öğretmen vardı. Cemile Öğretmenle Rezzan Öğretmen yeni giysilere bürünmüşler. Oğretmen masalarının yanından geçen öğrenciler onlara bakıyor. Öğrencilerin çekinerek bakmaları uzaktan biraz acayip görünüyor. Biz de onları izleyip gülüyoruz. Derken bizim kızlardan Sakine ile Hatice arkasından da Röslein girdi. Hilmi Altınsoy:

Vallahi azizim, bu kız var ya, bunların hepsinden güzel! dedi. Ardında da bana sordu:

Ne dersin Abi? Önemsememiş gibi bakarak. “Sen öyle gördüğüne göre öyledir’”dedim. Hilmi:

Senin kesin fikrin nedir? diye diretince bu kez:

Sen beni kendinden daha mı zevksiz sanıyorsun? Madem sana göre güzel, öyleyse bana göre de güzeldir. Üstelik o benim hemşerim(Komşu köylüm) ben ona nasıl güzel değil, derim? deyince ötekiler söze karıştılar; “Güzele güzel demek sevaptır!”diye bir de söz söylediler.

Dersliğe Röslein’in güzelliği üstüne sözlerle dönüldü. Yolda beni durduranlar oldu. Az sonra dersliğe döndüğümde Röslein bu kez Suna olarak konuşuluyordu. Sami Akıncı Akın Piyesinde geçen Suna ağıtının sözlerini söyledi. Bana:

- Sen onu öğrenip çalsana ! deyince öğrendiğimi söyledim. Halil Basutçu bu kez de söylememi istedi. Sözlerini tam bilmediğimi ama notasını bildiğimi söyleyip tekrarladım Re-la-re-fa-re-fa-laaaaa, la-sol-fa-mi-re-do diyez-re-miiii! , Re-la-re-fa-re-fa-laaaa! , la-sol—fa-mi-re-do diyez-re-reeeeee!”deyince herkes şaşırdı.

Yarınki tarih konularını anımsayıp bir ölçüde sıraladım. Kimse gazete falan okumamış. General Paulus’tan, mareşal olarak esir düşüşünden kimsenin haberi yok. Tarih dersinde söz edilirse açıklayacağım. Söz edilmez de Askerlik dersine kalırsa özellikle de üsteğmen gelirse gazetede okuduğumu söyleyip onun düşüncesini öğrenmeye çalışacağım. “Bu 15 gün içinde Almanya Kuzey Afrika’da yenilmiş durumda. Rusya’da da savaş durmuş, geriye dönüş başlamış durumda. Cumhuriyet Gazetesi böyle yazdı!   “deyince sanırım bir şeyler söyleyecektir. Bunları düşündükten sonra Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu özellikle Sami Akımncı’ya gösterdim. Okumasını söyledim. Ahmet Gürsel Öğretmen Sami Akıncı’yı soruyor ama benim için de:

-En gayretli, en vefakar öğrencim sen çıktın. Umarım bu ilişkimiz ileride de sürecektir. Ben buralara ısınamadım, en yakın zamanda gene oralarda olacağım! diyor. Sami mektubu okudu, hemen yazacağını söyleyip geri verdi. Sanırım Sami benim düşündüğüm gibi düşünmedi. Çünkü mektubu verdiğim için çok teşekkür etti, Gülerek ayrıldı.

Yeni kararım: “Yatınca fazla düş kurmaktan kurtulmaya çalışacağım. Şiirleri tekrarlayıp uyumak sanırım beni rahatlatacak!

 

16 Şubat 1943 Salı

 

Fahri Tosili Öğretmen nöbetçi. Çok nazik konuşuyo; iki sözünden biri arkadaşlarım. Neden arkadaşlar; , değil de arkadaşlarım? Mehmet Yücel yanıtladı:

-Siz ellerin söylediğini değil sizin söylediklerinizi eleştirin. Sizin, size özgü bir tavrınız var mı? Yoksa köyden geldiğiniz gibi gerisin geri mi döneceksiniz? Gerisin geri dönme sözü ilginç bulundu. Bu arada öyle dönecekler sayıldı. Mustafa Saatçı, İsmet Yanar, Mehmet Yücel kısacası bütün şakacılar sıralandı. Mustafa Saatçı karşı koydu, o farklı dönecekmiş. Farkı da SS’den geliyormuş. “Hadi oradan !”diyenler oldu. Fahri Öğretmen bu kez yüksek sesle konuşarak geldi. “Benden sonra çıkmayı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, ben bekliyorum!”deyince yatakhane birden boşaldı.

Derslikte bir süre nöbet tartışması sürdü. Tatilden önce nöbetin kimde kaldığı bir türlü saptanamadı. Benim gibi cumartesi giden birkaç arkadaş cumartesi ile sınırlamaya çalışırken bir grup pazarı birkaç kişi de pazartesi gününde diretince nöbet sorunu çözülmeden kahvaltıya gidildi. Kahvaltıda ilk numara 4 Mehmet Aygün’ü razı ettik. Dönüşte tüm masa arkadaşları kendisine yardım edecek. Mehmet gönüllü olarak çabukça kahvaltı edip kalkıp gitti.

Dersliğe dönünce sobanın başında bir grup arkadaşın Mehmet Aygün’e engel olduığunu gördük. / Fettah Biricik, Ali Önol, Hüseyin Serin, Sefer Tunca. Amaçları nöbeti numara sırasıyla başlatmamakmış. Öyle başlarsa yarın 7 Fettah nöbetçi olacakmış. Kapıdan girince Mehmet Aygün, “Ben şimdi ne yapayıom?” der gibi yüzüme baktı. Öteki arkadaşlar da sanki ben söz sahibiymişim gibi bana bakınca kendimi söz sahibi sanarak soba başındaki dört arkadaşa: “Siz kaç kişisiniz, biz kaç kişiyiz(Bizim yemek masasındaki 7 arkadaşı gösterdim. 8 arkadaş biz böyle karar verdik. Üstelik biz olayı tatlıya bağlamayı düşündük. Oysa sizin ne düşündüğünüz belli değil. Az sonra öğretmen gelecek; bırakın soba yansın. Diretecekseniz arkadaş yarın yakmasın!”Deyince Fettah: “ O zaman ben!” demeye kalmadı, birden kolundan tutup sarstım: “Aklını başına topla da şimdi öğretmene vereceğin yanıtı düşün!”dedim. Fettah’ın yakınındeki Ali Önol b aşına vuracağımı san dı, başını eğerek yerine gitti. Hüseyin Serin arkasında sıvıştı. Sefer Tunca ile karşı karşıya kaldık. Sefer’le bugüne dek arkadaşlığımız iyiydi. Kötü bir söz sötlemek istemedim ama uzun uzun yüzüne baktım. Tüm arkadaşlar bize bakıyordu. Sefer bana:

-Sen anlamadın, ben arkadaşa yanlış düşündüğünü anlatmaya çalışıyordum; sen anlayıp dinlemeden işi kavgaya döktün! derken Selçuk Korol Öğretmen geldi. MehmetAygün’ü soba başında görünce:

- Geç kalmışsın arkadaş, 10 dakika önce geliversen ne olur? dedi. Öğretmen böyle söyleyince arkadaşlar başlarını bana çevirdiler. Öğretmen birşeyler anladı; bana bakarak “Bir söyleyeceğin var galiba, dersten sonraya bırakalım”dedi. Selçuk Öğretmen sanırım kapı aralığından durumu görüp bizi dinlemişti.

Yüzü biraz gergin söze başladı. İlk sözü de:

-Umarım dinlenmiş olduğunuz günlerinizde, sizi yetiştiren okullarınıza uğrayıp eski günlerin izi anımsamaya çalışmısınızdır! dedikten sonra yüzlerimize baktı. Parmak kaldırdım. Öğretmen gülümseyerek:

- İbrahim ayrıntıları sonra konuşuruz, tarih derslerine girdin mi? diye sordu: “Köyümüzü okulu 3 sınıflı !”deyince öğretmen: “ Öyleyse otur, başka bir arkadaşı dileyelim!”deyip öteki arkadaşlara döndü. Sami Akıncı’ya baktı. Sami Akıncı tatil süresince çok rahatsız olduğunu, okula bile bir gün gecikerek, dün akşam geldiğini anlattı. Bu kez de öğretmen: - - -Anlaşıldııııııı!”diye uzun bir dıııııı, çektikten sonra:

“Selvi gibi umutlar döndü birer iğdeye

Geçti Bor’un pazarı, sür eşşen Niğne’ye”

Bu daha uzundur ama ötesini unuttum, bulur okursunuz! dedikten sonra

Halil Basutçu’ya İstemi Han’ı sordu, “Ne haber, İstemi Han yeni bir akın düşünüyor mu?” dedi. Halil tatil süresince hep onu okuduğunu, İstemi Han’ı bilmem ama ben piyesi oynamadan hiçbir şey düşünemeyeceğim galiba!”deyince Selçuk Öğretmen katılasıya güldü. Kendisinin de tiyatro çalışması yaptığını, zevkli olmasına karşın insana sorumluluk

duygusu yüklediğini anlattı. Sözü döndürerek:

-Sizden beklediğim 4. sınıfların tarih dersinde okunan konuların işlenişini canlı olarak yakından izlemenizdi. Neyse bunu, biraz cansız biraz da can sıkıcı olacak ama biz yapalım! deyip masa üzerine kitabı alarak 4. sınıfların konuları okudu.

 

I- İLK İNSANLARN YAŞAYIŞI:

a) Yontma taş devri,

b) Cilalı taş devri,

c) Maden devri.

(Yazının bulunuşu ve tarih çağlarına giriş belirtileri)

 

II- TÜRKLERİN ANAYURDU

a) Orta Asyada hayat,

b) Göçler, sebepleri ve sonuçları.

 

III-ANAYURTTA KALN TÜRKLER

1-Orta Asya Hunları: Yaşayış ve uygarlıkları,

2-Göktürkler:

3-Kutluk Devleti 

4-Uygurlar:

Bu devletlerin yıkılışından sonraki göçler. Öğretmen: “Bakın işte İstemi Han işte bunlardan birini anlatıyor bize. Oysa yüzlerce yıl yüzlerce göç olmuş. Roma kurulmadan önce İtalya’da yaşayan Etrüskler’inde Asyadan göç ettiğini geçen yıllarda okudunuz. İşte bunları unutmak yok. Bakın bu konuları ilkokul 4. sınıflar okuyor. !”dedikten sonra: “Neyse havalar düzelince hep birlikte bu konuların işlenişini birlikte göreceğiz!”derken zil çaldı. Öğretmen ayrılırken beni çağırdı, birlikte öğretmen odasına dek gittik. Köşeden dönerken arkadaşları arkamızdan baktığını gördüm. Selçuk Öğretmen içeri girince kapının arkasına doğru çekiliip: “İbrahim dersliğinize girmek üzereyken yaptığınız tartışmayı dinledim. Sen haklısın, haksızsın demiyorumAncak arkadaşlar arasında yaptığınız tartışmalarda ne denli haklı olursan ol, bunu öğretmene yansıtırsan tarafsız arkadaşlar karşısında suçlu duruma düşersin. Bu nedenle seni susturdum. Seni severim ama bu, ötekileri sevmiyorum anlamı taşımaz. Biz öğretmenlerin görevi dengeli davranmak; tarafsızlığı korumaktır. Beni anladığını umarım; hadi söyle şimdi söyleyeceğini!”Öğretmenin söylediklerini anlamama karşın anlamamış hatta onu hiç dinlem emiş gibi olayı ayrıntılarıyla anlattım. Derslikte de bunu anlatacaktım. Bu kez öğretmen sordu, “İzin verseydim bunları mı anlatacaktın?” Ben “Evet!” deyince öğretmen : “Ben kaygılanmıştım; arkadaşlarından yakınacaksın sanmıştım; olsun gene de iki ikiye konuşmamız iyi oldu. Zaten sorunu çözmüşsünüz. Başka konularda da dediklerimi göz ardı etmezsen üzücü olaylardan uzak kalırsın!”dedi. Öğretmen kapıyı çekti, izin alıp ayrıldım. Seyfi Öğretmen derse girmişmiş, özür dileyip yerime oturdum. Seyfi Öğretmen de İlkokullarda okutulan coğrafya konularını anlatmaya başlamış. Trakya’^nın yüzey şekillerin in oluşmasını özetledi. Bir süre sonra da bir soru sordu. “Trakya’yı öğretmenler çok defa bir tepsiye benzetirler, ortası biraz çukurca bir tepsiye; siz ne dersiniz?” deyince parmak kaldırdım. Daha önce incelediğimiz derelerin Ergene Nehrin’de toplanmasını örnek verdim. Öğretmen teşekkür edip sözü kendisi alarak tahtaya bir yuvarlak çizgi çekti. Çizginin kenar taraflarından ortaya da çizgiler çekti. Bu çizgileri sordu. Arkadaşlardan kimileri bu çizgilerin dereler, kimileri de tepeler, deyince bu kez öğretmen durarak; deler mi yoksa tepeler mi?” diye sordu. Herkes susunca ben parmak kaldırdım: “İkisi de hem olur hem olmaz, çünkü ne dereler ne de tepeler b öyle düzgün inmektedir!”dedim. Öğretmen güldü: “Kalk çizerek göster!”deyince tahtaya gidip bizim köyün deresinin Üsküp Bucağı tepelerinden doğup Ergene’ye katılşınana dek geçirdiği değişikliği çizdim. Üsküpdere, Hamitabat deresi, Çeşmedere, Kurudere çizgilerini birleştirip Ergen e’ye ulaştırdım. Bu derelerin arasındaki tepeleri de derelerin tersine yukarıya doğru düzleştirdim. Öğretmen özellikle tepelerin tersine yukarıda birleştirmemi önemsedi. Bu konu üzerindce neden durdun?” diye sordu. . Tatilde karşılaştığım İskender Bey olayını anlattım: İskender Beyin Üsküp üzerinde durması benim de ilgimi çekti. Yapılan konuşmalar arasında bunlardan zaman zaman söz ediliyordu. Ayrıca yıllardır bu dereleri, tepeleri hep geçtim. Köyüm, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski, Pınarhisar kasabalarının tam ortasındadır. Onlara gidip gelirken çevrelerini gözleyerek öğrenmiştim. Öğretmen bu kez bilgi edinmenin türlü yollarından söz etti. Uygarlığın ilerlemesinde kişilerin bireysel ilgilerinin önemli olduğunu Bilgin Arşimet’in hamamda yıkanırken su tasıyla ünlü buluşunu tekrarladı. Ayrıca, okuma kitaplarında okuduğunuz Uzun Mehmet’in yurdumuzda maden kömürü bulmasını da örnek olarak gösterdikten sonra; “Kimi insanlar bu ilgilerini yaşamlarının amacı durumuna getirip başarıncaya dek çalışırlar. Bunlardan biri de yurdumuzda bolca yetişen pancarden şeker yapma öyküsüdür. Sizin orada kaldığınızı söylediğiniz Alpullu Şeker fabrikasından önce yurdumuzda şeker üretilmiyordu. Söyleyince belki inanamayacaksınız ama pancardan şeker yapmayı memleketimizde bir köylü çocuğu olan Kütahya İli, Uşak İlçesi Kalfa köyünde doğan Mollaömeroğlu Nuri’dir. Şimdilerde Nuri Şeker olarak anılan kişi, Soyadı yasasından sonra da Şeker soyadını hakkederek almıştır. (Atatürk vermiş)Bence onun öyküsünü bulup okumalısınız. Bir başka öyküsü okunacak insan da Zihni Derin’dir. Rastlantıya bakın, o da yurdumuzda çayın yetişebileceğine inanarak ortaya atılmış, çevresindekileri inandırarak çay tarımına başlatmıştır. Yurdumuzun yıllık gereksinmini karşılayacak çay ekimine ulaşılmak üzere büyük bir çabayla çay ekimine onun çabaları sonunda kalkışılmıştır!” Öğretmen küçülterek harita çizip çizmediğimizi sordu. Geçmiş yıllarda çizdiğimizi söyleyince gülümseyerek: “İyi öyleyse, eliniz daha iyi alışmış olur. Trakya Bölgesinin bir haritasını çizin, onemli yerleri de üstünde göstermeye çalışın!”deyip ayrıldı. Seyfi Çaçur Öğretmen çıkınca önce bir sessizlik oldu. İdris Destan: Biz öğretmen olunca pek çok şey yapacağız, arkadaşlar! dedi. Mustafa Saatçı ise: O çizeceğiniz harita var ya onun bir köşesinde de benim mezarımı gösterin! deyince gülenler oldu. Mehmet Yücel: Mezar değil sana türbe yakışır, Mecnun gibi Leyla’sına kavuşamayan aşık, deyince Mustafa Saatçı birden ayağa kalktı, şimdi ölmeyeceğini , öldüğü zaman gömülmesi için söylediğini öne sürünce bu kez de mezar yerini onun seçmesini söylediler. Sami Akıncı Mustafa Saatçı’nın ağzına elini kapatarak: Yaşamını tamamladın, şimdi de ölümünü mü ortaya koyuyorsun? diye payladı. Müdür Beyin olmadığını düşünerek odasına gitmedim. Arkadaşlardan bazıları Müdür Beyin geldiğini söyledi ama inanmadığım için gülüp geçtim. Öğle yemeğinde Müdür Beyin gelmiş olduğunu görünce üzüldüm. Meğer Büdür Bey az önce gelmiş. Gelir gelmez de yemeğe katılmış. . Bizim masadakiler uzaktan izleyerek iyimser olasılıklar öne sürdüler: -Müdür Bey çok para koparmış, Müdür Bey Hasan Ali Yücel’den aferin almış, gibi sözler söylediler. Salih Baydemir ise: - Müdür bey seviniyorsa kendisi için sevinir, bizi düşüneceğini hiç sanmıyorum. Belki de bir otomobil almıştır, kızlarını Lüleburgaz’a rahat göndermek için! Hilmi Altınsoy: -Ya ne yapacaktı? Çocukları varken önce seni-beni mi düşünecekti? deyince tartışma başladı. Bir süre söylenenleri dinledim; hemen hemen hepsi Müdür Beyi haklı çıkardı: -Bal tutan parmağını yalarmış! Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenden çok duyduğumuz bu sözün biraz anlam değiştirdiğini söyleyerek tartışmaya ben de girdim. Salih Öğretmen o sözü önce arı kovanlarını yaptığımızda söylemişti. Özellikle de ben o sözü bal ya da arı işleri için söylenir sanmıştım. Sonra sonra genel anlamda olduğunu öğrendim. Ancak onun, bu kon uşulandan çok başka bir anlamı var. Kişinin bir işe katılması söz konusu. Örneğin devlette görev alanların hepsi devletin işlerini görüyor. Bu işler için geçimlerini karşılayacak aylık alıyorlar. Bu aylıklar için bu söz kullanılamaz. O bir haktır. Burada Müdür Bey değil Müdür Beyin çocukları söz konusu. Çocukları olmasaydı diye düşünelim ya[User1] da eski müdürümüzü anımsayalım; o böyle bir parmak yalama yaptı mı?” Salih ne düşündüyse, sözünü koşullu olarak geri aldığını söydedikten sonra koşulunu da açıkladı: Bu söz, söyulenmemiş sayılsın! Öğleden sonra Tarım dersinde neler yapacağımız üstüne varsayımları başladı. Yusuf Asıl bir öneride bulundu; “En iyisi Hikmet Öğretmen Şehit Teğmen Kubilay’ın arkadaşıymış, onun olayını bize anlatsın”Hepimiz ona katıldık. Ancak “Kubilay Olayı aralık ayındaydı. Şimdi ise şubat ayı ortasındayız; nasıl bir ilişki kurup soru soracağız?” Arkadaşlar işi Yusuf’a bıraktılar; “O düşündüğüne göre bir yolunu bulur!”Yusuf önce olur tavrı içine girdi ama sonra sonra yan çizmeye başladı. Önce Kubilay Olayının aralık ayında oluşuna karşı çıktı. Yusuf’un yan çizişini görünce ben onun sorusuna yardımcı olacak bir öneride bulundum: “Tarihimizde iki, Kubilay gerçiyor. Yusuf öğretmene sorsun; o hangisiyle arkaşmış. Öğretmen: “Menemen Olayındaki Kubilay!”derse o zaman o olayı bir daha anlatmasını istesin . Eğer öteki Kubilay’ı söylerse; dememe olanak kalmadı Yusuf birden kalktı: Sizinle konuşanınnnn ! . . . deyip gitti. Yusuf’un böyle sinirlendiğini hiç görmemiştim. Hele böyle, “Sizinle konuşanın…!” türü küfre açık söz söylediğini ilk kez duydum. Arkasından kimse bir şey demedi. Hilmi Altınsoy ayıplayıcı bir söz söyleyecekti onun da ağzını kapattılar: Sen her zaman buna benzer davravışları yapıyorsun! Mehmet Aygün daha ileri giderek Hilmi’ye: O, bunu senden öğrendi! dedi. Yusuf’un bir süre bizimle konuşmayacağı konuşularak dersliğe dönerken Yusuf’un çevresini kızlardan bir grubun sardığını gördük. Yanlarından geçerken Yusuf beni durdurdu: Bak bunlar ne istiyorlar! deyip sözü onlara bıraktı. Kızlar, “Hasanoğlanda öğrendiğimiz oyunlardan zeybekler dışındaki elele tutuşulan Halay türü oyunları öğrenmek istiyoruz. . Mart ayından başlanarak sabahları oyunlar gene oynanacakmış. Oyunlara biraz öğrenmiş olarak çıkmak istiyoruz!”dediler. Yer bulmalarını, belli bir zaman ayırmalarını onlara bırakıp ayrıldık. Yusuf sevinçten uçuyor. Hilmi dayanamadı: Hani sen öfkeliydin ne oldu? deyince Yusuf o bana uğurlu geldi, her zaman öyle yapabilirim! deyip kahkahayı bastı. Ders zili çalınca Hikmen Öğretmen elinde bir tomar dergiyle geldi. Köy Enstitülerinde neler oluyor, gidip göremiyoruz dedikten sonra kardeş okulların başarılarını öğrenelim!”deyip dergileri masanın üzerine koydu. . Dergilerin hepsi İlköğretim Dergisiydi. Önce bir yazı okudu. Bu yazıda Köy Enstitüleri elele vererek her enstitünün kurulduğu bölgeyle ilgili uğraşlarını anlatıyordu. Malatya/Akçadağ Köy Enstitüsü, Kayısı meyvesinin daha verimli duruma gelmesi için çaba harcıyormuş. Bu amaçla ilk işlerinden biri büyük bir kayısı bahçesi yetiştiriyormuş. Kocaeli/Arifiye Köy Enstitüsü ise Sapanca yöresinin elma bahçelerinin daha verimli olması için örnek fidancılık bahçesi kurmuş. Seyhan/Haruniye Yerfıstığı tarımını ele almış, tohum ıslahı için örnek çalışmalara başlamış. Trabzon/Beşikdüzü ise balıkçılık konusunda yeni yöntemler uygulayarak deniz ürünlerini değerlendirme çabalarını sürdürüyormuş. Öğretmen bize bakarak:

-Ne dersiniz, bunlara bakarak biz nasıl bir deneme tarımı yapabiliriz? diye sordu. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Çoğumuz Sami’den Tarım dersinde parmak beklemiyorduk bu nedenle ilgiyle baktık. Sami, Kepirte’nin toprağının özel bir durumu olduğunu, bekli de Trakya’nın başka yerlerinde bulunmayan türden olduğunu sözgelimi Uzunköprü yöresinde böyle bir toprak olmadığını öyle olunca da yaygın bir örnek tarım yapmanın zorlaşacağını söyledi. Öğretmen Sami’ye Uzunköpru toprağının özelliklerini sordu. Sami bu konuda bilgi toplamış: “ Ovalar milli toprap, daha çok kumsal tepeliklerde toprak biraz sertleşse de buradaki gibi yapışkan kepir ddeğil!”dedi. Öğretmen başka arkadaşlara da sordu. Hayrabolu, Malkara, Keşan taraflarını bilenler özellikle de Keşan tarafında kepirlik olduğunu söylediler. İkircil bir durum ortaya çıkmıştı. Öğretmen: “ Öteki Köy Enstitülenin çevrelerinde de benzer ayrılıklar vardır, . Özellikle Akçadağ Köy Enstitüsüne Mardin, Urfa, Siirt, Bingöl, Tunceli, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Erzincan, Sivas olmak üzere toprak alanları oldukça geniş bir çevreden öğrenci alınmaktadır. Ben o yörelerde biraz dolaştım. Orada da belli bir toprak birliği yoktur. Buna karşın Malatya bölgesi esas alınmış, Malatya Kayısı ıslağına girişilmiştir. Biz de kendi yöremizde yetişen ürünler üstünde deneme yapabiliriz!”dedi. Öğretmen işaretlediği bir dergiyi çekti, işaretlediği bir yazıyı okudu. Yazı bir öğrenciden bir başka öğrenciye yazılmış bir mektuptu. Öğrenci 20 kişilik bir ekiple Kocaeli/Arifiye Köy Enstitüsüne gelmiş, orada yatıp kalkıyormuş ama gündüzleri Adapazarına gidip inşaatta çalışıyormuş. Adapazarı depreminde yıkılan binaların onarımına yardım ediyorlarmış. Mektup yazan öğrencinin anlattığına göre yanlarında başka köy enstitülerinden de ekipler varmış. Öğretmen bize bakıp: “Bizim okul çok sapa kaldığı için olacak böyle ekipler göndermiyoruz!”deyince İsmet oturduğu yerden:

Biz de gittik öğretmenim! deyince öğretmen sordu:

Nereye gittiniz? Arkadaşlar bir ağızdan Hasanoğlan'a dediler. Öğretmen öylece baktı, hiçbir şey söylemedi. Gene arkadaşlar biraz karışık olarak 300 kişi olarak gittik, tam 10 ay kaldık! dediler. Öğretmen gülümseyerek: “Biriniz açıklasın; hepiniz konuşunca tam anlayamadım!”dedi. Yusuf Asıl kalkıp Hasanoğlan’a gidişimizden dönüşümüze dek olayı ayrıntılarıyla anlattı. Öğretmen dinledikten sonra:

Bak ben bunu bilmiyordum. Siz yardımınızı toptan yapmışsınız!”deyip gülümsedi. Öğretmen dersi kısa kesti. Ayrılırken gene anımsattı:

Kepirtepe’de örnek olarak ne üretmeliyiz. neler üretebiliriz, düşünün! diyerek ayrıldı. Öğretmenin arkasında Asım Öğretmenin odasına gittim. Soba gene yakılmamıştı. Ben sobayı yakarken geldi, teşekkür etti. Ayrılmamamı; az sonra geleceğini söyleyip gitti. Gerçekten az sonra geldi. Önce bana Diyabelli parçasını çaldı. Sonra da dört el olarak eski parçaları tekrarladık. Bir çok yerde uyamadım. Asım Öğretmen beni teselli için piyano üstüne sözler söyledi:

Piyano çok nankör bir çalgıdır, kendisini ihmal edenleri affetmez; insafsızca mahcup eder. Arkasından da güldü:

Bunlar, insanların kendilerini kandırmak için söylediği sözler! deyip bana tektek iki parça çaldırdı. Bu arada bana daha önce gösterdiği Akın Piyesi için bestelediği Suna’nın ağıtını çaldı. Daha öncede çöalmıştı, onu unuttuğunu anladım. Belli etmedern güzel bulduğumu söyledim. Tekrar tekrar sordu ; “Sahi mi?” Çalmamı istedi, kolayca çaldığımı da görünce bu kez daha da sevindi:

Demek çocuklar kolay söyleyecekler! dedi.

Dersliğe döndüğümde arkadaşların Kepirtepe’de neler yetiştirilebileceği tartışmaları sürüyordu. Bir çok şeyler sıralanmış, iş kümes hayvanlarına gelmişti. Ben sözün öncesini bilmediğim için iyi niyetle güvercin yetiştirmeyi önerdim. Güvercin kümes hayvanı sayılmazmış. Bir kaç kişi böyle deyince sustum. Meğer iş iyice cıvıklaşmışmış. Kaz-ördek diyenler oldu. Onlar için de yeteri kadar su bulunmadığı söylenerek geçildi. Bu kez de hindi önerildi. Emrullah birden ayağa kalktı belli bir tarafa bakarak küfret. Sami Akıncı Emrullah’ı ayıpladı: “Küfretmeseydin seni savunacaktım, şimdi ne diyeyim ki? Cürmün büyük!”dedi.

Yemeğe giderken Melahat yakınımda gidiyordu, oyunlara gelip gelmeyeceğini sordum. Gelecekmiş ama öğretmenlerin seçimi olacakmış. Şaşırdım ama gerçeği öğrendim. Söz konusu oyunları kızlar değil bayan öğretmenlşer istiyormuş. Kızları araya koyarak oyunları öğrenmek istiyorlarmış. Birden nedenlerini düşünmeye başladım. Gerçekte böyle olması daha güzel. Öğretmenler olunca kızlar daha ciddi sarılacaklardır. Hele seçim de yapılınca iş daha önemsenecektir. Yusuf’a anlattım. Yusuf neredeyse uçacak. İşe öğretmenlerin katılmasına o da sevindi. Nedense o da biraz düşündükten sonra öğretmenlerin durup duruken oyun istemelerini irdelemeye başladı. Önce, zeybekleri istememelerini yorumladı. Bana göre zeybeklerdeki diz çökmeler, kolları kaldırıp seslenmeler bayanlar için biraz acayip oluyor, diye yorumladım. Yemekten sonra gene bir araya gelip oyunları saptadık. Timurağa, Hoşbilezik, Sivas Ağırlaması, Merzifon Halayı, Tamzara, Kaleden Kaleye. Bu 6 oyunu öğretebiliriz. Bunlardan Timurağa(Temurağa) ile Sivas Ağırlaması oyunlarını Kayseri/Pazarören ekibinden Öğreticimız: (Öğrenci Veli Dalak), Kaleden Kaleye ile Tamzara oyunlarını Malatya/Akçadağ Ekibinden (Öğreticimiz: Şükrü Aydın), Mezifon Halayı, Samsun/Akpınar Ekibinden (Öğreticimiz: Ziya Altıntaş)Hoşbilezik, Eskişehir/Çifteler, EkibindenÖğreticimiz : Öğrenci Mustafa Atavcı)

Ahmet Güner öğretmenlerin oyuna çıkmasına karşı; “Nede olsa öğretmendirler, onların yanında rahat olamayacağız, yalnız kızlar olsaydı daha iyi olacaktı!”diyor. Yusuf hepsine razı:

“Kızlarla buluşmak için başka bir yol bulamadık, buna razı olmalıyız!”deyip gülüyor. Ben ikisine de katılır gibiyim ama asıl düşündüğüm de:

- Kızların tümü katılmadığına, katılanları da öğretmenler seçtiğine göre acaba Röslein var mı? Sanki içime doğdu, Röslein piyes çalışmalarında olacağına göre belki oyuna gelmeyecek!

Arkadaşlar ayrılınca Köyde hazırladığım üç sınıf bir arada bir günlük proğramı bir daha inceledim. Şekil olarak bu programın işlenmesini gördüm ama anlayamadığım bir taraf kaldı. Bir sınıfa yönelik konu işlenirken ödev çalışması yapan iki sınıf nasıl denetleniyor? . Mustafa Ağabey bu konuda iyice ustalaşmış. Ayrıca bizim köyün çocukları, köylülerin de deyimiyle çok uslular. Gözlediğime göre, öylece bekleşip durabiliyorlar. Oysa Hakkı Yücel Öğretmenin dersliğindeki çocukların bizim güvercinler gibi hiç durmadan yer değiştirdiklerini bir birlerini neredeyse gagaladıklarını gözlemiştim. Öğretmen ders anlatırken böyle davranan çocuklar bir ders boyu uslu uslu oturup ödev yapar mı? Hayat Bilgisi dersinin konularını anımsadım, neler yok ki? Okulun Açılması her üç sınıfta da var. Cumhuriyet Bayramı, Yıl Başı, 23 Nisan Bayramı da öyle, üç sınıfta da işleniyor. Bir an kendimi toparladım, yeni bir şey öğrenmişim gibi sevinç duydum. Bu konuların abartılacak bir tarafı yok. Kolaylık olsun diye oldukça tutarlı bir düzen kurulmuş. Öğretmenleri uyaran görevliler var. Dikkat eden bunları dinleyince öğrenir. Sanırım bu nedenle Mustafa Ağabey “Bu işe başlayınca insan, kendi gayretiyle bir çok beceriyi kazanabiliyor. İş yapılırken daha rahat öğreniliyor!” demişti. “Gene de iyi düşünmeliyim!”dedim kendi kendime. “Eğer öğretmen olacaksam büyük sınıflara girecek yolları arayıp o yollardan hak kazanmalıyım !”deyip. yatağa uzandım.

 

17 Şubat 1943 Çarşamba.

 

Ahmet Kun Öğretmen kapıda konuştu:

Zili duymuyormusunuz yoksa? Duymuyorsanız kapınıza bir zil daha taktıralım! Bir süre sessizlik oldu. Öğretmen gitti sananlar olmuş. İdris Destan biraz yüksek sesle:

Boynumuza da takılsa biz bu huydan vazgeçmeyiz. Pekala zili duyuyoruz ama bir türlü yatakhaneden çıkamayışımız huysuzlupğumuzdan! deyince Ahmet Kun Öğretmen:

Bunu düşünmüş olman da büyük bir uyan madır, üzülme yarın sabahtan başlayarak dediğini uygularsan istediğin gibi olursun! dedi. İdris böyle çıkışlar yapar ama sonunda çok pişmanlık duyup kendi kendini yer. Bu sabah ise Ahmet Kun Öğretmene teşekkür etti, yanından geçerken de:

Bu öğüdünüzü hiç unutmayacağım! dedi. Arkadaşların çoğu şaşkın şaşkın bakıştı:

İdris bu cesareti nasıl gösterdi?

Derslikte takılanlar oldu. “Aferin be, boyundan büyük laf ettin ama tutturdun! diyenler olduğu gibi; “Biz sana yılalardan beri boşuna mı ÖYLE diyoruz, gitgide daha ÖYLE oluyorsun!”diyenler çıktı. Öyle dedikleri, yaşlı adam daha da açıkçası Moruk diyorlardı. İdris bir süre baktı, ses çıkarmadı. Bu kez Halil Basutçu, Sami Akıncı’nın zaman zaman yaptığı gibi uyarıda bulundu:

İşte bu kadar be kuzum, her söze, her sataşmaya yanıt vermesenizkav dalar azalır!

Bu kez de Sami Akıncı Halil Basutçu’ya:

İstemi Han çok yaşa! deyince dikkatler başka tarafa döndü. Bu arada da Müdür Beyin sesi duyuldu:

Be herif; neredesin sen? yarım saattir seni bekliyorum! Arkadaşlar fısıldaşmaya başladılar:

Müdür Bey bu sabah erken kalkmış. Erken kalkınca çok öfkeli oluyormuş. Hanımı bunu öğrencilere söylemiş:

Saat 10’oo dan önce kalkarsa öğleye dek öfkeli dolaşır! demişmiş. Bu nedenle bizim derse öfkeli geleceğine kesin gözüyle bakılıyor. Üstelik dersi de bugün iki saat. “Hayat Bilgisi dersi işlenebilir!”diyenler oldu. Hayat Bilgisini hazırlayan ya da hazırlayacak arkadaşlar 4 Mehmet Aygün, 51 Bekir Temuçin, 72 Hüseyin Orhan, 79 Ahmet Güner arkadaşlar yutkunup kaldılar. Kahvaltıya gidince Mehmet Aygün’ü teselli etmeye çalıştım:

Her duyduğuna inanacaksan, o zaman sen aklını hiç kullanmamış olursun, Oysa aklını kullanırsan rahat düşünür, sorunlarına kesinlikle çare bulursun. Müdür Beyin öfkesini düşüneceğine anlatacaklarını kafanda derleyip toparlar; sorduğu zaman kalkıp yanıtlarını verirsen, sen görevini yapmış olursun! Ben böyle deyince Salih Baydemir:

Ya hiçbir hazırlık yapmamışsa? Mehmet Aygün:

Yok, o kadar da değil, hazırlıkğımız var ama bugün beklemiyoruz! deyince olay biraz açıklanmış oldu. Böylece benim övüdüm arkadaşları oldukça rahatlattı.

Birinci ikinci derslerimiz boştu, Hüseyin Orhan’la Mehmet Aygün yanıma geldi, birlikte konuları saptadık. Mustafa Ağabeyden aldığım notları onlara verdim. Ortak çalışmalarımızı görünce bu kez tüm arkadaşlar rahatladılar. Doğal olarak hepimizin kaygısı bir; Müdür Bey kızınca hepimizi haşlayacak. Oysa sorduğu sorulara doğru yanıt verilirse ders sakin geçecektir. Benim ayrıca beklediğim, Müdür Beyin bu derste kızıp köpürmemesi. Sakin sakin konuşursa Ankara’dan söz eder, önümüzdeki yıl söylendiği gibi bizim Ankara’ya gidişimiz gerçekleşecek mi? Bu konuda bir bilgi aldıysa bize sıcağı sıcağına muştular.

Zil çalınca görevimi yaptım, Müdür Bey, beklediğimizin tam tersi, güler yüzle karşıladı:

Seni bu görevden kurtarmak istiyorum; az kaldı, mart başında bunu kaldıracağız, benim dersleri bir güne alacağız. O zaman kendim gelebilirim. Şunun şurasında iki hafta bile kalmadı sabret! diyerek kalktı. Dersiğe gelince de çok yumuşak tavırlar içinde önce Sami Akıncı’ya sonra Mustafa Saatçı’ya takıldı. Harun Özçelik’le Mehmet Başaran’ı sordu. Arkadaşlar onların revirde olduğunu söyleyince Müdür Bey elini açar gibi ileriye iterek:

Bu arkadaşların rahatsızlığı biraz uzadı değil mi? diyerek bir süre yüzlerimize baktı. Daha sonra gülümser bir yüzle Ankara’ya gittiğini söyledi. Benim beklediğim haberi verdi ama, başını sallayarak:

Henüz ne yapacaklarına kesin karar vermemişle, hepinizi mi alacaklar, yoksa bir bölümünüzü mü? bunu hesabını yapıyorlar! dedi. Ben içimden, “Beklediğim yanıtı aldım!”deyip sevindim. Tamamı ya da yarısı da olsa gidebileceğimi bilir gibiyim. Çok rahatladım. Müdür Bey başka Köy Enstitüsü müdürleriyle de görüşmüş onları anlattı. Arkadaşlar, bizim öğretmenimiz olan Isparta/Gönen Müdürü Ömer Uzgil’i sordular. Görüşmüş, konuşmuş. Bizlere çok selamı varmış. Karşılıklı ekip göndermeye karar vermişler. Ancak Müdür Bey gülerek: Size göre geç verilmiş bir karar! dedi. Müdür Bey hepimizin yüzlerimize bakarak gözleri gezdirdi Mehmet Aygün’ün üstünde durdu: “Eeee, bizim Hayat Bilgisi dersi ne alemde, bir gelişme var mı? diye sordu. Mehmet Aygün ürkek ürkek kalkltı: Hazırız efendim! dedi. Mehmet Aygün, “Kalk öylese!” sözünü beklerken Müdür Bey:

- İyi öyleyse haftaya başlayalım da mart sonuna dek bitirelim. Nisanda da uygulam alarla uğraşacağız. Mayıs ayında başka işleriniz de olacak. Haziran ise askerlik kam pınızla Edirne fidanlık çalışmanızla geçecek. Ondan sonra ise; “Sen sağ ben selamet!”deyip güldü. Hasan Üner’e bakarak sözün ne anlama geldiğini sordu. Hasan doğru yanıt verince Müdür Bey: “Aferin, sınıfın en küçüğüsün ama deyince Mustafa Saatçı, sınıfın yaşça en küçüğünün Yusuf Asıl olduğunu söyledi. Bu kez Müdür Bey Yusuf Asıl’a sordu, “Sana sorsaydım doğru yanıt verebilecek miydin? Yusuf; “Veremeyecektim, doğrusu şimdi de anlamadım; ne oluyor? Sen sağ, ben selamet!” ne demek? Bunlar birer tam cümle olmuyorlar!”deyince, Müdür Bey güldü: Sen de haklısın! dedikten sonra bir Nasrettin Hoca fıkrası anlattı: Nasrettin Hoca’nın yaşadığı Akşehir’in Kadısı ölmüş. Zamanın hükümeti ölen Kadın ın yerine yeni kadı atamakta gecikince davalara halkın çok sevdiği, bilgisine, tarafsızlığına inandığı Nasrettin Hoca’nın bakması istenmiş. N asrfettin Hoca sevecen tavırlarıyla gelen davalara bir süre bakmış. Öyle ki, Nasrettin Hocanın baktığı davalardan herkes hoşnut kalmış. Nasrettin Hoca bir yolunu bulup davacıyla davalıyı barıştırıp tarafları az zararla evlerine döndürüyormuş. Bir süre sonra Akşehir’e genç bir kadı atanmış. Genç Kadı elindeki kitaba uyarak davalara bakmaya başlayınca mahkeneye düşenlerin bir bölümü ağır cezalar çekmeye başlamış. Bu durumdan yakınanlar bir yolunu bulup Kadıya duyurmuşlar. Genç Kadı önce aldırmamış; “Davalar, suçlu ile suçsuzu ayırmak için kurulur. Ben elimdeki yasalara göre bunu yapıyorum!”demişse de yakınmalar çoğalınca Genç Kadı, halkın ileri gelenleriyle görüşmüş. Halkın ileri gelenleri Nasrettin Hoca’nın adaletinden söz etmişler. Genç Kadı merak etmiş, yaşlı bir saygın kişi olarak bildiği Nasrettin Hoca’nın bir davaya bakmasını sağlamış. Genç Kadı da tarafsız bir izleyici olarak mahkeme salonunda oturmuş. Nasretin Hoca görkemli giysiler içinde kürsüye çıkmış. Uzunca bir konuşmadan sonra önce davacıyı dinlemiş. Davacı Tanrı’ya şükrederek söze başlamış, çocuklarının sayısını söylemiş, onların rısklarını Tanrı’nın bağışladığını, tarlalarının veriminden söz etmiş. Ancak Tanrı’nın kendilerine bahşettiği bir buğday tarlasına davalının eşeğini bırakarak başakları yedirdiğini böylece Tanrı’nın onlara bahşettiği rıskları gaspettiği için davacı olduğunu anlatmış. Binbir emekle olgunlaşma düzeyine getirdiği başakların böylesine heder edilmesini hoşgöremediği için da dava ettiğini tekrarlayarak Nasrettin Hoca’nın yüzüne bakmış. Davacının yüzüne üzgün bir tavırla bakan Nasrettin Hoc tek sözle fikrini açıklamış: “Haklısın!”Adam , yerlere kadar eğilerek selam vermiş; Nasrettin Hoca’ya hayır-dualar edeerek çekilip gitmiş. Arkasından gelen suç zanlısı da Nasrettin Hoca’ya dualarla söze başlamış. O da Tanrı’nın kulu olduğunu; Tanrı’dan habersiz hiç bir canlının yaşayamayacağını, Tanrı’nın. Tüm canlıların rıskını verdiğini tekrarladıktan sonra da söz konusu dava olayını anlatmış:

-Eşeğimin üstünde yoluma gidiyordum. Yol boyunca tarlalar vardı, bereketli tarlalar. “Bu tarlaların, insanlar için rısk yüklü olduğunu düşünbdüm. Boy boy boylanmış altın başaklar ha sararı ha sararacak. Tanrı izin verirse, bunların her biri ekmek olup insanlara gene Rabbim tarafından sunulacak!”diye düşünürken eşeğim bir taralanın önünde durdu. . Bildim bileli benim eşeğim bana asilik yapmaz. Bu işte bir İş var diye düşündüm. Baktım, eşeğimde öyle asilik gibi bir tavır yok, munis bakışlarla bana bir şeyler söylüyormuş gibi bakıyor, ağızını da konuşur gibi oynatıyordu. İçimden:

-Aman Tanrın, sen beni bağışla! Çok şükür anladım ama geç anladım, sen eşeğimin bu tarlada rıskı olduğunu buyurmuştun “Bırak onu, izin verdiğim kadarını alsın!”dediğini duyumsadım, yüreğim hafifleyip ellerim gevşeyince hayvanın başını bıkattım. Tarla sahibinden özür sayılacak duamı okuyunca o da bunu (Eşek) çok rahat anladı, başını sallayarak tarlanın ucundan girdi. Koklar gibi başakları birer birer yoklayarak kendi rıskı olanları seçip yedi. Tarla sahibinin de az önce de söylediği gibi Tanrı herkesin rıskını önüne koyar. Bunu büyüklerimizden hep duyarız. Burada da böyle oldu. Allah sizi inandırsın, ben ipini çekmeden eşeğim başını secde eder gibi eğerek tarladan çıktı. Bu arada bana da minnet duygusu duyduğu bakışlarından anlaşılıyordu. Olaya vecd içinde baktım. Tanrı buyruğu olmadan hiç kimsenin bir lokma alamayacağını düşünerek yoluma gittim. Tanrı ile onun var ettiği bir canlı arasına Tanrı’nın bir kulu olarak nasıl girerdim? Suç zanlısı sözünü bitirince Nasrettin Hoca, davacıya dediği gibi: “Haklısın!”deyip savuşturmuş. Nasrettin Hoca çevresine gülümseyerek bakmış. Bu da mahkemenin bittiği anlamına geliyormuş. Genç Kadı heyecanla kalkmış: -Ama Hoca Efendi; suçluyu bildirmediniz, bu nasıl mahkeme böyle?” diye sormuş. Nasrettin Hoca istifini bozmadan; az önceki edası içinde Genç Kadı’ya da: “Sen de haklısın!”demiş Ders zili çalınca Müdür Bey, “Geleceğim”, deyip çıktı. Ama gelmedi. Eski Tekirdağ Valisi Salim Gündoğan gelmiş. Salim Gündoğan Eğitimbaşı Enver Kartekin’le eşi Sabahat Öğretmenin tanıdığıymış. Arakadaşların çoğu başını salladı. Kimileri onların gerçekte tam kentli olduklarını, salt Vali değil Milletvekili ya da Bakan akrabaları da olabileceğii öne sürdü. Gelen Salim Gündoğan’ın Edirne’den geldiğini, onun Ölen Trakya Genel Valisi Kazım Dirik yerine Genel Vali olduğunu söyleyen oldu. Sefer Tunca ile İsmet bu yakıştırmaya karşı durdular; “Adam tek rabayla çıkmış gelmiş Genel Vali olur mu? Kazım Dirik böyle mi geliyordu!”derken Namık Ergin Öğretmen geldi, İsmet sordu; “Öğretmenim gelen kimdir. Namık Öğretmen gelenin eski Tekirdağ valşisi olduğunu, daha önce bizim okula çok geldiği, şimdi ise Genel Müfettişlikte görevli olduğunu, söyleyince Sefer Tunca sorusunu tekraraladı:

-Genel Müfettiş mi? Namıl Öğretmen: “Genel Müfettiş değil onun Hukuk İşlerine bakan yetkili. Genel Müfettiş başkası, o da bizim eski bakanlarımızdan biri, yakında bize geleceğini umuyoruz. Eski bakan olduğu için okulları çok gezer. Doğudan geldi,

Abidin Özmen, gelince görürüsünüz!”deyip gitti. Durum aydınlandı ama yeni bir tartışma başlatıldı: “Vali mi büyük, Milletvekili ya da Bakan mı? Ben: “Milletvekillerini halk dört yıllığına seçiyor. Bir daha seçilmezse eski durumuna giriyor. Çok okumuş olması da aranmıyor. Bizim Kırklareli milletvekilimiz Zühtü Akın ilkokulu bitirmiş. Öyleyken iki dönemdir Milletvekili. . Ön ümüzdeki seçimi kaybederse köyüne dönecek. Ama valiler öyle değil. Onlar, uzun yıllar iller arasında vali olarak geziyorlar. Örneğin bizim Kırklareli’de 1932-36 yılları arasında valilik yapan Faik Üstün şimdilerde Adana’da valiymiş. Bizim köylülr. onun adını gazetelerden falan duyunca seviniyor, saygıyla anıyorlar!”Benim, eski vali Faik Üstün için söylediğime takılan Hilmi Altınsoy: Bana ne validen, eski validen, deyince bu kez ben de onun. duyarsızlığına takıldım: Senin nene gerek eski Tekirdağ valisi Salim Gündoğan, falan; Sen ye iç, ağzının kenarlarında kırıntı kalırsa yalan! Herkes iş yaparken sen yan çiz çekil bir kenarda oyalan! dedim. Yusuf bunu şiir olarak dile doladı. Sonunda gene anlaştık; Hilmi daha çocuk, ben yetişkin ağabey. Böyle söylenerek tatlıya bağlandı ama. gene de tam anlaşma olmadı, Mehmet Aygün Hilmi için: “Anasının çocuğu!”deyip gülünce tartışma bu kez başka tarafa kaydı. Anasının çocuğu sözü, anasının gözü; gibi kötü bir anlama gelebilirmiş. Hilmi böyle söyleyince de hepimiz Hilmi’ye anasına bundan böyle herkes gibi anne demesini son kez önerdik. O ana dedikçe analar için halk arasında uydurulmuş tüm kötü sözlere katlanması gerektiğini anımsattık. Hilmi şaşırdı: “Vay anasını, köylüler bunları düşünemiyorlar mı? diye sordu. Buna da güldük: Bak sen de vay anasını! dedin! Hilmi bir süre durdu, hepimize baktı. . Sonra da: Tevekkele değil ben, çevremdeki insanlarla hep ters düşüyorum, demek ben köylülükten kurtulamamışım! deyince heğimiz: “Günaydın!”dedik. Hilmi darılmadığını söyleyip kalktı. Öğleden sonra Fahri Tosili Öğretmenle Atölyede çalıştık Bu arada iki kez de artezyene gidip geldik. İkinci dönüşümüzde Kamber Amcamla karşılaştım. Amcamla uzunca konuştum. Atölyeye dönünce Fahri Öğretmen bana: “O kara adamla çok uzun konuştun, seni kaçıracak diye kaygılandım!”dedi. Yusuf Asıl: O kara adam onun çok yakın akrabası!”deyince bu kez de Fahri Öğretmen Yusuf’á takıldı : “Kara” derken bana neden dikkatli bakıyorsun?” diye sordu. Sonra da Salih Baydemir’e: Sen ne diyorsun Salih Bey!”dedi. Tüm arkadaşlar güldü. . Çünkü Fahri Öğretmen Kamber Amcamdan da, Salih Baydemir’den de esmerdir. Ders sonunda arkadaşilar Fahri Tosili öğretmeni bu yanıyla Hasanoğlan’da bıraktığımız Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmene benzettiler. Böylece Ali Yılmaz Öğretmemn de saygıla, sevgiyle anmış olduk. Kalıpları tamamladık. Yerleştirme işimiz işimiz kaldı. Onu da Yapıcılar ne zaman çağırırsa onlarla birlikte yerleşdireceğiz. Asım Öğretmenin odasına gittim . Bu kez soba yakılmıştı. Biraz karıştırıp piyanonun başına oturdum. Dört el parçalarının Lehrer bölümlerine baktım. Bir ikisi dışında hepsini iyi kötü çalıyorum. 41. , 43. Parçaları denedim. 41. parça oldukça zor geldi. Asım Öğretmen geldi, parçayı gösterince öğretmen: Basit bir parça değil aslında Schubert’in önemli bir yapıtıdır. Oldukça zor bir ritmi vardır, kolay çalıp atlayamayacaksın! dedi. Oturdu kendisi çaldı. Sonra da “Çala çala melodiyi ezberleyeceksin, ezberleyince kolaylaşacak!”diyerek teselli etti. Biz çalışırken Ahmet Kun Öğretmen geldi. O gelince ben ayrıldım. Bir süre gözetledim, çıkmayınca dersliğe döndüm . Derslikte Suna sözü ediliyordu, ben girince söz kesildi. Halil Basutçu:

Senin kızlar oyuna hazırlanıyormuş; doğru mu? dedi. Ben de:

Senin kızlar oynayıp dururken benim kiler geri kalır mı? Onlar da bir yolunu bulup oynayacaklardır! dedim. Halil Basutçu:

Haklısın! dedi arkasından ben de:

Sen de haklısın! deyince Sami Akıncı:

Ben şimdi, anımsadım; bizim Bayramlı taraflarında Müdür Beyin anlattığı Nasrettin Hoca fıkrasını başka türlü anlatıyorlar! dedi. Sami’nın bunu söyleyişinden, az önce Röslein üstüne konuşulduğunu inancım perçinleşti. İyi de, ben gelince neden kestiler? Bir süre buna takıldım. Yarın Türkçe dersimiz var. Sabahat Öğretmen şiir okuyacağımızdan söz etmişti. Şiir dizelerini hecelere ayırıyorum, bu çok kolay ama İstiklal Marşı gibi yazılanları tam bilmiyorum. Sanırım öğretmen yarın değilse bile bir gün onun üstünde de duracak. Geçmişte bu kon u üzerinde durmuştuk, eski defterimi açtım. Aruz vezni(Ölçüsü)Hece ölçüsüne şekil olarak benziyor ama özüyle çok farklı. İstiklal Marşı’nın bir iki dizesi dışındakiler hece sayısına da uyuyor ama bu bir rastlantı. Örneğin olarak

Yahya Kemal Beyatlı’nın ezberimde olan Mahurdan Gazel’inde:

 

“Gördüm ol meh düşuna bir şal atıp Lahurdan
-  -  - -  - - - -  - - -  - - -
Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan. ”
-  - - - - - - -  -  - - - - -
dizeleri tıpkı hece ölçüsü gibi 14-14 uyumundadır. Oysa öteki dizelerde değişmektedir. Örneğin:
 
“Nerdubanlar busiş-i nermin –i damaniyle mest
- - - - - - - - - - - - - - -  15
İndi bin işveyle bir kaşane-i fağfurdan”

- - - - - - -  - - - - - - -    14

hece olarak dizilmiştir. Bu böylece değişerek şiirin sonuna dek gider. Hece sayımına göre yanlış gibi görünen bu durum gerçekte doğrudur. Çünkü burada başka bir kural vardır. Aruz ölçüsü kısa-uzun ya da açık kjapalı hece durumuna göre yazılıyor, biliyorum da, kimi kez şair kapalı heceyi açık, açık heceyi kapalı yapabiliyormuş. İşte bunu neye göre yapıyor. Bunun bir kuralı mı var yoksa şair öyle yapınca okuyan onu kendisi bulup, öyle olduğunu anlayacak? Örneğin Yahya Kemal'in yukarıya aldığımız şiirinde:

“ Gördüm ol meh düşüne bir şal atıp Lahurdan” dizesinde ilk dört hece de kapalı ya da uzun hece. Oysa onun aruz ölçüsüne ayrılmışını gördüm - . - - plarak gösterilmişti. Hecelerin sıralanışında ise, gör-/dü . /mol-/meh- şerklindeydi. Gördüm sözününü

son harfi “ m” dsonraski “ol”a eklenip “ mol” yapılmıştır. Böylece gereken kısa hece elde edilerek Fa i la tün sözüne uydurulmuştur. İşta bu işlemin bir kuralı var mıdır? Bunu bulamadım. Fikrete Madaralı Öğrfedtmen, bunu sordukça gülereke; “İlerde!”diyordu. Onun dediği i “İleri'si daha gelmedi sanırım!

Söz konusu kurala göre sıralanan dize ölçüsüne Aruz Vezni(ölçüsü)denmektedir. Geçmiş dönemlerde bu ölçüyle yazan çok ünlü şairlerimiz olmuş. Bunlardan günümüze dek gelenler de var. Yahya Kemal Beyatlı bunlardan biri. Yakın zamanlarda kaybettiklerimizden Abdülhak Hamit Tarhan, Ahmet Haşim, Mehmet Akif Ersoy gibi Namık Kemal’le Tevfik Fikret bu ölçüyü kullanmıştır. Abdülhak Hamit Tarhan. Abdülhak Hamit Tarhandan şimdiye dek hiç örnek okumadık. Yalnız Fikret Madaralı Öğretmen “Gemileri Yakmak” diye geçen bir deyimi açıklarken onun Tarık adlı kitabından söz etmişti. Tarık, büyük bir komutan. Emeviler Döneminde yaşamış, Müslümanların İberik Yarımadası’nı almasında önemli göreyler yapmış, askerin Afrika’dan İspanya tarafına geçmesi için kullanılan gemileri, askerlerin geri kaçmasını önlemek için yaktırmış. Afrika ile Avrupa kıtalarını ayıran aynı zamanda Akdenizle Atlas Okyanusunu bağlayan boğazın adı ondan geliyormuş: Cebel-i Tarık ya da salt Tarık Boğazı. Fikret Madaralı Öğretmen adı bir yazıda geçince bize Abdülhak Hamit hakkında kısa da olsa bilgi vermişti. Tanzimat'tan sonra yaşayan en büyük şairimiz olarak tanınmışmış. Cumhuriyet öncesi en büyük şair anlamına gelen Şair-i Azam ünvanını almış, öyle anılırmış. Çok şiir yazmış. Şiirle anlatılan tiyatro eserleri yazmış. Tarık, Finten, Eşber daha başkaları. Ancak yazdıkları oldukça eski sözlerle yazıldığı için sonra sonra az okunmaya başlanmış. Bu durum onda yalnızlık duygusu uyandırmış. Böyle bir duygu içinde yazdığı bir şiirin bize okumuştu.

Büyük Şair Abdülhak Hamit'in'in kendisine Şair-iAzam dendiğini kanıtlan şiiri.

 

Şair-i Azam
 
Mev ki Viyana
 
Bir darbe-i makus ile düşmüş o yana,
Hep tersine dönmüştür onun giydiği şeyler,
Hem bid-defaat! . . .
Onlarla yatıp kalkar imiş kendisi söyler,
Vaktiyle bütün Pul’da yapılmışsa da heyhat,
Cümlesi solmuş.
Vaktiyle siyah, şimdi fakat yem yeşil olmuş
Bir paltosu vardır.
Tek gözlüğü vardır, geceleri kandilidir o.
Ya Rab ne hayat! . .
Cepler delik az çok,
Lakin ne zarar var ki delikten düşecek yok.
Bir korkusu vardır:
Meyhanelerin saat-i tatili pek erken…
Bir kirli paçavrayla gezer,
Mendilidir o.
Lastikleri bir başkasınındır ki yürürken
Durmaz ayağında kaçar ekser.
Serpuşu ne festir, ne külahtır, ne sarıktır,
Kalpak da değildir,
Bir şapka mı haşa… O, onun kendine mahsus,
Bir başka şekildir.
Keşkül gibi bir şey
Milliyetini farik olan yok, soruyorlar:
Kim dir bu alamet, bu m usibet, ne kılıktır?
Ürkütmeyelim sus…
Bir kahkaha, bir av’ava kopmakta pey-a pey
Bazan da müheyya-yı tasadduk duruyorlar,
Zül farkına bir zam! . . .
Ancak biri vardır, ona der: Şair-i azam! . .
 

Abdülhak Hamit Tarhan

Şiiri yazdım ama çok üzüldüm. Koskoca şair neden bu durumlara düşmüş? Hiç mi kimsesi yokmuş acaba? Vahit Dede’yi anımsadım. Babam bir konuşmasında onun için: ”Şimdi gücü kuvveti var, çenesi de laf ediyor ama ilerte ne olacak?” Tığ-ı teber, şah-ı merdan!”deyip gülmüştü. Sonra da bu sözü açıklamıştı. Gençliğinde har vurup savuran, yaşlanınca yoksul düşüp çaresizlikten kıvranan insanları anlatmak için kullanılan bir kıssaymış. (Ders alınacak söz)

Yat zili çalınca üzülerek yattım. Vahit Dede gerçekten yalnız mı? Fikret Madaralı Öğretmenle konuşurken beni göstererek:

- Ben onların köyünün eniştesiyim! demişti. Evli olduğuna göre neden yalnız olsun? Yoksa eşi öldü de benim mi haberim olmadı?

 

18 Şubat 1943 Perşembe

 

Uyanınca dünkü konuşmayı anımsadım, Röslein’la ilgili konuşmayı. Yoksa yeni bir durum mu var? Bugün görüp konuşacağım. Uzaktan uzağa gülüştük, kapıda da kısaca konuştuk ama kurduğum planlara yerleştirdiğim yalanları iletemedim. . Bugün bir yolunu bulup başara bilirsem sanırım bundan sonraki buluşmalar için o da yardımcı olacaktır. Düşündüklerim olm uş gibi sevinerek dersliğe gittim. Mehmet Başaran revirden çıkmış. Arkadaşlar hep çevresinde: İyiymiş! . Piyesten söz edilecek mi acaba? diyerek bir süre onları dinledim. Beklediğim olmadı, onlar daha çok revirdeki yemeklerden konuştular. Son günlerde revir yemekleri de bozulmuş, hastalar da bizim yemekleri yeniyormuş. Dinlemekten vazgeçip Türkçe defterimi açtım. Geçmiş sayfalar arasında zamirlere gözüm takıldı: Şahıs zamirleri, Belgisiz zamirler, soru zamirleri, işaret zamirleri, iyelik zamirleri hepsi örnekleriyle yazılmış. Birden kendimi topladım. Bunların defterimde olduğunu bile unutmuşum. Öyleyse ben onları iyi bilmiyorum!”deyip birer birer okudum. İsmet, geldi, “Kahvaltıda Röslein’in tatil dönüşündeki gisilerini giymiş olduğunu görmüş. Öteki kızlar günlük kılıklarıyla dolaşırken o neden değişik? diye sordu. Yanıt veremedim ama ilgimi çekti. Rahatsız olabileceğini düşündüm. Kahvaltıdan da erken kalktı. Uzaktan uzağa yan gözle de izledim. O çıktıktan az sonra ben de çıktım. Merdivenlerde yetiştim. Güldü. Rahatsız olup olmadığını sordum. Değilmiş, Pesent Öğretmenle birlikte Lüleburgaz’a gidecekmiş. Çarşıdan bir şey isteyip istemediğimi sordu. Biz konuşurken yetişen arkadaşlar oldu. Röslein bir yandan Pesent Öğretmeni gözleyerek benimle konuşa konuşa bizim derslik kapısına dek geldi. Ayrılırken gazete istedim. Gazetenin adını sordu “Cumhuriyet” deyince de: “Ne iyi ben de okurum!”deyip ayrıldı.

Dersliğe çok mutluı olarak girdim. Aklıma geldi, tebeşiri alıp tahtaya tilki yazdım. Kİ’nin altını çizdim. Benimki yazdım, oldu mu ki? yazdım. bir de soru işareti koydum. Sami Akıncı geldi, yerine otururken tahtaya baktı. Dönüp tahtaya gitti ki’leri sıraladı 4. ki’yi de adlandırıp oturdu. 1-“Tilki, belki, sanki etki yazdıktan sonra Ki ek söz türetme için kullanılmıştır,

2-Benimki, seninki, onunki, evdeki, çarşıdaki!”sölerini yazdıktasn sonra iyelik zamiri,

3-Şimdi anlıyorum ki, unutma ki, biliyorum ki dedikten onra, bağlaç,

4-Söylediği doğru mu ki inanıyorsun? Geleceğini nereden biliyorsun ki? gibi kesinlik olmayan konuşmalarda soru olarak kullanılır.

Sami yerine oturunca İsmet bana:

-Dayı, Sami’yle işbirliği mi yaptın, ona soru hazırlıyorsun! dediSoru falan hazırladığım yok. Gerçekte ben derslikteki konuşmaların konusunu değiştirmek için hiçbir şey düşünmedn yazmıştım. Bir bakıma iyi oldu, kuşkulu arkadaşlar hemen Türkçe-Dilbilgisi konularına döndüler. Böylece boş geçen fizik dersinde fazla gürültü olmadı. Dün hazırlamış olduğum şiiri, aruz kalıbını gene gene gözden geçirdim. Sabahat Öğretmen Yahya Kemal’in bir şiirini getirecekti, getirir de verirse hemen yazmak için yer hazırladım. Sabahat Öğretmen nedense derse çok geç geldi. Gelince de tahtaya falan bakmadı. Dersliğe girer girmez Mehmet Baraşan’ı sırasında görünce onunla konuştu. Mehmet Başaran öğretmenin sorularını çok sessizce yanıt verdi. Bu kez İsmet parmak kaldırıp öğretmene:

-Öğretmenim arkadaş yüksek sesle konuşsun, biz de duyalım! deyince Sabahat Öğretmen İsmet’e takıldı:

Arkadaşın revirden geliyor, rahatsız, rahatsız insandan ne duymak istiyorsun? İsmet hiç duraksamadan, “Arkadaş revirin durumunu en iyi bilenlerden biri, bir gün biz de gidebiliriz, oradaki koşulları biz de bilelim!”dedi. Öğretmen İsmet’e baktı:

İsmet, dikkat et, bu sözün altında bir sitem var, gibi geldi bana, ama bunun üstünde durmayacağım!”dedikten sonra Masaya bıraktığı kitabı alıp işeretlediği yeri açtı. Hiç açıklama yapmadan bir şiir okudu:

 
Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şeb-i yanmaz mı
 
Gamım pinhan tutardım ben, dediler yare kıl ruşen
Desem ol bi vefa bilmem inanır mı inanmaz mı
 
Gül-ü ruhsarına karşu gözümdn kanlı akar su
Habibim fasl-ı güldür bu akan sular bulanmaz mı
 
Şeb-i hicran yanar canım döker kanı çeş-i giryanım
Uyarır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı
 
Kamu bimarına canan devayı dert eder ihsan
Niçin kılmaz bana derman beni bimar sanmaz mı
 
Değildim ben sana mail, sen ettin aklımı zail
Bana taan eyleyen gafil seni görgeç utanmaz mı
 
Fuzuli rind-i şeydadır hemişe halka rüsfadır
Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı (Utanmaz mı)

 

Fuzuli

Öğretmen gülümseyerek, bize çok eski zamanlardan kalan bir şiir örneği okuduğunu söyledi. Fuzuli adını sorunca birkaç arkadaş parmak kaldırdi. İbrahim Ertur da parmak kaldırmıştı. Öğretmen sorunca kekeleyerek, adını duyduğunu ama nereden duyduğunu söyleyemeyince ben parmak kaldırdım. Öğretmen sorunca Ortaokul Okuma kitabında okuduğumuz bir parçada geçiyordu, deynce Sami Akıncı duramadı, parçada geçen beyiti okudu:

 

“ Canımı canan isterse minnet canına

Can nedir ki anı kurban etmeyim cananıma”

Öğretmen Sami’ye tahtaya yazmasını söyledi. Sami beyiti okuduğu gibi gene eksik yazınca sormadan kalkıp “Eğer” sözünü ekledim. Nedense Öğretmen çok memnun oldu, “İbrahim, insanların önemli özelliklerinden biri de dikkatleridir. Dikkatli insanlar için öğrenmek kolaylaşır. Çünkü onlar dikkatleri gereği doğruyu öğrenirler. Doğrularsa insanların yaşamları boyu kullanacağı bilgileri oluşturur. Aman dikkat, yakaladığın bu özelliğini sürdür!” dedi.

Öğretmen, Fuzuli için kısa bilgi verdi, yaşadığı döneme değindi. Tarih derslerimizde öğrendiklerimizle kaynaştırarak şair Fuzuli’yi Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü dönemine yerleştirdik. (1500-1570 yılları arası)

Öğretmen Sami’nin yazdığı dizelerin altını çizdi, heceleri saydı. Dizelerin 15 hece çıkması üzerine, bizim okuyuşumuzla eski okumalar arasındaki farkı belirtti. Zil çalınca öğretmen gelecek derste gene aruz ölçüsüyle şiirler okuyacağımız söyleyip ayrıldı. Buna çok sevindim çünkü böylece gelecek Türkçe dersim hazır sayılırdı. Sabahat Öğretmenin arkasından Resim Odasına gittim. Soba yanıyor, öğretmen yok. Az sonra Talat Ayhan Öğretmen geldi. Resim tahtalarını dağıtmamı söyledi. Ben tahtaları masalara koyarken arkadaşlar geldi. Arkadaşların ürkek ürkek gelmelerinden hoşlanmayan Talat Ayhan Öğretmen; “Pek yoguna benziyorsunuz, ağır yük mü taşıdınız?” diye sordu. Arkadaşlar gülünce:

-A bak, iz gülmeyi iş saymıyorsuz ama gülmek de yorucudur!”deyip yoklama yaptı. Ben daha önce tamam demiştim. Mehmet Başaran’la bu kez İdris Destan revire yatmış. Üzüldüm. Üzüldüğümü anlayan Talat Öğretmen bana gülümsedi: “Sen ne bileceksin, her saat onları güdecek değilsin ya!”deyip elindeki kağıtları arkadaşlara dağıtmamı söyledi. Kağıtları dağıttım. Öğretmen daha önce hazırladığı tabureyi salonun ortasındaki masanın üstüne koydu. Üstüne de iki yatık bir de dik, kalın ciltti kitap koyup “ Masanın üstünde gördüklerinizi çizeceksiniz!”diyerek çekildi. Şansıma benim tarafımdan kitaplar kitap olarak düzgün görünüyordu. Sevindim; hemen çizmeye başladım. Az sonra yandaki odadan akordiyon sesi gelmeye başladı. Asım Öğretmen bir iki gam, arkasından arpej yaptıktan sonra birkaç kez Suna Ağıtını çaldıktan sonra da Solveig Şarkısına geçti. Çok az sesle uzun süre onu çaldı. Sanırım daha güzel çalmayı tasarladığı için böyle bir çalışma yaptı. Çizgileri çizerken önce Solveig’i düşündüm. Genç bir bayanken Peer Gynt’ğe bağlanıyor. Peer Gynt haylazın biri, çekip gidiyor. Uzun yıllar sonra yurduna döndüğünde Solvieg’le karşılaşınca yaptığından utanıp özür dilemeye kalkıyor. Oysa Solveig durumdan çok hoşut, Peer Gynt’in özürüne karşı:

Sen bana sevginin ne olduğunu öğrettin, seni sevdiğim için mutlu oldum! diyor. İlk bakışta pek doğru anlaşılmayan bu sözler sonra sonra okuyanları çok duygulandırıyor. “Demek, asıl sevgi, insanın sevebilecek bir kimseyi seçip ona sonsuza dek bağlı kalabilmesidir!” gibi bir sanıya varıyor. Asım Öğretmeni dinlerken C ile son konuştuğumda onun: “Okumanı uzatırsan uzun yıllar beldi de köye gelmeyeceksin. Geldiğinde de “Kim öle kim kala!”demişti. Sanırım o da geçecek uzun zamanın yapacağı değişikliği düşünmüş.

Bir taraftan çizerken bir taraftan ayrılıkları düşündüm. Ayrılıklar salt sevgililer için değil, tüm sevilen insanlar için de önemli. Dört yıl önce babamla gittiğimde babamın büyük ablası(O zaman seksenine yaklaşmıştı) Elfide Halam, kardeşi Müderris Amcamdan söz ederken:

Yılar önce okumak için ayrıldı. Öğrenciliğinde uzak yerlerdeydi. O günlerde geliş gidişler zordu. Gelmemesini hep gelemediğine yormuştuk. Sonra sonra yollarda geliş gidiş çabuklaştı. Ancak kardeşim gene gelmedi. En sonunda da emekli olunca gelip şuracığa, Kırklareli’ye yerleşti. Kırklareli Babaeski arası bir iki saatlik bir yer. Treni var, otobüsü var; üstelik oğlumun arabası var, gelse günü birlik getirip götürür. Demek yıllar onu soğutmuş; çocukluğumuzdaki daha sonraları gençliğimizdeki bağları zaman koparmış. Olsa olsa bunun için gelmiyor! demişti.

Öğretmenin tam arkamda onduğunu anlayınca toparlandım. Talat Öğretmen eğilerek bana:

Seninki fena takıldı bu melodiye, güzel bir şarkıdır; aslı Almanca’dır! deyince ben kitaba kapılarak:

Norveç! deyiverdim. Talat Ayhan Öğretmen, “ Yazarı Norveçlidir ama kitabı gibi, müziğini de Almanlar tanıttılar. Bizim dilimize de Almanca’dan çevrildi! dedi.

Zil çalınca kağıtları öğretmenin masası üstüne koyup çıktık. Dersliğe gidince arkadaşlar çevremi sardılar:

Öğretmen sana ne anlattı? Ders zili çaldığı için koşarak Müdür Beyin odasına gittim. Müdür Bey hazırlanmıştı, birlikte döndük. Geçen ders Hayat Bilgisi grubunun konusu yarım kalmıştı. Müdür Bey gülümseyerek dersliğe girdi:

Gelip gidiyoruz, konuşuyoruz ama ektiğimiz tohumlar çimleniyor mu acaba? deyip sıralara baktı. Sonra da :

Hiç sesini duymadıklarım var, onlar neden böyle çekingenler? diye sorduktan sonra Yakup Tanrıkulu’nu kaldırdı. Önce yaşını, köyünü sordu. Arkasından Hayat Bilgii dersinin konularını sordu. Yakup birkaç konu söyledi. Ancak derse neden Hayat Bilgisi dendiği sorusunda durdu. Arkasından Kadir Pekgöz, Emrullah Öztürk, Abdullah Erçetin, Arif Kalkan kalktı. Genel bir tanım yapamadılar ama sora sora dersin kon ularından bir çoğunu buldular. Sağlığımız, Okulda İlkgün, Cumhuriyt Bayramı, 23 Nisan Bayramı gibi konular sıralandıkça durum iyiden iyiye toparlandı. Bu kez Müdür Bey hepimize Hyat Bilgisinin 4-5. sınıflarda olmayışını sordu. Parmak kaldırdım ama Bekir Temuçin benden önce kaldırmıştı, Müdür Bey ona söz verdi. Bekir güzel açıkladı. Bekir’e aferin diyen Müdür Bey, Bekir’in Hayat Bilgisi grubunda olduğunu anımsayınca gülerek:

Dur bakalım, bu konu zaten senindi! deyip Okulda İlgün konusunu 1. 2. 3. sınıflarda ayrı ayrı nasıl anlatabilirsin? diye sordu. Bekir Temuçin onu da anlattı. Zaten ilk sözünde: “İlk yıl doğrudan okulu tanıtırız, 2. yılda okul tanıtma yerine okuldaki yenilikleri!”deyince Müdür Bey sözü kendisi alıp anlattı. 3. sınıfları 72 Hüseyin Orhan’a anlatılanların özetini de 79 Ahmet Güner’e tekrarlattırıp elindeki listeden Hayat Bilgisi bölümünü çizdi. Gülümseyerek:

Bu konuyu nisan ayı ugulamalarında çok çok kurcalayacağız! dedi. Önce Sami Akıncı'ya bakarak: Yarın da sizin Türkçeyi konuşalım deyip Halil Basutçu’ya baktı. Üçüncü kişiyi sordu. Mehmet Başaran’ın revirde olduğunu duyunca:

Bu arkadaşınızın sürekli bir rahatsızlığı mı var? Ben onu hep oralarda görüyorum! deyince arkadaşlardan gülenler oldu. Müdür Bey bu kez:

N e o, temaruz mu var, yoksa? dedi. Sonra da olmaz öyle şey, öğretmen okullarına yakışmayan bir davranıştır bu. Bir birinizden böylesi kuşku duymayın! Halil Basutçu’ya bakarak:

Yarın konuşalım sizin konuyu! deyip kalktı. Müdür Bey gidince Mehmet Yücel’in hemşerilik duyguları uyanmış olacak, İsmet’e sordu:

İsmet Yanar, sen ne istiyorsun kızandan! dedi. Kızan, dediği Mehmet Başaran. Trakya ağzıyla söylenen bu sözü Mehmet Yücel, bizim sınıftaki küçüklere hep söyler. Küçük Hasan dediğiimiz Hasan Üner’e, Yusuf Asıl’a hep böyle der. İsmet sözü anlamazdan gelerek:

Kızanlara ben de kızıyorum, onlanlar kızanlıklarını sürdürdükçe de ben onlara kızacağım! dedi. Gülüşmeler arasında Mehmet Yücel’in sorusu yanıtsız kaldı. Ancak benim dikkatimden kaçmadı:

Ceylan köylüler, bir birini didikleseler de gene Ceylan köylü kalıyorlar. Önemli olan bu, bence. Onlarla ilişkilerde bunu unutmamak gerekir!

Öğle yemeğinde sütlü bir tatlı yedik. Sütlü aç, sütlaç, sütlü aş diyenler oldu. Ben de sütlü kaçamak! dedim. Kaçamak adı, kaçamağın kendisinden daha çok ilgi çekti. Önce kaçamak sözü nerede kullanılır bu tartışıldı. Bu sözle undan yapılan yiyeceğin ilgisi irdelendi. Bir süre tartıştıktan sonra benim öne sürdüğüm olasılık benimsendi. Kaçamak, mısır unuyla yapılır. Mısır unuyla sudan oluşur; pişince de yağ, tatlı eklenir. Çok çabuk hazırlanır. Hamurumsu olduğuı için de doyurucudur. Ablamın kısa zamanda hazırladığını hep bilirim. Aynı zaman da azlık-çok sorunu yoktur. Büyük kapta yaparsan çok, küçük kapta yaparsan az olur. Kısa zamanda yapılıp yemek işini kolay savuşturmasından dolayı bir tür kaçamak (iş arasında, el çabukluğuyla ) yapıldığı için bu ad verilmiş olabilir.

Öğleden sonra derslikte oturduk. Hikmek Öğretmen bu kez elinde küçük bir kitapla geldi. Kitabı elinin iki parmağıyla tutarak bize gösterdi:

-Tarımcılar, tarlada, bahçede çalışırken kitapları bir yana bırakırlar ama dört duvar arasında kalıp gene tarımdan söz etmek zorunda kalırlarsa onlar da kitaplara sarılırlar! deyip köy ilkokullarında tarım dersine neden gereksinim duyulduğunu anlattı. Gülerek:

- Söz için, “Yel üfürür, sel götürür!”demişler. Kalması için biz de önemli sözleri yazıya dökeriz! diyerek okuyacaklarını yazmamızı istedi:

 

İlkokullarda okutulacak Tarım derslerinin amaçları:

Öğrencilere, içinde yaşadığı tolumun yaşam koşullarının daha üstün bir düzeye ulaşması için, kendi ev ve iş yaşamında yeniliklere açık görüşlerini geliştirmek, deneme yapma alışkanlığı kzandırmak,

Öğrencinin, bugünkünden daha iyi bir yaşam sürdürebilmesi için gereksinimlerini sağlayabilmesi olanağını yaratmak, çalışarak kendi becerilerini geliştirme fikrini uyandırmak,

Öğrenciye, çevrede bulunmayan fakat iklim koşullarına göre yetişebileceği ürünleri yetiştirme denemesi yapabilecek girişimci gücünü aşılamamk,

Öğrencide, aynı amaç etrafında başkalarıyla işbirliği yapma fikrini uyandırmak, yardımcı olmak, yardım edilmesine açık olmak, eşitlik ölçüleri içinde insancıl yaklaşımlarını uyandırrarak işbirliği yapabilecek olgunluğa yöneltmek.

Bu dört maddeyi yazdırdıktan sonra öğretmen ayrı ayrı maddelerin anlamlarını, açık olmasına karşın amaçlarını tekrarlattı. Bu kez kendisi de köy koşulları içinde yapılması gereken işbirliklerinin neden yapılamadığını anlattı. Ayrı ayrı köylerimiz üstüne sorular sordu. Bir iki arkadaş dışında konuşmalarımızın(Arif Kalkan-Yakup Tanrıkulu, Benimle İsmet’in, Kadir Pekgöz ile beni, dışımda) çok farklı olduğunu görünce öğretmen bu kez hepimizin kısa da olsa sözü, birlikte yaşadığımız Hasanoğlan köyüne getirerek tartıştırdı. Hasanoğlan köyünde ortaklaşa paylaşılan birkaç konu bulabildik: Cami, köy okulu, çeşme, yollar, köy odası, Çeşme, çeşme meydanındaki ağaçlar. Öğretmen güldü: “Daha var ama siz onları görememişsiniz!”deyince. Sami Akıncı gene Sami’liğini(Sınıf bilgiçliğini)yaptı: “Kadınların namusları!”dedi. Öğretmen gülerek Sami’ye:

Doğru ama eksik söyledin! dedikten sonra:

Başkasının kadınları! dedi. Sonra da Hasanoğlanda bizim görüşümüze göre ortaklaşa neler yapılabileceğini sıraladık. Köy okulunun, köy odasının, köy çeşmesinin, köy yollarının ortaklaşa daha güzel yapılmasının ötesinde evlerin de birbirinden ayrılabileceğini, evlere su getirilebileceğini(Çünkü köy çeşmesinin bol suyu köyün hemen arkasındaki daha yüksek tepeden geliyor. )Evleri bahçeli duruma getirilebileceğini, yolların az bir emekle araba kullanılacak duruma getirilebileceğini, bağların çoğaltılıp, üzümlerin daha da değerlendirilebilineceğini, koyun, sığır hayvanlarının artırılabilineceğini sıraladık. Öğretmen çok hoşnut oldu. “İşte bu da bir düşünce işbirliği. Ancak siz şu çok sıkıldığınız sıralarda dirsek çürütmeseydiniz, bunları sıralayamayacaktınız!”deyip kitabını kapattı. “Gene geleceğim!”diyerek çıktı. Öğretmen çıkınca Hasanoğlan özlemi depreşti. Camide yattığımız, gece gelen hayaletler, köy okulu bahçesinde kalışımız, inşaata başlamadan önceki hazırlık çalışmaları, sonraki zamanlarda gelen ekipler. önce gelen ekipler, ekiplerle tanışmalarımız hep anıldı. Özellşkle orada kalan öğretmenlerden Hidayet Gülen Öğretmen, sevgiyle, saygıyla anıldı. Sonunda da ona sınıfça mektup yazılması kararlaştırıldı. Mektup yazmayı Harun Özçelik üslendi. Mektupta yer ayrılacak hepimiz adımızı yazıp imzalayacağız. Hikmet Öğretmenin gelmeyeceği anlaşılınca ben Asım Öğretmen odasına yollandım. Tam kapıdan çıkarken Hikmet Öğretmen: Ne o kaçıyor musun?” deyip beni geri çevirdi. Dersliğe girince de benim için kaçıyordu çevirdim!”dedi. Gecikmesini anlattı. Türkgeldi Çifliğinden yazı gelmiş, alınacak fidanların cinsleri, sayısı bildirmeliymiş. Müdür Bey bu konuda çok titiz olduğundan hemen kendilerine duyurmuş. Bu arada öteki işlerden söz edilmiş, laf lafı açmış; bu nedenle gecikmiş. Öğretmen sözünü bitirdi, dersle ilgili söze başlarken zil çaldı. Gülerek: Gelecek derste devam edeceğiz deyip kapıya yönelirken bana bakarak:

Hadi şimdi kaçabilirsin! dedi. Öğretmenin bana takılması çok hoşuma gitti. Arkadaşlar da bunu iyi yorumladılar. Onların konuşmalarını duymazdan gelip Asım Öğretmenin odasına gittim. Kapıdan girerken Röslein yetişti, gazete almış. Teşekkür ettim, içeri girdim. Az sonra öğretmen geldi bir süre çalıştık. Öğretmen yalnız çalışmak isteyince ayrıldım. Bir süre gazete okudum. Alman ordusunun Afrika’da bozulduğunu, Rommmel’in geri çağırıldığını, Friedrich Paulus’un intihar etmiş olabileceğinden söz ediliyor. A. B. D. Başkanı ile İngiliz Başbakanı Cazaplanca’da buluşmuş ya da buluşacakmış. Almanya’nın gerilemesine canım sıkıldı. Gazeteyi bıraktım. Mehmet Yücel görmüş, istedi, verdim. Bir süre sonra etrafında toplananlar bir yerine bakıp gülüyorlar. Mehmet Yücel birkaç kez : “Ne var bunda? Yazmışsa yazmış!”deyince kuşkulandım. Onlara bakınca İsmet: “Dayı bu gazeteyi kimden aldın? diye sordu. Sabahki olayı anlattım. Ben yazı yazıldığını görmedim, gazeteyi alan adını kendisi yazmıştır!”dedim. Konu kapandı gibi oldu ama az sonra bir yorum gene kulağıma geldi. “Yok yahu, gazeteyi kız kendi gidip almamış oraya giden birine ısmarlamıştır. Gazeteyi alan da birden fazla gazete almışsa karışmasın diye sahiplerinin adlarını yazmıştır!”deyince birkaç kişi birden: “Hıııı, heeee, yaaaa!” türü ünlemler çekti. Böylece konu kapandı. Kapandı mı ki? Gazete bana geldiğinde yazılmış olan ad belli olmayacak ustalıkla karalanmıştı. Bir süre düşündüm. Sonra kendi kendime sordum “ Neden sorun yapşılıyor?”

Arkadaşların karşılıklı konuşmalarını istemeyerek dinledim; “Türkgeldi çiftliğine gittiler geldiler(Düşsel olarak)Sarınsaklı Çiftliğindeki tarım düzenini konuştular. Bu arada Edirne Fidanlığına da gidip gelenler oldu. Yalan yanlış söylemlere katılmadım; kafamda hep o neden? dolaştı.

Akşam yemeğinde arkadaşların şakalarına katılmadım. Yusuf oyunlara katılacak bayan öğretmenlerin adları almış. Başta Pesent Öğretmen. Pesent Öğretmenin oynayıp oynayamayacağı konu oldu. Hilmi Alyınsoy’a göre; “Tüy gibi uçacak hafiflikte, neden oynayamasın? Tüy gibi hafiflik açıklandı. Ona göre öteki öğretmenler ölçüye döküldü. Yusuf uyardı:

Bakın, size arkadaş olalarak güvenip söyledim. Böyle yakıştırmalar yaparsanız beni utandır mış olursunuz. Konuştuklarımızı yan masalar hep duyuyor! deyince konuşmaların şekli değişti. Bu kez de öğretmenler kendi aralarında oynarken nasıl sıra olacakları üzerinde duruldu. Rezzan Öğretmen başta olacak, onu Hatice Öğretmen izleyecek. ; sonra Pesent Öğretmen arkasından Hasene Öğretmen en sonda da Cemile Öğretmen. Hasene Öğretmen diye biri var mı? diye sordum. Yusuf kağıttaki adı gösterdi ama var ya da yok diyemedi. Bu kez de okuldaki tüm bayan öğretmenleri konuştuk. Bizim sınıfa bayan olarak Sabahat Öğretmen geliyor. Müdür Beyin eşi Lerman Öğretmeni hep tanıdık. Ancak ötekileri pek tanımıyoruz. Pesent Öğretmen dışında ben hemen hemen hiç birisiyle doğrudan konuşmadım. Bayrak Törenlerine çıktığımda nöbetçi olanlarla zaman zaman konuşuyoruz ama o da soru-yanıt olarak çok kısa sürüyor. Tatlı tatlı konuşurken Hilmi birden Yusuf’u kızdırdı. Ayırdında olmadan, biraz da yüksekse sesle:

O kıvırcık saçlı öğretmenin adı ne? diye sordu. Yusuf birden kalktı:

Sizinle konuşmaz! deyince elinden tutup oturttumArakadaşlar da şaşırdılar. Yusuf’a sordum:

Filmini gördüğümüz o “Üç Ahbap Çavuşlar'dan kıvırcık saçlı olanın adı ne? diye sordum. Mehmet Aygün beni hemen yanıtladı:

Bana sorma, ben ötekileri de bilmiyorum. Yalnız filmlerde kıvırcık saçlıya hep “Kıvırcık!” diyorlar! dedi. Yusuf yerine oturdu. Yavaş bir sesle:

Yahu arkadaşlar konuşmaları daha uslu akıllı yapsak olmaz mı? Hep birlikte; “Olur!”deyenlerin başını Hilmi çekti. Gene de konuştuklarımıza kendimiz gülerek dersliğe döndük.

Yarınki askerlik dersimize üsteğmen gelirse soracak çok sorumuz olacak. Önce Wehrmacht’ın güvendiği mareşal Friedrich Paulus’n Stalingrad’da esir düşmesi savaşı nasıl etkileyecek? Kuzey Afrika’da Mareşal Rommel yenildi mi? Neden geri çekildi? Bizim yurdumuz için savaş tehlikesi azaldı mı? Asker olan babalarımız, ağabeylerimiz yakında terhis olabilecekler mi? Yarın Müdür Bey derse gelirse Türkçe Dersi konusu da önemli olacak. Lüleburgaz’a gittiğimizde Hakkı Yücel Öğretmen bize Türkçe dersi için ip uçları vermişti ama gene de okutulacak parça ya da yazdırılacak yazıyı seçmek için o konuda bilgi gerektiğini de eklemişti. Parça çok zor olmayacak, çocukların ilgisini çekecek içerik taşıyacak. Ayrıca anlaşılır sözle yazılmış olmasına dikkat edilecek. Bunları bir araya getirmek için her derse birkaç parça inceleyip seçim yapmak gerekecek. Halil Basutçu gazeteyi almıştı getirdi. Gazeteyi verirken karalanmış yeri gösterdi: “Ne adamlar(! )”dedi. Bu “Ne adamlar!” sözü beni düşündürdü. Ben bu kızı gerçekten sevsem, sevdiğimi de saklayamasam, başıma kimbilir ne belalar gelecek! Bu neden böyle? Oysa Mustafa Saatçı arkadaşımız SS okula geleli beri onun için sınıfta şaka da olsa ahlar, vahlar ediyorÜstelik etmesi için ona olanaklar hazırlanıyor. Hiç kimse kıskançlık ya da benzeri çıkışlar yapmıyor. “Demek ben gerçekten sevmiyorum, sevsem değişik yöntemlerle bu tür rahatsız edici durumlara düşmem! Ya da arkadaşlar tarafından sevilmiyorum”deyip kendimi dinledim.

Yatınca köyden ayıldığımdan beri geçen günleri saydım; daha beş gün olmuş. Oysa bana yıllar değilse bile aylar geçmiş gibi geliyor. C ile son konuşmamızda o bana: “Belki yıllar sonra geleceksin, “Kim öle kim kala!”demişti. Gene Peer Gynt ile Solveig’i anımsadım. Solveig uzun bir ömür boyu beklemiş. Sonunda karşılaşmayı bir mutluluk saymış. Bu gerçek olabilir mi? Yoksa kitaplara bunları hemen öyle mi yazıyorlar? Asım Öğretmen Solveig Şarkısını çalarken:

Bu şarkının sözleri var. Almanca olduğu için anlatması zor ama söyleyen güzel söylüyor, plağını dinledim! deyince ben de, “ Kitabını okudum, kitabın onunda Türkçesi var!”dedim . Asım Öğretmen, “

Biliyorum ama Türkçe’ye çevrilirken hece değişikleri notalara uydurulamıyor. . Müziğe göre sözleri söylemek olası değil!”demişti.

Gene de Solveig’in sözlerini anımsamaya çalıştım. Peer Gynt, uzun yıllar uzak ülkelerde dolaşmış, kazanmış kaybetmiş ama yılmadan yaşam savaşını sürdürmüştür. Doğduğu yere dönünce özlemle alaysı bir tavır içinde geçmişi irdeler. Anılarıyla kalanlar çok defa örtüşmemektedir. Karşılaştığı insanlardan geçmişle ilgili anılar dinler. Geçmişin olağanüstü anıları içinde kendi de vardır. Onları buldukça ayırdında olmadan başkalarını da arar gibidir. Sonunda o da olur. Peer Gynt’ü gezdiren onu çok yaşlı bir bayanın yanına götürmüştür. Bayan, görme duyularını kaybetmiş durumdadır. Konuşmalardan birşeyler duyumsar. Bu bayan Solveig’tir. Peer Gynt’in elini sevgiyle tutar. Ne var ki Peer Gynt bu yaklaşımı yadırgamıştır. Çünkü o, Solveig’i terkedip gitmiş bir daha da aramamıştı. Solveig’in kendisinden nefret edeceğini düşüncesindeydi. Oysa olay öyle gelimez. Solveig, PerrGynt’e candan sarılır. Yaşam boyu taşıdığı duyguların özlü bir özetini yapar:

- Seni sevmiştim, böylece sen bana sevginin ölmezliğini öğrettin. Öğrettiğin bu sevgi bana yaşamı sevdirdi, senin sevginden güç alarak ayakta durabildim! derAsım Öğretmenin dediği gibi Türkçe’leştirilen Solveig’in şarkı sözleri tam olarak onun duygularını anlatıyor mu bilmem ama ben buraya aldım. Solveig:

 

“Uyu artık rahat et sevgili yavrucuğum,
Senin beşiğin olsun benim sıcak kucağım.
 
Hep ana kucağında çocuk oynayıp güler,
Uzun, mutlu bir yaşam böyle geçer.
 
Dudağında bir gülüş, daldı çocuk uykuya,
Yaşam böyle ne tatlı, uyu sen doya doya.
 
Çocuk yorgun başını şimdi göğsüme eğdi,
Bir ömür böyle geçti, sonu sevmeğe değdi.
 
Bırak nazlı başını öyle göğsümde kalsın,
Acıları dinlesin, şen bir rüyaya dalsın. ”
 

Der, kitap biter. Kitap burada biter ama, şarkısının çalınınıp söylenmesi sürer gider. Peer Gynt’un duyarsızlığı buna karşın Solveig’in bu denli duyarlılığı beni başka bir düşünceye götürdü. Yazar bu öyküyü anlatmakla erkeklerin gelgeçliğini buna karşın kadınların daha içtenlikli olduklarını mı anlatmak istiyor? Bunu düşünürken Büyük Ablamın bir sözünü anımsadım. Geçen yıllar bir Lüleburgaz panayırında ablamların yanına gitmiştim. Ablam arabada yalnızdı. Bir süre konuşmuştum. Biz konuşurken az ileride bize bakan iki başörtülü hanım gördüm. Arabaları, kılıkları bana yabancı gelmedi. Gerçi başörtülü olmalarını yadırgadım ama köyün kuralları böyle olduğu için de fazka şaşmadım. Dahası bakanların birinin A olabileceğini de düşündüm. Ancak gidip konuşmam olası değildi, buna ben de A da seninirdi ama çevredekiler kesinlikle bizim gibi düşünmezlerdi. Ablama birşeyler almak için bir ara çarşıya gidip geldim. Ben geldikten az sonra da o araba kalkıp gitti. Elimde olmayarak o tarafa baktım. Baktığımı gören ablam:

Onlar senin tanıdığınmış, ilkokulda birlikte okumuşsunuz. Seni çok iyi tanıyorlar! dedi. Bu arada ben çarşıya gidince ablamın yanına geldiklerini, beni sorduklarını, okuğum için sevindikleri söyleyince ablam da onlara yakınlık göstermiş. Ablam, özellikle birinin çok candan konuştuğunu anlatınca ben:

Ne var bunda, birlikte ders çalışıyorduk, oynuyorduk, türü sözler söyledim. Oysa ablam duygulu bir sesle. “Sen öyle düşünebilirsin ama bakalım o da öyle mi düşünüyordu? Kadın kısmının duyguları erkeklere benzemez, onlar duygularını içine gömerler! demişti. Ablamın söylemek istediği de Solveig’in düşünceni andırıyor gibi geldi bana. Bunu anımsayınca C’nin sözü kulaklarımda çınladı: “Yıllar sonra geldiğinde ya görüşürüz ya görüşmeyiz. Kim öle kim kala!”deyişi de bunun için olmalı…Saate bakmaya çalıştım, göremedim. Köyde olsaydım, herhalde horozlar ötecekti! ……

 

19 Şubat 1943 Cuma

 

Selçuk Öğretmen geldi. Mustafa Saatçı’ya seslendi: “Kime sorsam seni söylediler, okulun elektrikçisi senmişsin. Oysa ben seni öğrenci olarak biliyordum. Revir karanlıkta kalmış, bir bakıver, çare bulursan oradakiler sevinecekler!”dedi. Başka söze gerek kalmadı, yatakhane boşaldı. Dersliğe gidince arkadaşların bazıları ; Selçuk Öğretmenin elektrik numarasını bizi kaldırmak için yaptığını söylerken Mustafa Saatçı geldi, doğruymuş, revir gece yarısından buyana karanlıktaymış. Sigorta telini değiştirmiş, ışıklar açılmış. Elektrikçe Mustafa sözü tırmalayıcı geliyormuş. Oysa İmam Mustafa ya da Hafıs Mustafa daha uygunmuş. Bu nedenle İmam, boşuna beklemesin imamlıktan-hafızlıktan kurtulmayı!” türü konuşmalar uzunca sürdü.

Kahvaltıda yeni olasılıklar sıralandı, dikkatler çekildi: “Müdür Bey Ankara’dan döndü arka arkaya çay içiyoruz. Pek az gördüğümüz sütlü aşı da bu arada gördük!”gibi umut verici sözler edildi. Niçini, nedeni irdelendi: “Bundan Ankara’da oturanların haberi olur mu, yoksa Müdür Bey öyle bir zan mı uyandırmak istiyor? Mehmet Aygün bunu savaşa bağladı:

-Almanlar yenildiğine göre bize saldırmayacaklar. Öyleyse kısıtlamalar kaldırılabilir! Arka arkaya bravolar söylendi. Üsteğmene sorulacak sorular arasına bu da eklendi. Dersliğe dönerken yemekhane binasının kuytusunda motosiklet duruyordu. Motosiklet olunca üsteğmenin geldiği kesin, bunu biliyoruz. Dersliğe girerken üsteğmeni Asım Öğretmenin kapısı önünde gördük. Üsteğmen Asım Öğretmenin hemşerisi, çok sık buluşuyorlar. Dersliğe girip beklemeye başladık. Uzunca bir zamandan beri ara verdiğimiz dersin iyi geçmesini hep istiyoruz. Az sonra üsteğmen geldi. Gülümseyerek:

Uzun bir tatil yaptık! değil mi? diye sordu. Sonra da bu zaman içinde neler oldu bakalım? der demez İsmet önceki konuşmalara uymadan Mareşal Paulus’un esir düştüğünü söyledi:

Biz ondan Stalingrad’ı almasını beklerken alamadı!”deyince Üsteğmen:

Amma da Alman sempatizanıymışsın İsmet, dur bakalım hemen umutsuzlaşma. Bir Paulus gider bir başkası gelir. Ruslardan kaç tane paulus gittiğini hiç düşündün mü? Savaşlar böyledir, deyip İsmet’e söylermişçe başlattığı sözü hepimize döndürdü. Rusya’nın çok geniş toprakları olduğunu, zaten Almanya’nın o toprakların hepsini almaya niyeti olmadığını, bunu Hitle’in açık açık söylediğini; Almanya’nın gerçek amacının Rusya’daki Sövyet yönetimini yıkmak olduğunu, Önce Stalingrad’a saldırmasının da Stalin’in adının silinmesi amacına yönelik olduğunu anlattı. Üsteğmen o denli daldan dala atlayarak anlattı ki bizim soruların hemen hemen hepsi kapsanmış olmasına karşın gene de hiç birinin tam yanıtı verilmedi. Böyleyken cesaret edip kimse soru sormadı. Üsteğmen bir ara siz gazete okumuyor, radyo da dinlemiyorsunuz? gibilerde bir soru sordu. Sıramdaki gazeteyi çıkardım. Üsteğmen: “Bak işte!”deyip gazeteyi aldı. Gazertede Ömer Rıza Doğrul. Almanya bundan ders almamış, bocalaması bundan!”gibi birşeyler yazmışmış. Üsteğmen sinirli sinirli: “Sen ne anlarsın savaştan, stratejiden!”deyip gazeteyi atar gibi bıraktı. Arka sayfada da Rommel’in Afrika’daki başarısızlıkları sıralanıyordu. Üsteğmen onları görmezden geldi. Ders arasında arkadaşlar kuşkulu olmakla birlikte üsteğmenin Almanya sempatizanı olduğu görüşünde birleştiler. Daha önce konuşulan türde soru sorulmamasını da önerdiler. İkinci derste Üsteğmen nedense daha önce önemsemez bir tavırla değinip geçtiği orduda Yedeksübay, konusunu ayrıntılarıyla anlattı. Geçen yıl kampta yaptıklarımızı sordu. Onları önemsememiz gerektiğini, askerliğin çok basit gibi görünen olaylar üstünde oluştuğunu tekraraladı. Bu yılki kampta da benzer hareketlerin yapılacağını, ancak bunların tekrarında bizde köklü alışkanlıklar kalacağını, bu alışkanlıkların üstüne Yedek Subay Okulunda ekleyecimiz bilgilerin bizi gerçek bir sübay hüviyetine sokacağını söyledi. Bu arada kendisinden geçerce gülümseyerek dinleyen Yusuf Asıl’a:

Ya, gülüyorsun ama, dalındaki meyveler de böyle belli zaman içinde olgunlaşıyor! dedi. Soru sormamaya karar alınmasına karşın Sami Akıncı:

Yedek subayların sınıflara nasıl bölündüğünü, daha çok hangi özellikli için suvarı, topçu, ya da denizci yapıldıklarını sordu. Üsteğmen gülerek:

İşte benim sizden beklediğim böyle önemli soruları sormanızdır, yoksa Rommel’in başarısı ya da Monty’nin Kepi deği!”dedi. Yedek subayların sınıflara ayrılmasını, sınıfların gereksinim duymasına göre ayrıldığını, daha çok her sınıfın iş durumuna uyacak bedenlilerin göz önünde tutulduğunu bu arada bazı sınıflar için de bilgi düzeyinin önemsendiğini anlattı. Buna İstihkam, topçu sınıfları örnek verdi.

Üsteğmen gidince arkadaşların bir bölümü sevinçten uçar gibiydi. Yedet Subay Okuluna girerken sınav olmayışı onları çok sevindirmişti. Buna da Sami Akıncı çok kızdı, bu soruyu sorduğuna pişman olduğunu söyledi. Okula girdiğimizden bu yana hep Sami Akıncı yanında bulunan Fettah Biricik’le Sami Akıncı bu kez karşı karşıya geldiler. Sami Akıncı sonunda Fettah'a:

-Git be kardeşim, senin okulda ne işin var? Okul dediğin de öğrenci bulunur, öğrenciler de ders çalışır, başarı için ter döker! dedi. Fettah fazla bir şey söylemedi ama birkaç kez “Allah Allah, Allah Allah! deyip durdu.

Hikmet Öğretmen gelince konuşmalar kesildi. Geçmiş derste, Çiftçilerin hangi konularda birlik kurabilecekleri, Çiftçi birliklerinin yararlarını konuşmuştuk. Öğretmen tam söze başlarken gene İsmet parmak kaldırdı:

Öğretmenim, bizim köyede kurulacak bir kooperatif için ben önce bu okulda kurulmuş bir kooperatifte çalışıp bilgilenmek isterdim. İki yıl önce ne güzel bir kooperatif kurmuştukHasanoğlan Göçü onu durdurdu. İyi ama aradan iki yıl geçti. 8 ay sonra da biz ayrılacağız, neden bir okul kooperatifi kurulmuyor? Hikmet Öğretme gülümseyerek:

İsmet sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Bunu ben geldiğim günden beri çevremdekilere sordum. Sanırım sormadığım bir siz kalmışsınız. Onu da benim yerime sen sormuş old; n, teşekkürüm bunun içindir. dedikten sonra okulun durumunu özetledi. Arkasından özellikle açıkladı:

Suçlu aramayalım, 5 yılda beş kez yer değiştirmiş bir okulda hiçbir iş gönüllerin istediği gibi olmaz, olamaz! deyip İsmet’e baktı:

Ben çok sordum, bana kimse bu konuda böyle kesin bir yanıt vermedi. Sanırım sen benden şanslısın, hiç değilse ilk sorunda tam gerçek değilse bile gerçeğe çok yakın bir yanıt aldın! Öğretmen hapimize baktı, gülümseyerek:

Dersimize başlayalım mı? diye sordu. “Başlayayım!”yanıtından sonra İsmet’e baktı. Gülerek, başıyla:

Hıııı! ? dedi. İsmet:

Başlayalım Öğretmenim! yanıtını verince hepimiz gülümsedik. Hikmet Öğretmen Lüleburgaz’daki Çiftçiler Birliğini anlattı. Bu birliğin bizim amaçladığımız birlik olmadığını, bunun daha çok çiftçilerin işlerini değil de çiftçilerin toprak işlerinin, tapuların, alım satımların devletle olan ilişkilerin baktığını oysa bizim anladığımız birlikler üretilen ürünlerden daha çok pay almak için çaba harcayacak birlikler olduğunu anlattı. Ben, “ Bizim köyün önce süt-peynir konusu olduğunu, her evde koyun var, koyunlar süt veriyor. Ancak koyun sahipleri sütleri ayrı ayrı satamıyor. Bunu bilen yabancılar daha kıştan gelip para dağıtarak anlaşma yapıp gerçek fiyatı sonraya bırakarak koyun sahiplerini onun söylediği fiyata uymaya zorluyorlar!”dedim. Hikmet Öğretmen:

İşte bir birlik konusu deyip köydeki koyun sayısını öğrenmek istedi. Tam bir sayı veremedim ama yuvarlak olarak 3000 koyun söyleyince öğretmen birden:

Ne diyorsun İbrahim, sizin köye bir köy daha ekleyip bir fabrika kurulurİBu işi hemen dürtükleyelim! dedi. Arkasından İsmet kendi köyünü anlattı. Onların, daha çok koyunları olduğunu biliyordum. Ancak köylülerin birlik kurmak şöyle durdun birleşip bir alıcıya bile süt vermiyorlarmış. Bu işlere el atmış alıcılar araya adam koyarak ayartma yaptırıp söz birliği etmelerini önlüyormuş. Bu nedenle köyde birik kurmanın zorluğu tekrar dile getirildi. Hikmet Öğretmen gülümseyerek:

Gidip gidip aynı noktaya geliyoruz. Bu işlerin zorluğu bilindiği için, köyün kendi insanlarını yetiştirip; onların anlayacağı dille konuşarak etkili olsun diye sizleri yetiştiriyoruz. Siz de başarılı olamazsanız bu işler sittin sene düzelmez! dedi. Öğretmen gülerek:

Sittin, altmış demektir, kötü bir anlam vermeyin, 60 yılda düzelmez demek istedim!”dedikten sonra konu salt süt değil, (beni göstererek) 3000 koyunun yünü var, kuzusu var, eti var hatta hatta gübresi var. Bunlar bile toplu değerlendirilebilir! Bu kez de kendi kendine konuşur gibi; “ Ama nerede o düşünce? Birlik fikri kafalarda oluşmadıkça onu oluşturmak zor. ”dedi. Sonra da bize bakarak:

Taşıma suyla değirmen dönmez. Ne dersiniz? dedi. Zil çaldığı için kimse yanıt vermedi. Öğretmen, “Devam edeceğiz!”deyip ayrıldı.

Müdür Bey yerinde yoktu, gelmeyecek diye sevinerek geri döndüm. Arkadaşları kandıracak n umaralar düşünürken Müdür Bey Eğitimbaşının odasından çıktı, beni görünce de , “Buradayım, geliyorum!”dedi. Az sonra da geldi, elinde küçük bir kitap vardı. Kitabı masaya bırakıp sıraların önünde durdu. Önce Sami Akıncı’ya sonra da Halil Basutçu’ya neler söyleyeceksiniz bakalım? Öğretmen oldunuz, okula gittiniz ilk dersiniz Türkçe, buyurun biz beşinci sınıf öğrencisiyiz!”dedi. Halil Basutçu Sami’ye baktı. Sami kalktı, gülümseyerek Müdür Beye:

-Öğretmenim biz konumuza çalıştk ama bizim arkadaşlara anlatmak üzere çalıştık. Sizin dediğiniz gibi olunca iş değişti! deyip durdu. Müdür Bey :

- Haklısın, ben de bunu düşünmüştüm. Bakın elimde bir kitap var, benim öğretmenimin kitabı! deyip kitabın başlığını gösterdi. TÜRKÇE ÖĞRETİMİ-Fuat Baymur. 10 Şubat 1943 İmza…Kitap yeni basılmış. Yazarı Müdür Beye göndermiş. Sami bir sayfa kadar okuyunca Müdür Bey kendisi konuştu. Bizim konuyu kavramamız için kitabı gösterdiğini, dersi ders olarak verme değil de ne yaptığımızı iyi bilmemiz gerektiğini anımsattı. “İşte kitabın daha girişinde bu anlatılıyor!”dedi. Bu kez de kendi okuyarak cümle cümle açıklamalar yaptı. “Kitaptaki kedi sözünü değiştirebiliriz, bu anne ya da baba, abla hatta kuzu olabilir. Önemli olan öğrenmede belirtilen dört etkenin varoluşudur!”deyip kitabı kapattı. Derse yarın devam edelim!”dedikten sonra Müdür Bey Ankara’ya gittiğini, Ankara’da bir çok kimseleri gördüğünü, Hasanoğlan’dan Hidayet Gülen’i, Mustafa Güneri’yi gördüğünü. hepsinin ayrı ayrı başarı dileklerinde bulunduklarını, özellikle de Gönen Köy Enstitüsü Müdürü Ömer Uzgil’in bize çok büyük sevgisi olduğunu söyledi. Az düşündükten sonra bu hepsinden önemli; Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç sizin Hasanoğlan’daki çalışmalarınızdan çok memnun kalmış hepinizimn gözlerinden öpüyor!”dedi.

Müdür Bey çıkınca olasılıklar öne sürülmeye başlandı. Hidayet Gülen, Mustafa Güneri, Ömer Uzgıl Öğretmenlerin sevgileri başüstüne. Genel Müdür ne demek istiyor? Hasanoğlan’dan bu yana iki yıl geçti. Oraya gitmeden önce aldığımız giysiler eskidi, giysiden bir haber yok. Üstelik çok sevdiğimiz öğretmenlerimiz, Müdürümüz Nejat İdil yaka paça sürgün edildi. Bizi seven insan vaktiyle bunları neden düşünmedi. Ayrıca Hasanoğlan’da başımıza layık gördüğü Çoban Mhmet’i istemediğimiz, bunu kendisine duyurduğumuz halde aylarca başımızda oturttu. Şimdi bu sevda nedir?” Mehmet Yücel fikrini açıkladı:

-Bizi gene bir yere çalışmaya gönderecek! Değişik görüşler öne sürüldü. Sami Akıncı ise kendine göre olmakla birlikte daha ilginç bir olasılık öne sürdü. Bu yıl okulu bitirenleri gene Hasanoğlan’a alacaklarmış. Ancak geçen yılda oluğu gibi hepsini değil isteyenleri çağıracaklarmış. İsteğe bırakılınca hiç kimse gitmeye bilir. Bunu düşündüğü için bize şirin görünerek gelmemizi istiyor, olabilir!”Tüm arkadaşlar kahkaha ile gülü ama örneğin benim aklıma yattı. Grçekten bu nedenle bizi seviyorsa, buna üzülmeyeceğim, tersine çok sevineceğim.

Yemekte konumuz gene Hasanoğlan oldu. Bize bırakırlarsa kim gider kim gitmez? Herkes açıklama bekliyor durumda: “Niçin gidilecek? İnşaatlarda çalışmaya mı, yoksa doğru dürüst okumaya mı?” Doğru ürüst okumayı hemen hemen tüm arkadaşlar akıllarından çıkarmış. Bizim okulda bile dersler ilkokul öğretmenlerine bırakıldı. Öteki, okulların çoğu daha başlangıçte böyleydi. Hasanoğlan’a gelen ekiplerde gördük, çok ekibin başında gelen sanat öğretmenleri bile ilkokul öğretmeniydi. Arkadaşlara hep katıldım ama içimden de , “Ne olursa olsun çağrılırsam, gideceğim!”Bizim masadakiler hep kararsız. Arasıra Yusuf bana uyacağını söylüyor ama ötekilerin daha çok etkisinde kalarak çabuk cayıyor. Bu konuda en kararlı Ahmet Güner:

Ne olursa olsun bir daha o Hasanoğlan’a ayak basmayacağım! Büyük söyleme, gezi hazırlasak da gelmeyecek misin? diye sorunca Ankara’da ineceğini orada bekleyeceğini söyleyip susuyor. O böyle diretince Hilmi Altınsoy da:

Yaşa arkadaşım, al benden de o kadar! deyip sırtına vuruyor.

Atölyede toplandık, pazartesi günü biz dört arkadaş artezynde çalışığımız için öteki arkadaşlar ayrı ayı işlere başlamışlar, yarım işlerine hemen başladılar. Biz öğretmen beklerken Fahri Tosili Öğretmen geldi bize “İşimiz bitmemiş Namık Abi öyle dedi, bizi orada bekliyor!”dedi. Ben dünden razıyım, atölyede dorğu dürüst bir iş verilmeden çalışmak istemiyorum. Fahri Öğretmenin şakaları arasında artezyene gittik. Namık Öğretmen geldiğimiz için teşekkür etti “İşimiz çok sürmez!”dedi bize teskereleri gösterdi. Önce biraz bozulduk ama, yapıcı arkadaşların çok doğal olarak çalıştığını görünce biz de onlara uyduk. Fahri Tosili Öğretmen Çerkez olduğunu söyledi. Ben Çerkez’im deyince ben Çerkez Ethem’le ilgisi olup olmadığını sordum. Hiç bir ilgisi olmadığını, onun kim olduğunu bile bilmediğini söyleyince Namık Öğretmen:

Bak Tosili, sen bunlarla dikkatli konuş, sonra Çerkez olmadığını kanıtlamakta zorluk çekersin!”deyince Tosili Öğretmen:

Vallahi Namık Abi ben aslında Tosili’yim, bizim Tosi de 72’5 insan var derler benim hangisdinden olduğumu tam olarak bilimyorum!”dedi. Namık Öğretmen bu kez de :

Bak Tosili, gene yanlış yapıyorsun. “Bilmiyorum!” dedikçe bunlar üstüne gelirler, sen şunlardan biri seç de bastıra bastıra onu söyle!”deyince Fahri Öğretmen :

Laz’ım, işte! Var mı bir diyeceğunuz? deyip bir kahkaha patlartı. . Namık Öğretmen de:

Ha şöyle, biz de Laz’ı Laz olarak biliriz, mısır ekmeği, hamsi balığı!”deyip gülüştüler. Bu arada ellerimiz üşüdü ama kalıpların betonlarını çektik. Yapıcı arkadaşların ellerinde mala olanlar bir süre düzeltme yaptılar, parlattılar. Konuşa konuşa okula döndük. Daha pardfosa vakit vardı, Fahri Öğretmen bizi izinli saydı. Bir süre ellerimi ısıtıp Asım Öğretmenin odasına girdim. Öğretmenin her piyanoya oturuşunda ezberden çaldığı 39 numaralı Duport ile 40 numaralı Paisiello parçalarını çalıştım. Sağ elimle iyi çalıyorum ama sol el çok takılıyor. İnatla onlara çalıştım. Öğretmen dışardan dinlemiş sanırım, kapıdan girinmce:

İnadım inat başka şeylerde pek iyi sonuç vermez ama bu piyanoda bisebirdir. Ne denli diretirsen o kadar başarılı olursun! deyip oturdu aynı parçaları çaldı. Öğretmenin yalnız kalmak istediğini çok iyi anlıyorum, bu kez ben bir bahane uydurup izin istiyorum. O bunu anlıyor, gülümsüyor; ben de gülümseyip ayrılıyorum.

Derslikte Salih Baydemir Fahri Tosili Öğretmenin bizi aldatarak harç taşımaya götürüşünü hoş görmemiş, eleştirdi. Bense bunu tıpkı onun önce Çerkez’im deyip sonra vazgeçmesi gibi şaka olarak algıladığımı söyledim. Duvarcı arkadaşlarla çalışmayı özlemiştik, iyi oldu!”dedim. Bu kez yapıcılar Salih’e takıldılar:

Senin çatısını yaptığın binanın duvarlarını kim yapacak? Onlarla birlikte çalışmayacak mısın? gibi sorular sordular. Salih, Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi bina yapacağını, her yanının açık olacağını, böylece duvarcı arkadaşa gerek kalmayacağını anlattı. Duvarcılardan Salih’e takılanlardan biri de Sefer Tunca’ydı. Salih Nasrettin Hoca Türbesini örnek verince Sefer, sanırım bir kötülük düşünmeden öyle:

Kara Salih aklı işte! deyiverdi. Bu ara gülenler oldu. Salih, Kara Salih denmesine öteden beri sert tepki gösterirdi, gene öyle oldu. Ara buluculuk bu kez de bana düştü. Bir hayli dil döktükten sonra ortayı buldum.

Salih, gene de yemekte bir süre gergin durdu. . Biz olabildiğince kendi aramızda başlarımızı bir birimize yaklaştırarak fısıldaşarak konuşurken Röslein arka taraftan başucuma kadar gelmiş. Benim sözümü bitirmemi bekliyormuş. Karşımdaki Salih gülümseyip gösterince konuşmamız kesild, döndüm. . Röslein Akın Piyesindeki Suna Ağıtı’nın notasını sordu, dersliğe dönünce vereceğimi söyledim. O ayrıldı ama masanın havası da değişti. Kara Salih sözüne çok kızan Salih bu kez Röslein için: çok güzel bir kız!”dedi. Salih’in söylediği çok doğaldı belki ama deminden beri kendine söyleneni affetmeyen Salih’ belki bir tepki olsun diye Hilmi Altınsol ile Mehmet Aygün sonradan da Hasan Üner’le Yusuf Asıl takıldılar. “Belki o kız, kendine güzel denmesine kızar, onun fikrini öğrenmeden onun için böyle söylemen doğru olur mu?” dediler. Salih oldukça diretti ama karşısında dört kişi vardı, sözünü geri aldı daha doğrusu sözünü bana, benim için söylediğine çevirerek ikinci bir tartışma açtı. Ancak ben tartışmayı önledim. “Ben, kendi açımdan önledim, sanıyorum. Belki de benim dışımda sürecektir.

Arkadaşlar şaka yollu laf çakıştırıyorlar ama bende, Röslein’e karşı hiçbir yaklaşım belirtisi göremediklerinden sanırım içlerindeki meraktan çatlıyorlar. “Röslein, çekinmeden yanıma sık sık geliyor, konuşuyor, gülüyor. Ben de öyleyim, ben bunları yakın köylü oluşumuza , onun bana ağabey olarak güvenmesine bağlıyorum. Ne var ki arkadaşlarda böyle bir duygu yok. Onlara göre bu olamaz, bunun altında bir başka neden olmalı! Bir birimize açıklamıyoruz ama ikimizin de haklı tarafı var. Ben de Röslein’in gerçek düşüncesini merak ediyorum. Acaba o da benim gibi, “Olursa olur olmazsa can sağlığı mı?” diyor. Yoksa “Bu olmayacak bir şey, bunun için uzatmaya değmez, hemşeriliğimiz sürsün, yeter. Belki yaşamımız boyu ilişkileimiz olacak. Arkadaş olarak kalsak iyi olur!”düşüncesi onda da egemen olmuş olabilir. Öyleyse olayı olumsuz bir yana yıkmadan ilişkimizi sürdürelim. Madem ki öğrenciyiz, öğrenciliye yakışan bir ilişki içinde hemşeriliğimizi sürdürmeliyiz!”

Dersliğe dönünce Suna Ağıtı’nın notasını hazırladım. Götürüp verebilirdim. Ancak böyle düşünceleri sevmediğim halde arkadaşlara karşı bir kurnazlık sayarak Röslein’in gelmesini bekledim. Beklediğim gibi oldu, Röslein gülerek geldi, notayı verdim, teşekkür edip ayrıldı. Nota işinden habersiz olanların bakışları ilginçti. İsmet durumu gözlemiş, salt olay yaratmak için bana:

-Dayı, mektubunu kedin götürüp veremez misin? Kızı buralara kadar getiriyorsun! Ben de: -Mektup onundu, geri çevirdim, bir daha yazma diye de tembih ettim! dedim. Arkadaşların çoğu güldü. Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya takıldı:

-İmam Mustafa görüyor musun? Asker kaçağı arkadaşın işleri nasıl yürütüyor! Sen hala SS kıtaları ile sayıklıyorsun! dedi. Mustafa Saatçı bana dönerek:

-Arkadaş, doğruyu söyle de beni bunların dilinden kurtar!”deyince ben, “Peki arkadaşım!”deyip olayı anlattım. Yemek masasındaki arkadaşları da tanık göstererek: “Suna, kendi Ağıt notasını istemişti. Derslikte olduğunu gelip kendisi almasını söyledim. Nedeni de Asım Öğretmenin notayı bana verirken ettiği tembihti. Piyes oynanmadan ağıtın çok duyurulmaması. Duyulursa etkisinin azalacağı kaygısıydı. O nedenle salt onu ilgilendirdiğinden vermeye razı oldum!”Mustafa Saatçı teşekkür etti, Mehmet Yücel’e: -Duydun mu İskelet, fesatçı başı! dedi. Mehmet Yücel kendini savundu:

- İskeletler fesatçı olmaz, iskelet iskelettir. Fesatçılar çoğunlukla din adamlarıdır! deyip öykülerdeki, romanlardakı fesatçı din adamlarını saydı. Mehmet Yücel genellikle olayları anımsar ama kişilerin adlarını unutur. Kuyucaklı Yusuf’tan, Vurun Kahpe’yeden söz etti, adları söyleyemeyince yardımcı olmak için Mehmet Yücel’e anımsattım: “Kuyucaklı Hacı Etem, Vurun Kahpeye, istersen bunlara Yeşi Gece’den Hacı Emin’le Eyup Hocayı da ekleyebiliriz!”derken Fettah bana bakarak: “Bak bak bak, asıl fesatçı bu!”deyiverdi. Arkadaşlara dönerek: “Gelin lütfen hakemlik edin, işi kavgaya dökmeden çözelim. Arkadaşın anımsayamadığı adı söylemek fesatçılık olur mu? Sami başta olmak üzere arkadaşiların çoğu olmaz!”dediler. Bu kez Fettah’a: Bak, arkadaşlar seni yalanladılar. Benim yaptığıma bir ad vermek istiyorsan ben sana söyleyeyim, hani zaman zaman seni öğretmenler tahtaya kaldırıyorlar sordukları sorulara yanıt veremeyince kuzu kuzu fısıltılar bekliyorsunya, işte o, yani kopya denilebilirKopya ile fesatı ayıramıyorsan sen ayırdında olmadan öğrenciliğini hep fesatçı olarak geçirmiş olacaksın. Beşinci yılına girdiğimiz beraberliğimizde benim için hiç kimse kopya yaptığımı, buna tenezül ettiğimi söyleyemez. o nedenle sözünü geri al, almazsan ben onu sana iade edeceğim, ardından da asıl fesatçı sensin, tıpkı Vurun Kahpe’yedeki adaşın Hacı Fettah, Yeşil Gece’deki Hacı Emin, Eyup Hoca gibi diye haykıracağım!”

Fettah, boynunu büküp sustu ama benim hıncım giderek arttı. Ortaya bir iki söz daha söyledikten sonra yarınki Müdür Beyin dersini düşünmeye başladım. Müdür Beyin okuduğu kitapta: , Fuat Baymur’un Türkçe Öğretimi)Çocuk, önce evinde gördüğü kediyi öğrenir, diyor. Bu herkes için böyle midir? Benim yaşamımın ilk önemli olaylarından biri kedi ile ilgilidir. Beyazlı-karalı-sarılı bir kedimiz vardı. Başka kediler de vardı ama o kedi daha çok ayak altında dolaşıyordu. Ben o kediye hiç elimi sürmezdim Ancak oyun arkadaşım C bize gelince o kediyi elinden bırakmazdı. Kedi de ona öyle alışmıştı ki uyur gibi bir yerde büzülmüş duruken onun sesini duyunca canlanır, koşup ayakların dolanırdı. . C onu süslemek için boynuna renkli ipler bağlardı. Ben kucaklamak isteyince kaçan kedi, onun elinde kuzu kuzu durudu. Bunu anımsayınca kendimi kedi sevme konusunda C’den çok farklı buldum. Kediyi onun kadar sevmediğime göre acaba duygusal olarak bende bir eksiklik mi var? Böyle bir eksiklik varsa bu, benim sevdiğimi sandığım kimselerle ilişkimi sürdürmede bir engel olacak mı? Gene Peer Gynt’e takıldım. Peer Gynt ne kadar şıpsevdi; buna karşın Solveig’in sevgisi sonsuza dek sürüyor. İzlanda Balıkçısı’ndaki Gaud’ınki de öyleydi. Müdür Beyin okuduğu yazıdaki kedi sevgisi başka amaçla kullanılmış. Oysa ben bunu işime geldiği gibi yorumladım. Orada, çocukların tanıdığı bildiği, tanıdığı varlıkların yazıp okunmasını daha çabuk öğrenir denmek isteniyor, biliyorum. Bu arada ilk kez kendi okuduklarımı anımsamayaq çalıştım. At resdmi altın at, ot yığını, ot. Ata ot at. Söğüt ağacı, ot yığını, Kurbağa vardı. At-ot- yığın- kurbağa diye bağıra çağıra ezberlemeye çalıştığımı hiç unutmadım.

 

20 Şubat 1943 Cumartesi.

 

Kalk zilinde uyandım. Biraz ağırdan alarak kalkarken altta yatan Kadir’le birinin konuştuğunu duydum. Kadir her zamanki ses tonuyla konuştuğu için söyledikleri rahat duyuluyor. Öteki çok fısıltı konuştuğu için pek anlayamadım. Ancak Kadir: “Bilir bilir ama konuşmaz, konuşsa alay edileceğinden çekinir!”diye bir tümce söyledi. İyice dikkat kesildim. Fısıltı bu kez biraz daha yükselerek: “15 Hüseyin Serin bilir onu, onunla konuşmuştur!”deyince anladım. Röslein’den söz ediliyor. İyice durdum, uyur gibi yaparak dinledim. Kadir Röslein’in köyünden, köylülerinden söz etti: “O köyden bizim köye özellikle değirmene çok gelen olur, kendi aralarında hep Pomakça konuşurlar. Bizim köylüler de onlara kızar, kimi zaman : -Siz gavur musunuz ki o dili kullanıyorsubnuz? derler. Kavga edenler bile çıkar! dedi. Öksürür gibi sesler çıkararak uyandığımı duyurdum. Ranzadan indim. Baktım Kadir yalnız. “Günaydın hemşerim!”dedim. Kadir gülerek:

-Gebeş, senin Pomak kızını soruyor, niyetini bozdu galiba! dedi. Gebeş dediği Abdullah Erçetin. Abdullah Erçetin’i ben çok severim. O sıfatı da hiç yakıştırmam. O nedenle savunucu sözler söyledim. Abdullah, iyi bir arkadaş, onun için neden böyle düşünüyorsun? Herkes gibi o da gönlünden geçeni yapmak ister! deyince Kadir güldü:

-Yok abi, o öyle şeyler için sormuyor, onun niyeti, kızın sözü sözü edildiğinde onu aşağılamak için söz topluyor. Gönlünden geçtiğini söylese ben ona yardımcı bile olurum. Ama onun niyeti olumsuzluklar saptamak!”İnanmadım ama gene de Kadir'i dinledim. Bu ara Kadir beni uyardı: -Biliyor musun sen duyacaksın diye fısıltıyla konuştu. Ben sesimi yükseltince de elini ağzıma kapattı. Sen kıpırdayınca da hemen sıvıştı! dedi. Birden ikircil bir duruma girdim. Abdullah bunu niçin yapsın? Abdullah tembeldir ama kötülük düşünmez. Hiç değilse ben öyle bilirim. Özellikle müzik yeteneği benim her zaman ilgimi çekmiştir. Biraz da üzüldüm. Sonra da önemsememeye karar verdim. Olayın benimle bir ilgisi yok. Röslein için kötü söz söylese, bu onun onur sorunu. Ben onu, nasıl ya da ne hakla korumaya kalkabilirim? Gene de bu konu üzerinde durup araştıracağımAbdullah kendisi de bir göçmen çocuğuymuş. Belki kendi ailesi de geldikleri yerin dilini konuşurlar. Bu bakımdan ilgilenmiş olabilir. Kadir bunu yanlış anlayıp kendine göre yorumlamış olabilir.

Derslikte Abdullah ile karşılaştım. Abdullah hiç renk vermedi, her zamanki gibi müzikten, şarkıdan söz etti. Kadir’le konuşmamış gibi davrandım: “Belki de Kadir yanlış yorumladı, deyip konuşmayı sürdürdüm.

Kahvaltıda Röslein’la karşılaşınca gene duraksadım: “Güzel bir arkadaş, üstelik dengeli, akıllı kendini koruyabilen bir arkadaş. Bunu arkasından konuşmak kime ne kazandırır? Öyleyse kendimin de yarısını duyduğum bu konuşma neydi? Bunu Abdullah’a sormalıyım. Bunu düşünerek kahvaltı ettim. Arkadaşlar her zamanki gibi Asım Öğretmenden, şakalarından, sporculuğundan söz ederken ben de arada “Hıı, mııı!” diyerek katıldım ama aklımdan hep Röslein için söylenenler geçti. Abdullah’ın kahvaltıdan yalnız çıktığını görünce yetiştim. Hiç kem küm etmeden:

Uyanınca Kadir’le konuşmanızı duydum. Kadir’in söylediklerini dinledim, o kızın bir hemşerisi olarak çok üzüldüm. Göçmen olsa ne olacak? Yabancı dil konuşsa kimi ilgilendirir? Senin benim gibi, o da bu okulun öğrencisi. Yurdumuzda sayısız göçmen var, benim köyümdekiler Arnavutça konuşuyorlar. Öyleykn köylüler onları seviyor. Okul arkadaşlarımızda da böylesi olabilir. Bizim onların durumunu dillemeye hakkımız var mı? Abdullah durdu, ağlamaklı olarak yüzüme baktı:

Ben böyle bir şey demedim. Kadir yanlış anlamış. Ben:

Göçmenler düzgün konuşamaz, bu kız düzgün konuşuyor, göçmen değil herhalde! dedim. Abdullah’a dikkatlice baktım: B

Bir değil iki yalancı ile karşı karşıya kalmışım, bunu şimdi anladım. Ama bu beni pek ilgilendirmez. Gene de bir gün sözünü ettiğinizle konuştuğunuzu gürüsem çekinmeden ona diyeceğim:

Sen bakma bunların böyle konuştuğuna bunlar arkandan çok başka sözler söylerler! deyip yürüdüm. Yürüdüm ama gene de öfkem geçmedi. Derslikte Abdullah yanıma geldi, müzik dersinde yanında oturabilir miyim?” diye sordu. Her müzik dersinde öyle yaptığı için ses çıkarmadım. İlk dersimiz Bedeb Eğitimi boş geçti. Ders boyunca yan yana oturduk ama konuşmadık. Ben major, minör gamları tüm notalar üstünde uyguladım. Abdullah yan gözle baktı ama görmezden geldi. Sanırım benim konuşmamı bekledi. Konuşmamakta diretince sordu: “Do diyez major gamı ile re majör gamları aynı şeyler değil mi?” Bilmediğimi söyledim. Ancak aynı şeyler olsa bile ayrı ayrı adlandıklarına göre bir farkı olmalı!”deyip sustum.

Asım Öğretmen neşeli olarak geldi. Her ders gelişinde kapıdan girince bana bakıp akordiyonu getirmemi söylerdi. Bu kez bana bakmadı. Elinde bir kitap vardı. Kitabı göstererek: “Bakın söyleyeceklerimi ben söylemiyorum , bu kitap söylüyor. Ancak bu kitabın istediklerini birgün ben de sizden isteyeceğim, haberiniz olsun. O nedenle iyi dinleyin ! deyip okumaya başladı. Önce gülümseyerek okuyan Asım Öğretmen, ara ara da: “F harfi, P harfi, Mf harfları ne anlama gelir, kreşendo- de kreşondo ya da diminiendo niçin kullanılır gibi sorular sordu. Sorular artınca arkadaşların bazıları:

Bunları biz öğrenmedik, müzik derslerimiz hep boş geçti! dediler. Asım Öğrertmen önce gülerek:

Öyleyse siz öğretmen olarak gittiğiniz okullarda da müzik derslerini boş geçirirsiniz! Bir süre baktıktan sonra elindeki kitaptan sayfalar çevirdi. Dikkatimizi çektikten sonra:

İlkokul 4. Sınıf.

Tek ve çok sesli şarkılara devam. Majör do gamının notları üzerinde çeşili alıştırmalar. Burada da, üçüncü sınıft oluğu gibi, öğretilen bütün aralıklar

Çıkcı ve inici biçimleriyle öğrencilere iyice kavratılacaktır. Gösterilen basamağa göre yazılı nota öğretimi: dörtlük, ikilik, birlik ve 2/4i3/4, 4/4 lük ölçüler öğretilecektir. Öğretmen, uunca bir : “Yaaaa !” çektikten sonra: “Bitmedi!”dedikten sonra 5. sınıf, deyip sürdürdü.

5. Sınıf.

Tek ve çok sesli şarkılara devam. Porte. Sol anahtarı. İkinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda çeşitli araçlarla sesleri öğretiliş olan notaların porte üzeerindeki yerleri ve adları. Notaların porte üzerindeki yerleri öğretilirken ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda gözetilmiş olan özen burada da göstwrilecek ve sıra ile do-sol, do-mi-sol, do-re-mi-sol-fa, do-re-mi-fa-sol-la-si-do ve sonunda çocuk sesin genişliğinin notları öğretilecek v üzerinde bir, iki sesli çeşitli alıştırmalar yapılacaktır.

Bu alıştırmalarda dörtlük no ve sus, ikilik nor ve sus, değerleriyle /4, 374, 4/4 lük usuller kullanılacaktır.

Bütün terimler(pp, p, mp, f, ff)giibi başlıca nüans işaretleri ve(Allegro, Andante ve Largo)gibi başlıca hareketlr kullanılarak öğrencilerde nüans ve hareket bilinci uyandırılacaktır.

Asım Öğretmen zil çalınca kitabı kapatıp gitti.

Derslikt derin bir sessizlik oldu. Arkasından: “Şu işe bak; beş yıldır boş geçen dersten biz sorumlu oluyoruz!”türü konuşmlar giderek artınca Sami Akıncı: “Sorumlu tutulmuyoruz arkadaşlar sorumluyuz da bu sorumlulşuğumuzu bilmemizi istiyorlar. Dikkat ettim Asım Öğretmen:

- Ben sizi sorumlu tutuyorum, türü bir söz söylemedi. Onun söylediği, biz köy okullarında görev alınca bunları okutmak zorunda kalacağız. Ne desinler? Bizim bilmediğimizi bile bile göndersinler mi? Bize iyilik ediyorlar. Bunları okutacağımıza göre, oturup öğrenmemiz gerekiyor. Daha 8, 9 ayımız. Hiç değilse bir bölümünü öğrenebiliriz!”

Öğretmen geldi, Sami’nin sözlerimni duymuşça:

-Daha uzun bir zamanınız var, isterseniz, eksiklerinizi tamamlayabilirsiz. Tamamlayamadığınız eksikliklerinizi bilince içiniz rahatlar, onları daha ileriki zamanlarınızda da tamamlamaya çalışırsınız! dedi. Öğretmeni elinde bu kez de başka bir kitap vardı. Kitabın kapağındaki adları okudu. Köy Enstitülerinde Okutulan Müzik Dersleri-Yazan: Bedri Akalın-Kastamonu/Gölköy Köy Enstitüsü-Müzik Öğretmeni. Gölköy adı bizde tatsız bir olay anımsarttığı için önce biraz durgunca baktık. Öğretmen açıklama yaptı:

Kitabın yazarı var ama benim okuyacağım bölümü yazar kitabına almış. Yazı gerçekte Milli Eğitim Bakanlığının emri. Salt Gölköy’de değil tüm Köy Enstitülerini kapsıyor! deyip. Köy Enstitülerinde 1. Sınıflardan başlanarak okutulan ya da okutulması gereken konuları sıra ile okudu. Okuma oldukça uzun sürdü. Arkadaşlardan not almak isteyenler oldu. Öğretmen not işini bana bıraktı:

Müdür Beyin dersinde bu konular bir kez daha geçecek. İbrahim o derste size istediğiniz konuları yazdırsın! dedi. Öğretmen:

Size yazılar okudum. Bunları dinleyince aklınıza takılan noktalar varsa sorun, açıklayayım! dedi Sami Akıncı bazı sözleri yazmış: Armoni, Transpozisyon, Modülasyon, ton, tonalite, Grubetto. Asım Öğretmen güldü:

Sami’nin gözünden kaçmayanlar her zaman çok önemlidir! dedikten sonra ton sözünden başladı. Şarkı söylenirken ya da çalgıyla müzik çalınırken seslerin arka arkaya gelişi, zaman zaman yükselişi, zaman zaman alçalışı ya da belli gam sırasına göre inişine çıkışına , seslerin rengine, ince kalın oluşun genel olarak ton, denir. Örmeğin kalın erkek seslerine Bariton-bas denir. Öğretmen Bekir Temuçin’e do sesini çıkarmasını söyledi. Bekir Doooo, deyince öğretmen: “Tenor, ses tonun tenor!”dedi. Sefer Tunca’ya da do, dedirtti. Bu kez de: “Seninki de bariton, bunları unutmayın. Biri size ses tonunuz nedir?” diye sorunca: “Ses tonum tenor ya da bariton diyebilirsiniz! . Armoni, şarkıları birden fazla sesle söylemek için uygun notalar, ses durumlarına göre ayrı ayrı yazılır. Bu ayrı yazılışın kendine özgü kuralları vardır. Bu kuralların tümümne armoni denir. Buna çok sesli müziğin bilimi de diyebilirsiniz. Bizim eski müziğimiz, halk müziğimiz tek sesli olduğu için onlarda armoni sözü geçmez. Türkülerimizi çok sesli yapmaya kalkarsak, armoni kuralları karşımıza çıkacaktır. Bunu unutmazsanız armoniyi de unutmazsınız!

Öğretmen, transpozizyon için önce güldü. Ardından niçin güldüğünü anlattı: “Bunu gerçekte siz, daha doğrusu öğrenciler çok yaparlar!”dedikten sonra Ali Önol, Emrullah Öztürk, Arif Kalkan, Ahmet Güner’e İstiklal Marşı’ndan birer dize okuttu. Arkadaşların okuduğu aynı dizeydi ama hepsi değişik şekilde okudu. Öğretmen buradaki değişiklikler yanlış ama gene de bir değişikliktir. Bir de müzikte kurallara uygun ses değişiklliği yapılır. Do tonundan bir parçayı başka bir tona çevirir. İşte bu ses değişikliğinin müzikte adı transposizyondur. Piyano için yazılan bir parçayı keman için ya da tersi, bir keman parçasını piyano için düzenlenir. Bunlar anlatılırken bu söz kullanılır. Tonalite için de öğretmen: “Tonalite de ton anlamındadır. Söz, değişik şekillerde söylenmektedir. Çok kez ton yerine tonalite diyerek genel bir anlam verilir. Söz gelimi iki arkadaşın ses tonları arasındaki farkı anlatırken ton sözü yerin e tonalite farkı var, . deriz. Öğretmen, Modülasyon, deyince de güldü. Bu kez de: “Siz bunu kendi kendinize şarkı söylerken çok yapıyorsunuz. Bunu iyi biliyorum. Çünkü müzik bilmeyenlerin tek marifetidir. Ama buna ad koymamışlardır. Adam İzmir’in kavakları şarkısını söyler. Sözleri doğrudur ama melodisi Çanakkale İçinde melodisidir. Alişime başlar, Zeynebim melodisiyle sürdürür. Bunlar yanlıştır. Ancak müzikte böyle değişmeler kurallarına göre yapılır. Bir türküyü iki sesli yaparken sözler aynı kalarak sesler değişir. Şarkının aslı birinci seste sürerken ikinci hatta üçüncü sesler değişmiştir. Modülasyon gerçekte şekil değiştirmedir ama müzikte çoğunlukla seslerin değişmesi anlamında kullanılır. Bizim şarkılarımızı ses tonalitelerine bakmadan söyleyenler çoktur. Efe şarkılarını kadınlar, kadınlar için yakılmış türküleri bas sesli erkekler söyler. Bunlarda söylenmeyen modülasyonlar vardır.

Zil çalınca Öğretmen :

- Gelecek derste akordiyonu getirince bunların sesli örneklerini de görürüz! deyip ayrıldı.

Müdür Beyin odasına yöneldiğimde elinde kitap kapıdan çıktığını gördüm. Dersliğe dönünce, “Geliyor!”dedim ama bana inanmayanlar oldu. Müdür Bey girince bir kargaşa yaşandı. Müdür Bey gülümseyerek:

-Ne o Asım Bey sızı biraz sıkıyor galiba! dedi. Kıpırdanmalar oldu ama kimse doğru dürüst bir yanıt vermedi. Müdür Bey Türkçe Öğretimi konusunun önemini bir daha belirtti. Sami Akıncı ilkokullarda Türkçe dersi için yapılması gereken çalışmalar üstüne hazırladığı ödevini okudu. Sami, Türkçe dersini bölümlere ayırmış, okuma, yazma, dilbilgisi başlıklrı altında ayrı ayrı anlattı izlenecek yolları yöntemleri söyledi. Sözlerini özetlerken:

-Kısaca öğrencilerimizi Ortaokullara girecek düzeye çıkarmamız gerekecek! gibi bir söz söyledi. Ortaokul sözü geçince arkadaşlardan soranlar oldu:

-Neden Ortaokul? Sami Akıncı:

-Bu sözü ben Müdür Beyin okumam için verdiği kitaptan aynen aldım! deyince Bu kez o kitabın Milli Eğitim Bakanlığının çıkardığı İlkokullar Müfredat Programı olduğu, orada ne denirse onun yapılacağını anlattı. İsmet buna karşı olduğunu söyledi. Müdür Bey gülerek İsmet’e sordu:

-Nesine, niçin karşısın? İsmet bu kez, o kitapta yazılanların bir çoğunu biz burada okumadık. Ama onları ortaokullarda okutuyorlar. Ortaokullara öğrenci yetiştiren kasaba okulları onları okutsun. Biz, Köy Enstitülerinde nasıl olsa okutulmayacak birçok konuyu boş yere çocuklara okutmayalım! Müdür Bey az durdu, İsmet’e bakarak:

-İsmet sen muziplik yapıyorsun galiba ama kazın ayağı öyle değil. Köy Enstitüleri birkaç yıl içinde eksikliklerini tamamlayıp öteki okullarla sınıf denkliğini tamamlayacak hatta onları geçecek. Kuruluş yıllarındaki aksaklıklar ilanihaye sürdürmeyecek. Bugün bu konuları konuşmamız bile bu eksikliği kapatmaya yönelik çabadır! dedikten sonra Sami’nin sözünü ettiği kitabı isteyip kaldırdı. Kitabın içeriğine tüm ilkokulların uyduğunu, bunun dışından bir konunun seçilip buradaki ilkelere ters gelecek biçimde öğretilemeyeceğini, tüm Türk çocuklarının eşit haklarla yetiştirilmesi gerektiğini, buna kısaca Okuma Birliği dediğimizi tekrarladı.

Halil Basutçu, kendisinin de bir bölüm hazırladığını söyledi; Okuma. Müdür Bey anlatmasını söyleyin Halil Basutçu özetin özeti yaparak çocuklara, onların anlayabileceği küçük parçaları okutmamızı, sınıflar yükseldikçe fikir düzeyini artırmamızı söyledi. Çocuklara, kitap, gazete, dergi okutmamızı önerdi. Arkdaşlardan bu kez de okulda gazete okuyamamak, radyo dinleyememekten yakındılar. Müdür Bey biraz sinirlenir gibi oldu:

Öğretmen olmak üzeresiniz, yolunuzu seçin, hangi gazeteyi okumak istiyorsanız bana adını bildirin. Pazar günü dışında size istediğiniz gazeteyi getirteceğim. Ancak okula istediğiniz gazeteyi aldırmak istiyorsanız, benim bütçemde gazete parası olmadıkça bunu yapamam. Okulun bir radyosu var. Onu bir türlü düzgün çalıştıramadık Buyurun birlikte bir formül bulup çalıştıralım. İşte bahar geliyor. Dışarda toplanıp dinleme olanağı doğacak. Ne yapılması gerekiyorsa bir hazırlık yapın, uygulatmak için elimden geleni yapacağım! ’Müdür Bey, okulun kuruluş dönemi içinde olduğunu, yeterince derslik bulunmadığını, kitaplık olacak yer bulamadıkları, bu nedenle planda olmamasına karşın bu yılki yapılar arasına bir kitaplık sıkıştırdıklarını anlattı. Kitaplık gerçekleşirse, radyo dinleme yerinin de birlikte çıkacağını, bundan bizim yararlanamamamzı karşın kardeşlerimizin yararlanacağını anlattı. Müdür Bey kapıdan çıkarken tekrarladı:

Önerilerinizi bekliyorum!” Müdür Bey’den sonra bir süre bakıştık. . Sefer Tunca ilk sözü söyledi: “Aferin arkadaşlar, giderayak bir bina daha yapmak için Müdür Beyi uyardınız. Gelecek derste attan arabadan söz edip bir de ahır yapma sözü alırsanız gideceğiniz okulun açılış gününe zor yetişirsiniz. Benden söylemesi!”dedi.

Bayrak törenine biraz buruk olarak çıktık. Asım Öğretmen uyardı:   Çevrenize bakın, düzgün durun!

İstiklal Marşı güzel söylendi. Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel’e takıldı:

-İskelet, tonaliten pek güzeldi. Mehmet Yücel de Mustafa Saatçı’ya :

-Hafız Mustafa, senin de modülasyonun iyiydi!” deyince yan sıradakiler bakıştılar. Mehmet Aygün:

-İyi ama ikinizin de transposizyonlarınız bozuktu! deyince bizimkiler hep güldü. Bu kez yan sıradakiler daha dikkatli bakmaya başladırlar. Tam anlamadılar ama sanırım önemli birşeyler konuşulduğunu sandılar.

Yemekte Müdür Beyin dedikleri yorumlandı, varsayımlar öne sürüldü olasılıklar üretildi.

Öğleden sonra Yeni Bedir’ gitmem gerektiğini düşünüyorum. Havada bir engel yok. Kar tümüyle kalkmış değil ama kar toprağa dönüşmüş gibi. Rengi ye erngir. Uzakltan aklı karalı görüntüler var. Asfalt yaz gibi kuru. Okulun asfalt trafı kara parçası. Ergene tarafı yarı yarıya kar. Dolabımı açtım, götüreceğim kirli bir şey yok. Ablamın balı öyle duruyor. Hüsnü Yalçın’a vermeyi düşündüm. Ya almazsa?” diye duraladım. Ben böyle düşünürken Hüseyin Orhan’la Hüsnü Yalçın geldi. Meğer Orhan da onu düşünerek birşeyler getirmiş. Hüsnü memnun:

- “Garip kuşun yuvası” falan deyip duruyor. Aldığında bir tane de bana uzattı. Koşullu almaya razı oldum. Koşulumu sordu. Kavanozu uzattım. Bal olduğunu görünc sevindi, hepsini almak istemedi. Rica edip eline tutşturdum. . Bu kez ded Yeni Bedir köyünü önerdim. Haftaya söz verdi. Ben de haftaya kalmaya karar verdim. Bu hafta çalışabildiğim kadar akordiyon çalışacağım. Solveig şarkısının hiç değilse baş taraflarını başaracağım. Solveig bana gene bir şeyler anımsattı. Röslein okuyacaktı acaba okudu mu? Okumuşsa nasıl yorumlayacak?

Derslikte konu Akın Piyesi. . Halil Basutçu revire gitmiş, Mehmet Başaran iyiymiş, izin almış gelecekmiş. Saat 3’ü bekliyorlarmış. Halil Basutçu bana da: “Sen de geleceksin, Sabahat Öğretmen öyle demişti”dedi ama bunu candan mı söylüyor anlamadım. “Sabahat Öğretmen onu her prova için değil oynanacak zaman yaklaşıp sürekli provalar yapılırken kesintiziz çalışmalar için söylemişti. Şimdi her sözden sonra kesinti yapılıyor. Kitap zaten öğretmenin elinde oluyor. Ben orada ne yapacağım? Bunları Halil’e demedim ama düşündüm”. Asım Öğretmenin odasına uğradım. Asım Öğretmen Lüleburgaz’a gidiyormuş. Kırklareli’den Selahattin Yücesoy Öğretmen gelmiş, onunla olacaklarmış. Az sonra da Rezzan Öğretmen geldi. Boyanmış, bayramlık giyinmiş. Birden bozuldum:

Yoksa bunlar Asım Öğretmenle mi? sorusu kafamı karıştırdı, utandım, dışarı çıkmak istedim. Asım Öğretmen durumumdan anladı sanırım, benimle çıkar gibi yaptı:

İbrahim, biz az sonra gidiyoruz, gelir çalışırsın. Akşam soba sıcak olursa sevinirim, belki Selahattin Ağabeyle birlikte geliriz! dedi. Bu kez de Rezzan Öğretmen söze karıştı:

A, o akşam gelmez, gece döneceğini söylemişti! dedi. Durdum kaldım. Selahattin Ağabey-Rezzan Öğretmen. . Bunları ben daha önce uydum ama böyle olacağını düşünmemiştim. Asım Öğretmen bunları biliyor. Belki de benim de bildiğimi sanıyor. Bir süre düşündüm; insanlar biribirinin yanında ama akıllarından geçenlerden habersiz. Ben şimdi dersliğe gireceğim, aklımda sıcağı sıcağına Selahattin Yücesoy’la Rezzan Öğretmen. Yüzüme bakan arkadaşlar benim aklımdakilerden habersiz bana bakacaklar. Daha neler? Ben biraz sonra Piyes provalarına gideceğim. Röslein da gelecek. Herkes ona Suna gözüyle ya da kendi adıyla bakacak. Oysa ben onu Röslein olarak değiştirdim, öyle bakacağımBenim böyle yaptığım gibi kimbilir kaç kişi böyle değişik gözle bakıyor da bir birimizden haberimiz olmuyor. Ayni düşünceler Röslein’de neden olmasın? O da bana bakarken belki de başkasını düşünüyordur. Dersliğe gittim, uyur gibi bir süre bunları düşündüm. Köye gittim C’yi görür gibi oldum. A’yı düşledim. A eskisi gibi gözümde canlanmadı. Ne denli zorlansam da okuldaki tavırları dışına çıkaramadım. Kara çarşaflı görür gibi oldum, kendi düşünceme kendim ürperdim. Başı yeldirmeli olarak çocuklu birini görür gibi oldum ama çok canlı olmadı. Ne kadar dalmışım bilmiyorum. Halil Basutçü: “Hadi geliyor musun?” deyince uyandım, gelmiyorum, bana gerek olunca gelirsem daha iyi olur, deyip bir bakıma kendimi da bağladım. Birden derslik boşaldı. Sanırım, piyes çalışmalarına izleyiciler de gitti. Bu benim için daha iyi oldu. “Herkes bilsin ki istersem gitmeyebilirim!”Asım Öğretmenin odasına gittim. Piyano öylece açık. 48 numaralı parça. Öğretmen onu çalmış ya da çalışmış. Sağ el tek sıralı nota olarak gidiyor. Benim için su gibi. Kolayca çıkardım. Sol elde tek olarak kolay geldi. Güvenim üstümde, dikkatlice çalıştım. Saate bakmak aklımdan geçmedi. Ha oldu ha olacakl derken kapı önünde sesler oldu. Çocuklar bir yerden döndüler derken zil çaldı. Kapıyı açtım, çocuklar yemeğe gidiyorlar. Toparlanıp çıktım. Dersliğe uğradım kimse yok. Yemeğe gittim Bizimkiler İstemi Han çekiştiriyorlar. Hep gitmişler, rol alanların beğenip beğenmedikleri tarafları sayıp döküyorlar. Neden gelmediğimi sordular: - -Oyuna daha çok var, bir gün ben de giderim! dedim. Görenler konuşuyor ama neyi konuşuyorlar? onu da anlamadım. Kimisinin “Beğenmedim!”dediği oyuncunun suçu değil yazar öyle öz kulalnmış, arkadaş onu söylüyor. Ama kusur oynayana yükleniyor. İstemi Han onu tahtından indirmeye gelenlere boyun eğmemeliymiş:

O zaman piyes olmaz, Faruk Nafiz öğle düşünmüş ! deyince yüzüme baktılar.

Yemekten Çıkarken Tevfik Uğurlu ile karşılaştım. Kitplığa uğramadığımı söyledi. Birlikte gitti. Müdür Beyin gösterdiği kitap aklıma geldi, belki kitaplığa da gelmiştir, deyip aradım. Türkçe Öğretimi yok ama benzeri İlk Okuma-Yazma kitabını buldum; aldım. Bu arada Peer Gynt’ü gördüm yerinde duruyor alan olmamış. “Demek okumadı !”diye düşündüm. Gelenler oldu ,

Ayrıldım. İlk Okuma Yazma kitabını bir süre karıştırdım. Bir okumayla anlaşılıp uygulanacak türden bir kitap değil, öğretmen olunca alınıp sürekli okuyup uygulanacak bir kitap. Müdür Beyin söylediği elaltı kitapkarından biri olacak. İçinde yüzlerce insanın adı geçiyor. Bu uğurda emek harcamış insanların alınterleri belirtiliyor. Öğretmenlik gittikçe gözümde büyüyor. İyi bir öğretmen çok bilgili bir insan olabilir. Buna karşın iyi bir öğretmen köylerde boktan püsürden işlerle de uğraşabilir.

Derslikte gündüzkü konuşmalar tekrarlandı. Müdür Beyin sözlerine İstemi Han’ın sözleri karıştı. İstemi Han Attila’la, Mete Han’la Teoman’la karşılaştırıldı. Ne zaman yaşadığına kimse değinmeyince salt uyarma amacıyla ben sordum: “Attila İsa’dan 4 asır sonra yaşadı, İstemi Han’ın yaşadığı çağ belli mi? diye sordum. . Sami Akıncı, Tarihte İstemi Han diye birinin yaşamış olduğunu söyleyince ben: “Biliyorum hatta piyeste geçen Bayan Han için yapılan tartışmada önce bunu ben söyledim. Ama Bayan Han’ın yaşadığı çağ ile Attila’nın, Teoman ya da Mete Han’ın yaşadığı çağlar çok farklı. Tarihte Asya’dan Batıya çok göç olmuş, Etrüskler, Gotlar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Avarlar, Hunlar hep göç etmiş. Ancak Etrüskler İsa’dan 700 yıl önce Hunlarsa İsa’dan 350 yıl sonra. Bin yıldan çok bir zaman söz konusu. Sami Akıncı ile yaptığımız konuşmaya öteki arkadaşlar katılmadı. Onlar için ilginç olan Suna’nın kurban edilmesiymiş. Bu kez de ben Sami’nin (Demir’in) kendi babasını ortadan kaldırmasını doğru bulmadığımı söyledim. Arkadaşlar önce:

O ihanet etti, dediler. Ben direttim:

Demir, babasına kıymadan da durumu kurtarabilirdi. Hiç değilse bunu denemeliydi, şimdi baba katili durumun düştü! dedim. Halil Basutçu, bunun bir oyun kitabı olduğunu söyledi. Ben direttim:

O bir oyun kitabı ama bak bize tarihi öğretiyor. Tarih derslerinde bile konuşmadığımız bilgileri konuşuyoruz! Arkadaşların çoğunun beni dikkatle dinlediğini görünce içimden sevindim. Oldum olsı bana zıt gidenler bile sus pus olup dinlediler. Arkadaşların bazıları da keşke daha önce böyle piyesler oynansaydı dediler. Halil Basutçu bu kez:

Unutmayın, biz bundan önce çok Göç piyesleri oynadık! deyince bir ağızdan “Bizden başka kimsenin bilmediği, kimsenin yazıp oynamayacağı göçleri” deyip gülüştük.

Yatınca Rezzan Öğretmen aklıma takıldı. Selahattin Öğretmenin yanına belki de yalnız gitmek istemiyor. Rezzan Öğretmen çok genç, Selahattin Öğretmen oldukça yaşlı. Yaş farklarını bulmaya çalıştım. Sanırım Selahattin Öğretmen 6 yıldır Kırklareli’de. Belki de daha fazla benim bildiğim bu kadar. Oysa Rezzan Öğretmen daha bir yıllık öğretmen. Ayrıca o öğretmen okulunu bitirmiş. Selahattin Öğretmen ortaokulda olduğuna göre öğretmen okulundan sonra daha okumuş olabilir. Böylece aralarında on yaş kadar fark bulunmaktadır. İstemeyerek aklım gene Röslein’a takıldı. O kaç yaşında? Haydi, gene anlamsız düşünmeye daldığımı söyleyerek gözlerimi kapadım.

 

21 Şubat 1943  Pazar.

 

Uyanmıştım ama öyle uzanıyordum. Rüyamı anımsamaya çalışıyordum. Köydeymişim. Herkes bir yere gitmişNeden bana haber vermediler diye üzülüyorum. C’nin sözü aklıma gelmiş, uzun ayrılıklar insanları soğturmuş. İyi ama çok zaman geçmedi, diye karşı koyuyorumRüyanın sonunu toparlamaya çalışırken İsmet dürtükledi:

Dayı, Yeni Bedir’e gidelim mi? Gitmemeye karar vermiştim ama İsmet’in sıkıldığını anlayınca kararımdan döndüm:

Gidelim! Zaten tatil dönüşünde gelmemi Kamber Amcam bekler. Babamdan götüreceğim haber onu sevindirir.

Önce dersliğe gittik. Derslikte Asım Öğretmenin bugün olmayacağını anımsayınca İsmet’e verdiğim söz için azıcık üzüldüm. Yeni piyano parçası beni iyice heveslendirdişti. İsmet’e:

- Öğleden sonra gidelim, evdekilerin işlerini biliyorsun, bir çoğunu sabahları yaparlar! İsmet razı oldu.

Kahvaltıda Asım Öğretmeni görünce planım bozuldu. “Gelmeyebilirm”!”demişti ama gelmiş. İyi ki sobasını yakmışım!”dedim. Derslikte bu kez satranç tartışmaları başladı. Arkadaşlar satranç maçları sevdasına tutuldular. Satranç oyunu okumuşların oyunuymuş; özellikle subaylar çok oynarmış. Bizim arkadaşlar da yedek subay olacakları için bu oyunu öğrenmek gereğini duyuyormuş. Halil Basutçu konuştu:

-Hadi gene bir eksiği tamamlayacaksınız! dedi. Satranç oyununu daha önce öğrendiğim için Halil'in sözünü üstüme almadım. Ben almadım ama alanlar oldu, uzun bir süre üstünde kon uşuldu. Kitaplıktan aldığım kitabı okumaya karar verdim. Tam başlarken Asım Öğretmenin çağırdığı söylendi. Asım Öğretmen:

- Lüleburgaz’a gidiyorum, geç kalabilirim Bayrak Törenini sen yaptır, ben nöbetçilere söyledim haber verecekler! dedi. Birden değiştim. İsmet’i sevindirmek için gidiyorum ama, çabuk dönmek için de bahanem oldu. Bayrak Töreni…

Bir süre Asım Öğretmeni gözetledim. Odasından çıktı yemekhaneye gitti, az sonra geldi. İlgimi çekti, gidecekti neden gitmiyor. Arkadaşlarla konuşmaya dalmıştım dışardan gelenler fısıldaştılar:

Asım Öğretmen Rezzan Öğretmeni yürüttü. , birlikte faytonla gittiler! Böyle söyleyenlere:

Siz daha önce başka sözler söylüyordunuz, sözünüzden ne çabuk döndünüz? deyip ayrıldım. Asım Öğretmenin odasına girip piyanonun başına oturdum. Hevesimi alıncaya dek çalıştım. Öğretmenin çaldığı parçalardan birini çalabilmemi büyük başarı saydığım için yorulmayı hiç düşünmedim. Yemek zili çalınca çıktım. İsmet beni birhayli aramış. Yemekte gene Rezzan Öğretmen sözü açılşınca bu kez arkadaşların olasılıklarını bir yana itip doğrunun ne olabileceğini kesin olmamakla birlikte onlara söyledim. Asım Öğretmenin arkadaş olduğunu, Selahattin Öğretmenin Lüleburgaz’da olduğunu, böyle olunca Rezzan Öğretmenle Asım Öğretmenin sözü edilemeyeceğini söyleyince arkadaşlar bana hak verdiler. Yemekten hemen sonra İsmet’le yola çıktık. İsmet Yol boyunca annesinden, babasından, kardeşi Sabri’den, ablası Ayşe’den söz etti. İsmet’e göre hiçbirinin yenir yutulur tartafı yok. İsmet konuşukça bu kez ben sıkıldım. Kendi kendime çok rahat olduğumu, bana kimsenin karışmadığını, üstelik beni çocuk gibi karşıladıklarını, incineceğimi düşünerek okul hakkında bile soru sormadıklarını, başkalarının sorularına yanıt verdiğimde o sorulan yanlışı onların da bildiğini, veridim yanıtlardan sonra sevindiklerini gördüğümde anladığımı düşündüm. Bunlar benim için büyük mutluluklar. Çevremdekilerin çoğunda böyle bir rahatlık olmadığını giderek daha iyi anlamaya başladım. İsmet, bu yakındığı durumun üstüne bir de geri dönülmesi olanaksız işe kalkıştı, belli ki bu da onun bu tatsız durumdan uzaklaşmasını zorlaştırmaktadır. Yol boyunca İsmet anlattı; ben: Yaaa! Yapma! Sahi mi? türü ünlemler çıkardım.

Kamber Amcam evdeymiş. Güler yüzle bizi karşıladı; bekliyordum!”dedi. Yengem rahatsız olmuş, şimdi iyileşmiş. Köylerden haberler verdik. Ben babamın Balkan köylerine gittiğini anlatınca Kamber Amcam babama şaştı: “Dayımdaki cesarete bak! Nasıl yaptı bunu, hayret! türü sözler söyledi. Kamber Amcama göre bu yılki kar olağanüstüymüş. Balkan köylerinden aldığı bilgilere göre son on yıldır böylesi görülmemiş. Sonuç olarak babamın eve dönüşüne sevindi. Evden ötekileri de sordu. Hepsinin iyi olduğunu, onları beklediklerini söyledim. Ali Ağabeyimden yakındı. “Çarşıda bazen uzaktan geçtiğini görüyorum, dönüşte karşılarım, deyip bekliyorum, koydunsa bul, Ali sırrakadem bir daha görünmüyor ! dedi. Yengem kimi zaman Amcama takılır; gene öyle yaptı:

-O seni görmek istemediğinden yol değiştir; “Uzun Kamber gene kendisinden söz edecek, onun hikayelerini biliyorum!”deyip sıvışıyordur! dedi. Amcam güldü:

Canın sağolsun hanım, senden de bu konudaki nasibimiz bu kardarmış, demek! dedi. Bu kez de İsmet, annesiyle babasının sürekli böyle konuştuklarını, daha çok annesinin babasına takıldığını anlattı. Kamber Amcam bunun gerekçesini, erkeklerin dışarda çok gezmesine, çok şey görmesine bunun sonucu olarak da eve dönünce çok konuşmalarına bağladı. Yengem gene duramadı:

Yok canımmmm, sizi kıskanıyoruz mu yani? diye sordu. Amcam sözü uzatmadı:

Yok yok, bunu kıskanmayla ilgisi yok, bu erkeklerin biraz boşboğazlığından ileri gelmektedir. “Belki de herkes böyle değildir!”dedikten sonra köyden birini salık verdi. Yengem bu kez yüzünü ekşiterek:

Amannnnn, Allah iyi etsin! Sen konuş, Uzun Kamberciğim konuş. Ben şaka ediyorum! deyip kalktı, bize kabak getirdi. İsmet daha önce kabak sevdiğini söylemişti; yengem unutmamış. Önce İsmet’in sevdiğini bildiği için kabak pişirdiğini söyledi; sonra da:

Siz de şimdilik köylü sayılırsınız, köylerde başka ne bulunur ikram için? Kabak, mısır, süt, ayran! dedi. Ne düşündüyse ekledi:

Şimdilerde bir de pancar pekmezi çıktı. Ama ben pancar pekmezine ısınamadım, bana acımsı gibi geliyor. Herkese öyle mi bilmem ama ben sevmiyorum! dedi. İsmet, pancar ekmediklerini, onların pekmezleri üzümmüş. Kamber Amca pancarı savundu:

Yapmasını bilmiyopruz, pancardan yapılan şeker bildiğimiz şeker oluyor da pekmezi neden şeker gibi pekmez olmasın? Sanırım yakın zaman da onunda tılsımını bulup pekmezi seveceğimiz duruma getirecekler! Yengem bize verilip verilmediğini sorunca İsmet, “Sevmiyoruz ama yiyoruz” deyip güldü sonra da :

Biz, pekmezi içiyoruz da, bazı sabahları pekmez diye ılık bir tatlı su veriyorlar. Kokusundan anlıyoruz o da sulandırılmız pekmez! Ben saate bakınca Kamber Amcam:

Ne aceleniz var? az gecikseniz n'olur? deyince Bayrak Töreni’ndeki görevimi anımsattım, izin isteyip ayrıldık.

Dönüş yolu boyunca Kamber Amcamdan, yengemden başlayıp köylüleri konuştuk. Hepsi bir birini andırıyor. Kamber Amcan en uyanıklarından biri ama gene de köylü. Pekmezi yapamadıklarını düşünüyor ama iyi yapmak için bir öneri düşünmüyor. İsmet babasını örnekledi:

Babam da öyle, “Şu böyle olmuyor!”dediği bir şeyi öylece sürdüyor, bir zaman sonra gene aynı sözü tekrarlıyor, “Ben demiştim, bu böyle olmuyor. Örneğin köyün alt tarafındaki tarlada mısır olmuyor. Yıllardır denemiş ama gene mısır ekilme işi sürmüş. Geçen yıl babam aynı sözü gene söyledi:

Ben dedim, bu tarlanın gücü azalmış, burada mısır olmuyor! İsmet, gülerek ekledi “Oysa hangi tarlaya ne ekileceği mevsimi gelince babamdan sorulur”.

Törenden önce döndük. İsmet rahatladığını söyleyip dersliğe girdi. Ben, Asım Öğretmeni yokladım, gelmemiş, piyanonun başına oturdum. Kendi temrinlerimi tekrarladım. Tören vakti yaklaşınca akordiyonu hazırladım. Zil çalınca akordiyonla Asım Öğretmenin odasından çıkınca takılanlar oldu:

- Yeni Müzik Öğretmeni! Hasan Gülümse takıldı:

-Lütfen öğretmenim akordiyonununzu ben taşıyayım! Ben de:

-Ben, akordiyonunu kendi taşıyan öğretmenlerdenim! Arkamdan bir ses:

-Kıskanç, akordiyonu başkası öğrenmesin diye taşımaya bile vermiyor! Baktım, mandolin grubundan tanıdığım İlyas Özcan. İlyas bir ara keman da çalışmıştı. Onu, müzik seven biri olarak tanıdığımdan kızmadım. Müzik sevdiğine göre neden akordiyon çalışmak istemesin? Olaya gene de bir mim koydum; bir olanak bulursam, geçici de olsa akordiyonu ona vereceğim. .

Tören iyi geçti. Dönerken İlyas’a akordiyonu vermek istedim. Almadı. Söylediğini duymadığımı sandığından ilgisiz bir tavır takındı. Ben de üstelemedim.

Derslikte Rezzan Öğretmen-Selahattin Yücesöy ilişkisi düğüne dönüştürülmüş olarak sürdü. Selahattin Öğretmeni bizim okula getirip Asım Öğertmeni ortaokula yerleştirdiler. İlgilenmedim. Bir ara İsmet uyardı:

-Dayı senin saltanat sarsılıyor; Asım Öğretmen giderse işlerin bozulacak! Nedenini sordum. İsmet bir şeyler söyledi. Piyano çalamayacakmışım. Akordiyon benden alınacakmış. Güldüm; “Onlar zaten benim değil. Ancak benim akordiyonum duruyor. Onu benden kimse alamaz. Onu çalmamamı da kimse önleyemez. Okulun çalgıları okulundur. Ancak onlar parayla alınıyor, demirbaşa yazılmış. Sorumluları var, onlar onları her zaman koruyacaktır. Tarım binasındaki küretleri bile dilediği gibi kullanamayanlar akordiyon kullanacağını sanıyorsa çok bekler!”

İsmet’e kışkırtıcılık yaptığını söyleyenler oldu. Ben olayı biraz saptırarak törenden önceki olayı anlattım: “İsmet, o sözü kastederek konuştu, böyle düşünenler her tarafta var. Kıskançlık ya da özlem de dense insanların değişik düşünmeleri doğaldır. Ben okulun akordiyonunu almadım. Onu bana Asım Öğretmen verdi. Ancak okula akordiyon alınıncaya dek de benim akordiyonu öğretmen kullandı. Ali Önol hemen atıldı: “Senin akordiyonun var, sen onu çalsan da bir başkası okulun akordiyonunu çalsa daha iyi değil mi?” Ali Önol’a baktım: “Böyle soru soranlara bizim köyde bir söz söylenir, o da bir sorudur:

Senin anan güzel mi? Bunu sana sormayacağım. Seni tanımam, bana vereceğin yanıtın doğru olacağının kanıtı. Dinle bak:

Okul sana bir takım giysi verdi. Saklayıp saklayıp onu giyiniyorsun. Oysa daha sonra gelenler o giysileri alamadılar. Sen kendin bir giysi diktirip neden sırtındakileri onların birine vermiyorsun?” Birkaç kişi birden:

O, onunla bir mi? deyince bu defa başkaları, başta da Sami Akıncı olmak üzere gülüştüler. Mehmet Yücel:

O , onunla bir, hem de tastamam bir. Okulun öğretmeni arkadaşa akordiyonu teslim etmiş. Ona akordiyon veren öğretmen onun akordiyonu olduğunu biliyordu. Bile bile verdiğine göre demek bunda bir yanlış yok!

Yemek zili çalınca tartışmamız kesildi. Bizim masada gene öğretmenlerin evlenmelerinden söz edildi. Bu kez kestirdim attım:

“Yarım bilgilerle insanlar hakkında konuşulmaması gerekiğini, yarım bilgilerin her zaman yanlış olabileceğini. , yanlışlarınsa zamanla yalana döneceğini anlattım:

-Yukarı mahallede yalan söyler, aşağı mahallede kendi inanır. sözünü tekrarladım, Arkadaşlar önce güldüler sonra da tümüyle bana katıldılar. Öğretmenler üstüne söylenen sözlere katılmayacağız. Onlar bizi yetiştirmek için çırpınan insanlar. Ne yapacaklarını bilirler. Onlar bize örnek durumundalar. Köylerimizden daha iyi yetişmek üzere buraya gelmişiz. Oysa burada bizi yetiştirenlerin durumlarını eleştiriyoruz. Ben kendi köyümden, kendi akrabalarımdan bir olayı anımsayıp anlattım. Alpullu’dan Lüleburgaz’a geldiğimiz yıldı. Bir pazartesi günü köyden gelenleri görünce yanlarına gittim. Tam öğle paydosuydu. Beş altı kişiydiler. İçlerinden biri gidip insan sayısı kadar köfte- ekmek getirip paylaştırdı. Payını alan hemen yakındaki bankanın merdivenlerine çöküp köftelerini yemeğe başladıklar. Bankanın öğle tatili olduğu için ortalıkta kimse yoktu. Bana da köfte vermişlerdi. Ben merdivene oturmadım, onları da uyardım:

-Gelen olur, söz söylerler! kimse aldırmadı. Ben, az ilerideki akasyanın altına gittim. Az sonra bankanın bekçisi geldi, hakaret içerikli özlerle onlaru kovdu, üstelik yerlere atılmış gazete parçalarını da toplattı. Az sonra benim yanıma geldiklerinde dikkatle dinledim. Hiç birisi yanlış yaptığından söz etmedi. Hepsi banka bekçisinin haddini aştığı, kendilerine haksızlık ettiği, köylü oldukları için kendilerini küçük gördü türü sözler konuştular. Oranın bir banka, bankaya gelen insanların temizlik isteyebileceği ya da orasını o bekçinin her saat temiz tutmak zorunda olabileceğini düşünmediler. Köylü oldukları için küçük görülüyorlarmış. Bir de bana öğüt verdiler: “Bak sen de köyden çıkıyorsun, kestane kabuğu gibi olma(Kestane kabuğundn çıkmış, kabuğunu beğenmemiş)köylülerin haklarını koru!”gibi sözler söylediler. Bu olay beni çok etkiledi. O günden beri karşılaştığım olayların iki tarafına da bakmaya çalışıyorum. İşte bu olay da böyle bir şey. Ben öğrenciyim. Köyümde nasıl evlenildiğini tam bilmiyorum. Çok sevdiğim ablam babamı dinelmedi, kendi seçtiği birine kaçtı. Ama kaçtığı kişi çıplağın tekiymiş, iki yıl sonra ablacığı(Enişte asker olunca) ortada kalıyordu, babam aldı, kendi bahçemiz içine ev yapırıp, koruması altına aldı. Bunu üstüne bir de ikinci uzun askerlik başladı. Ablam şimdi çocuğu ile kaçtığı evde oldukça rahat. İşte bu bir evlilik. Köyde böylesi çok. Hem de çoğunun babaları babam gibi yapmıyor. Benim arkadaşım, adaşım davul zurna ile evlendirildi. Hem de köyün ağası sayılan bir varsılın güzel kızını aldı. 2 ay içinde kız geri kaçtı. Al işte bir evlilik daha. Böyle olaylar içinden gelen ben doğru evliliği nereden bileceğim? Eğer çok bilginseniz ne işiniz var bura? Evlilik yöntemlerini yanlış bulduğunuz insanlardan ne bekliyorsunuz?” Yusuf Asıl kahkahayla güldü. Bana dönerek: “Abi sen ne söylüyorsun, ben senin söyldiklerinden hiçbir şey anlamıyorum. İnan ki bemin bunların hiç birini düşünmüyorum!”Yusuf’a kısaca: “Düşünmeden konuşma. Sen düşünmeden konuşursun ama başkaları senin konuşmaların üstünde düşünür olumsuz sonuçlar çıkarıp üzülür!” Topluca bir: “Haklısın!” dediler.

Derslikte yarınki Türkçe dersini düşünüm. Sanırım Sabahat Öğretmen önce cumartesi günkü Müdür Beyin dersindeki Türkçe dersi üstüne konuşmaları dinleyecek. Sabahat Öğretmen de ilkokul öğretmeni olarak yetiştiğine göre Müdür Beyin kitabında yazanları bilir. Gerçi o kitap yeni çıkmış ama aynı konuları anlatan başka kitaplar da vardır. Ben gene de Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerindeki aruz kalıplarını gözden geçireceğim. Aruz kalıbında da hece ölçüsü gibi hecelere ayrılmış olsa da kimi heceler bildiğimiz gibi kendi başına seslenen türden değil. Örneğin, Yahya Kemal’in Mahurdan Gazeli’nde:

“Gördüm ol mehdüşüna bir şal atıp Lahurdan,
Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan”

Dizelerini aruz ölçüsüne uygularsak. Bildiğimiz hecelere ayırmayacağız. Çünkü aruz ölçüsünde hecelerin seslerine göre uzunluğu kısalığı ya da açık-kapalı oluşu önemli. O nedenle ilk hecede daha;

Gör-dü-mol-meh-dü-şü-ne- bir –şa-la-tıp-La-hur-dan

Gül-ya-nak-lar-üs-tü-ne-yaş-mak-tu-tun-muş-nur-dan olarak bölüştüreceğiz. Aruz ölçüsü için özel söz kalıpları bulunmuş. Bu kalıpların kendine göre adları var. Örneğin Failatun, mefailün, feilatun, failun sözleri bunlardan bir kaçı. Failatun kalıbında fa hecesi uzundur, i hecesi kısadır. la uzundur, tun hecesi uzundur. Daha doğrusu tüm kapalı heceler uzundur. Tun, tez, tin, tam, cam, sen, ben türü heceler uzun sayılır. Buna karşın sesli harflerin oluşturduğu hecelerle sonu açık heceler kısa sayılır. Ancak bunların bir bölümü bu kuralın dışında tutulur. Örneği a, ü harfları kimi sessiz harflerin önünde uzun hece oluşturur. Failatun sözünde de böyledir. fa uzun, i kısa, la uzun, tun uzundur. Bunu noktalarsan -. - - oluşur. bir çizgi, bir nokta iki çizgi failatun aruz kalıbının simgesidir. Yukarki dizeleri istersek failatun kalıbına göre noktalayabiliriz.

 

Gül ya nak lar üs tü ne yaş mak tu tun muş nur dan

- .  - - - .  - -  -  .  -  - -  -

Burada iki kural daha önümüze çıkıyor. Birincisi, açık hece olduğunu bile bile şair kimi zama n kapalıymış gibi kullanmaktadır. Örneğin yukardaki üstü(NE) böyledir. İkinci kural dışı kural da dize sonunda kalıp kısalılabilinir. Failatun, fa-lün ya da failün olur. Örn ekte böyle olmuştur.

Ben çalışırken Abdullah Erçetin geldi. Ne yaptığımı sordu. Anlattım. Önce öğrenmek istediğini söyledi. Başka bir şey demek istediğini anladım. Gene de sormadım. Sonunda: “Geçen günkü sözleri niçin söylemiş olduğunu, aslında o sözlerin onun olmadığını, onları Yakup Tanrıkulu’nun söylediğini, söyleyiş nedeninin de kızın kendisinden kaynaklandığuını çünkü kız kendisi açık açık Yakup’ u sevdiğini duyurunca Yakup yakın arkadaşlarına bu sözleri söyleyerek yan çiziyormuş. Kadir Pekgöz söz konusu kız için benim hemşerim Yakup gibi hımıllara tenezzül etmez!”deyince sözde Abdullah Yakup’un sözleri tekrarlamışmış. İçimden üzüldüm ama belli etmedim. Gülerek:

- Kedi eremediğç ete murdar, tilki eremediği üzüme koruk!”dermiş. Bunu herkes, herkes için söyler ama ben Yakup arkadaş için söylemiyorum. Ben onu çok severim, terbiyeli, bana şimdiye dek hiçbir zararı dokunmamıştır. Kadir’in hemşerisi benim de hemşerimdir. Üstelik ben ona değil o bana “Hemşerim!”diyerek yaklaşır. Kesinlikle söylüyorum, Yakup benim hemşerime böyle yakışıkız sözler söylememiştir. Yakup kendisini sevdiğini söyleyen bir kız için bunu söyleyecek kadar aptal olamaz. Öte yandan benim hem güzel hem de akıllı hemşerim sevse bile sevgisini saklar, saklaması gerektiğini düşünür. O sözleri hangi aptal söylemişse o dangalak Yakup gibi hemşerimi de tanıyamamış, ikisinden de uzak duran bir sinsi, fitneliği marifet sanan huysuzun biridir!”dedim. .

Yat ziline oldukça zaman vardı, şiir defterimi açıp Faruk Nafiz Çmlıbel’in Çoban Çeşmes, şiirinden dört dize yazdım:

 

“Ne şair yaş döker ne aşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdaslar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sağa bir sola Çoban çeşmesi. ”
 

Hece ölçüsüyle yazıldığı için her sözcük hecelere ayrılarak kolayca kaç heceli olduğu bulunur. Örneğin: Ne-şa-ir-yaş-dö-ker-ne-a-şık-ağ-lar dizesi 11 hecelidir. Hece ölçüsüne göre yazılan şiirlerde tüm dizeler bir birine eşit olurBu nedenle bir dizesini saydığımız Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi şiiri 11 heceli, diyebiliriz. Hece ölçülerinde bir de durak olayı vardır. Örneğin yukardaki örnekte durak 6+5 olarak gider. Ne şair yaş döker, 6-ne aşık ağlar, 5 gibi.

Çalışmamı izleyen Abdullah:

- Bunların hiç birini bilmiyorum; sen bunları nasıl öğrendin? diye sordu. İsmail Habib’in Lise 1. Sınıf Edebiyat kitabıyla, Agah Sırrı’nın Tanzimat’a kadar Edebiyat Tarihi Dersleri kitaplarını gösterdim. Abdullah bunları ne zaman aldığımı sordu. İsmail Habib’inkini Hasanoğlan’dayken ötekini de geçen yaz aldığımı söyleyince iiyice şaşırdıO şaşıra dursun, daha Hasanoğlan'da kaldığımız yıl Sami Akıncı'nın arkadaş olduğu Hasanoğlan köyünden bir lise öğrencisini ben de tanımıştım. Sami Akıncı'nın önerisiyle o arkadaş, bana da lise kitaplarını sınıf geçen arkadaşlarından birer ikişer toplayarak getirmişti. İşte o günlerden bu yana ben ara arada olsa o kitapları okuyarak bilgimi arttırmaya çalışıyorum. Abdullah oldukça şaşırdı, ya da öyle bir tavır takındıZaman zaman alıp onun da alıp çalışabileceğini söyleyince çok sevindi ama ayrılırken almayı düşünmedi sanırım kalkıp gitti.

Abdullah başka niyetle geldi ama bana yararlı oldu. Bildiklerimin çoğunun bilmediğini öğren mek beni rahatlattı, çalışma hevesim daha da arttı. Röslein üstüne söylenenlerin de yalan dolan sözler olduğu kanımı güçlendirdi.

Yatınca oldukça rahattım. Dersleri hazırlamak her türlü istekten daha önemli. Röslein birden gerilere itildi. Abdullah’la konuşurken savundum ama, onun söyledikleri de doğru olabilirdi. Belki de bir başka olay içinde benzer doğrular olacaktır. Ben nasıl gizli tutuyorsam, o da içindekini gizli tutabilir. Bir gün açıklanınca tek yanlı olarak derinliğine üzülmektense bugün kendi kendimi durdurup ona üzülmem daha yararıma olur!

 

22 Şubat 1943 Pazartesi.

 

Akşam oldukça rahatlamış olarak uyumuştum. Zil sesiyle uyanınca ilk aklıma gelen Sabahat Öğretmenin söz verdiği şiiri getirip getirmeyeceği oldu. “Aldım Rakofça kırlarının hür havasını-Duydum Akıncı cedlerimin ihtirasını! !”Rakofça denilen yeri haritada neden bulamıyorum? Çok mu küçük bir yer? Fahri Tosili Öğretmenin yerini ta Karadeniz’in Kafkasya kıyılarında buldum da Yahya Kemal Beyatlı’nın memleketini bulamıyorum. Üstelik İskender Bey Üsküp’ü anlatırken oralarda olduğunu da söylemişti.

Uzun zamandan beri Namık Öğretmen geldi yatanlara takıldı:

- Okulun Gediklileri, dedi. Gedikli askerlikteki çavuşlar olduğunu biliyoruz ama bunu Namık Öğretmenin bizim arkadaşlara demesini önce anlayamadık. Namık Öğretmen açıkladı. Gedikli sözünün anlamı, bir yerde en çok kalan anlamı taşıyormuş. Bizim sınıf okulun en eski öğrencileri olduğu için öyle söylemiş. Gülerek: Gedikli dediğim için üzülmeyin bu okulda ben sizden daha gedikliyim, bunu unutmayın, siz geldiğinizde ben vardım!”deyip güldü.

Namık Öğretmenin sözleri bize çok hoş geliyor. Eski öğretmenlerimizden salt o kaldığı için değil bu, onun kendi iyiliğinden ileri geliyor. Hasanoğlanda da öyleydi. Bizi oraya ısındıranların başında onu saydık. Burada da öyle. ;

çok çalıştırmasına, işbaşında zaman zaman paylamasına karşın tüm öğrenciler onu sevmektedir

Derslikte Namık Öğretmenin kültür derslerine gelmesini isteyenler oldu. Halil Basutçu:

Hangi derse gelse yakışır! deyince şakalaşma başladı. Derslerin durumuna göre yakışan öğretmen seçmek. . . Her kafadan bir değil birkaç ses çıkmaya başladı. Kimisi sevmediği derse sevimsizleri yakıştırdı kimisi de kendisine zor gelen derse güzel bayanları seçmeye kalkıştı. Sefer Tunca başka türlü düşünmüş:

Onları bırakın da kendinizi sorgulayın, hangi derse yakışacaksınız? deyince başta Hilmi Altınsoy önce bir , “Anaaaa!”çekti. “ Şimdi bunun sırasımydı?” dedikten sonra kendisini bir derste değil derslikte bile düşünemediğini söyledi. Kahvaltı zili çalınca: “Ben de, ben de, ben de!”sesleri arasında kahvaltıya gittik. Havanın soğuduğunun ayırdına vardık. Oldukça soğuk, dişlerini tıkırdatanlar oldu. Kar yağar mı soruları soruldu. Çaylar sıcaktı, perynir vardı. Çay-peynir kahvaltıda sızlanmaları kesiyor. Gerçekte çayın çay olduğunu kanıtlamak zor. Babamın söylediğine göre(Kırk yıllık kahveci-çaycı. ) gerçek kahve bulmak çok zor olduğu gibi gerçek çayı bulmak da zorlaştı diyor. Bu nedenle bizim çayların nasıl çay olabileceğini kestirmek zor. Ama biz, renkli, tatlı özellikle de sıcak olunca ötesini aramıyoruz. Masa arkadaşları içinde 11 Recep Kocaman en sessizimiz. Bu sabah iyice suskun. Rahatsız olup olmadığı soruldu. Müdür Beyin dersini düşünüyormuşİsmet’le ikisi Matematik dersini anlatacakmış ama İsmet hiçbir hazırlığa katılmamış. Rercep konuşunca herkes sustu. “Matematik dersi nasıl yapılır?” Salih Baydemir kestirip attı:

Ondan kolay ne var? Yazarsın tahtaya birkaç sayı, sorarsın çocuklara, uğraşır dururlar akşama kadar! Arkadaşlar örnek istedi Salih söylerken rahat söyledi ama tahtada yapılabilecek gibi bir matematik sorusu düzenleyemedi. Bu kez de kendisine kendisi güldü:

Oğlum Salih öğretmenlik sesnin neyine, git babanın yanında çalış, kerpiç binalara, söğüt, kavak gibi yumuşak ağaçlardan çatılar yap, Muratlılı Salih Usta olarak yaşa! dedi. Arkadaşlar hep güldüler. Salih Baydemir böylece kendine bir ad yakıştırmıştı: “Muratlılı Salih Usta!”

Derslikte Yusuf Salih’e:

-Muratlılı Salih Usta! diye bağırınca herkes Salih’in kızmasını beklerken Salih’in kahkahalarla güldüğünü görünce bakıştılar!

İlk dersimiz matematik. Recep Kocaman’a öneride bulundum: “Dersimiz zaten matematik, kalk; anlatacaklarını bize anlat. Eklenecekler eklensin, Müdür Beyin dersinde de Müdür Beyin söylediklerini ekleriz. !”Sami Akıncı da beni destekledi. İsmet, Recep’le çalışmamış ama kendisi birşeyler toplamış, o da bize katıldı. Recep:

-Arkadaşlar dinlerse kalkarım! deyince herkes sustu. Sustu ama:

-Hadi başla öğretmenim, ya da Recep Bey ilk dersini veriyor! türü takılmalar oldu. Recep Kocaman tahtaya şekiller çizdi. Şekillerin altlarına sayılar koydu. Bir başka tarafa gene şekiller çizdi. Onların altınaı boş bıraktı. Bu kez de yaptıklarının anlamlarını açıkladı. Bundan sonra çocuklara sorular sorarak yeni bilgiler ortaya çıkacağını savundu. Arkadaşlar sorular sordular. Giderek iş cıvır gibi oldu. Bu kez de İsmet kalktı. İsmet doğrudan sayı saydırarak ders yapacağını söyledi. Sami Akıncı İsmet’e: “Hiç dik üçgen bilmeyen çocuklara dik üçgeni anlatmasını önerdi. İsmet bu konudan hazırlıksız olmasına karşın inadına direterek dik üçgeni bize anlatır gibi anlattı, örnekler verdi, prablemler anımsattı. Biraz kargaşalı oldu ama gene de ders saati yararlı geçti. Sabahat Öğretmen geldiğinde İsmet tahta başındaydı. Öğretmen olayı anlatınca Sabahat Öğretmen tüm sınıfı kutladı:

- Boş derslerinizi böyle değerlendirin. İlk bakışta anlamsız gibi gelir ama derslikte konuşma alışkanlığınız artar! dedi. Öğretmen bana baktı: “Nihayet senin şiiri getirdim. Getirdim ama kitabı bırakamayacağım, öbür sınıflara okuyacağım şiirler var, sen yazıver!”dedi. Kitabı alıp hemen yazmaya başladım. Bir bakımdan da öğretmeni izledim. Hazırladığım ödevlerle ilgili soru çıkarsa durumdan yararlanmayı düşündüm. Öğretmen, aruz ölçülerine göre şiir yazanlardan biri de İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy!”deyip onun kalın bir kitabını açtı. Öğretmen şiir okumaya başlayınca yazmamı sürdürdüm.

 

Açık Deniz
 
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,
Her lahza, bir alev gibi, hasretti duyduğum;
Kalbimde vardı Bayron’u bed-baht eden melal!
Gezdin o şaşta dağları, hülyam içinde, lal…
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını;
Her yaz, şimale doğru, asırlarca, bir koşu…
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultusu.
Mağlupken ordu, yaslı duruken bütün vatan,
Rüyama girdi, her gece, bir fatihane zan.
Hicretlerin bakiyyesi, hicranlı duygular…
Mahzun hudutların ötesinden akan sular
 
Ruhumda hep aynı zanla beraber çağıldadı;
Bildim, nedir, ufuktaki sonsuzluğun tadı.
Bir gün dedim ki: ”İstemem artık ne yer, ne yar!”. .
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar.
Gittim o son diyara ki ser-haddidir yerin,
Hala dilimdedir tuzu, engin denizlerin.
Garbın ucunda, son kıyıdan, en gürültülü
Bir med zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü;
Gördüm, deniz dedikleeri bin başlı ejderi;
Gördüm…güzel vücudunu zümrütleyen deri,
Keskin bir ürperişle kımıldandı an-be-an
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan:
Sonsuz ufuktan, ah, o coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken, vapur ne varsa kaçmıştı limanlara;
Yalnız onundu koskoca meyden ve manzara!
Yalnız o kalmıştı ortada, asi ve bağrı hun. .
Bin mağra ağzı açmış ulurken uzun uzun…
Sezdim, bir aşina gibi, heybetli hüznünü.
Ruhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvanı dinledim ezeli muztarip deniz…
Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz.
Dindirmez, anladım, bunu hiçbir güzel kıyı,
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu uykuyu….

 

Yahya Kemal Beyatlı

 

Şiiri bitirince başımı kaldırdım. Öğretmen bana: “Sen şiirini yazdın ama bunları dinleyemedin. Biz bu arada güzel şeyler konuştuk: dedi. Oysa ben konuştuklarını dikkatle dinlemiştim. Okudukları hiç de güzel şeyler değildi . Nedense öğretmen: “ Güzel şeyler!” dedi.

Okudukları Mehmet Akif Ersoy’un Safahat kitabından, birinci şiir bizim sokakları anlatıyor:

 

Sokak deyin mesela…Şimdi baktığım lügate
Müracaat yine lazım mı? Lazım elbette.
Evet, o bir helezondur, ki kutru altı karış.
Ya tülü? Bilmiyorum, her ne söylesem ya nlış.
Muvaffak olmanın imkanı yok ki tahmine:
Biraz gidip dalıyor haydi evlerin birine!
…………………………………………
…………………………………………
Ne var mı? Ağızını açmış ki bir yaman uçurum,
Dalarsa”cub” diye insan, çıkar mı bilmiyorum?
Uzak dolaş! İyi, lakin, alındı bir tümsek;
Ne atlıyanda kalır diz, ne tırmananda bilek!
…………………………………………….
…………………………………………….
Vasiyyetin size: ey zıplayıp geçen ahlaf,
Sakın şu kümbed-i feyyazı etmeyin israf.
Günün birinde bataklık aşarsa köprümden,
Emin olun size lazımdır öyle bir maden….

 

Batı’da Sokak
 
Sokakdedikleri neymiş? Feza-yı bipayan,
Ki tayy edilmesinin yoktur ihtimali yayan.
Demek vesait-inakliyye nemı tahtında,
Havada, yerde, yerin çok zamanlar altında
Uçup duran o havarik bir ihtiyac-ı şedid.
Piyade harcı mı, haşa, bu imntidad-ı medid!
Bakın nasıl Da mücella ki: ferş-nevvarı
Zemine indiriyor gökyüzünden envarı!
Bu imtidadı nazar şöyle dursun istiab,
Öbür kenara geçerken düşer kalır bi-tab!
Şu var ki: düştüğü yerden çmurlanıp kalkmaz…
Çamur bu beldede adet değil ne kış, ne de yaz.
Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;
Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine!
Meraak edip soruverdim, ”Bırakmayız!”dediler.
Bırakmayın , güzel amma yağar durursa eğer?
“Bırakmayız” sözü aynen tekerrür etmez mi?
Evet, bu sözde nümayan heriflerin azmi.
Bizim diyara biraz kar düşsünce zor kalkar.
Mahalle halkı nihayet kalırsa pek muztar,
“Lodos duasına çıkmak gerek”denir çıkılır.
Cenab-ı Hak da lodos gönderir, faklat bıkılır.
…………………………………………….
……………………………………………
Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası
Bakıp da bir titiz insan demiş ki:
Kahır olası!
Nedir o gömleğinin hali, yok mu bir yuıkamak
-Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak!
-Su kıtlığında değilsin ya…Hey müseyyep adam,
İkinci defa yıkarsın. .
Fakiriniz yapamam:
Cenab- Hak bizi muttasıl gömlek
Sabunlayın, diye göndermemiş bulunsa gerek!
Hikaye bizleri te’yide en güzel düstur
Süpürge sohbeti bitmez ki: bahs-i dür-a-dur.
Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de
 

Mehmet Akif Ersoy

 

 

Bizdeki Oteller.
 
Kütükte mahlası han, sinni la-ekal ytmiş!
Zavallı ahir-i ömründe irtidada etmiş;
Şu var ki mi-desi ilhadı etmemiş temsil!
Ne Müslüman, ne Frenk, öyle bir vücud-ı sefil.
Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın belinde çamur,
Eteklerinden inerken kabuk tutar yağmur!
…………………………………………….
……………………………………………
Kadife haline geçmiş patiskadan yastı….
Ne istihale geçirmiş hisap edin artık.
Benek benek yayılıp kehle intibaatı!
Benekli basmaya dönmüş o çarşiafın suratı
Kırık sürahide bekler yosunlu bir mayi’
Ki derd-cu’a gelir üç yemek kadar nafi’
Bir ekmeğin yeri dolmazmış olmadan iki su;
Bunun beş ekmek olur blki bir kadeh dolusu. .
 

Mehmet Akif Ersoy

 

 

Batı’da Oteller
 
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma’mur,
Adam girer de yatarmış içinde mest-i huzur.
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…
Nasib oluersa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahar,
Dışarda leyle-i yelda, içerde nısf-ı nehar,
Hayat-ı nurunu temdid edip her avize,
Fezada nesc ediyor bir sabah-ı pakize
Havayı kızdırarak hissolunmayan bir ocak,
Ilık ılk geziyor her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki olmamış otyalıkta gezinen.
Ne kehle var o mübaret döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i’tibara göre!
Unuttum ismini…bi sırnaşık böcek vardı…
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peyda olurdu çokça iti…
Bilirsiniz a canım. . neydi? neydi? tahtabiti!
O hemşerim sanırım, çok inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rastgelirdim ya!
 
Bizde Şimendifer
 
Şimendifwer deyiniz… Buldum işte örneğini:
Üşenmeden çevirip nazenin tekerleğini,
-Yakınsa bindiğiniz noktadan eğer jkasaba-
Kader müsaade ettikçe işliyen araba.
Samatya lordu müfettiş, Tatavla kontu müdir,
Zavallı milletin efradı orta yerde esir!
“Bilet mahalli”midir ism, pek de bilmiyorum,
Basık tavanlı rutubetli, isli bir bodrum,
Ayakta esneyen avare yolcularla dolu,
Biletçi nerde mi? Kumpanyanın o nazlı kulu
Vera-yı perdeden etmez ki halka doğru nigah!
Ne var telaş edecek? Beklesin ibad-ullah!
Açıldı pertde nihayet şu var ki cendereye
Kısılmak istemiyorsan sokulma pencereye!
İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba…. .
 
Batı’da Şimendifer
 
Şimendifer de meğer başka türlü bir şeymiş;
Hemen binip uçuyorsun…Aman bayıldığım iş!
Mesafe kaydı, mekan kaydı bilmiyor insan;
Dadikanın boyu: saat, Ne ihtisar-ı zaman!
Evet kucaklıyor, ed-adı berk olup na-gah,
Haritanın üzerinden nasıl geçerse nigah!
Şehirlerin yapışık sanki hepsi birbirine:
Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne
Düşer ya”tık”diye herhalde mevkifin damına
Ya şehrin ismi olan levhanın gelir camına!
Düdük sedasına hasret kalır işitmezsin…
Bizimki durduğu yerden öter duru, miskin!
Kavurma zenbili yüklenmek i-tiyadı da yok. .
Nedi kağıttaki peynir mi? Açma koynuna sok…
Lokanta keyfine amade, istedikçe yanaş…
Lisan da istemiyor: bir işaret et, anlaş.
Yok öyle heybeye dirsek veripımızganmak;
Yataksa emre müheyya içerde. . hem de ne yatak!
Uzandığın gibi, dünyadan insila ederek,
Dolaş semaları artık düşünde yelpeleyerek!

 

Mehmet Akif Ersoy

 

Zil çalınca Sabahat Öğretmen kapıya doğru yöneldi, az durdu:

-Ya çocuklar, bunları Mehmet Akif söylüyorİstiklal Marşı’mızı yazan şair bunları da görmüş, halkımızı uyarmış. Başka yazarlarımız, şiirlerimiz de bunları çok yazmışlar. Bunlar geçmişte ne denli geri kaldığımızın belgeleridir Bunları dikkatle okumamız gerekmektedir. ”Devam edeceğiz!” deyip çıktı.

Arkadaşların bizim otelleri, trenleri bir birine anlatmaları oldukça ilginçti. Herkes yeni duymuş gibi birbirin tekrarlıyordu. Öğretmen geri gelince herkes sustu. Öğretmen bu kez bir başka kitabı açt: Mehmet Akif Ersoy’un 1873-1936 arasında yaşadığını ondan önce 1822-1880 yılları arasında yaşamış bir başka şairimiz de bakın ne demiş!”dedikten sonra Ziya Pağa’dan söz etti, Namık Kemal’in arkadaşı olduğunu söyledi. Bir başka gün Namık Kemal’le arkadaşı Ziya Paşa’dan gene söz ederiz. Bugün ben Mehmet Akif Ersoy’un sözlerinin çok önemli bir konuya değindiğini anlatmak Ziya Paşa'nın dahas önce aynı konulara değindiğini anlatmak için kısa bir şiirini okuyacağım dedi.

 

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü islamı bütün viraneler gördüm.
Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yi Bab-ali’de
Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm
Huzur-i guşe-yi mey-haneyi brn görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbalar ve işret-haneler gördüm
Cıhan namındaki bir maktel-i ama yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice salh-haneler gördüm
Ziya değmez humarı keyfine mey-hane-yi dehrin
Bu işret-gehte ben çok durmadım amma neler gördüm

 

Ziya Paşa

 

Öğretmen şiirin dizelerini sözcüklerin yerine başka sözcükler koyarak açıkladı. Zaten başlangıçta dikkatimizi çekmişti. Şiir, Osmanlı İmparatorluğunu yönetenleri eleştiren küçümseyen bir şiir. Ancak girişi Mehmet Akif’i destekler durumda olduğu için anımsadık. 1860 yıllarında nasıl bir anlayış bir düzen varsa o düzen 1910-1915 yıllarına dek öylece gelmiş.

İsmet’in aklında kalmış:

“Ne var mı? Ağzını açmış ki bir yaman uçurum

Dalarsa”Cub” diye insan, çıkar mı bilmem?” diye tekrarlayınca öğretmen güldü. Hepimize baktı. Sami Akıncı da:

 

”Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;
Bıcık bıcık olacakken tıkır tıkırdı yine!

 

Öğretmen gülümserken bu kez de tek dizeler sıralanmaya başladı:

“Meğer oteller olurmuş, saraylar kadar mamur”

“Ayakta esneyen avare yolcularla dolu”

“İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba!”

“Bilirsiniz a canım…Neydi? Neydi? Tahtabiti! denince “Tahtakurusunu kim bilmez!”deyiverdi birisi. Öğretmen bu kez kahkahayla güldü. Öğretmen gülerken konuşanlar oldu. Bu kez de öğretmen sordu: “Yataklarınızda tahtakurusu oluyor mu? Yazın olduğu söylendi.

Öğretmen kitaptan sayfa çevirdi:

-Asım’dan! Dedikten sonra kısaca açıklama yaptı. Arkasında:

 

Ağlasın milletin evladı da bangır bangır,
Durma hürriyeti aldık diye sen türkü çağır
Zulmü alkışlayamam, zalimi aslaa sevbemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım…
-Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardında zagarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçi yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırım;
Çiğnerim. çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu,
İrticaın şu sizin lehçede manası bu mu?
………………………………….
……………………………………
Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen
Bu rezaletler beni meyus ediyor, atiden
Hale baktıkça adam kahr olur, elde değil
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?

 

Mehmet Akif Ersoy

Öğretmen şiiri okuduktan sonra anlayıp anlamadığımızı sordu. Bu şiiri daha önce okuduğumuzu anımsatınca Sabahat Öğretmen:

Biliyorum, biliyorum. Bu şiirler çok yıllar önce yazılmış ama bunlardan habersiz insanlar var. Biz bunları sık sık okuyup duyuralım ki, bilmeyenler bilsin , duymayanlar duysun. Şiirler yüz yıllar sonra bile okunan doğrulardır. Bundan sonra öğretmen, Mehmet Akif’in konuşma dilini esas alıp şiir yazdığını daha doğrusu fikirlerini şiirle yaymaya çalıştığını anlattı. Elindeki kitabı göstererek tamamının altı kitap olduğunu tekrarladı. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’na ayrı bir önem verdiğini, onu kendi eseri değil Türk Ulusunun eseri saydığından kitaplarına almadığını söyledikten sonra İstiklal Marşı dizeleri üstünde çalışarak Mehmet Akif’in orada kullandığı aruz kalıbını bulmamızı istedi. Öğretmen ayrılırken bana baktı: Yazdığın şiirin anlatmak istediğini düşün gelecek derste onu da konuşalım!”deyip ayrıldı. Öğretmen azıcık geç çıkmıştı koşarak Müdür Beye gittim. Müdür Beyin odasında yabancılar vardı, eliyle “Geliyorum işareti verdi. Biraz geç olarak geldi. Gelenler üç İlköretim Müfettişiymiş, Milli Eğitim Bakanlığının buyruğuna uyarak okulla ilişki kurmaya gelmişler. Bu yıl okulu bitirecek öğretmen sayısını öğrenip olası atamalar için köy saptamaya başlayacaklarmış. İlk atamaların başarılı olması için iyi seçim yapılıp hazırlıklara balşlanacakmış. Müdür Bey: “Ya işte, gördünüz mü? Devlet çarkı dönmeye başladı; bir gün sizi de alıp döndürmeye başlayacak!”dedi. Önce kendi köyüne gitmek isteyenleri sordu. Kendi köyüne gitmek isteyenler parmak kaldırınca; bu kez Müdür Bey: “Bu konu bana göre çok önemli sırayla konuşalım, bakalım neler çıkacak?” diye sordu. Son numaradan başladı. 79 Ahmet Güner, köyünü çok sevdiğini, ayrılmak istemediğini, köylüleriyle iyi anlaştığını, orada çalışırsa daha başarılı olacağına inandığını söyledi. Müdür Bey Ahmet Güner’in düşüncesini, kararını çok beğendi: Kendisinin de elinden gelen yardımı yapacağını, onu köyüne atamaya çalışacağını söyledi. 78 Hüsnü Yalçın kalktı, bir süre sustu: “Hiçbir köyü bilmiyorum, neyi seçeceğimi de düşünemiyorum!”deyince Müdür Bey duraksadı; bir şey söyleyecek gibi baktı ama söylemedi 77 Emrullah’a baktı. Emrullah da aynı sözleri söyleyince Müdür Bey sinirlendi:

-Sizin için ayı bir yasa gelecek değil, anladık buralı değilsiniz ama buralı olmak üzere gelmişsiniz. Geri gitmek niyetiniz varsa o başka; gidebilirsiniz. Şayet gitmeyecekseniz, sizin bir yere atanmanızı bizden isteyecekler. İşte bu yerler için gönül rızası ile iş olsun isteniyor. Ben sizin adınızı çizip geçeyim mi? Beş yıldır buradasınız, merak edip hiç mi bir yere gitmediniz?” dedi. Emrullah’a oturmasını söyledi. 76 Arif Kalkan kendi köyünü istediğini ancak köylerinde öğretmenlerin tam olduğunu, bu nedenle kararsız durumda bulunduğunu söyleyince Müdür Bey: “İşte bunlar için konuşuyoruz. Müfettişler köyleri geziyorlar. Onlar, nerede hangi öğretmen kaç yıllıktır, hangi öğretmen ayrılmak istiyor? bunları bilirler. Senin gibi olanların isteklerini dikkate alacaklar. İşte bu yerleşme-yerleştirme işi için şimdiden hazırlığa başlamışlar. . Merak etmeyin, böyle durumlarda size hep yardımcı olacağız. !”75 Yakup Tanrıkulu da Arif’e benzer sözler söyleyince Müdür Bey: “Sözlerim, senin için de geçerli!”deyip 74 Mehmet Başaran’ı okudu. Arkadaşın revirde olduğunu söylediler. Müdür Bey birden Mehmet Başaran’ı anımsayamadı. Sırasını göstererek eliyle boy ölçüsü vererek: “Şu küçük Mehmet mi?” dedi. onra da: “Onun önemli bir rahatsızlığı var mı?” diye sordu. Sami Akıncı : “Bedensel zayıflıktan!”deyince: “Bedensel zayıf olmayan kaç kişi var içinizde? Her bedensel zayıf reviri mesken tutarsa ne olacak sonra bu işin sonu?” deyip 73 Kadir Pekgöz’e sordu. Kadir de Arif Kalkan gibi köyünün büyük olduğundan her sınıfın öğretmeni bulunduğundan söz edince Müdür Bey güldü: “Senin haberin yok, biz öğretmenin birini oradan aldık, yerine yeni bir atama yapılmadı. Hadi hadi, seni oraya gönderelim!”deyip 72 Hüseyin Orhan’a geçti. Müdür Bey önce arkadaşın adına takıldı: “Soyadın Orhan mı? diye sordu. Arkadaş öyle olduğunu söyleyince de: “Orhan , benim bildiğim insanların çok kullandığı bir addır. Orhun falan diye soyadları var ama Orhan pek duymadım!”Zil çalınca Müdür Bey gülerek: “Zili duydum. “deyip kalktı. Gene Hüsnü Yalçın’la Emrullah’a:

“Çaresiz size de birer köy bulacağız, sizi açıkta bırakmayacağız. Ancak siz gene de arkadaşlarınızla konuşun, gönlünüzce olmasa bile “Ehvenişer!” kabilinden bir seçim yapılmış olur!”diyerek gitti.

Müdür Beyden sonra derslikte Hüsnü Yalçın’la Emrullah’a köy seçimi şakaları başladı. Ben çok ciddi olarak Hüsnü Yalçın’a komşu köyümüz olan Kumrular köyünü önerdım. Bizim köye bir, bir buçuk saat, dedim. Biiileri bunu şaka olarak algılamış, bunun arkasından Emruyllah’a da Hindiler köyü önerileci düşünülmüş. Kesinlikle karşı çıktım, Kumrular Köyü olduğunu kanıtladım. Kanıtladım ama gene de Hindiler Köyü sözü ortalığa çıktı.

Yemekte yemekten çok gidilecek köyler konuşuldu. Kadir Pekgöz arkamasadan bana seslendi: -Kendi köyünü seç, komşuluğumuz sürsün! dedi. Konuşmayı duyan öteki sınıflar yeni bir duyum sayıp soru üstüne soru yönelttiler.

Marangozluk atölyesinde yeni bir işe başladık. Arkalıksız sandalye. Bizim kahvede var, dört ayak üstüne hazır örülmüş, insanlar oturuyor. Bizimkiler de onlara benzeyecek ama üstler tahta olacak. Planını Talat Ayhan Öğretmen çizdi. Önce Resim Odası için 40 adet yapılacak. Kullanılma durumu iyi sonuç verirse ilerde yemekhane için düşünülecekmiş. İlk 40 adet çam olarak denenecek. İlerde gürgen düşünülecekmiş. Talat Ayhan Öğretmenle bir süre çalıştık. Ayakların köşeleri kırık mı olsun köşeli mi? tartışması oldukça uzun sürdü. İki ayrı örnek yapılmasını ben önerdim. Öyle yaptık. Talat Öğretmen tabure demiyor, bizim de arkalıksız sandalye dememizi istedi. Taburelerin ayrı bir özel şekli varmış, onlar genelde üç ayak üstüne olurmuş. Sacayağı biçiminde. Öğretmen sacayağının ne olduğunu sordu. Yusuf Asıl bilemedi. Sanırım maşa ile karışırdı:

Ateş utma demiri, gibi birşeler söyledi. Öğretmen bu kez de sacı sordu. Sacı da doğru bilemediler. Güldüm, öğretmen bana : “

Anlat bu çocuklara, annelerine hiç yardım etmemişler! dedi. Tezgah üstünde kağıt vardı, çizerek anlattım.

Paydosta Asım Öğretmenin odasında birlikte çalıştık. Onun çalıştığı parçayı da çaldım. Beğendi ama sol elimde düzeltme yaptı. Sol el için ayrı parça verdi.

Derslikte bir süre köy seçim tartışması yapıldı. Müdür Beyin söyledikleri unutularak herkes kendi kendine köy seçip yakın arkadaşlarını da yakınlarına getirme düşü kurdu. Dinlediğim kadarıyla ben açıkta kalmış gibiydim. İsmet bile bir ara: “Dayı sen kendi köyüne gelirsen bir yakın sayılırız, gelip gideriz!”dedi. Bu duruma aldırmamaya çalıştım ama gene de içimden üzüldüm. Demek ben arkadaşlar tarfından sevilmiyorum. Bir süre bunu düşündüm. Bunun sorumlusu salt ben miyim yoksa başka dedenler mi var? Sonunda çok çalıştığımı, çalışmamın sonucu bir çok konuda ayrıklar otaya çıktığımı, bunun çalışmayan arkadaşlarca doğal olarak iyi karşılanmayacağını; . ayrıca bir çoğundan güçlü olduğumu, kimi olaylarda sorunları güçle önleyip çözdüğümü, bunun sonucu olarak da bir çoğunun bana hınçlı kalabileceğini düşündüm.

Açtım şiiri, Açık Deniz’i okudum. Sabahat Öğretmen bunu anlatmamı isteyecek. Bir kaç kez okuduktan sonra anlatacak kadar anladığımı sanarak not aldım. Şair, çocukluğunun geçtiği yöreyi düşünüp konuya oradan girmiş. Oralarda çok özgürce dolaşırken geçmiş devirlerde oralardan Batı’ya savaşa, hem de yenmeye giden atalarını düşlemiş. Ancak onları düşlerken içinde bulunduğu günlerde tüm vatan yaslıymış, çünkü düşmana yenişmişmiş. Yıllar sonra Batı’ya gitmiş. Batı dediği yerler Avrupa’nın Atlas Okyanusu kıyıları. Oralarda denizin alçalışı, yükselişi oluyormuş. Med-cezir. İşte böyle bir zamanda bulunmuş, korkunç dalgalar karşısında canlıların kaçışını görmüş. Denizin heybetini kendi geçmişi ile karşılaştırmış bir benzerlik kurmuş. Denizin coşup etrafını yıkıp yötürmesini bir eski öfke nedeniyle yaptığını söyleyerek:

“Sezdim, bir aşına gibi heybetli hüznünü,
Ruhunla karşı karşıya kaldım o med günü
Şekvanı dinledim ezeli muztarib deniz
Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz
Dindirmez anladım, bunu hiçbir güzel kıyı,
Bir bitmeyen susuzluğa berzer bu ağrıyı!”

Diyerek kendi duygularını da anlatmış oluyor. Şiiri çok sevdim, ezberlemeye başladım.

Yatınca gene arkadaşların yakın köyler seçmesine takıldım. Buna karşın Röslein’ın: “Sık sık köylerimiz yakın, işbirliği yapacağız gibi sözler söylemesini anımsayıp sevindim: ”Benimle işbirliği yapmak isteyenler de bulunur!”deyip gözlerimi kapadım. Uyudum uyumadım gibi oldu üzüntüyle uyandım. Ali Ağabeyim atla bizim okula gelmiş. Kınalı dediğimiz al atla. At, okulun ön bahçesinde tepeye doğru asfalt kenarında duruyor. Öğrencilerden bazıları gelip atı soruyor. Adı ne, yaşı kaç? Topluca öğretmenler geliyor. Öğretmenlerin burada at tutmamı hoş görmeyeceklerini bildiğim için inandırıcı yanıt arıyorum. Öğretmenler hiç ilgilenmeden geçip gitti. . Müdür Beyin eşi Leman Öğretmen çocuklarıyla geçerken küçük kızı atın kuyruğunu tuttu. . Leman Öğretmen kızını korkutmak için atın tekma atacağını söyleyince ben, atın çok uslu olduğunu, tekme atmadığını söylemeye çalıştım ama Leman Öğretmen beni dinlemedi bile kızının kolundan tuttuğu gibi uzaklara savurdu. Derken Röslein geldi, gülümseyer: “Hiç ata binmedim ama buna binebilirim!”deyip dur sus dinlemeden ata atladı. Nasıl olduysa birden bizim köyün Babaeski tarafına giden tepelerin üstüne çıktık. Onların köyüne bu yoldan gidildiğini anlatmaya çalışıyorum ama Röslein beni hiç dinlemedi. Tepenin en üstünde bizim büyük tarlanın yanına çıkınca Röslein’e, onların köyünün buradan rahatça göründüğünü söyleyip köyü gösterdim. . Röslein birden atı o tarafa çevirip sürdü: Şaşırdım “Dur, yokuş aşağı at koşturulmaz, düşersin!”diye avazım çıktığüı kadar bağırdım. At boş olarak birden yanımda durdu. Sağa sola bakındım, Röslein yok. Korku içinde uyandım. Yokladım, yatağımda olduğuma sevindim ama rüyamın sonu hoşuma gitmedi. . Babamın anlattığı bir rüyayı anımsadım. Bu kez de daha çok canım sıkıldı. Oysa yatarken ne Röslein ne de at düşünmüştüm. . Röslein neyse ne de bu at nerden çıktı? diye düşündüm. Köydeyken Kınanın yeleleri Röslein’in saçlarını andırıyor diye kendi kendime aklımdan bir benzetme geçirmişim. Yoksa rüya bunun şakası mı? Bunu düşünürken gene uyumuşum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ